BİR
EĞİTİMCİ OLARAK NASREDDİN HOCA
Nasreddin Hoca
yaşamış bir şahsiyet midir? O’nun adına söylenen nükteler gerçekten O’na mı
aittir?
Başka ülkelerin
Nasreddin Hoca’ya sahip çıkmaları ne anlama gelmektedir?[1] Biz yeterli
ölçüde sahip çıkabildik mi?
Hoca’nın kültür
tarihimizdeki yeri nedir? Niçin O’nun nükteleri, zihinlerde daha çok yer
etmiştir?
Hoca’nın nükteleri
sırf güldürmek için mi anlatılır?
Yabancı ülkelerde
yaşayan Türk çocukları, neredeyse fıkralarımıza gülemez hale gelmişlerdir.
Deyim ve ata sözlerimizi de anlamakta büyük güçlük çekmektedirler. Nasreddin
Hoca nükteleri ile, biraz olsun onları bu vahim durumdan kurtarabilir miyiz?
Nasreddin Hoca
vasıtasıyla insanların mizah duygularını harekete geçirip bazı sertlikleri ve
kaba davranışları önleyebilir miyiz?
Toplumun çeşitli
kesimlerinde yönetici olarak bulunan kişiler, Nasreddin Hoca Nükteleri’nden
alacakları ilhamla daha başarılı olabilirler mi?
Günümüzde, çeşitli
seviyede pek çok iletişim problemleri vardır. Nasreddin Hoca nükteleri bunun
çözümüne ne derece yardımcı olabilir?
Nasreddin Hoca’nın
nüktelerini öğretmen ve öğrencilerimize öğrettiğimiz takdirde eğitimin
kalitesini artırabilir miyiz?
Nükteler yardımıyla
bir düşünme eğitimi verebilir miyiz?
Hoca’nın nükteleri
üzerinde düşündürerek, toplumda katılımcılık, hoşgörülülük, işbirliği ve
teşebbüs ruhu uyandırılabilir mi?
İşte bu ve benzeri
sorular, bizi Nasreddin Hoca konusunda düşünmeye ve araştırmaya sevk etmiştir.
Neticede O’nun
eğitimci bir kişiliğe sahip olduğunu gördük. Bu konudaki tespitlerimizde,
“Nasreddin Hoca Fıkraları” olarak sunulan nükteleri esas aldık.[2]
Bu fıkralar, Türk’ün
aklını, şuur altını, zekâ inceliğini, nükte gücünü ve hayat felsefesini belli
ölçüde yansıtmaktadır. Halkımızın mizah dehasını temsilde de önemli bir
kilometre taşıdır. Bu sebepten, birçok mütefekkir, sanatkar, yazar ve
karikatüriste ilham kaynağı olmuştur.
Hoca, kelimenin tam
anlamıyla eğitimci bir millî şahsiyettir. Yediden yetmişe her kademedeki Türk
halkı O’nu tanımakta, sevmekte, fıkralarını kendi mizahına vasıta yapmaktadır.
Hoca’nın bu derece
gönülden sevilmesinin ana sebebi, O’nun nüktelerinde ele alınan konuların
hayatla iç içe olması ve her seviyedeki insana hitap etmesidir.
Hoca’nın fıkralarına
gülünür. Ama asıl amaç güldürme değil; düşündürerek insan davranışlarında
müspet yönde değişiklik meydana getirmektir. Bir mantıksızlığın, düzensizliğin
ve tutarsızlığın göz önüne serilişi hep bu yüzdendir.
Hoca, mizahlarının
ilk bölümünde zekâsını göstermez. Bunun sebebi, halkın seviyesine inmektir.
İkinci kısımda ise, kademeli bir şekilde dersini verir.
Hoca’nın fıkralarında
tabiat ve toplum unsurları çoktur. O’nun nüktelerinin ayırt edici özelliği,
zamana, mekâna, olaylara ve problemlere uygunluk arz etmesidir. Bu yönüyle
Hoca, büyük bir eğitimcidir. Bu nüktelerin bir özelliği de, her zaman vuku
bulması muhtemel olan sade olayları konu edinmesidir. Bu sebepten nüktelerdeki
dersler, her zaman tazeliğini koruyacaktır.
Eğitim ve öğretim
işini kendilerine meslek olarak seçenlerin, özellikle, Hoca’dan öğrenecekleri
çok şey vardır.
Biz, iddiasız bir
şekilde, konuyla ilgili bazı tespitlerimizi ortaya koymaya çalıştık. Ümit
ederiz ki, bu sahada araştırma yapanlar, konuyu daha da derinleştirirler.
A. Hoca’nın Hayatı
Büyük halk
filozoflarından olan Nasreddin Hoca, 1208’de Sivrihisar’ın Horto köyünde
dünyaya gelir, 1284’de de Akşehir’de vefat eder. Devir, Anadolu Selçuklu
devridir.[3]
Babası, köyün imamı
Abdullah Efendi’dir. Okuma-yazma, ilmihal bilgisi, Arapça ve Farsça’yı ondan
öğrenir.[4]
Hoca, küçük yaştan
itibaren, çalışkanlığı ve afacanlığı ile bütün dikkatleri üzerine çeker.
Bununla birlikte çocuk denecek yaşta Kur’an’ı hıfzeder. Aynı zamanda, fıkıh[5] ve kelâm ilmi[6] sahasında da
derin bilgiye sahip olur.
Babası ölünce, yerine
imam olarak geçer. Ama bu meslekte pek fazla gözü yoktur. O, her şeyden önce,
sürekli okuma ve araştırma azmiyle yanıp tutuşmaktadır. Bu sebepten, imamlığı
bırakarak ilim uğruna yollara düşer; birçok kasaba ve şehir dolaşır, insanların
problemlerini yakından tetkik eder, gördüğü aksaklıklar karşısında içi
burkulur.
Sadece görmekle
yetinmez, hal çarelerini de araştırır. Âdeta bir psikolog ve sosyolog gibi
insanların davranışlarını gözler, tahlil eder, kendine has metotlarla çözümler
üretir. Bu yönüyle O, büyük bir eğitimcidir. O bu yola kendisini küçük yaştan
beri adamıştır. Öyle ki, bazı aksaklıkları halka daha iyi gösterebilmek için,
kendi üzerinde deneme yapmaktan bile çekinmemiştir. Bu tıpkı, bir ilaç keşfeden
bilim adamının, kobay kullanma yerine, ilacı önce kendi üzerinde denemesi
gibidir. Her eğitimci ve araştırmacı bunu göze alamaz. Böyle bir davranış, hem
bilgi hem de yürek ister.
Hoca insanları
eğitmenin bir toplum işi olduğunu bilir. O’na göre insanların eğitiminden
herkes sorumludur. Sadece tek bir kişinin doğru olması yetmez.
Hoca bu düşüncesini
şu nüktesi ile anlatır:
Bir gün eşeğe ters
biner. Görenler hep bir ağızdan avazları çıktığı kadar bağırır:
-Niçin eşeğe ters
biniyorsun?
Hoca cevap verir:
-Kabahat yalnız benim
mi? Eşek ters duruyor. Onun hiç mi suçu yok? Eğer o doğru olsaydı, ben doğru
binecektim. Niçin eşekte suç bulmuyorsunuz da hep beni paylıyorsunuz?
Yalnız suçu tek bir
insanda ya da toplumda aramak, problemi çözmeyi zorlaştırmaktadır. Eğer toplum
topyekûn tersine işliyorsa, sistem bozuksa, düzgün bir davranış sergilemek
oldukça güçtür. Meselâ vasıtanız bozuksa, sizin mükemmel bir sürücü olmanız,
pek fazla işe yaramaz. Aynı şekilde ehliyetsiz sürücüler olursa, mükemmel
vasıtalarla da bir işe yaramaz.
Evet, eğitim bir
toplum işidir.
Hoca birçok nüktelerinde
bunu vurgular.
Meselâ bir gün evine
hırsız girer, nesi var nesi yok hepsini yüklenip götürür. Duyan herkes, yine
suçu Hoca’ya yükler:
-İlâhi Hoca, insan
kapısını kilitlemez mi? Ev yalnız bırakılır mı? diye suç üstüne suç yüklerler
Hoca’ya… Hoca ise şu cevabı verir:
-Anladık, bütün
kabahat bende; ama şu hırsızın hiç mi suçu yok?
Önemli olan hırsıza
karşı kaliteli kilit geliştirmek değil; hırsızlık yapmayan insanı
yetiştirmektir. Tabiî ki bu prensip, eğitimin ideal yönünü oluşturmaktadır.
Molla Nasreddin,
bozukluklara karşı çıkmanın bedelinin ağır olduğunu bilir. Fakat O, bu uğurda
mücadele etmekten geri durmaz. Bilakis bu sahadaki bilgilerini daha da
geliştirmek ister. Bunun yolu da okumak, daha çok bilgi edinmek, görmek,
araştırmak, tartışmak, büyük bilginler ve mürşitler meclisinde bulunmak ve bu
uğurda her türlü çilelere katlanmaktan geçerdi. Mevlânâ’nın deyişiyle hamdı,
pişmesi ve yanması gerekiyordu.
Bu aşkla Konya’nın
yolunu tutar.[7]
O devirde Konya,
dünyanın her yerinden gelen bilginler, mutasavvıflar, dervişler, gezginler,
tacirler ve gönül erlerinin harman olduğu yerdir. Medreseler öğrencilerle,
tekkeler dervişlerle dolup taşmaktadır. İlim ve irfan sahipleri, saraylarda ve
konaklarda ileri derecede saygı görmekte ve ağırlanmaktadır.
Diğer taraftan Konya,
Anadolu Selçuklu Devleti’nin baş şehridir. Tahtta adaleti, kahramanlığı,
bilgisi, dirayeti ve ilim adamlarını sevmesi ile ün yapmış Sultan I. Alâaddin
Keykubad vardır. Devlet, bir taraftan en parlak dönemini yaşarken, diğer
taraftan da pek çok problemlerle başa çıkmak zorundadır.[8]
İşte Molla Nasreddin,
toplumu eğitmek için gerekli olan bilgi ve tecrübeyi bu ilim ve irfan şehrinde
kazanır. Sonra Akşehir’e gelip yerleşir, evlenir ve çoluk çocuk sahibi olur.
Diğer taraftan Hoca,
bir ilim adamı olup müderrislik görevi yürütür. Bir ara kadılık (hâkimlik)
görevinde de bulunur. Kısaca Hoca, ilminin gereği olan bütün hizmetleri deruhte
eder.
Hoca, talebelik
hayatında olduğu gibi, meslek hayatında da azimli ve çalışkandır. Hakkında
yazılan bazı kitaplarda, “cerri sevdiği için derslere çok çalışırdı.” şeklinde
tasvirlere yer verilmektedir. Bazıları ise, “Hoca cerre çıkmakla birlikte softa[9] değildi.” gibi
zorlama izahlar yapılmıştır. Kanaatimizce bu yazarlar, “cerr”in ne anlama
geldiğini bilmediklerinden, Hoca’yı temize çıkarma gayreti içine girmişlerdir.
“Cerr” medreselerde,
bir tür eğitim ve öğretim uygulamasıdır. Gerek Selçuklu ve gerekse Osmanlı
döneminde medreseler, Recep, Şaban ve Ramazan aylarında öğrencilerini
Anadolu’nun muhtelif yerlerine gönderirler, uygulama yaptırırlardı. Bu
faaliyet, medreselerdeki bilgilerin halka iletilmesi maksadıyla yapılırdı. Bu
esnada öğrenciler, halkı daha yakından tanırlar, gözlem yapma fırsatı
bulurlardı. Medrese ile halk bu sayede bütünleşmiş olurdu.
Haliyle öğrencilerin
bu hizmetlerine mukabil, halk (kendi isteği ile), bir miktar da yardım
yapmaktadır. İşte “cerr” isminin çıkışı bu sebebe dayanmaktadır. Bunu hiç bir
zaman, “medrese talebelerinin yardım toplamaya çıkması” şeklinde anlamamak
gerekir.[10]
Nüktelerinin
kalitesine ve temas ettiği meselelere bakıldığında, Hoca’nın hem iyi bir eğitim
gördüğü, hem de kazandığı bilgileri çeşitli vesilelerle halka ulaştırdığı
anlaşılmaktadır.
B. Hoca’nın
Kültürümüz Üzerindeki Etkileri
Kültürün en güçlü
aracı dildir. Nesiller kendi düşüncelerini, yaşama biçimlerini, sanatlarını ve
dinlerini, hep bu dil aracılığı ile nesilden nesile aktarırlar.
Anadolu insanının
başından geçen birçok olay, nerdeyse bir Nasreddin Hoca nüktesiyle
özdeşleştirilerek anlatılmaktadır. Bu da zamanla, insanımızın hem dilini hem de
düşüncesini etkilemiştir. Öyle ki, bazı atasözü ve deyimlerimizin kaynağı,
Nasreddin Hoca nüktesidir. Bunlar dilimizde benimsenmiş olup yüzyıllar boyunca
yaşayarak günümüze kadar gelmiştir.[11] Meselâ “Parayı
veren düdüğü çalar” sözü, atasözü olarak dilimize yerleşmiştir. Bilindiği
kadarıyla bu söz, Nasreddin Hoca’nın şu nüktesine dayanmaktadır:
Bir gün Hoca Konya’ya
gitmek üzere yola çıkar. Akşehirli çocuklar etrafını sararak düdük ısmarlarlar.
Yalnız tek bir çocuk,
ısmarladığı düdüğün parasını peşin verir. Bir kısmı da sonra vereceğini söyler.
Konya dönüşü Hoca,
peşin para veren çocuğun düdüğünü getirir.
Bedelini ödemeden
düdük öttürmeye çalışan çocuklar ise, Hoca’yı sıkıştırmaya başlarlar. Doğrusu
Hoca, bu kadar yüzsüzlüğe dayanamaz:
-Çocuklar öyle yağma
yok! Parayı veren düdüğü çalar! der.
Hoca bu nüktesinde,
huzuru hazıra konmakta bulanlara, taban eti yemeden av eti yemeye çalışanlara,
sabretmeden murada ermeyi düşünenlere, ortaya bir değer koymadan değerli olmak
isteyenlere kızar. Aynı zamanda bu tiplerin, hem kel hem fodul oluşlarına dikkat
çeker…[12] İşte onun için
Hoca çocuklara, daha hayatlarının baharında iken, bir de ekonomi dersi vererek
şu gerçeği öğretmek ister:
Ekmeden olmaz yemek.
Allah’a mahsustur
almadan vermek.
Ne ekersen onu
biçersin.
Beklersen tekkeyi
çorbayı içersin.
Kim ki “yazın gölge
hoş” türküsü çağırır,
Kışın çuval boş diye
namerde yalvarır!.
Bilirsin ki
çiğnemeden yutulmaz.
Ağustos’ta beyni
kaynamayanın Zemheride kazanı kaynamaz!.[13] “Damdan düşen
halden anlar!.” atasözünün dayandığı nükte ise şöyledir:
Bir gün Hoca damdan
düşer. Ancak çektiği acıyı, soranlardan hiç birisine söylemez. Bunun sebebini
soranlara şöyle cevap verir:
-İçinizde damdan
düşen var mı? Benim acımı ancak o anlar!.
“El elin eşeğini
türkü çağırarak arar.” atasözü de şu hikâyeden çıkarılmıştır:
Hoca bir gün dağ
yolunda türkü çağırarak dolaşırken birisi:
-Ne yapıyorsun böyle
Hoca? diye sorar. Hoca:
-Komşunun eşeğini
arıyorum! der. Adam, Hoca’nın kaygısız, ilgisiz, vurdum duymaz haline şaşar. O
zaman Hoca, insandaki bencillik duygusunun yansıması olan şu açıklamayı yapar:
-El, elin eşeğini,
türkü çağırarak arar!.
“Dostlar alışverişte
görsün.Yorgan gitti, kavga bitti; Kazan doğurdu; Ye kürküm ye, sana rağbet; Ben
senin gençliğini de bilirim; Bilenler bilmeyenlere anlatsın. Sen de haklısın;
Eşeğin sözüne mi inanıyorsun; İpe un sermek; Fincancı katırlarını ürkütmemek;
Hırsızın hiç mi suçu yok; Buyurun cenaze namazına; İşte şimdi kuşa benzedin;
Ağaçtan öte yol vardır.” gibi sözlerin kaynağı da Hoca’nın nükteleridir.[14]
C. Hoca’nın
Eğitiminin Amaçları
1. İnsanı Tanıtmak
İnsanı eğitmek için
onu bütünüyle tanımak gerekir. Tanımadığınız insana hitap etmek, karanlığa taş
atmak gibidir. Hoca’nın nüktelerinde göze çarpan belirgin bir özellik de
insanın çeşitli boyutlarıyla dile getirilmesidir.
O âdeta insan sarrafıdır.
Onun için insanı teraziye koyar, pek çok açıdan değer biçer.
Hoca nüktelerinde
daha çok insanın egoistliği, fırsatçılığı, mütecessisliği, zayıflığı, korkuları
ve şüpheleri üzerinde durur.
Hoca’ya, “En
tehlikeli hayvan nedir?” diye sorduklarında, “İnsandır” cevabını verir.
Sebebini soranlara ise, şu açıklamayı yapar:
-Köpek ekmeğini
yediği adama hıyânet etmez. Yılan kendisine dokunmayanı sokmaz. Kurt ise,
insanın bulunduğu yerlerden uzakta yaşar. Halbuki insan, hiç de böyle değildir.
O kendisine iyilik edene bile fenalık yapar. Eğer inanmazsanız, birisine iyilik
ediniz. Bakınız nasıl bir karşılık göreceksiniz? Siz, hiç dünyada hemcinsine
insanlar kadar kötülük eden bir mahluk gördünüz ve duydunuz mu?
Hoca bu görüşleriyle,
insanın iyi tanınmasına dikkat çekmektedir. Asla insan hakkında kötümser
değildir. O bilhassa eğitilmemiş, ahlâkî şuuru gelişmemiş insanların ne derece
zararlı olabileceklerini, hatta hayvanları bile geride bırakabileceklerini
gözler önüne sermektedir.
Aslında Hoca insana,
her şeyden daha fazla değer vermektedir. İnsanların dış görünüşlerine,
elbiselerinin yeni ve pahalı oluşlarına göre değerlendirilmesini hoş
karşılamaz. Hoca’nın nüktelerinde konuyla ilgili oldukça enteresan misâller
vardır.
2. Ahlâkî Bozukluklara Karşı Tavır Almak
Hoca kötü huylu
kişilerle hiç geçinememiş, ömür boyu bunlarla mücadele etmiştir. Nüktelerde bu
gibi kişilerin genel karakterlerini birer birer gözler önüne serer. Kimlerdir
bunlar?
Her sakala tarak
uyduranlar, nabza göre şerbet verenler, neme lazımcılar, hazır yiyiciler,
çıkarı uğruna her şeyini feda edenler, hem nalına hem mıhına vuranlar, pireye
kızıp yorgan yakanlar, tepeden bakanlar, pişmiş aşa su katanlar, sağı solu
belli olmayanlar, sinekten yağ çıkaranlar, su katılmadık hokkabazlar, suratı
bir karış idareciler, tavşana kaç tazıya tut diyenler, hep “vur abalıya”
felsefesi ile hareket edenler, başına buyruk gençler, çok bilmiş ukalâlar,
daldan dala konanlar, kapıdan kovulsalar bacadan girenler, gücünün yettiğine
kan kusturanlar, en küçük menfaat için her gün boğaz boğaza gelenler, boğaz
tokluğuna çalıştırılan zavallılar, her devirde borusu ötenler, buldukça bunayan
aç gözlüler, yürek yakanlar, kulp takanlar, kurtarıcılık yapanlar!.
Ekmek elden su gölden
deyip âvare dolaşanlar, her mecliste boy gösterenler, boşta gezenler,
boşboğazlık edenler, boş yere ömür geçiren boş kafalılar, bir baltaya sap olma
yerine boş gezenin boş kalfası olanlar, üç kuruşluk keyif için borca batanlar,
haline bakmayıp çalım satanlar, pot kıranlar, çam devirenler, çalımından geçilmez
kabadayılar, çalıp çırpmayı meslek edinenler, “Rabbenâ hep bana!” diyenler!.
3. Teşebbüs Ruhu Kazandırmak
Hoca her vesileyle
insanların çok yönlü düşünmelerini ister. İnsanları dar görüşlülükten ancak bu
şekilde kurtarmak mümkündür.
Onun için, öğretmek istediği
bir husus da teşebbüs ruhudur. Çünkü bu ruha sahip olan insanlar işin başını ve
sonunu aynı anda görebilirler.
Bir gün Hoca bir
dükkana uğrar. Bir anda gözüne ayrı ayrı yerlerde duran un, şeker ve yağ
ilişir. Meraklanıp sorar:
-Bu ne?
-Un.
-Peki, bu?
-Şeker.
-Ya bu?
-O mu? O yağ.
-Öyleyse, niçin helva
yapıp yemiyorsun?
Hoca bu nüktesiyle
çok önemli bir ders vermektedir. Teşebbüs ruhu.. Yani pamuk ve yünü elbise, bir
demir cevherini araba yapmak gibi bir şey.. Bu hem daha karlı hem de çok yönlü
bir iştir. Eğer bugün bu ruha sahip olabilseydik.
4. Yoksulluk ve Açlığın Acısını Hissettirmek
Yoksulluk ve açlık,
sosyal ve ahlâkî problemlerin en büyük sebepleri arasında yer alır. Onun için
Hz. Peygamber, fakirliğin nerdeyse insanı dinden bile çıkaracağını söyler.
Birçok siyasetnamelerde de, yöneticiler bu konuda ciddi bir şekilde uyarılır.
Hoca’nın yaşadığı
devir, Anadolu’nun bin bir çileyle karşı karşıya geldiği yıllardır. Bunların
başında da yoksulluk ve acılar gelir. Hoca nüktelerinde bu gerçeğe dikkat çeker
ve üzerinde düşündürür.
Günlerden bir gün
Hoca çok açtır. Belli ki kesesinde parası da yoktur. Hemen yol üzerindeki
fırına uğrar. Yiyecek ekmek istemeyi kendisine yakıştıramadığı için, fırıncıya
şöyle bir soru yöneltir:
-Bu ekmeklerin hepsi
senin mi? Ekmekçi:
-Evet, benim! diye
cevap verir. Bu cevap karşısında Hoca’nın biraz canı sıkılır ve çıkışır:
-Be adam, madem
ekmeklerin var, hepsi de senin, ne duruyorsun, yesene!.
Bir keresinde de
Hoca, bir dere kenarında kuru ekmeğini suya batırıp yerken, oradan geçen bir
tanığı sorar:
-Hoca ne yiyorsun?
Hoca bu soruya, uzakta yüzen ördekleri göstererek, şöyle bir cevap verir:
-Ördek çorbası!.
Bir bayram günü, her
taraf bol yemeklerle dolar. Börekler, tatlılar ikram edilir. Hoca bu bolluğun
sebebini sorunca,
-Hoca, bugün
bayramdır, onun için herkes güzel yemekler hazırladı! derler. Hoca bu
açıklamayı, açlığın kara mizahını yaparak şöyle cevaplandırır:
-Keşke her gün bayram
olsa!.
Bir gece Hoca’nın
evinde geceleyin gürültüler duyulur. Karısı:
-Hoca, hırsız
tıkırtısı galiba, nasıl yapsak acaba? der. Hoca, yoksulluğun kara mizahını
yansıtan şu cevabı verir:
-Üzülme hanım,
çalınmaya değer bir şey bulursa, elinden almak kolay!
Hoca’nın başı, bu
hırsızlardan hep derttedir. Yine bir gün evine bunlardan birisi girer. Hoca
hemen yatakların konduğu yüklüğe saklanır. Hırsız her yeri arayıp tarar. Fakat
çalınacak kıymetli bir şey bulamayınca, yüklüğe bakar. Bir de ne görsün, Hoca
orada değil mi? Şaşkınlıkla ne aradığını sorar. Hoca hiç istifini bozmadan
şöyle cevap verir:
-Çalacak bir şey
bulamayacağını bildiğim için, utancımdan buraya saklandım!.
5. Cimriliği Yermek
Hoca, hayat felsefesi
itibariyle cömert bir kişidir. O cömertliğin üstün bir fazîlet olduğunu bilir.
Onun için cimrileri fırsat düştükçe yerer. Av için tazı isteyen bir cimriye,
semiz bir çoban köpeği götürüp:
-İriliğine bakma, bu
hayvan senin kapında, on güne kadar tazı haline gelir! der.
6. Aşırılıklardan Sakındırmak
Hoca, her türlü
aşırılığın zararlı olduğu inancındadır. Bu sebepten sahte ilim adamlarını,
rüşvet yiyen kadıları, kerâmet simsarlarını hiç sevmez. Fırsat buldukça bu
konuda halkı aydınlatır, yeri geldiğinde de bu cahilleri topa tutar. Bütün
mesele, bu gibilerin kötülüklerinden halkı korumaktır.
Bir gün bir derviş[15] Hoca’ya, biraz
evliyâlık taslar.[16] Hoca’ya bütün
hünerinin insanları maskara etmek olduğunu, başka maharetleri varsa göstermesi
gerektiğini söyler. Hoca:
-Sanki sende o
saydığın şeyler var mı? Varsa söyle de bilelim der. Derviş de:
-Benim hünerim çok ve
kemâlime de nihayet yoktur. Ben her gece bu dünyadan göçer ve göklere çıkarım.
Oralarda gezer, acayip ve garip semayı seyir ve temaşa eylerim. dediği zaman,
Hoca derhal:
-Oralarda gezerken
yüzüne yumuşak ve sıcak bir şeyin dokunduğunu hisseder misin? diye sorunca,
yalan ve düzenlerini yutturduğunu zanneden derviş, sevinç ve heyecanla:
-Evet, Hoca Efendi,
evet! der. Bunun üzerine Hoca gayet ciddî bir tavırla:
-İşte o bizim eşeğin
kulağıdır!
Hoca bazen, kendi
hayatındaki aşırılıkları da dile getirip öz eleştiri yapar. Bunun anlamı şudur:
“Ben denedim, iyi netice vermedi, siz yapmayın!”
Bir ara Hoca geçim
sıkıntısı içine düşer. Buna çare olarak da her şeyden kısmaya başlar. Bu arada
eşeğin de yemini azaltır.
Hoca ilk zamanlarda
eşeğine bir şey olacağından korkmaktadır. Halbuki tasavvur ettiği gibi çıkmaz.
Eşek yine eski neşesini muhafaza eder ve başı boş bırakılınca zıplayıp oynar.
Bundan cesaret alan Hoca, eşeğin yemini biraz daha azaltır. Hayvanda yine bir
değişiklik görmez. Tekrar yem miktarını eksiltir. Böyle yapa yapa hayvancağızın
yemini bir avuç arpaya kadar indirir.
Hoca yaptığı bu
tasarruftan son derece memnundur. Fakat günün birinde açlıktan, halsiz ve takatsiz
kalan hayvan ölür. Bunun üzerine Hoca:
-Yazık oldu, hayvan
tam alışmıştı ki, öldü! der.
7. Sorumlu İnsan Yetiştirmek
Hoca bir gün vaaz
etmek üzere kürsüye çıkar. Kendisine göre bazı meseleleri dile getirir. Fakat
bir ara, söyleyecek söz bulamaz. Cemaate:
-Bugün size çok
faydalı şeyler söyleyecektim ama, nedense aklıma hiçbir şey gelmiyor! diyerek
yakınır. O zaman oğlu:
-Baba, kürsüden inmek
de mi hatırına gelmiyor? diye sorar.
Bu soru karşısında,
Hoca derhal kendine gelir, topluma karşı olan sorumluluklarını hatırlar,
cemaatin huzurunu bozmamak için derhal aşağı iner. Ve böylece, toplumda görev
ya da sorumluluk yüklenen kişilerin başarısız duruma düştüklerinde,
kendiliklerinden ya da küçük bir ikazla çekilmeleri gerektiğini öğretmiş olur.[17]
8. Egoistliği Yermek
Egoistlik, insanın
sadece kendi çıkarını düşünmesidir. Bu düşünce, pek çok kötülüklerin de
kaynağını oluşturur. Onun için Hoca, bunun ne derece zararlı olduğunu anlatmak
için, “kötü adam” rolü bile üstlenir.
Hoca Akşehir’de kadı
iken, bir gün biri mahkemeye gelerek:
-Kadı Efendi!
Sığırlar kırda otlarken, sizin inek, bizim ineği karnından boynuzlayarak
öldürmüş. Buna ne lâzım gelir? diye sorar. Hoca, derin derin düşündükten sonra:
-Hayvan bu! Ne
bilsin. Öldürür a! Bunda sahibinin ne suçu var? diye hüküm verir. Bu sefer adam
sözü değiştirerek:
-Yok yok, yanlış
söyledim. Bizim inek sizinkini öldürmüş! diye işi düzeltir. Hoca’da şafak atar.
Başını kaşır, kalkar, oturur ve çok ciddî bir tavırla:
-Ha. Öyle ise, mesele
çatallaştı! Bana raftaki şu kara kaplı kitabı[18] indiriverin bir
bakayım! der.
9. Şüpheli Şeylerden Sakındırmak
İnsanların olayları
bütünüyle görmesi zordur. Bunun pek çok sebepleri olabilir. Meselâ insanın
yaşı, bilgisi, kültürü, ihtiyaçları, hırsları, karakteri, menfaatleri, içinde
bulunduğu zaman ve mekân, yanlış gözlemlere ve tereddütlere sebep olabilir.
Bundan dolayı insan,
kayıtsız şartsız doğru olan bir gerçeği, pek alâ, yanlış ya da ters
anlayabilir. Bilhassa, halkı aydınlatma, bilgilendirme, ya da idare etme
görevini yüklenen insanların buna çok dikkat etmeleri gerekir.
Dedi kodular ve
iftiralar da, çoğu kere bu yanlış gözlem ve anlamalardan kaynaklanır. Onun
için, her zaman doğru olmak yetmez. Yapılan işlerin, başkalarını
şüphelendirmemesi de gerekir.[19]
Unutmamak gerekir ki,
başkalarının sûizanda bulunmasına sebep olacak hareketlerden korunmak, önemli
bir tedbirdir.[20]
Hoca’ya kadılığı
zamanında bir fetva sorarlar. Derler ki:
-Kadı efendi ! Helâda
bir şey yemek câiz midir, değil midir? Hoca şak diye cevabı yapıştırır:
-Câizdir amma,
çıkarken adamın ağzı oynar. Taamdan başka nesne yediğini de zannederler !
Kıssadan hisse.
Halkın zihninde boş
yere şüpheler uyandırmak ve yanlış kanaatler oluşturmak, hiç bir zaman iyi bir
davranış tarzı değildir.[21]
Bazı işler için,
“Şüyuu’ vukûundan beterdir!.” denilir. Yani, bir konuda söylentilerin olması, o
işin olmasından daha kötü tesir uyandırabilir. Onun için, sorumluluk mevkiinde
olan kişilerin işleri, açık ve net olmalıdır. Asla su götürür tarafı
olmamalıdır!.
10.Bilene Sormak
Bir gün Hoca’nın
hanımı, eceli gelip ölür. Dinî âdetler yerine getirilir ve nihayet imam,
cemaate:
-Ey cemaat! Merhumeyi
nasıl bilirsiniz? diye sorar. Cemaat bir ağızdan:
-Çok iyi biliriz!
deyince, Hoca başını sallayarak:
-Yahu! Kimi, kimden
soruyorsunuz; siz onu bana sorunuz! der.
11.Zorlukları Nükte Vasıtasıyla Aşmak
İnsan hali her zaman
bir olmaz. Bir bakarsın güneş açmış, gönüller neşe dolmuş. Her taraf güllük
gülistanlık. Bir de bakarsın kara bulutlar, şimşekler, yeller. Arkasında da
fırtınalar, yağmurlar, seller!.
İşte böyle anlarda
insan, bir mizahla bu acılarını hafifletebilir. Hem kendisi hem de başkalarını
bir an için neşelendirebilir. Ve böylece kötümser bir halden kurtulup iyimser
bir tavır sergileyebilir.
Nükte bir nevi,
kalkan görevini görmektedir. Bu sayede insan, kendisine yapılan hücumları,
nükte sayesinde savar ya da hafif atlatır.
Nükteyi, azgın
boğalarla savaşan gladyatörlerin ellerindeki kırmızı beze de benzetebilirsiniz.
Onun için öğretmen ve
yöneticileri, mümkün mertebe, nükte yapmasını bilen kişilerden seçmek gerekir.
Bir gün ihtiyar bir
kadınla genç bir kadın Hoca’ya gelir ve ihtiyar kadın:
-Hoca Efendi, bu taze
gelinimdir. Oğlum ile evleneli üç sene olduğu halde henüz çocuğu olmamıştır.
Kendisi ve kocası bundan çok müteessirdirler. Bilhassa oğlum çocuğu çok
seviyor. Bu yüzden evde dirliksiz oluyor. Siz çok şeyler bilirsiniz. Bir dua mı
okursunuz, bir muska mı yazarsınız? Yoksa bir ilaç mı tarif edersiniz? Allah
aşkına şunun bir çâresini bulunuz ve evi cehennem olmaktan kurtarınız der.
Hoca kadına acır.
Bazı şeyler söyler ve sonra da geline:
-Kızım acaba bu hal
sizde irsî midir?[22] Sizin gibi
validenizin de hiç çocuğu olmaz mı idi? diye sorar ve müteessir olan kadınları
güldürür.
12.Düşünmeyi Öğretmek
Düşünmenin pratik
tarifi, sebeplerle sonuçlar arasında ilişki kurmaktır. Doğru düşünmek için,
dünyayı ihtirasların değil; hakikatin gözüyle görebilmektir.[23] Fakat bunun
önünde pek çok engeller vardır. Meselâ bilgisizlik, zevkler, iştihâlar, şahsî
menfaatler, zümre çıkarları, peşin hükümler, sabit fikirler, batıl inançlar,
propagandalar, aşırı sevgiler ve nefretler, ne olursa olsun benliğimize
tahakküm eden hisler, zafer duygusu, başarı gururu, nefse aşırı güvenmek,
sağlıklı düşünmenin önündeki engellerden birkaçıdır.[24]
Bu açıdan Hoca’nın
nüktelerine bakarsak, nerdeyse tamamına yakınının, düşünmenin önündeki
engelleri kaldırmaya yönelik olduğunu görürüz.
Kendini beğenmiş
müritlerinden biri, bir gün Sokrates’e sorar:
-Müridiniz olabilmek
ümidiyle sizden ders almak için gelen herkese niye bir gölcüğe bakıp ne
gördüklerini söylemelerini istiyorsunuz?
Sokrates şu
açıklamayı yapar:
-Bu çok basit.
Havuzda balıkların yüzdüklerini söyleyen herkesi yanıma almaya hazırım. Fakat
havuzda, kendi imajlarının yansımasından başka bir şey göremeyenler,
kendilerine aşık insanlardır. Benim onlarla alıp vereceğim olamaz!.
Görüldüğü gibi
Sokrates, öğrencilerini seçerken, bir nevi düşünme testi uygulamaktadır. Çünkü
O’na göre, kendisinden başkasını göremeyenler ve bilirim iddiasında olanlar iyi
düşünemezler.
Bu açıdan
bakıldığında, Hoca’nın bir çok nükteleri düşünme ile ilgilidir.Hoca bir gün,
yelkenli bir gemiyle seyahat etmektedir. Âniden bir fırtına çıkar. Ve denizi
alt üst etmeye başlar. Şiddetli dalgaların tesiriyle ipler kopma, yelkenler de
parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Hoca fedakâr tayfaların direklere
çıkarak kopan ipleri ve yelkenleri bağlamaya çalıştıklarını görünce:
-Ayol, gemi dibinden
sallanıp sıçrıyor. Halbuki siz onun tepesiyle uğraşıyorsunuz. Sallanmayı
durdurmak istiyorsanız gemiyi dibinden bağlayınız der. Bu nüktede Hoca, insanın
bilmediği konularda fikir yürütüp tavsiyelerde bulunmasının, onu gülünç duruma
düşüreceğini vurgular. Ayrıca anlaşılıyor ki Hoca, yelkenli gemilerin çalışması
ile ilgili malumata sahip değildir. Onun için de sağlıklı düşünememektedir.
Yani bilgisizlik doğru düşünmeyi engellemektedir.
D. Hoca’nın
Eğitiminin İlkeleri
1. Çocukların Cevaplarını Hoş Karşılamak
Çocuklar, zihinleri
yeterince gelişmediğinden, duyduklarını ve düşündüklerini ifade ederken, zaman,
mekan ve gramer hataları yapabilirler.
Çocuğun bir özelliği
de çok soru sormaktır. Onun için bazı eğitimciler çocukluk çağına “filozofluk
çağı” derler. Özellikle çocuk, iki yaşından itibaren her şeyi merak eder,
bıkmadan usanmadan sorar. Bütün bunları hoş görmek ve çocuğu ciddiye almak
gerekir. Nitekim Hoca da öyle yapar.
Bir gün oğlu Hoca’ya:
-Baba! Ben, senin
doğduğun günü hatırlıyorum!. der. Bu münasebetsiz sözü duyan annesi, kızarak;
-Sus ulan, halt
etme!. Terbiyesiz!. deyince, Hoca müdahale ederek:
-Bırak karı, o
akıllıdır; belki doğru söylüyor!. der.
2. Bilenlerin Bilmeyenlere Öğretmesi
Hoca bir Cuma günü
vaaz etmek için camideki kürsüye çıkar ve:
-Ey cemaat!. Benim
size ne söyleyeceğimi bilir misiniz? der. Cemaat hep birden:
-Bilmeyiz!.
Cevabını verir. Bunun
üzerine Hoca:
-Siz bilmedikten
sonra ben size ne söyleyeyim? der ve kürsüden inerek çıkıp gider.
Ertesi Cuma yine
kürsüye çıkarak bir hafta evvelki gibi:
-Ey cemaat! Benim
size ne söyleyeceğimi bilir misiniz? Sualini tekrar sorunca, bu defa cemaat hep
birden:
-Evet biliriz! der.
Hoca da:
-Madem ki
biliyorsunuz. Benim söylememe hacet kalmadı diyerek yine kürsüden iner ve çıkıp
gider. Öbür hafta tekrar kürsüye çıkınca, bu sefer cemaat, verecekleri cevabı
aralarında kararlaştırır.
Hoca yine o suali
sorunca halk:
-Kimimiz biliriz,
kimimiz bilmeyiz!.
Cevabını verir. Hoca
da:
-Öyle ise bilenler
bilmeyenlere öğretsin!. der ve kürsüden inip gider.
Kıssadan hisse.
Bilenlerin de,
bilmeyenlerin de sorumlulukları vardır. Bilenlerin sorumlulukları,
bildiklerini, bilmeyenlerin akıl seviyelerini dikkate alarak onlara
öğretmektir. Bilmeyenlerin sorumlulukları ise, öğrenme fırsatı buldukları her
zaman ve her yerde bilmediklerini sormak ve öğrenmektir.[25]
3. İnsaflı Olmak
İnsaf, ölçülü hareket
etmek demektir. Nitekim “İnsaf dinin yarısıdır” diye bir atasözümüz de vardır.
İnsafsızlığın pek çok çeşidi vardır. Meselâ bir görevi ve iyi niyeti kötü bir
amaç için kullanmak, tamamen insafsızlıktır.
Köylünün biri hediye
olarak, Hoca’ya bir tavşan getirir. Hoca bu ikram karşısında elinden gelen
misafirperverliği göstererek köylüyü ağırlar. Bir müddet sonra bu köylünün
yakınları:
-Biz tavşanı
getirenin komşusuyuz. der.
Hoca bunları da
elinden geldiği kadar hoşnut etmeye çalışır.
Birkaç gün sonra
gelenler de:
-Biz tavşan getirenin
komşusunun komşusuyuz. diyerek Hoca’ya kendilerini bir güzel ağırlatmak ister.
Bu sefer Hoca,
-Bu tastaki su, o
tavşanın suyunun suyudur!
diyerek iyi bir insaf
dersi verir.
4. Bilimi Üstün Tutmak
Kâinat sebep-sonuç
ilişkisi esası üzerine yaratılmıştır. Hangi sebeplerin hangi sonuçları
doğurduğunu, ya da hangi sonuçların hangi sebebe dayandığını bilmek, gerçek
anlamda “bilgi” demektir. İşte gerçek bilim budur. Fakat insanların çoğu, bu
gerçeği bilmedikleri için, bilim yerine birtakım teferruatı ön plâna
çıkarırlar. İşte Hoca, bu noktalarda uyarır. Özellikle de bilim yerine
gösterişi ve dış görünüşü ön plâna çıkaranların gülünç durumlarını ortaya
koyar.
Okuması için Hoca’ya
Acemce bir mektup getirirler. O da, lafı hiç evirip çevirmeden bilmediğini
söyler. Mektubu getiren:
-Kocaman kavuğu
başına geçirmişsin. Bir mektubu bile okuyamıyorsun. Nasıl hocasın sen?
Utanmıyor musun? diye paylamaya çalışır. Hoca buna karşılık, kavuğunu hemen
çıkarıp adamın başına koyar:
-Kavukla okunuyorsa,
sen oku da bir görelim!.der.[26]
5. Tecrübeye Önem Vermek
Tecrübe, bilgi ve
anlayışı arttırıcı nitelikteki olaylarla çok karşılaşma hâlidir. Kültürümüzde
görmüş ve geçirmiş olmak, bir olgunluğun ve bilgeliğin işareti sayılır. Onun
için, “Başa gelmeyince bilinmez.” denilmiştir. Yani, tecrübeye dayanmayan
bilgiye pek güvenilmez.
Hoca’ya,
-Çaylaklar bir sene
erkek, bir sene dişi olurmuş, doğru mu? diye sorarlar. Hoca’nın cevabı şudur:
-En az, iki sene
çaylak olmadan, bu soruya cevap veremem!.
Eğitimle yetenekler
aşılamaz
Çürük tahta çivi
tutmaz!.
Eşek büyümekle tavla
başı olmaz!.
Hoca bir gün kara
tavuğunu pazara götürür ve satılığa çıkarır. Müşterinin biri tavuğu iyice
tetkik ettikten sonra:
-Beyaz olsaydı
alırdım! der. Bunun üzerine Hoca, derhal oradan ayrılarak, eve gelir ve tavuğu
sabunla yıkamayğa başlar. Fakat maksadına nail olamayınca da:
-Aferin boyacıya!
Tamahkâr değilmiş; boyayı bol bol sarf etmiş! der.
6. Fırsat Kollama
Hoca uyarılarını
yaparken, öyle ulu orta her yerde her şeyi söylemez. Uygun zamanı bekler,
fırsat düştüğünde nazik bir şekilde araya girer ve taşı gediğine koyar.
Hoca, bir meseleyi
söylemenin çok çeşitli yolları olduğunu bilir. Bazen bir olay, bazen bir soru,
bazen de bir problem, O’nun söyleyeceği hikmetler için tam bir fırsattır. Bir
keresinde, “Dünya kaç arşındır?” diyen gençlere, o sırada geçen tabutu göstererek:
-Onun erbabı işte şu
gidendir. Sualinizi ona sorunuz. Bakınız dünyayı yeni ölçmüş gidiyor! der.
7. Ferdî Farklılık
İnsanlar farklı
kabiliyetlerde yaratılmışlardır. Eğer bu özellik dikkate alınmazsa, insanlara
büyük adaletsizlik yapılmış olur. Üstelik bu adaletsizlik, her sahada kendisini
gösterir. Meselâ insanları yönetmek, problemlerini tanımak ve çözmek, kişilik
ve yeteneklerine uygun düşen iş ve davranışa sevk etmek mümkün olmaz.
Batılı eğitimciler,
eğitimde “ferdî farklılık” meselesinin önemini 17. yüzyılda yeni fark etmeye
başlamış, uygulamaya ise ancak 19. yüzyılda geçebilmiştir. Fakat İslâm
dünyasında, Hz. Peygamber’den itibaren, bütün âlimlerce bu konuya dikkat
çekilmiştir. Yani bütün mesele, insanlara kabiliyeti ölçüsünde hitap etmek,
aklının kavrayamayacağı ve nihayet nefret edeceği incelikleri açmamaktır.
Hoca’nın eğitim prensipleri içersinde “ferdî farklılık”, son derece önemli bir
unsur olarak görülmektedir. Onun içindir ki, herkesle anlayacağı dilden
konuşmaya çalışmıştır. Nerdeyse bütün nüktelerinde, bu düşünce hâkimdir. Aynı
zamanda bu sözler ve nükteler, mekâna da makama da uygundur.
Bir tarihte, Hoca’nın
kadılık yaptığı bir sırada, birisi evine gelir. Başında bulunan bir davayı uzun
uzadıya anlattıktan sonra:
-Kadı efendi, Allah
aşkına söyle! Bunda ben haklı değil miyim? deyince, Hoca derhal:
-Hay hay, efendim!
Haklısın, hem de yerden göğe kadar haklısın!. der.
Ertesi gün, bu zatın
şikâyet ettiği ve mahkemeye verdiği adam gelir. O da Hoca’ya derdini
anlattıktan sonra:
-Sen ne dersin Kadı
efendi? Bu meselede ben haklı değil miyim? diye sorunca, Hoca ona da:
-Çok haklısın, bu
kadar aşikâr hakka ne denir? der.
E. Hoca’nın Eğitim ve
Öğretimde Kullandığı Metodlar
1. Soru-Cevap Metodu
Soru-cevap metodu,
eğitim tarihinde en çok kullanılan öğretim metotlarındandır.
Bu metot, yaratıcı
düşünmeye, ferdî teşebbüs kabiliyetinin gelişmesine, serbest konuşma ve
tartışmaya meydan verir, fırsat hazırlar.
Soru-cevap metodu,
muhâkeme, tasavvur ve araştırmaya sevk eden bir yoldur. İlk defa Socrates (M.Ö.
470-3397) tarafından belli bir sistem dahilinde kullanılmıştır.[27] Sorular şu
sebepten dolayı öğretim için en uygun ortamı oluştururlar.:
a. Soran kişi, amacı
belli olan sorular yöneltmek suretiyle muhatapta ilgi uyandırabilir. Bir konuyu
öğrenmede ilgi uyandırılmışsa, öğrenme son derece kolay olur.
b. Sorulan kişi, bu
soruları fırsat bilerek, cevap verirken, soran kişiye bazı meseleleri dolaylı
bir şekilde öğretebilir.
Hoca çok soru sorulan
bir kişidir. Bunlardan bir kısmı da lüzumsuz ve mantıksız sorulardır. Hoca’yı
mat etmek maksadıyla sorulanlar da az değildir.
Bazen bir şeyi
öğrenmek için, Hoca’nın da sorduğu sorular olmaktadır.
Hoca sorular
karşısında son derece pişkindir. Hepsine sabırla ve güler yüzle cevap verir. Bu
sorulardan bazı örnekler sunalım:
Bir gün bir papaz:[28]
-Sizin Peygamber
mîraca[29] çıktı ve gökleri
gezip dolaştı, değil mi? şeklinde alaycı bir soru sorar. Arkasından da:
-Bu nasıl oldu? Merak
ediyorum doğrusu!. diyerek bir ilâvede bulunur.
Hoca alay edilmek
istendiğinin farkındadır. Hemen elini sakalına götürerek, derin derin düşünür
ve mütebessim bir sîma ile:
-Sizin İsâ’nın
bıraktığı merdivenle![30] cevabını verir.
Bir gün ahmak bir
adam, Hoca’yı sokakta yakalar ve burnunun dibine sokularak:
-Aman Hoca efendi,
çok büyük bir müşkülüm var. Bunu rast geldiğim bütün hocalara sordum. Hiç biri
cevap veremedi. Bilsen, bilsen, bunu ancak sen bilirsin! deyince, Hoca, fena
yakalandığını anlar ve hiç renk vermeden:
-Haydi oğlum, anlat
bakalım. Müşkülün nedir? der. Herif bir şey söyleyecekmiş gibi, ciddî bir tavır
takınarak:
-Ben, yaz kış gölde
yıkanır ve abdest alırım. Bunu yaparken, acaba ne tarafa döneyim diye, daima
düşünürüm. Bunu âlimlere, şeyhlere ve başı sarıklı birçok kişiye sordum. Cevap
alamadım.
Geçen gün yine gölde
yıkanırken, bu meseleyi düşünüyordum. Biri dalgınlığımdan istifade ederek,
esvaplarımı alıp gitmiş. Ben de tabiî ki, çırılçıplak çıkıp gitmek zorunda
kaldım. deyince, Hoca meseleyi anlar ve aptal adama dönerek ciddî bir tavırla:
-Oğlum! Sualin
hakikaten güç. Bunu herkes halledemez. Gölde yıkanır ve abdest alırken,
elbiselerin ne tarafta ise, o tarafa dön!.
Hoca bilgi üretmeyen,
yersiz tartışmalara sebep olan sorulardan, zihinleri karıştıran cevaplardan
nefret eder. Bu gibi boş işlerle halkı oyalayan hocalardan da aynı şekilde
hoşlanmaz.
Bir gün ölüyü gömmeye
giderken, iki kişi kenara çekilip şu meseleyi münakaşa etmeye başlar: -Cenazeyi
götürürken, tabutun sağında mı, solunda mı, arkasında mı, önünde mi durmak daha
iyidir?
Hoca’nın verdiği
cevap oldukça mânidârdır:
-İçinde bulunma da,
neresinde bulunursan bulun!.
Bir gün bir
toplantıda Hoca’ya bazı münasebetsizler, karısını çekiştirerek:
-Hoca, sizin hanımın
maşallah hiç evde oturduğu yok, mütemadiyen komşu komşu geziyor derler. Hoca
derin derin düşünmeğe başlar. Bunu görenler:
-Ne düşünüyorsun,
yalan mı? deyince, Hoca lâkayt bir tavırla:
-İnanmam. Dedikodu
olsa gerek.
Cevabını verir.
Toplantıda
bulunanlar, kendilerinin haklı olduklarını ve Hoca’nın da hiçbir şeyden haberi
olmadığını göstermek için:
-Niye inan mıyorsun?
Bunu senden başka herkes biliyor. Sizin hanım çat kapı şurada, çat kapı burada
dolaşıyor işte! dedikleri zaman Hoca:
-Aslı olmasa gerek!.
Öyle olsaydı, bir kere de bizim eve uğrardı! cevabını verir.
Her sabah insanlardan
bir kısmının bir tarafa, ötekilerin de öbür tarafa gittiğini soranlara Hoca:
-Eğer hepsi aynı tarafa gitseydi, dünya devrilirdi! cevabını verir.
Hoca bu cevabıyla
insanlara, toplumdaki işbölümünün gerekliliğini anlatmaktadır. Herkes aynı işi
yaparsa, birçok iş ortada kalır. Bu konuda şöyle bir atasözümüz de vardır: Sen
ağa ben ağa, bu ineği kim sağa.
2. Muhatabın Delillerini Kullanmak
Birisine bir şey
anlatırken, ya da bir problemin çözümünün ispatını yaparken, muhatabın konu
hakkındaki bilgilerini ve delillerini kullanmak, oldukça etkili bir ikna
metodudur. Bu metot aynı zamanda, muhataba kendi tutarsızlıklarını göstermek
için, son derece faydalıdır. Kurnazlık yapanları, inatçılık edenleri ve
ukalâlık taslayanları, kendi silahıyla susturmak için de birebirdir.
Muhatabın delillerini
kullanarak bir meseleyi anlatmak ve bu yolla karşı tarafa bir şeyler öğretmek
kolay olur. Bu bir nevi bilgi transferidir. Böyle durumlarda muhatabın diyecek
pek bir şeyi olmaz. Çünkü kişiden, kendisi yaptığı zaman doğru kabul ettiği
şeyi, başkası yaptığında da doğru kabul etmesi istenmektedir.
Hoca bilhassa
fırsatçıları, kantarın topunu kaçıranları, ileri geri konuşanları, edebiyat
yaparak hak elde etmeye çalışanları, en küçük menfaat için ağız değiştirenleri,
çok bilmiş geçinenleri, tepeden bakanları, yere bakan yürek yakanları, pireyi
deve yapanları, pişmiş aşa su katanları, masal okuyanları, oyunbazlık ederek
makbule geçme hayaline dalanları, küçük bir ikaz karşısında küplere binenleri,
kimin arabasına binerse onun düdüğünü çalanları, haksızlık karşısında kılını
bile kıpırdatmayanları, kırık dökük bilgilerle bilgiçlik taslayanları,
başkalarına külâh giydirmeyi düşünenleri, yaygarayı basarak hep dört ayak
üstüne düşenleri, kendi delilleriyle susturmaktadır.
Bir gün Hoca, çamaşır
yıkayacaklarından bahsederek komşusundan bir kazan alır. Ertesi gün kazanın
içine ufak bir tencere koyarak sahibine iade eder. Komşusu tencereyi görünce:
-Hoca Efendi, bu
nedir? diye sorar. Hoca da:
-Sizin kazan bu gece
doğurdu. O da yavrusudur.
Cevabını verir.
Kazan sahibi itiraz
etmez, “pekâlâ” diyerek kazanla birlikte tencereyi alır.
Bir müddet sonra Hoca
yine kazan ister. Komşusu, “hay hay” diyerek hemen kazanı getirir. Aradan
epeyce zaman geçer, kazan iade edilmez. Artık sabrı taşan komşu, doğru gidip
Hoca’dan kazanı ister. Hoca da:
-Başın sağ olsun
komşucuğum! Sizin kazan öldü! deyince, herif hayret ve telâşla:
-Ne diyorsun Hoca
Efendi, hiç kazan ölür mü? der. Hoca da:
-Sen ne tuhaf
adamsın. Geçen gün kazanın doğurduğuna inandın da şimdi öldüğüne inanmıyor
musun?
Cevabını verir.
Hoca bu olayda,
kazanın doğurduğuna inanan; fakat işine gelmediği için öldüğüne inanmak
istemeyen fırsatçı komşusuna karşı da aynı şekilde, komşusunun kendi
delilleriyle cevap verir.
Bu gibi kişiler,
karşısındaki kişilerin hatalarından, saflıklarından, unutkanlıklarından ve
dalgınlıklarından, sinsice kendilerine pay çıkarmaya çalışırlar. Tabiî ki her
zaman dört ayak üstüne düşemezler. Elbette bir gün iplikleri pazara çıkar. Eh,
ne demişler? Ava giden avlanır. Eşen düşer. Doğrarsan kaşığına gelir. Avcı ne
kadar al (hile) bilse, ayı o kadar yol bilir. Çalma elin kapısını, çalarlar
kapını.
Açıkça
anlaşılmaktadır ki Hoca, karda gezip izini belli etmeyen, nalıncı keseri gibi
hep kendi tarafına yontan, menfaati il n, diye sorunca, yüzsüz adam gülerek:
-Tanrı misafiriyim ve
bugün sizdeyim!
Cevabını verir.
Hoca’nın tepesi atar. Bu hayâsız adama bir bir ders vermeye karar verir. Derhal
kapıdan dışarı fırlar ve herife:
-Arkamdan gel!
diyerek, onu câmi kapısına kadar götürür ve eliyle câmiyi göstererek:
-Ayol, sen yanlış
yere gelmişsin! Tanrı’nın evi işte burasıdır; bizim ev değil! der ve herifi
orada bırakarak evine döner.
Bu olayda adam,
“Tanrı misafiriyim” demek suretiyle, kendi konumuna ve isteklerine kutsallık
kazandırmaya çalışır.[31] Bu yolla
insanları aldatmanın daha kolay olacağını düşünür.
Bazı kurnaz kimseler,
istek ve arzularını, büyük bir ustalıkla, Tanrı’nın adını kullanarak dile
getirir. Bu yolla, pek çok kişinin aldatılması ve beyninin yıkanması pekâlâ
mümkündür. Çünkü, insanın yüce değerlere karşı büyük bir zaafı vardır.
3. Tabiî Ceza Metodu
Hoca bir gün eşeğine
binmiş, bir köye gidiyormuş. Yolda hayvan, eşek terslerini görünce durur, yere
eğilerek bu pislikleri koklamaya başlar. Hoca, eşeğinin beğendiği kanaatine
vararak bunları toplar ve yem torbasına doldurur. Akşam olunca, torbayı hayvanın
başına asarak, yem yerine bu tersleri verir. Fakat eşek huysuzluk eder ve
başını sallayarak torbayı başından atmaya çalışır. Hoca eşeğin bu huysuzluğunu
görünce:
-A mübarek hayvan!
Bana zulmün ne? Sen beğendin, ben de doldurdum! der.
Hoca bu nüktesiyle
tabiî cezâdan yana olduğunu göstermektedir.[32] Yani kişi
yaptığı işin sonucuna katlanmalıdır. Bu arada, kişinin yanlışlarını görmesi
için, sabredip kendisine biraz zaman tanımak yararlı olur.
4. İkâme Metodu
Sözlük anlamı
itibariyle “ikâme”, yerine koyma, oturtma, ayağa kaldırma ve meydana çıkarma
demektir. Terim olarak ise, kaldırılan bir şeyin yerine başka bir şeyin
konulması anlamına gelir. Onun için ıslahâtçıların, eğitimcilerin ve
idârecilerin ikâme metodunu iyi bilmeleri gerekir. Çünkü eğitim de ıslahât da,
idâre de, eski şeylerin yerine bir nevi yeni şeyler yerleştirme demektir.
İnsanları
alışkanlıklarından vazgeçirmek kolay değildir. Burada temel problem, vazgeçilen
alışkanlığın yerine neyin konulacağıdır. Çünkü tabiat boşluk kabul etmez. Siz
doldurmazsanız, iyi ya da kötü bir şeyle, mutlaka kendiliğinden dolar.
Bazı kişilere, “Şu
zararlıdır, mutlaka vazgeçmelisin!. Vazgeçmezsen, şu şu tehlikeler seni
bekliyor!.” deseniz de, pek fayda sağlamayabilir. Bu ikazlar, bakarsınız, bir
kulağından girip öbür kulağından çıkar! Asıl hüner, insanlara ne yapacağını
göstermek ve bu alanda yardımcı olmaktır.
Meselâ sigara
paketlerinin üzerinde, “Sigara sağlığa zararlıdır!” ikazı yer almaktadır. Bu
ikazdan dolayı kaç kişi sigarayı bırakmıştır? Bu konuda bir araştırma yapılmış
mıdır? Bana kalırsa çok faydası olmamıştır. Çünkü insanın tabiatında, (hele de
ikna edilmemişse) yasaklara karşı tabiî bir ilgi vardır.[33] Bunun yerine,
“içtiğiniz bu sigara ile günde şu kadar, şu kadar, yılda da şu kadar yiyecek ya
da giyecek alabilirsiniz.” demek daha doğru olur. Her şeyden önce, bu parayı
hangi olumlu yerlerde kullanabileceği hatırlatılmalıdır. Sonra da boşta kalan
ağzını nasıl meşgul edeceği hususunda rehberlik yapılmalıdır. İşin fizyolojik
boyutunu elbette ki kabullenmek gerekir. Yani peşinen bir zorluğa göğüs germek
gerekir.
Adamın biri fazla
küfürbâzmış. Vakitli vakitsiz küfreder ve bu yüzden başı da birçok belâlara
girermiş. Bu huyundan vazgeçmek istediği halde, bir türlü terk edemeyince,
Hoca’ya başvurmaya mecbur kalır ve kemâli afiyetle:
-Aman Hoca Efendi!
Benim fena bir huyum var: Küfürbâzlık. Bundan bir türlü vazgeçemiyorum. Bana
bir çare öğret de şu fena huyumdan vazgeçeyim der. Hoca bir müddet düşünür ve
sonra ciddî bir tavırla:
-Evlât! Her sabah
evden çıkarken, ağzına kuru bir bakla koy. O ağzında kaldıkça hatırlar ve
küfretmezsin! cevabını verir.
5. Dolaylı Anlatım
Kimileri, hatalarının
yüzlerine doğrudan doğruya söylenmesinden pek hoşlanmaz. Hatta kızanlar, kin
besleyenler bile olur. Ama dolaylı bir şekilde yapılan ikazlar, karşı tarafı
kızdırmaz. Onun için Hoca, uyarılarının birçoğunu, bu yolla, yani “Kızım sana
söylüyorum, gelinim sen dinle!” metoduyla yapar.
Bir gün Hoca bir eve
misafir gider. Fakat her nasılsa biraz geç kalır. Akşam yemeğine de yetişemez.
Ev sahipleri yemeklerini yedikleri için, Hoca’yı da yeyip gelmiş zannederler.
Hoca’nın kibarlığı tutar bir şey söyleyemez. Dereden tepeden konuşulur,
kahveler, şerbetler içilir. Yatma zamanı gelir. Hoca’yı odasına götürerek:
-Allah rahatlık
versin!
Derler ve kendileri
de odalarına çekilerek yatıp uyurlar. Hoca, uyuyunca belki açlığı unuturum diye
yatar. Sağına döner, soluna döner, bir türlü gözüne uyku girmez! Açlıktan
kazınan midesi, bir türlü Hoca’ya rahat vermez. Uyku tutmayacağını anlayınca,
kalkar ve ara kapıyı vurmaya başlar. Ev sahipleri alelacele yataklarından
fırlarlar ve telâşla koşarak:
-Hayrola Hoca Efendi!
Bir şey mi var? Bir emriniz mi var?
Diye sorduklarında
Hoca da:
-Birader! Benim için
çok mükellef bir yatak hazırlamışsınız. Teşekkür ederim. Ama dostum, ben fukara
takımındanım. Böyle yataklara alışık değilim. Beni bir türlü uyku tutmuyor. Siz
lütfen bana büyücek bir pide ihsan ediniz. Ben onun yarısını başımın altına
yastık ve yarısını üzerime yorgan yapar ve altında rahat rahat ve mışıl mışıl
uyurum diyerek açlığını anlatır.
6. Seviyeye İnmek
İnsanlar farklı
kabiliyetlerde yaratılmıştır. İhtiyaç ve ilgileri de zaman içinde değişiklik
arz eder.
Bilindiği gibi Hoca,
hem örgün hem de yaygın eğitimde, aktif bir eğitimcilik görevi sürdürmüştür.
Yani, halkın her
kesimiyle hemhal olmuştur. Çocuk, genç, ihtiyar, kadın, erkek, O’nun eğitimine
muhataptır. Ara sıra gayr-i müslimler ve yabancılarla da tartıştığı bir
gerçektir.
İşte bu sebepten
Hoca, insanlara seviyelerine göre davranmakta ve anlayabilecekleri dilden
konuşmaktadır.
Köylülerden birinin
keçisi hasta olur, katran sürmesini tavsiye ederler. Köylü keçisini alıp
doğruca Hoca’ya gelir:
-Hoca, senin nefesin
uyuz illetine bire birmiş. Okuyunca hastalık şıp diye kesilirmiş. Şu keçiye bir
nefes et. der.
Hoca şöyle cevap
verir:
-Nefes ederim
etmesine ama, illetin bir an önce hayvandan gitmesini istersen, benim nefese
biraz da katran ilave etmelisin.
Hoca, insanların
alışkanlıklarının bir çırpıda değişmeyeceğini, dolayısıyla da doğrulara
inandırmanın kolay olmayacağını iyi bilmektedir. Onun için, “Bu keçinin
hastalığı okumakla geçmez, bu bir bâtıl inançtır” diyerek boşuna çene yormaz.
Hoca burada, nefesle
birlikte katran da sürmesini tavsiye eder. Ve problemi çözer. Zaten bir olayda
ilk yapılacak iş, âcil olan durumun çözüme kavuşturulmasıdır. Bir anda A’dan
Z’ye kadar düzeltmeye çalışmak, işi sarpa sardırabilir. Sonra da iş işten
geçmiş olur.
Görüldüğü gibi bu
olayda köylü, katran kullanmakta hiç tereddüt etmez. Eğer direkt olarak katran
kullanması tavsiye edilseydi, kabul görmeyebilirdi. Onun için, verilen
bilgilerin doğru olması yetmez. Bilgiyi verme metodunun da hesaba katılması
gerekir. Hangi konuda olursa olsun, halkı eğitmek isteyenlerin, özellikle bu
konuya çok dikkat etmeleri gerekir. Hoca’nın, hemen gerçekleri söyleme gibi bir
acelesi yoktur. O yanlışların bir anda kökünün kazınamayacağını bilir. Onun
için de insanlara anlayacakları şekilde konuşur.Şunu da unutmamak gerekir ki,
insanlara bazı gerçekleri kabul ettirmek için tedricî bir metot uygulamak
gerekir.[34]
Tedrîc metodu, birçok
konularda eğitimcilerin uygulamaya ihtiyaç duydukları bir metottur. Bu metotta,
parçadan bütüne, kolaydan zora, basitten mürekkebe, bilinenden bilinmeyene,
mücerretten müşahhasa doğru bir yol izlenir. Kişinin önceki tecrübeleri hemen
bir tarafa atılmaz; bunlardan yararlanılır. İnsanların eski tecrübe ve
inançlarının hepsine birden karşı çıkarak onlara bir şeyler öğretmeye çalışmak,
eğitimcilikle pek bağdaşmaz.
Yukarıdaki nüktede
Hoca, katran ve nefesi birbirinden ayırmamaktadır. Çünkü O’nun hedefi, üzüm
yemektir, bağcıyı dövmek değil.
Sonuç
Bu mütevazî ve kısa
araştırmamızda gördük ki, Hoca çok yönlü bir Halk Eğitim Filozofudur. O aynı
zamanda, İslâm Eğitim Felsefesi ve Türk karakterinin birçok inceliklerini
yansıtmaktadır. Bu ölçülerin dışındaki nükteleri Hoca’ya mal etmek insafsızlık
olur.
Hoca başta insanı,
ihtiyaçları, ilgileri ve zaaflarıyla tanımaktadır. Aslında Hoca’nın insanlara,
– herhangi bir vesileyle- zaaflarını öğretmesi esnasında ortaya çıkan hayret ve
şaşkınlık, nükte şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Hoca’nın ele aldığı
konular, insan ve problemleridir. Bu da fikirlerinin taze kalmasını
sağlamıştır. Öyle ümit ediyoruz ki, ibret gözüyle okuyanlar, çok defa kendi
problemleriyle nüktede ele alınan problemleri özdeşleştirmektedir. Çünkü Hoca,
nükte ile tefekkürü birleştirmiştir. Yani nükte, verilen bilgilerin
unutulmaması için bir öğretim vasıtasıdır.
Bu açıdan bakmak
suretiyle, “Nüktelerin eğitimde kullanılması” adlı bir araştırmanın yapılması
gereğine inanmaktayız.
Hoca hakkında
araştırma yapanlar, O’nun pek çok yönünü ele almışlardır. Biz bu araştırmamızda
konuya, eğitimci gözüyle bakmaya çalıştık.
Hoca sadece
milletimizi değil; pek çok komşu milletleri de etkilemiştir. Son yıllarda
uluslararası düzeyde gündeme getirilişi, yerli yabancı ilim adamlarının konuya
eğilmesi, dikkatleri yeniden Hoca üzerine çekmiştir.
Hoca, yetişme
şekline, mesleğine ve hayatına bakılırsa, bütünüyle eğitimcidir.
Araştırmacıların bundan sonra, bu konuya daha ağırlık verecekleri
kanaatindeyiz.
Nasreddin Hoca
hakkında araştırma yapacaklara küçük bir hatırlatmada bulunmak istiyoruz.
Hoca’yı anlamak için, Türk tarihini, Türk edebiyatını, Türk folklorunu, İslâm
dinini, kısaca Türk kültürünü çok iyi bilmek gerekir.
Bu çalışmanın, her
seviyedeki eğitimcilere, yararlı olacağını düşünmekteyiz. Eğitimcilerimiz
Nasreddin Hoca’nın bu yönünü tanıdıkça, hem mesleklerinde başarılı olacaklar,
hem de büyük Türk eğitimcisini tanıdıkları için gurur duyacaklar, kendilerine
karşı güvenleri artacaktır.
Selçuk Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt:
7 Sayfa: 522-535
Dipnotlar :
[1] Başka milletlerin
hikâyeleri arasında Hoca’nın nüktelerine benzeyenler şüphesiz vardır. Bunun
bize göre iki sebebi olabilir: Birincisi, Hoca’nın bazı hikâyelerini alıp kendi
kültürlerine adapte ederek yazmış olabilirler. İkincisi, insan oğlunun farklı
kültürlerde de olsa, benzer problemlere yine benzer çözümler üretmiş olmasıdır.
Nitekim atasözleri ve deyimlerde bu durum açıkça görülmektedir. Onun için, bu
benzerlikler, hiçbir zaman, Nasreddin Hoca’yı başka kültürün insanı yapmaz.
[2] Hangi nüktelerin
Nasreddin Hoca’ya ait oluşuyla ilgili olarak, şimdiye kadar değişik fikirler
ileri sürülmüştür. Hatta konu ile ilgili bazı ölçüler de getirilmiştir. Ama
bunun üstesinden gelmek o kadar kolay değildir. Onun için biz, Türk halkını temsil
eden bir Nasreddin Hoca olarak meseleye yaklaştık. Ve O’nun adına söylenen
nükteleri de, Nasreddin Hoca Okulu’nun amaçları, ilkeleri, müfredatı ve
metodları olarak değerlendirmeyi uygun bulduk.
[3] Bazı araştırmacı
ve yazarlar, sırf ad benzerliğinden (Nasraddîn) dolayı, Hoca ile alakası
olmayan kişilerin Nasreddin Hoca olabileceğini ileri sürmektedirler. Böylece
ortaya bir sürü Nasreddin Hoca çıkmaktadır. Bununla birlikte, kulaktan kulağa
duyulan ve geleneksel olarak yaşatılan bir “Akşehir-Nasreddin Hoca” ilişkisini
göz ardı etmemek gerekir. (Bak: Pertev Naili Boratav, Nasreddin Hoca,
Edebiyatçılar Derneği, İkinci Baskı, Ankara, 1996, s, 7-39.)
“Nasreddin Hoca”
ismi, Osmanlı Coğrafyası ve ona komşu olan yerlerde değişik adlar altında
tanınmaktadır. Araplar “Cuha”, İranlılar ise “Hace Nasreddin” olarak
isimlendirmişlerdir. Bu adlarla O’nun adına yazılan risâle ve kitaplar da
vardır. Diğer taraftan Mevlânâ, ünlü eseri Mesnevisinde “Cuhî” isimli bir
şahıstan bahseder. (Bak: Mevlânâ, Mesnevî, Terceme ve Şerh: Abdulbaki
Gölpınarlı, Remzi Kitabevi, İst. 1984, c,5, Beyit No: 335-340.)
Bazı kıyaslamalar
yoluyla, Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde geçen “Cuhî”nin Nasreddin Hoca olduğunu
iddia edenler vardır. Delilleri ise şudur: Rivâyete göre, Mevlânâ ile, Ahîliğin
kurucusu Ahi Evran Nasıruddin Mahmud’un araları açıktır. Mevlânâ bu şahsı,
direkt isim vermeden, O’nun çeşitli sıfatlarını kullanarak eleştirir. Bu
noktadan hareketle, Ahi Evran’ın bilinen Nasreddin Hoca olduğu ileri
sürülmektedir. (Bak: Mikâil Bayram, Tarihin Işığında Nasreddin Hoca ve Ahi
Evren, Bayrak Mat. Ltd. Şt. İst. 2001, s, 33-40)
[4] İlmihâl: Namaz,
abdest ve temel inanç konularını ele alan öğretici kitap.
[5] Fıkıh: Kelime
anlamı itibariyle, “bir şeyi layıkıyla bilme, şuurlu olarak idrak etme,
kavrama” demektir. Bu kelime İslâm kültüründe,-Istılah olarak-daha ziyade
“İslâm hukuku” anlamında kullanılmaktadır.
[6] Kelâm: Kelime
olarak, “söz, lafız, konuşma, nutuk, ibare, bir mana ifade eden söz dizisi,
dil, lehçe, söyleme tarzı, söyleyiş” anlamlarına gelmektedir. Kur’an’a da
“Kelâm-ı Kadîm, Kelâmullah” denilir. Bu anlamda “Kelâm”, “İlâhî emir, vahiy”
manalarına gelir. İslâm kültüründe gelişen bir ilmî disiplin olarak gelişen
Kelâm’ın manası şudur: İslâmî inançları aklî ve naklî (nakil ve rivâyete
dayanan) delillerle ispat ederek şüpheleri ortadan kaldırmayı hedefleyen,
İslâmiyeti çeşitli felsefelere karşı korumak için ortaya çıkan ilim, müslüman
felsefesi, ilm-i kelâm.
[7] İbrahim Hakkı
Konyalı, Konya Tarihi adlı kitabında “Pirebi Türbesi ve Zâviyesi”ni anlatırken,
Hoca hakkında şöyle bir izah yapar:
“Ağız haberlerine
göre Pir Ebî; 618 H. 1221 M .
yılında ölen Hacafakıh’ın müridlerinden ve talebesinden imiş. Hoca Nasreddin
ile Hoca Cihan da samimi arkadaşlarından imişler. Bir gün hocalarının kuzusunu
kesip yemişler. Hocaları da bunlara inkisar etmiş:
Nasreddin’e:
-Sen dünyalar
durdukça âleme gülünç ol!.
Pirebî’ye:
-Senin de daima
kemiklerin kaynasın.
Hoca Cihan’a da:
-Çocuklar seni
mezarında rahatsız etsinler!. Bak: İbrahim Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, Yeni
Kitap Basımevi, Konya, 1964, s, 701.
Evliya Çelebi de,
ünlü eseri olan Seyahatnâmesi’nde Timur’la Hoca ’nın aynı çağda yaşadığını yazmaktadır. Bak:
Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, Topkapı Sarayı Bağdat 305
Transkripsiyonu-Dizini, Hazırlayanlar: Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı, Yapı
Kredi Yayınları, İst. 1999, 3. Kitab, s, 14.
Şükrü Kurgan, Evliya
Çelebi’nin bu tespitinde yanıldığını söyler. Bak: Şükrü Kurgan, Nasrettin Hoca,
T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları/695, Ank. 1996, s, 10.
Yalnız Evliya Çelebi
(M.1611-1682) gibi ünlü bir seyyâhın Nasreddin Hoca’dan bahsetmesi çok
önemlidir. Bu vesile ile, yaklaşık üç yüz elli yıl sonra, Akşehir halkı
arasında Nasreddin Hoca nüktelerinin söylendiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Bu da
bize göstermektedir ki, Nasreddin Hoca öz be öz bu ülkenin ve bu kültürün
yetiştirdiği ulu bir şahsiyettir.
Tarih itibariyle Hoca
ile Timur aynı asırda yaşamamıştır. Hoca 13. yüz yılda, Timur ise, 1336-1405
yılları arasında yaşamıştır. Ama Hoca’nın yaşadığı yıllarda Selçuklu Devleti
Moğol istilası altındadır. Akşehir’de de zâlim Moğul şehzâdelerinin bulunması
muhtemeldir. Onun için halk zâlim ve despotlara karşı, daima âlim ve
hazır-cevap kişileri çıkarır. Böylece onları susturmuş olur. Bize göre, Hoca
ile Timur’un karşı karşıya getirilişinin sebebi bu olsa gerektir.
[8] Hoca’yı tanımak
için, yaşadığı devrin özelliklerini de göz önünde bulundurmanın yararlı olacağı
kanaatindeyiz. Kısaca bu devri şöyle özetleyebiliriz:
Anadolu
Selçukluları’nın en sıkıntılı dönemleri. Anadolu isyan ve sıkıntılarla
çalkalanmaktadır..Yerleşme sıkıntıları. Çeşitli sosyal sıkıntılar. İç
huzursuzluklar. Mogol istilâsı her tarafı kasıp kavurmakta. Saltanat kavgaları.
İlmî hayat kısmen durmuş. Halkı eğiten gönüllü kuruluşlar birbirlerine küskün
ve düşman hale gelmiş. Tasavvuf hareketi yaygın. Buna karşılık, gerçek din
anlayışı küçümsenmektedir. Bâtınî zümrelerin faaliyetleri artmış. Hurâfe her tarafta
kol gezmekte. Dinî bağların zayıflamasına paralel olarak sosyal ilişkiler de
zayıflamış durumda. Herkes ümitsizlik içinde!.
[9] Softa: Medrese talebesi
için halk arasında kullanılan bir tabirdir. Aslı “suhte = ilim aşkıyla yanan”
demektir. Sonraları kelime tahrife uğrayarak, “softa” şeklini almıştır. Bak: M.
Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M. E. B. c, 2, s, 252.
[10] Bak: Osman
Ergin, Türk Maarif Tarihi, İst. 1977, c, 1-2, s, 554 (8 No’lu dipnot); Pakalın,
a.g.e, c, 1, s, 279-280.
[11] Bak: Şükrü
Kurgan, age., s, 54-58.
[12] Hem kel hem
fodul: Eksik tarafı olduğu halde üstünlük taslayanlar için söylenir.
[13] Zemheri: Kışın
en soğuk zamanı, şiddetli soğuk, karakış.
[14] Hoca’nın
nüktelerinde geçen deyim ve atasözleri, aynı zamanda O’nun eğitiminin
ilkeleridir.
[15] Derviş: 1. Kapı
kapı dolaşan dilenci, fakir. 2. (Tasavvuf dilinde) Tarîkata girmiş kişi. 3.
Dünyadan yüz çevirip kendini ibadete veren kişi. 4. (mec.) Alçak gönüllü,
hoşgörülü kimse. Yunus’un tarifine göre derviş şöye tanıtılır: “Derviş bağrı
taş gerek. Gözü dolu yaş gerek. Koyundan yavaş gerek. Sen derviş olamazsın!.”
[16] Evliya: (tek. velî)
1. Velîler, ulular. 2. Dostlar, yakınlar, velâlyet ve kerâmet sahipleri,
Allah’a yakın olanlar, ermişler. 2. Halim selim ve iyi ahlâk sahibi kimse.
Evliyalık ise, evliya olma halidir.
[17] Bak: Şükrü
Kurgan, a.g.e. s, 69.
[18] Kara kaplı
kitap: Her işte, her meslekte zorlukların nasıl giderileceğini halletmeye
yarayan kitap, özellikle kanun vb. kitabı.
[19] Şüphe: 1.Bir konuda
kesin bilgi veya kanaate varamamaktan doğan tereddüt. 2. Kararsızlık. 3.
İnançsızlık. Tabiî ki biz burada “bilimsel şüphe”yi söz konusu etmiyoruz.
[20] Sûizanda
bulunmak (etmek): Kötü şeyler yakıştırmak.
[21] Yapılan işlerle
ilgili olarak başkalarını şüphelendirmeme konusunda Hz. Peygamber’in önemli bir
ikazı vardır. Bir keresinde Hz. Peygamber mescidde i’tikafta iken, hanımı
Safiyye ziyaretine gelir. Bir müddet sohbet ederler. Ayrılırken Hz. Peygamber
hanımını uğurlamaya çıkar. O esnada oradan Ensâr’dan (Hicret eden müslümanlara
yardım eden Medineli’lerden) iki zât geçmektedir. Ve bu iki şahıs Hz. Peygamber
ve hanımını görünce hızlarını artırırlar. Bu durumu farkeden Hz. Peygamber,
“Ağır olun!. Bu kadın Huyey kızı Safiyye’dir” der. Adamlar, “Sübhânellah yâ
Rasûlellah!.” derler. O zaman Hz. Peygamber şu önemli açıklamayı yapar:
“Şüphesiz Şeytan insanın kanının aktığı yerden akar. Ben de sizin kalbinize
şerr atar diye korktum.” Bak: Müslim, Selâm, 23, 24, 25. Yine Hz. Ali’nin oğlu
Hasan’a Hz. Peygamber’den (Dedesinden) ne ezberlediğini sorarlar. O da şunu
ezberlediğini söyler: “Sana şüphe (kuşku) veren şeyi bırak. Şüphe vermeyen
şeyleri yap!. Doğruluk gönül rahatlığı, yalan ise kuşkudur.” Bak: Tirmizi,
Kıyâme, 60. Bu konuda Hz. Peygamber’in daha pek çok uyarıları vardır.
[22] İrsî: Soydan
geçme.
[23] Bak: Nurettin
Topçu, Var Olmak, Dergah Yayınları, İkinci Baskı, ist. 1977. s, 24.
[24] Bak: Nüvit
Osmay, İnsan Mühendisliği, 3. Baskı, Ank. 1985, s, 103-104.
[25] Bilenlerin
bilmeyenlere öğretmesi: Bilgi, insanlığın ortak malıdır. Kim bir şeyler
biliyorsa, onu, bilmeyenlere öğretmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber, Veda
Hutbesi’inde (Vefatından önce Mekke’de, Arafat’da yaptığı konuşmada), son
tavsiyelerini, toplanan halka (yaklaşık124 bin kişi) yaptıktan sonra, “Burada
bulunanlar, bulunmayanlara bu söylediklerimi ulaştırsın. Olur ki kendisine
bilgi ulaştırılan kimseler, dinleyenlerden daha kavrayışlı olabilir!.”
demiştir. Bak: Müslim, Kasâme, 29, 30; Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi,
İrfan Yayınevi, 4. Baskı, Terceme: Salih Tuğ, c, 1, s, 300.
[26] Benzer bir
eleştiriyi Yunus da yapar. Birtakım görüntülerle bilgiçlik taslayanlara,
“Dervişlik olsaydı tâc ile hırka/Biz dahi alırdık otuza kırka.” Diyerek.
[27] Socrates
soru-cevap metodunu çok dar anlamda kullanmıştır. Fikir doğurtmak için
(Irony=İstihzâ), karşısındaki ile alay etmiştir. Bak: Orhan Hançerlioğlu,
Felsefe Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi, İst. 1979, c, 6, s, 40. “Saraka” md.
Socrates, meseleleri,
“doğurtucu” bir yöntemle tartışmaktadır. Amacı tartışmak değil, ustaca
sorularla gerçeği karşısındakine buldurmaktır. Bu yüzden kendisine, “Ben
ebeyim” demektedir. Çünkü Sorates’e göre bilgi “doğuştan”dır. Onun için,
insanların akıllarında taşıdıkları gerçekleri doğurtmak, yani meydana çıkarmak
gerekir. O’na göre eğitimciye düşen görev, öğretmek değil, doğurtmak’ tır. Bak:
Orhan Hançerlioğlu, age, c, 1, s, 338, Doğurtucu md; Cemil Sena, Filozoflar
Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi, İst. 1979, Socrates md.
[28] Papaz:
Hıristiyan ruhanî reisi, din adamı; râhip, keşiş.
[29] Mirac: “Urûc”
kökünden türetilmiş olan “Mirac”, yükseğe çıkarılma anlamına gelir. Dinî bir
terim olarak ise, Hz. Muhammed’in Allah tarafından göklere yükseltilip kendi
huzuruna çıkarılmasıdır.
[30] Hz. İsâ:
Kur’an’da zikredilen kitap sahibi peygamber. Hıristiyanlık onun takipçileri
tarafından kurulmuştur.
[31] Tanrı misafiri:
Bu tabir daha çok, kendiliğinden gelen ve genellikle tanımadığımız bir konuk
için kullanılır.
[32] Cezâ: Kelime
anlamı itibariyle “karşılık” anlamına gelmektedir. Karşılık, olumlu ya da
olumsuz yönde olabilir. İkisi de “cezâ” demektir. Tabiî cezâ daha çok, kişiye,
işlediği fiilin kendi cinsiyle ilgili bir müeyyide uygulamaktır. Yani eşen
düşmeli, doğranılan şey, doğrayanın kaşığına gelmeli; kısaca herkes, kendi
ettiğini bulmalı!. Hani bir söz vardır: Kendi düşen ağlamaz!. Espirisi
itibariyle çok dğru bir söz. Biz konuya şöyle bir açıklık getirmek istiyoruz: Kendi
düşen de ağlar; ama başkasına bahane bulamaz!. Bu anlayış, ferdî sorumluluğu da
kuvvetlendirmektedir.
Hukûkî anlamda cezâ
ise şu anlama gelmektedir: 1. Suç, kusur veya yanlış hareket sonucunda tatbik
edilen müeyyide. 2. Kanunların ihlali halinde uygulanan müeyyide.
[33] Yasaklara karşı
ilgi: Niçin yasaklara karşı ilgi vardır? Bunun pek çok sebepleri vardır. Başta
insan, merak sahibi bir varlıktır. Yasaklarla, belki de aklında olmayan şeyler
hatırına getirilmiştir. Yasaklarla dile getirilen hususların ne anlama geldiğini
bilmeyen kişiler ve toplumlarda da yasaklara karşı ilgi vardır. Yani
bilgisizlik, bu konuda bir ilgi sebebidir. Yasaklarla engellenen hususların
mantıksızlığı veya insan tabiatına aykırı oluşu da ilgiyi artırmaktadır.
Menfaatler ve iktidar hırsları da yasaklara karşı ilgi uyandırır.
[34] Tedrîc: Derece
derece, azar azar, yavaş yavaş gitme, olma, ilerleme.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder