26 Mayıs 2016 Perşembe

YILDIRIMLAR YARATAN BİR IRKIN AHVADIYIZ (VE 27 MAYIS !....) NACİ AKIN

YILDIRIMLAR YARATAN BİR IRKIN AHVADIYIZ
NACİ AKIN
Başlığa bakıp da 27 Mayısın yıl dönümünde oldu mu bu şimdi Naci Bey? Dediğinizi duyar gibi oluyorum. Nedenine gelince… Bu dize, kahraman ordumuzun subaylarının yetiştiği Harp Okulunun marşından alınmadır. Ne yazık ki, ordumuzu her zaman el üstünde tutan asker millet kabul ettiğimiz aziz Türk milletinin iradesini hiçe sayan hain darbenin 56. Senesini bu günlerde dolduruyoruz. 27 Mayıs mezalimini bizzat yaşamış biri olarak bu günler geldiğinde tüylerim hep diken, diken olur. Güzelim Harbiye Marşından da Plevne Marşından da beni ve benim gibi 27 Mayıs mazlum ve mağdurlarını, soğutan zihniyeti bir kere daha lanetliyorum. Allah bir daha o günleri yaşatmasın.
Gençler bilmeyebilir, bu iki marş 27 Mayıs'ın simgesi olmuşlardı, radyolar adeta halkı isyan ettirircesine her an bunları yayınlarlardı. Çocuk yaşımda bu iki marşa karşı gayri ihtiyari bir tepki oluşmuştu bende. Halbuki her ikisi de ne kadar insanın kanını kaynatan, kahramanlık ve milli duyguları yücelten eserlerdir. Yazık oldu, bu iki güzel marş da toplumun bir kısmında kin ve nefret duygularını körükleyen ezgiler olarak kaldı hep akılda. Darbecileri, hukuku katleden sözde hakimleri, savcıları, işkencecileri bu gün kim hatırlıyor? Oysa darağacına giderken bile "Hiç kimseye kırgın değilim, hayata veda ettiğim bu anda aileme ve milletime ebedi saadetler dilerim" diyen şehit Başvekil Adnan Menderes ve kader arkadaşları Zorlu ve Polatkan milletin gönlünde ebediyen kalacak bir yer edinmişlerdir.
27 Mayıs mezaliminin 56. Yılına böylece değindikten sonra gelelim asıl konumuza. Gerçekten de Yıldırımlar yaratmakta üstümüze yoktur. İlk yıldırım 1983'te düşmüş Türkiye'nin üstüne. Rahmetli Özal'ın 8. Cumhurbaşkanı olarak seçilmesinin ardından ANAP gurubunun belirlediği 16 Türk büyüğü arasından Rahmetli Özal, Yıldırım Akbulut'u Başbakan olarak atamıştı. Ardından da ANAP büyük kongresi onu hem genel başkan hem de Başbakan olarak seçivermişti.
Yıldırım Akbulut'un başbakanlığı 2 yıl bile sürmedi, bir taraftan merhum Süleyman Demirel'in ustaca muhalefeti, diğer taraftan parti içi çalkantılar onu koltuğundan etti. 15 Haziran 1991'de yapılan ANAP büyük kongresinde Mesut Yılmaz'ın karşısında tutunamadı ve genel başkanlığı kaybetti. Bu olay Türk siyasi tarihinde bir ilkti, başbakan olarak girdiği kongrede kendi delegelerinin güvenini alamayan bir başbakan olarak tarihe geçti. Hatalarıyla sevaplarıyla tarihe mal oldu, hakkında en fazla fıkra üretilen başbakan oldu.
İkinci Yıldırım vakası ise geçtiğimiz Pazar günü AKP Kurultayında yaşandı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın işaret ettiği Binali Yıldırım 1405 delegenin oyuyla AKP'nin 3. Genel başkanı olarak seçildi. Her ikisinin de geliş şekli birbirine çok benziyor. Bir farkla ki, Yıldırım Akbulut Özal'ın Cumhurbaşkanı olmasıyla boşalan koltuğa Özal tarafından atanmış, Binali Yıldırım ise 24 milyon oyla ve halkın iradesiyle seçilmiş bir başbakanın halledilmesiyle o koltuğa aday gösterilmişti.
İki Yıldırım arasında inanılmaz benzerlikler var. Dilerseniz sıralayalım:
Birincisi her ikisi de Erzincanlı. İkincisi ikisinin de hatipliği zayıf. Üçüncüsü ikisi de büyük şeflerin aradığı vasıflara sahip, yeni moda tabirle "düşük profilli". Her ikisi de liderlerinin başbakanlıkları dönemlerinde bakan olarak sınanmış, sadakatlerinden kuşku duyulmayan siyasetçiler. İkisi de milli iradenin oylarıyla değil liderlerinin işaretiyle başbakanlık koltuğuna oturdular. I. Yıldırım fıkralarıyla ünlüydü, II. Yıldırım ise şimdilik sadece karikatürlerle, bin Ali, in Ali ve benzer yakıştırmalarıyla anılıyor. Kurcalasak belki başka benzerlikler de çıkarabiliriz.
Şimdi, kamuoyunun beklediği başka bir soru var. Acaba II. Yıldırım'ın akıbeti de birincisine benzeyecek mi? Bugünkü meclis aritmetiğine, meclisin ve iktidar partisinin yapısına ve siyaset yapma kapasitesine bakarsak, II. Yıldırım birincisinden daha şanslı. Neden mi? Söyleyelim.
Birincisi AKP içinde muhalif bir hareketin palazlanması fevkalade güçtür. MKYK seçimi ve kabinenin teşkili bunu açık bir şekilde göstermektedir. Ne elde ettiği seçim zaferine rağmen, başbakanlık ve genel başkanlık makamını bir gecede terk eden Davutoğlu'nun ne de kamuoyunda saygın bir yeri olan Ali Babacan'ın böyle bir hareketi başlatacak niyeti ve gücü yoktur. Yani AKP içinde bir Mesut Yılmaz'ın çıkma ihtimali zayıftır.
İkincisi, muhalefet koltuğunda bir Süleyman Demirel yoktur. Ne Kılıçdaroğlu'nun, ne de Bahçeli'nin Anadolu'yu il, il, ilçe, ilçe, köy, köy, karış, karış gezecek, iktidarın ipliğini pazara çıkaracak gücü ve arkalarında halk desteği yoktur. Yani Anadolu semalarını inleten "silkele Demirel düşecekler" nidalarının yeni versiyonunu bu muhalefetten beklemek saf dillik olur.
Bana göre bu meclis çatısı altında bu muhalefeti sürükleyerek, iktidarın yolunu aralayabilecek tek bir kişi vardır. Rahmetli Demirel'in rahle-i tedrisinden geçmiş, onun metot, tarz ve argümanlarını kullanabilen, kürsüye hakim, dinletmesini bilen, ülkeyi yönetebilme becerisine sahip, kitlelere umut verebilecek tek bir kişi vardır. O da İstanbul Milletvekili Sayın İlhan Kesicidir.
Davutoğlu Hükümetinin programının müzakerelerinde Kılıçdaroğlu CHP adına kürsüyü Sayın Kesici'ye vermişti. O da bu fırsatı fevkalade güzel değerlendirmiş, birden kamuoyunun gündemine oturuvermişti. Şimdi merak ediyorum, acaba Sayın Kılıçdaroğlu Yıldırım Hükümetinin programının müzakerelerinde kürsüyü gene Kesici'ye verecek midir? Yoksa bir anda merkez sağın lider adayları arasında anılmaya başlayan Kesici'yi pasifize etmeye mi çalışacaktır. Kılıçdaroğlu şunun farkına varmalıdır. Türkiye'nin huzura kavuşması merkez sağda güçlü bir alternatifin ortaya çıkmasıyla mümkündür. CHP'nin tarihi misyonunu gerektiği gibi sürdürmesinin de yolu budur. Öyleyse, basit siyasi hesaplar yerine ülke çıkarını önde tutmalı Kesici'ye yol açmalıdır. 
Kalın sağlıcakla. 

23 Mayıs 2016 Pazartesi

TETKİK VE TEFEKKÜR EDENLERDEN!.. "MECLİS BAŞKANI İSMAİL KAHRAMAN’I LİNÇ ETME GİRİŞİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ", Prof. Dr. Burhanettin Can // Gönderen: Ayhan ERSÖZ

MECLİS BAŞKANI İSMAİL KAHRAMAN’I LİNÇ ETME GİRİŞİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ - 1:
Prof. Dr. Burhanettin Can
Giriş
İslam Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği konferansta, Meclis Başkanı İsmail Kahraman da bir konuşma yapmıştır. Meclis Başkanının “Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” adlı konuşmasında, “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır”, “Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım” (1,2) demesi üzerine, Türkiye’de her zamanki gibi “bir kaşık suda fırtına kopartanlar”, Meclis başkanı İsmail Kahraman’ı “linç etmeye kalkmışlar” ve “İstifa etmesini” istemişlerdir.
Cumhuriyet Tarihi boyunca laiklik ve sekülerlik üzerinden yürütülen psikolojik harekat ile yol boyu, Müslüman camia tehdit edilmiş ve hakarete uğramış, hatta mahkum edilmiştir. Yürütülen psikolojik harekâtın sonucunda, Müslüman camia içerisinde laikliği benimseyen bir insan unsuru ortaya çıkmıştır. Din ve Laiklik kavramlarının anlam alanlarının çarpıtılarak kullanılması, sosyal bir şizofreniye sebebiyet vermiştir. Bu nedenle “Din”, “sekülerlik” ve “laiklik” kavramlarının tartışılmasında fayda vardır.
Bu yazı dizisinde önce Meclis Başkanı Kahraman’ın yaptığı konuşma değerlendirilecek sonra da Din, dünyevileşme, sekülerleşme ve laikleşme kavramlarının anlam alanları ele alınıp incelenecektir.
 Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın Konuşması
Meclis Başkanı İsmail Kahraman konuşmasında, Osmanlının son dönemlerinde başlayan ve Cumhuriyet Döneminde zirveye çıkan yanlış bir yaklaşıma dikkat çekmeye çalışmıştır. Bu yanlış yaklaşım, insanı ve milleti önceleme yerine devleti önceleme; millet için devletin var olması yerine devlet için milletin var olması yaklaşımıdır. O nedenle Kahraman konuşmasında, devlet ve millet kaynaşmasına vurgu yaparak insanın ve milletin öncelenmesine dikkat çekmek istemiştir:
«Önce insan. Yeni Anayasa önce insan demelidir. Devlet insanın hizmetinde, vatandaşının hizmetindeki bir örgüt olmalıdır. Bizde tersine, devleti koruyan, ferdi ise hizmet ettiren noktada olan anayasalar olmuştur… Yeni anayasa ferde ehemmiyet vermeli. Devlet, kendini ferdin hizmetinde bilmeli… “ (1,2).
Kahraman’a göre insanı ve milleti değil de devleti önceleme yanlış yaklaşımı, mevcut anayasanın ruhuna sinmiştir. Mevcut anayasa, bir yerde özgürlükleri verirken bir başka yerde özgürlükleri geri alarak yığınla tezadı bünyesinde barındırmaktadır. Bu tezat, hem diline hem de muhtevasına yansımıştır:
“Mevcut anayasanın dili de imlası da düzgün değil… Birinci kısmında hürriyeti verir. Maddenin hemen ikinci kısmında ‘ancak, şu kadar ki, fakat’ diyerek hürriyeti geri alır. Niye? Çünkü bir darbe anayasasıdır. 61 de böyledir. 82 de böyledir… Hürriyeti verdikten sonra tahdit olmamalı…” (1,2)
Kahraman’a göre kendi toplumsal yapımıza, gerçekliğimize uygun olarak anayasa yapılmalıdır. Anayasada kurucu irade olarak millet yer almalı ve anayasa millet tarafından yapılmalı, zamana, zemine ve şartlara bağlı olarak da değiştirilebilmelidir. Tepeden inme Anayasa yapılmamalıdır:
“Anayasanın gözlerde büyütülmesi çok yanlıştır. ‘Anayasa değişir mi değişmez mi?’ gibi tartışmalar var. Tabii ki değişir, nihayetinde bu bir yasa. Anayasayı millet istediği gibi yazar, kaleme alır ve yayınlar. Çünkü kendini yönetecek noktaları, o tespit edecek. ‘Kurucu irade şöyle dedi, böyle dedi’ denmez. Kurucu irade, milletin ta kendisidir. Millet bunu yapmalıdır… Anayasayı toplumla kaynaşarak yapacaksınız. Bizdeki anayasa çalışmaları daha çok tepeden inme şeklinde yapılmıştır.” (1,2)
Toplumsal değişimi, zamanı, zemini ve içinde bulunulan şartları göz önüne almayan, katı ve ayrıntılı bir anayasa, toplumsal isteklere zamanında cevap verememektedir. Böyle bir anayasa, toplumsal isteklere cevap verebilme amacıyla yapılacak tüm yasal düzenlemelerin önünde de büyük bir engeldir. Bunu aşabilmek için pansumanvari değişimler yapılarak ihtiyaçlar karşılanmaya çalışılmaktadır. Bu da, Anayasayı yamalı bohça haline getirmektedir. 1982 anayasası, bu nedenle “yamalı bohçadır ve Türkiye’nin bütünlüğünü göz önüne alamamaktadır.” Meclis Başkanı Kahraman’ın dikkat çektiği noktalardan biri de budur.
Anayasalar, milletlerin inancına, hayat felsefesine, akaidine, dinine imanına göre yapılır. Kendi kültür ve medeniyet kodlarını koruyan, geliştiren, geliştirmeye imkân veren yasaların anası olarak şemsiye görevi görür. Ayrı dünya görüşü, hayat felsefesi, din ve imana sahip bir toplumda geçerli ve başarılı olan anayasa veya yasalar, farklı dünya görüşü, hayat felsefesi, din ve imana sahip bir başka toplumda geçerli, başarılı olmaz, olamaz. Bugün mevcut anayasa ve yasalar, tepeden inmeci ve toplumsal gerçekliğimize uygun olmayıp kültür ve medeniyet kodlarımızla uyuşmamaktadır. Kahraman konuşmasında, dikkat çekmek istediği en temel nokta burasıdır:
“Peki, niye biz Müslüman bir ülke olarak, dinden kendimizi arındırma, geri çekme durumunda olacağız? Niye? İslam İşbirliği Örgütü’ne kayıtlıyız, üyesiyiz, kurucusuyuz. İslam Kalkınma Bankası’nda varız İslam Dışişleri Konferansı’nda varız. Bir İslam ülkesiyiz. Bu nedenle dindar bir anayasa yapmalıyız.” ... Anayasamızın dinden kaçınmaması lazım.” (1,2)
Bin yıl İslam Kültür ve medeniyeti ile yoğrularak şekillenmiş bir milletin, dinine göre bir hayat tarzı inşa etmesinin önünde en büyük engel, laikliktir. Muhtemelen bu nedenle Meclis başkanı, dini hayattan koparan, tecrit eden bir ilke olarak laiklik ilkesinin Anayasa ve yasalarda yer almasına karşı çıkmaktadır:
“Ladinilik olmamalı yeni anayasada ve dindar bir anayasa olmalı. … Herkes dini inancında, bunu yaşamada ve ifade etmede hürdür. Fransa’daki anlayış da bu. ‘Allah demeyeceksiniz’ Allah Allah. Ölürken mi diyeceksiniz… Laiklik bir kere yeni Anayasa’da olmamalıdır. Dünyada üç anayasada laiklik var. Fransa’da var. İrlanda’da var. Bir de Türkiye’de var. Tarifi de yok. İsteyen, istediği gibi bunu yorumluyor. Böyle bir şey olmamalıdır...” (1,2)
Meclis Başkanı Kahraman, bir taraftan laikliğin anayasada yer almamasına karşı çıkarken diğer taraftan da laikliğin tanımının açık olarak yapılmamasından şikâyet etmektedir. Ancak Allah lafzının geçmediği ve fakat laiklik ilkesinin en katı bir şekilde yer aldığı 1961 ve 1982 anayasalarını “dindar anayasalar” olarak da nitelendirmektedir:
“Mevcut anayasanın herhangi yerinde Allah lafzı yok ama Anayasa inanca göre tasnif edildiğinde; bu 82 Anayasası da, 61 Anayasası da dindar anayasalardandır. Neden? Diyanet İşleri Başkanlığı idare içinde vardır. Resmi tatiller, Kurban Bayramı, Ramazan Bayramı’dır. Din dersleri mecburidir ve inanca dayalı bir yapısı vardır. Yani seküler değildir, dindar anayasadır. Laiklik tarifi de ona göre olmalıdır… Mesela dindar anayasa meselesinden Anayasamızın kaçınmaması lazım. Dini olarak bahsetmesi lazım.” (1,2)
Burada bir tezat vardır. Bir anayasada, “Diyanet İşleri Başkanlığı”, “Resmi tatiller”, “Kurban Bayramı”, “Ramazan Bayramı” ve “Din derslerinin mecburi”  oluşunun yer almış olması, o anayasayı dindar anayasa yapmaz/yapamaz. Dinin hayatı tanzim etmesini sağlamayan, buna imkân vermeyen bir anayasa dindar olamaz. Dini, ibadet boyutuna indirgeyerek ferdin kalbine, evine ve camisine hapseden bir anayasa, İslam dinini parçalamakta, bütünlüğünü bozmakta ve dini tahrif etmektedir. “Ilımlı İslam” denilen de bundan başkası değildir. Böyle bir din “Allah indinde Hak din İslam’dır” ilkesine aykırıdır.  
Meclis Başkanı Kahraman’ın 26 Nisan 2016 Salı Tarihli Basın Açıklaması Yanlış Olmuştur.
Meclis Başkanı konuşmasının bütünlüğü içerisinde, kavramsal düzeyde tezatlar var olmuş olmasına rağmen, Türkiye’nin en hayatı meselesine cesaretle parmak basmış ve gündeme taşımıştır. Normal olarak AKP, MHP, Saadet Partisi, BBP, gönüllü kuruluşlar, kanaat önderleri ve bilim insanları bu değerlendirmelere sahip çıkıp laiklik konusunun felsefi boyutta tartışılmasına imkân vermeliydiler. AKP ve MHP kurmaylarının bu tartışmaya katılmayıp laiklik ilkesine sahip çıkmaları, Kahraman’ı çok etkilemiş olmalı ki 26 Nisan 2016 Salı Tarihli Basın Açıklamasında yanlış anlaşıldığını ifade ederek laikliğin tanımının yeniden yapılmasını istemekte ve laiklik ilkesine sahip çıkmaktadır:
«… Bu kavram siyasi hayatımızda ve yargısal uygulamalarda bireysel ve toplumsal hak ve özgürlükleri sınırlayıcı, yok edici bir araç olarak kullanılmıştır ve ciddi mağduriyetlere yol açmıştır. Bu haksızlıkların en temel sebebi laiklik kavramının tanımının yapılmamış olmasıdır.
Mevcut anayasamızda Türkiye’nin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmekte ancak laikliğin tanımı yapılmadığından, din ve vicdan hürriyeti kavramları da tartışmaların ortasında yer almaktadır.
Yersiz, lüzumsuz ve halkı kamplaştırıcı tartışmaların önüne geçmek için, laiklik kavramı, kötü niyetli yorumlara yol açmayacak şekilde, açık ve net bir biçimde tarif edilmeli, istismar edilmesinin önüne geçilmelidir.
Esasında; laiklik her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini özgürce icra etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda hayatlarını tanzim etmelerini güvence altına alır. Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir.
“Anayasanın dindar olması” beyanımdaki kastım; hiçbir ayrım yapmaksızın din ve vicdan özgürlüğünün anayasamızın lafzi ve ruhu ile güvence altına alınmasını sağlamayı temenni etmektir.
Laikliğin farklı inanç gruplarına sağladığı hürriyetlerin mevzuatta yer bulması, devlet ve milleti karşı karşıya getirmeyen bir laikliğin tarifi ve tatbikatı yeni anayasada olmalıdır.” (3)
Bu açıklama çok yanlış olmuştur. Din Laiklik ve sekülerlik kavramları incelenirken bu metin yeniden değerlendirilecektir.
 Sonuç: Meclis Başkanı Kahraman Yalnız Adam Konumuna Sokulmamalı
Bu ülkede Allah’ın var olup olmadığı, Hz. Peygamberin aile hayatı dâhil tüm yapıp ettikleri, Kur’an ve sünnet, namaz, hac, oruç, kurban sürekli tartışılmakta/tartışılabilmektedir. Ancak bu ülkede, “laiklik” gibi bazı kavramlar, belli kesimler tarafından putlaştırılarak tartışılamaz kılınmıştır. Tartışmaya açılmak istendiğinde de bir kaşık suda fırtınalar kopartılarak muhataplar suçlu ilan edilip susturulmaya çalışılmaktadır.
Mümin olduğunu söyleyen herkesin, laikliğin felsefi/hikmet boyutunun ne olduğu üzerinde tefekkür etmesi gerekmektedir. Laiklik, dini, sadece ibadet boyutuna indirgeyen bir tanımlama yapmaktadır. Bu yeni din, Kur’an ve Sünnetin tanımladığı bir din değildir. O nedenle, Dinin, Sekülerlik ve laikliğin felsefi, hikmet boyutu tartışılmalıdır.
Meclis Başkanı yaptığı konuşma ile bu imkânı sağlamıştır. Türkiye’nin en hayatı meselesine cesaretle parmak bastığı için de takdir edilmeli ve desteklenmelidir. Desteklenecektir. Şer cephesi tarafından linç edilmesine müsaade edilmemelidir. Müsaade edilmeyecektir. Yalnızlığa terk edilmemelidir. Terk edilmeyecektir.
Kendilerine teşekkür ediyoruz.
Tam zamanında yaptığı basın açıklaması için TGTV yönetimine de teşekkür ediyoruz.
Herkesi, Meclis Başkanı Kahramanı destek olmaya davet ediyoruz.
 Kaynaklar
1- TBMM Başkanı Kahraman’dan Tartışılacak Sözler”, Doğan Haber Ajansı 25.04.2016;
http://www.dha.com.tr/tbmm-baskani-ismail-kahraman-laiklik-bir-kere-yeni-anayasada-olmamalidir_1207891.html.
2- “TBMM Başkanı Kahraman: Kendimize Uygun Bir Anayasa Yapacağız”, Star 26.04.2016;
http://haber.star.com.tr/sondakika/kendimize-uygun-bir-anayasa-yapacagiz/haber-1106687
3- Mustafa Şentop: Anayasa Teklifimizde Laiklik Var, Timetürk 26.04.2016;
***
MECLİS BAŞKANI İSMAİL KAHRAMAN’I LİNÇ ETME GİRİŞİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ-2:
Prof. Dr. Burhanettin CAN
Giriş
İslam Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği konferansta, Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın  “Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” adlı konuşmasında, kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplarda, “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır”, “tarifi yapılmalıdır”,  “Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım” (1) demesi üzerine, Türkiye’de her zamanki gibi “bir kaşık suda fırtına kopartanlar”, Meclis başkanı İsmail Kahraman’ı “linç etmeye kalkmışlar” ve “istifa etmesini” istemişlerdir.
Meclis Başkanının konuşması üzerine başlatılan tartışmalarda kullanılan din, laiklik ve sekülerlik kavramlarına taraflar aynı anlamı yüklememektedir. Kelime aynı ve fakat muhteva farklıdır. Bu da tarafların birbirini anlamasına mani olmakta, gerilim artmakta, hakaret edilmeye başlanmakta, kavga noktasına gelinmektedir. Bu nedenle konumuz açısından “Din”, “sekülerlik” ve “laiklik” kavramlarının taşıdığı anlamların tartışılmasında fayda vardır.
Bu tartışmaya girmeden önce, genel olarak, bir kelime haznesinde/sözlükte yer alan “anahtar” ve “odak” kelimelerin anlam alanlarının ne olduğunu, yanlış değerlendirildiklerinde neden olacağı sorunları, ana hatları ile ele alıp incelemeliyiz.
Tarif Nedir?
Meclis Başkanı Kahraman, gerek yaptığı konuşmada ve gerekse yaptığı basın açıklamasında, laikliğin açık, net bir tarifinin yapılmamış olmasından ve bunun neden olduğu sıkıntılardan şikâyet etmektedir:
“Dünyada üç anayasada laiklik var. Fransa’da var. İrlanda’da var. Bir de Türkiye’de var. Tarifi de yok. İsteyen, istediği gibi bunu yorumluyor. Böyle bir şey olmamalıdır...” (1)
“…Bu kavram siyasi hayatımızda ve yargısal uygulamalarda bireysel ve toplumsal hak ve özgürlükleri sınırlayıcı, yok edici bir araç olarak kullanılmıştır ve ciddi mağduriyetlere yol açmıştır. Bu haksızlıkların en temel sebebi laiklik kavramının tanımının yapılmamış olmasıdır.
Mevcut anayasamızda Türkiye’nin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmekte ancak laikliğin tanımı yapılmadığından, din ve vicdan hürriyeti kavramları da tartışmaların ortasında yer almaktadır.
Yersiz, lüzumsuz ve halkı kamplaştırıcı tartışmaların önüne geçmek için, laiklik kavramı, kötü niyetli yorumlara yol açmayacak şekilde, açık ve net bir biçimde tarif edilmeli, istismar edilmesinin önüne geçilmelidir.” (2)
Türkçe sözlüklerde Tarif (Tanım), “1- Bir nesneyi bütün vasıflarını içine alacak şekilde sözlü veya yazılı olarak anlatma; 2- Bir kavramı kelimelerle ifade etme, 3- Bir nesneyi belli başlı noktalarını zikrederek tanıtma.” (3) olarak ifade edilmektedir. Bir şeyin tarifi öyle olmalı ki kafa karışıklığına, anlaşmazlığa sebebiyet vermesin. Bunun için tarifin, ‘Ağyarini/Ağyarına mâni, efradını/efradına câmi’ olması gerekir denmiştir (4). Bununla anlatılmak istenen tarifin, tarif edilen hususa ait bütün nitelikleri toplaması, ondan farklı olan nitelikleri dışta bırakmasıdır. Ne gereğinden fazla uzun olması ne de anlaşılamayacak kadar kısa kalmasıdır.
Herhangi bir şeyin tarifinin bu kapsamda olması gerektiği gerçeğini göz önüne aldığımızda Türkiye’de laiklik, laisizm, sekülerlik ve sekülerleşmenin açık bir tanımı olduğunu söylemek çok zordur.
Kelimelerin Anlam Alanları, Anahtar Kelime, Odak Kelime
İnsanoğlu hayatı boyunca, haberleşmenin, iletişimin, karşılıklı anlaşmanın aracı olarak değişik kelimeleri türetmiş ve kullanmıştır. Kelimeler, yalnızca bir konuşma aracı değil; aynı zamanda, toplumun içinde bulunduğu durumu, dünya görüşünü, kültürü, sistemi algılayıp değerlendirebilme aracıdır da. Toplumun ilişkileri, davranışları, anlayışları, kültür ve yaşantısı hakkında bilgi verirler.
Bazı kelimeler tek anlamlı, bazıları ise birden fazla anlamlıdır. Her kelimenin kendine özgü bir sözlük manası vardır ki biz o kelimeyi, bulunduğu münasebet sistemi dışında da mütalaâ etsek, kelime yine o manayı taşır. Buna kelimenin “esas manası” denmektedir. Esas mana, kelimenin her zaman taşıdığı, hangi sisteme girerse girsin, toplum tarafından aynı kelime olarak bilindiği sürece yitirmediği manadır (5).
Bazılarının ise sözlük anlamlarının yanı sıra, sözlük anlamlarından daha öncelikli olarak kullanılan bir başka anlamları daha vardır. Buna ıstılahı anlam denmektedir. Istılahı (izafî ) mana, kelimenin kökünden gelmeyen, fakat içinde bulunduğu münasebet sisteminden ve bu sistemdeki diğer kelimelerle kurduğu ilişkiden doğan özel bir anlamdır. Esas mana, kelimenin her zaman taşıdığı asıl mana iken; ıstılahı (izafî) mana içinde bulunduğu özel sistemden, bu sistemdeki diğer kelimelerle olan münasebetinden kazandığı özel manadır.
Kur’ân’ın içinde yer alan Kitap, Yavm, Sâ’at, Kefere gibi pek çok kelimenin hem esas manası hem de ıstılahı manası vardır. Kitap kelimesinin esas manası, “yazılmış veya basılmış sayfaların bir araya getirilmesi ile oluşan toplam” (3) iken vahiy alanında dini terminolojide ıstılahı anlamı, “Kur’an”dır (2/174). Tıpkı bunun gibi, din ve laiklik kelimelerinin bir esas anlamları bir de ıstılahı anlamları vardır. Din ve laiklik tartışmalarına bu açıdan da bakmak gerekmektedir.
Kelimelerin ıstılahı anlamları, bir mıknatısın çekim alanına benzer. Bir mıknatıs gibi kelimenin çevresinde bir anlam alanı meydana getirir. Başka kavramlarla özel bir ilişki ağı kurarak, genel düşünce ve kültürel yapı sisteminin içinde özel bir konum alır. Genel olarak bir sistem içinde yer alan bu tür kelimelere “anahtar kelime” adı verilmektedir (5). Bazı anahtar kelimeler, çok geniş bir alanda birçok farklı anahtar kelimenin anlam alanları üzerinde etkili olabilme gücüne sahiptir. Bu tür anahtar kelimelere “odak kelime” adı verilmektedir. Genel olarak kelimeler, özel olarak da, anahtar ya da odak kelimeler, zamana bağlı olarak anlam kaymasına uğrayabilir, anahtar ya da odak kelime olma özelliğini kaybedebilir. Anlam alanları daralabilir ya da genişleyebilir. Bazıları tamamen unutulup kullanılmaz hale gelebilir. Bunlar, toplumun zihinsel ve kültürel değişiminin bir ölçüsü olarak ortaya çıkmaktadır.
Hem din hem de laiklik kelimesi sosyal hayatta pek çok kelimeyi etkileyen ve şekillendiren çok önemli anahtar ve odak kelimelerdir. İnsanlık tarihi boyunca anlam alanları, bazen daralmış bazen de genişlemiştir.
Bir düşünce sisteminde, bir bilim dalında kendine özgü pek çok anahtar kelime mevcuttur. Bu kelimeler; bu alanla ilgilenen şahıslarda, kelimenin kuşattığı alanın, ilişki ağının toptan bir bütün olarak canlanmasına neden olur. Bir bilgisayar mühendisinin, Bilgisayar dendiğinde donanımdan yazılıma kadar birçok alt anlam alanlarını içeren terimler, konular hafızasında canlanır. Bilgisayar kelimesinin oluşturduğu sistem, birçok anahtar sözcüğü içermekte, onlarla karışık bir ilişki ağı kurmaktadır. Bu nedenle bir anahtar sözcük olan bilgisayar, kendi özel alanı içerisinde odak kelime olarak nitelendirilmektedir. Fakat aynı bilgisayar terimi, internet içerisinde odak kelime olma özelliğini kaybeder, bir anahtar kelime olma özelliği kazanır.
Kelimeler, alanla ilgilenen bireyler tarafından aynı şekilde algılanmalıdır. Kafalarda aynı çağrışım olmalı, hafızada aynı şey canlanmalıdır. Aksi takdirde o özel alanla ilgilenenlerin anlaşmaları mümkün değildir.
Günümüzdeki kavram kargaşasının biraz daha anlaşılabilmesi için Televizyon kavramını, göz önüne alalım. Televizyon haberleşme sisteminde ses ve görüntüyü insanlara aktaran teknik bir cihazdır. Televizyonda ses ve görüntü aktarımı, birlikte olan iki önemli fonksiyondur. Televizyonda görüntü yok, ses varsa, şekil olarak televizyon olmasına karşılık; bir radyo olarak fonksiyon icra ediyor demektir. O teknik cihaza televizyon demiş olmanız, onun, televizyonun fonksiyonunu icra ettiği anlamına gelmez.
İşte Türkiye’de belli zamanlarda canlanan din ve laiklik tartışmalarında tarafların her iki kavrama yükledikleri anlamlar aynı değildir. Dahası taraflar, her iki kelimenin anlam alanlarını, televizyon örneğinde olduğu gibi, içini boşaltarak kullanmaktadırlar.
Kavramsal Kargaşa
Konfüçyüs’e, ‘Toplumun kaderi senin eline verilirse onu düzeltmek ve iyileştirmek için ne yapardın?’ diye sormuşlar. Konfüçyüs soruyu; “İlk işim isim ve kavramları değiştirmek olacaktır.  Çünkü toplum, isim ve kavramları yanlış tabir etmek ve kullanmakla bozulur.” (6) şeklinde cevaplandırmıştır. Max Moller ise ‘Kelimelerin yanlış ve bozuk kullanılması önce eserde dil hastalığı, sonra da ahlakta hastalık doğurur; çünkü bozuk bir kelime ve yanlış bir deyim giderek yaşamanın bir parçası haline gelir.’ (6) demek suretiyle kelimelerin anlamlarının bir toplum ve bir kültür ve medeniyet için ne kadar hayatı öneme haiz olduğunu ortaya koymaktadır.
Kelimelerin Anlamlarını Çarpıtmak Suretiyle Tahrif Etme
Tevhidi değerlerin/İslam’ın meydana getirdiği dinamizm ve direnç karşısında tutunamayanlar, Tevhidi değerleri/İslam’ı bulandırarak tasfiye etmek için onun anahtar-odak kelimelerinin anlam alanlarını tahrif etmeye kalkmışlardır. Birçok kelimenin anlamlarını çarpıtmak için onları bulundukları anlam ağından, semantik alandan, koparmak istemişlerdir ve de istemektedirler: “Onlar, kelimeleri konuldukları yerlerinden saptırırlar. … İçlerinden birazı dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun.” (5 Maide 13, 41)
Gerçeklerin Üzerini Örterek Tahrif Etme
Bazı durumlarda Kur’an’da var olan bazı değerleri, eklemleme yaparak veya anlam sahalarını kısıtlayarak çarpıtmak mümkün olamayabilir. Bu durumda, kendi savundukları fikirlere karşı olan bu değerlerin gündeme gelmemesi için gayret sarf ederler. Onlar için bunların üzerlerinin örtülmesi, tartışılmasından daha yararlıdır:
“Allah’ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla değeri az bir karşılığı satın alanlar; onların yedikleri karınlarında ateşten başkası değildir...” (2 Bakara 174)
Sonuç: Asıl Tehlike
Türkiye’nin en ciddi sıkıntısı, kavramların kendi anlam alanlarından koparılarak çarpıtılmasıdır. Birçok kavram gibi Din ve Laiklik kavramları kendi asli anlam alanlarından koparılarak yorumlanmakta ve değerlendirilmektedir. Kavramların bu şekilde anlamlarının çarpıtılması, kavramların tanımlanmasındaki sınırları muğlâklaştırmakta ve silah haline dönüştürmektedir. Değer yüklü olan kavramların, bu şekilde çarpıtılarak kullanılması, hakla batılın, maruf ile münkerin, adaletle zulmün, helal ile haramın birbirine karışmasına ve bunun doğal sonucu olarak sosyal şizofreniye sebebiyet vermektedir. O nedenle Baki,  “Batıl her zaman batıldır, asıl tehlike onun Hak suretinde görünmesindedir.” demiştir.
Öyleyse;
“Hakkı batılın yerine geçirmeyin ve sizce de bilinirken hakkı gizlemeyin.” (2Bakara 42)
Kaynaklar
1-http://haber.star.com.tr/sondakika/kendimize-uygun-bir-anayasa-yapacagiz/haber-1106687; Star 26.04.2016.
2-http://www.timeturk.com/mustafa-sentop-anayasa-teklifimizde-laiklik-var/haber-141317; Timetürk 26.04.2016.
3- Doğan M., Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.
4- Ülken, H. Ü., Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, S.121.
5- Izutsu, T., Kur’an’da Allah ve I+nsan, Ankara Ünv., Ankara, 1975, s.21,22
6- Şeriati A. Medeniyet ve Modernizm, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1980, S:40-120.
***
MECLİS BAŞKANI İSMAİL KAHRAMAN’I
LİNÇ ETME GİRİŞİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ-3:
Sekülerlik, Sekülerleşme
Giriş
            Meclis Başkanının anayasa ve laiklikle ilgili konuşması üzerine başlatılan tartışmalarda kullanılan din, laiklik ve sekülerlik kavramlarına taraflar, aynı anlamı yüklememektedir. Kelime aynı ve fakat muhteva farklıdır. Bu da tarafların birbirini anlamasına mani olmaktadır. Bu nedenle konumuz açısından “Din”, “sekülerlik” ve “laiklik” kavramlarının taşıdığı anlamların tartışılmasında fayda vardır.
            Burada sekülarizm/sekülerleşme kavramı ele alınıp incelenmektedir.
Sekülarizm
Kavramlar, toplumun ilişkileri, davranışları, anlayışları, kültür ve yaşantısı hakkında bilgi verirler. Bazı kelimelerin hem “esas anlamı” hem de “ıstılahı anlamı” vardır(1). Bazı kelimeler “anahtar ya da odak kelime özelliğine sahiptir. Bazı kelimeler, zamana bağlı olarak anlam kaymasına uğrayabilir, anlam alanları daralabilir ya da genişleyebilir. Bazı kelimeler de tamamen unutulup kullanılmaz hale gelebilir. Bunlar, toplumun zihinsel ve kültürel değişiminin bir ölçüsü olarak ortaya çıkmaktadır. Bazı kavramlar da, aydınlar, okumuşlar veya devlet eliyle yabancı bir toplumdan transfer edilip kendi toplumlarına sunulmakta hatta dayatılmaktadır. Osmanlı’da Batıya giden Jöntürkler’in, kendilerinin dahi tam bilemedikleri, kendi toplumları için de bir karşılığı olmayan birçok kavramı Avrupa’dan alıp toplumlarına kabul ettirmeye çalışarak kavramsal bir kargaşaya neden olmuşlardır(2). Bu, Cumhuriyet döneminde Devlet eliyle yapılmak istenmiştir. Sekülerlik ve laiklik gibi birçok ithal kavram, kabullenmesi için halka baskı yapılmıştır.
Hem Sekülarizm hem de laiklik kelimesi, sosyal hayatta pek çok kelimeyi etkileyen ve şekillendiren çok önemli anahtar ve odak kelimelerdir. Zamanla anlam alanları, bazen daralmış bazen de genişlemiştir. Bunlar ortaya çıktığı günden bu güne anlam alanı değişiklik göstermiş kavramlardır. İlk kullanılışı ile şimdiki kullanılışı arasında çok ciddi anlam farklılıkları vardır.
"Seküler" kelimesi, Latince olup 'ırk, çağ, dünya' demek olan 'saeculum'dan gelmektedir. 'Saecularis', 'saeculum'a ait olan' anlamına gelmektedir. Bu kelime eski Fransızca'ya 'seculer' ve oradan İngilizce'ye 'secular' şeklinde intikal etmiştir. Kelime modern Fransızca’da 'seculaire'dir(3). Sekülarizm(secularisim), “saccularis”ten türemiş bir kavram olup çok geniş bir anlam alanı vardır. Sekülarizm, “yeryüzüne ait olan, içinde yaşanılan çağa ait olma, ömür boyu olan, dine ve kiliseye bağlı/bağımlı olmayan, ruhbanlara(clergy) ait olmayan, toplumsal ahlak standartlarının dine ve dinlere göre değil, güncel hayata göre düzenlenmesinden ve ayarlanmasından yana olmak, güncel-dünyevi hayatı ilgilendiren her konuda ve/veya özel konuda dinsel yargıları dıştalamak veya kasten dıştalamak anlamlarına gelmektedir”(3,4).
Sekülerleşme, doğduğu zamanki anlamıyla yol boyu kazandığı ıstılahı anlamı birbirinden çok farklılaşmıştır. Samuel Johnson’ın Sözlüğünde sekülerleşme ilgili kavramlara yüklenen anlamlarda bunu görebilmekteyiz:
“Sekülerleştirmek(secularize): Uhrevi/dini olanı, gündelik hayattan uzaklaştırma. Sekülerleşme(secularization):Sekülerleştirme eylemi. Dinin gündelik hayattaki etkisini ve yerini azaltma, sınırlama süreci.”(5)
Loobster sözlüğünde ‘secularism’ sözcüğü şöyle açıklanmaktadır(6):
“a- Dünyevi ruh dünyevi yönelişler. İlke ve uygulamalardan oluşan ve her çeşit inanç ve ibadeti ret eden sistem.
b- Din ile kilisenin, devlete ve özellikle genel eğitim işlerine hiçbir şekilde müdahale edememesi anlayışı.”
Oxford  sözlüğünde ‘secular’ sözcüğü şöyle tanımlanmaktadır(6):
“a- Dünyevi ya da maddi olan. Dini ve ruhi olmayan.
b- Dinin, ahlak ve eğitime temel olması gerekmediğini söyleyen görüş.”
“Uluslar arası Üçüncü Yeni Sözlük”, ‘secularism’ sözcüğünü şöyle açıklanmaktadır(6):
“Hayatın tamamında ya da bir bölümünde dinin veya dini değerlerin yönetime müdahalede bulunmaması veya bu değerlerin amaçlı bir biçimde hayatın dışına itilmesi anlayışı üzerine kurulu yöneliş, akım.
Davranışsal ve ahlakı değerler, din kesinlikle dikkate alınmaksızın hayatın çağdaş ve sosyal dayanışma değerleri üzerine kurulmalıdır düşüncesi üzerine kurulu sosyal ahlak sistemi”
Yukarıdaki tanımlardan görülebileceği gibi Sekülerleşmede insanın bütün ilgisi ve dikkati, yalnız ve yalnız bu dünyaya çevrilmiştir. Şu an, yaşanan an önemlidir. Ahret hayatı ya inkâr, ya unutulmuş ya da önemsiz bir hale gelmiştir. Harvey Cox, bu süreci şöyle tanımlamaktadır:
“İnsanların en temel ilgi ve yöneliminin bu dünyanın dışından-ötesinden ve üstünden, sadece ve sadece bu dünyaya yönelmesi hareketidir. Bu, bu dünyanın bağlı olduğu mitik, metafizik ve dini her çeşit dualizmden(iki dünya) arındırılmasını içermektedir. Bunun nihai anlamı ise, bütün hastalıkları ve günahlarıyla,  bütün sağlık ve umutlarıyla sadece yeryüzü alanını kemaliyle ciddiye almaktır.”(7).
Sekülerleşme, hayatın tüm alanlarının, hatta düşünme sisteminin/zihnin bile dinin etkisinden tamamı ile arındırılması hareketidir dersek abartmış olmayız:
“Peter Berger: Mamafih kültür ve sembollerden bahsettiğimizde sekülarızasyonun toplumsal-yapısal bir süreçten daha fazla bir şey olduğunu kastediyoruz. Sanat, felsefe ve edebiyatta dini içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi bilimin dünyada özerk ve tamamen seküler bir yöntem olarak yükselişinde gözlendiği gibi o, kültürel ve düşünsel bir hayatın tamamını etkisi altına alır. Bununla kalsa iyi, burada sekülarızasyonun aynı zamanda öznel bir yanının da bulunduğu ima edilmektedir. Nasıl ki toplum ve kültürün sekülarızasyonundan bahsediyorsak, aynı şekilde bilincin sekülarızasyonundan da bahsedebiliriz. Yalın bir şekilde ifade edecek olursak, bu, modern Batı’nın dini açıklamalarından yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan gittikçe artan sayıda bireyler ürettiği anlamına gelir.”(7)
Edward Bailey’e göre de sekülerleşmenin değişmeyen anlam boyutu, din karşıtlığıdır:
“Seküleri tanımlamak gayet kolaydır. Sekülerin anlamı sürekli değişmektedir, ama sürekli olan bir yönü de vardır: Her zaman açık bir şekilde dini olanın karşıtı anlamına gelir. Dini olan ne anlama gelirse gelsin bu öyledir.”(8)
Sekülaristler, sekülerleşme teorisi ile dini hem tüm toplumsal hayattan, günlük hayattan hem de bireyin düşünce/zihin ve ahlak hayatından tamamıyla tasfiye etmek istemişlerdir. Sekülerleşme kavramını ortaya ilk kez atan Max Weber’e göre, “Sosyal eylem için kesin bilgi sağlama anlamında ilahi otoriteye yöneliş geçmişe göre güvenirliliğini kaybetmiş pratik ekonomik faktörler bilginin değerini belirlemede giderek artan bir rol oynamaya başlamıştır.”(8)
Sekülerlere göre bilim ve sosyoloji geliştikçe, din etkisiz hale gelecektir: “Sekülerleşme teorisinin ana teması gayet nettir: Modernleşme ile hem toplumsal seviyede hem de bireyin zihninde(bilincinde) din gerileyecektir.”(9)
Ancak zaman bunun tersini ortaya koymuş, din bireylerin ve toplumların hayatında, ruh dünyalarında çok ciddi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıp yaygınlaşmıştır. Bu, sekülerleşme teorisine vurulan ciddi bir darbedir. Sekülerleşme teorisyenlerinden Bryan Wilson, Peter Berger, Thomas Lucman ve Karel Dobbelaere, Dinin insanın düşünce ve ahlak dünyasında bir ihtiyaç olarak var olması gerektiğini savunarak inşa ettikleri sekülerleşme teorisini eleştiriye başlamışlardır(8-10). Sekülerlere göre sekülerleşmenin bir “toplumsal boyutu” bir de “kişisel bilinç boyutu” vardır. Sekülerleşme, her iki boyutta da dine savaş açmıştır. Ancak bu savaşta isteneni sağlayamamış, özellikle kişisel bilinç boyutunda ciddi bir başarısızlığa uğramıştır. Peter Berger bu noktada, “Toplumsal seviyedeki sekülerleşmenin mutlaka bireysel bilinç seviyesinde de gerçekleşmesi gibi bir zorunluluk söz konusu değildir” diyerek sekülerleşmenin tümüne değil bilinç düzeyindeki değişim zorlamasına karşı çıkmaktadır.
Burada dikkat edilmesi gereken şey, hayatın dini kurallarla tanzim edilmesi ile düşünce, inanç ve ahlak yapısında dinin etkili olması farklı şeylerdir. Sekülerleşme teorisine eleştiri yönelten bu seküler düşünürler, dinin birey için bir ihtiyaç olduğunu, bireyin özel hayatında/zihninde bir karşılığı bulunduğunu fakat bunun toplumsal, kamusal, siyasal hayatı tanzim etmek şeklinde anlaşılmaması gerektiğini ifade ederek önceki düşüncelerini bir miktar revize etmektedirler(8-11).  Yoksa sekülerleşme teorisinin tamamından vazgeçmiş değillerdir.
Bu durum, Jürgen Habermas’ın 3 Haziran 2008, İstanbul Bilgi üniversitesinde yaptığı konuşmada açıkça görülmektedir:
“…Dindar vatandaşlar ve cemiyetler yasal düzene sadece yüzeysel olarak uymamalıdır;  ayrıca, kendi inançlarının önermelerini anayasal prensiplerin  seküler meşruiyetine uygun hale getirmeleri beklenir.
Katolik Kilisesi renklerini Liberalizm ve demokrasının gönderine, 1965’te 2. Vatikan Konsülü’yle çekti. Ve Almanya’da, Protestan Kiliseleri de farklı davranmadı. Açıkça görülüyor ki, bugün İslam’i dünyada da, Kuran’ın doktrinine ‘tarihsel – hermenötik’ bir yaklaşımın gerekli olduğu kavrayışı gelişiyor... Seküler devletin çatışan dini görüşlere karşı tarafsızlığıyla, siyasi kamusal alanın tüm dinsel katkılardan temizlenmesini birbiriyle karıştırmayalım.”(12)
Sonuç:
Sekülerizm, Dinin Toplumsal Hayattan Tasfiye edildiği Bir Yaşam Tarzının Adıdır
Sekülarizasyon, varlık teorisi, bilgi teorisi ve değer teorisi açılarından dine açılmış bir savaşın adıdır. Günlük hayatta,  sanatta, kültürde,  eğitimde, dil de, bilimde, değerlerde, düşüncede, ekonomide, siyasette yönetimde ve devlet hayatında; kısaca günlük hayatın hiçbir yerinde dine ve dini düşünceye yer yoktur.
Seküler düşüncede, Allah’ın ve Ahret hayatının var olup olmaması önemli değildir. Allah var olabilir. Ancak Allah, hiçbir şekilde bu dünyaya, bu dünyada ki hayata karışamaz, onu tanzim edemez. Bu dünyada ki hayat, Ahret var diye düzenlenemez. “Biz bu dünyada varız, bu dünyada yaşar ve ölürüz. Öte bizi ilgilendirmez. Olsa da olur olmasa da olur, fark etmez” denmektedir. Nitekim İngiliz Ansiklobedisi, “Secularism”, Ahiretten ilgilerini keserek insanları yalnızca dünyaya yönlendirme hareketi” (6) olarak tanımlamaktadır. 
Özet olarak Seküler düşünce, Allah’ın ve Ahretin bu dünyanın tanzim edilmesinde hiçbir rolü olmaması esasına dayanmaktadır. 
Bir mümin bunu kabul edebilir mi?
Kaynaklar
1- Izutsu, T., Kur’an’da Allah ve İnsan, Ankara Ünv., Ankara, 1975, s.: 21, 22.
2-Ramsaur, E. E., Jöntürkler, 1908 İhtilalinin Doğuşu, Pınar yayınları, İstanbul, 2011, S: 18.
3- Hocaoğlu, D., Laisizm'den Milli Sekülerizm'e Laiklik Sorununun  Felsefi Çözümlenmesi, Selçuk Yayınlar, Ankara, 1995, S: 80-90; 48-52;
4-Webster, 1976, S: 2053, Aktaran; Aytunç Altındal, Laiklik Enigmaya dönüşen Paradigma, Alfa, İstanbul, 2007, S: 6.
5- Kaplan Y., ‘Seküler Aklin Ötesi’, İslamiyat IV (2001), Sayı 3 S: 81-102.
6-Kardavi, Y., İslam ve Laiklik, Denge Yayınları, İstanbul, 1996, S: 59-60.
7- Güler İ., “Dünyanın başına gelen Derin sapkınlı: Dünyevileşme, İslamiyat IV
 (2001), Sayı 3, Sİ 35-58.
8 – Swatos, W., H., Christiano, K.,j., Sekülerleşme Teorisi: Bir Kavramın Serüveni, Sekülerizm Sorgulanıyor, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002, S: 95-122.
9- Berger, B., “Sekülerizmin Gerilemesi”, Sekülerizm Sorgulanıyor, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002, S: 7-10
10- Hadden J., K., “Sekülerizmden dönüş”, Sekülerizm Sorgulanıyor, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002, S: 123-159.
11- Berger, B., “Dinin Krizinden Sekülerizmin Krizine”, Sekülerizm Sorgulanıyor, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002, S: 75-94.
12- 6 Haziran 2008, Radikal, S. 10.
***
LAİKLİK, LAİKLEŞME, LAİSİZM 1: Bir Arka Plân
Prof. Dr. Burhanettin CAN
Giriş
"Laiklik" ve "Sekülerlik" kavramlarının anlam alanları ve tarihsel gelişimleri, göz önüne alındığında “din ve devlet ayrımı” yahut da “din işleri ve devlet işlerinin ayrımı” şeklinde formüle edilebilecek kavramlar olmadığı rahatlıkla görülebilir. Kavramların gerçek boyutları ile ortaya konabilmesi için tarihi arka planı göz önüne almak, onu tartışmak gerekmektedir. Söz konusu kavramların tarihin bir döneminde aniden ortaya çıkmadıkları, çok uzun bir tarihi geçmişleri olduğu, varlık teorisi, bilgi teorisi ve değer teorisi kapsamında, Yunan(grek)-Roma-Yahudi- Hristiyan kültürü düzleminde vuku bulan “Rönesans”, “Reform”, “Aydınlanma” ve “Modernizm” diye isimlendirilen hareketlerin sonucunda(1) “esas” anlamlarından koparak yeni “istilahi” anlamlara kavuştuklarının bilinmesinde fayda vardır.
            Burada Laiklik, Laikleşme, Laisizm kavramlarının ortaya çıkmasına vesile olan arka plan ele alınıp incelenmektedir.
Laik Kavramının Ortaya Çıkış: Esas Anlamı
"Laik" kelimesi Grekçe olup 'laos' kökünden türetilmiştir. 'Laos', 'halk', ‘avam’, “ahali”, “reaya” anlamındadır. Laos’tan 'laikos' türemiştir. 'Halkdan adam' demektir. Kelimenin Klasik Grekçe'deki anlamı 'ferdi kişi', belirli bir şeye bağlı olmayan'dır. Bu kelime, Geç Latince'de 'laicus', Fransızca'da 'lai' ve İngilizce'de ise 'lay' şeklini almıştır. Terim olarak anlamı, genel olarak, 'belirli bir meslek grubuna dahil olmayan kişi', “belirli bir sınıfa dahil olmayan kişi” demektir. Özel anlamları 'rahipler sınıfının dışında olan kişi' ve/veya, 'bu sınıfa dahil olup da hizmet ve el işleriyle meşgul olan kişi',  olmaktadır. Görülebileceği gibi 'Laik' kelimesinin esas anlamı, köken olarak 'dinin karşıtı olan kişi' değil, bir müessese olan 'kilise mensuplarının/ruhban’ın (clerical)' dışındaki kişi', 'avam'dır. Ruhbanlar 'havass'dır, laikler ise 'avam'dır(1).
Grekçe'de, "halk'' kavramını ifade etmek üzere iki ayrı kelimeden söz edilebilir. Bunlardan birisi, “aristokratlar(zadegan)” sınıfının dışında olan kitleyi ifade eden "demos" kelimesidir. Bu kelime, bu sebeple, aynı zamanda, siyası iktidardan pay alamayan kesimi de ifade etmektedir. İkincisi ise, din adamları (klerikaller) sınıfının dışında kalan kitleyi ifade eden "laos" kelimesidir. Laos ile ifade edilen kitle içerisine, siyasi iktidarı elde tutan krallar da dahildir. Nasıl ki Demos, aristokratların ve/veya siyasi iktidarın düşmanı olan değil, sadece onun dışında olan kitleyi ifade etmekte ise, benzer şekilde, laos da,  din adamları ve/veya din adamları tarafından temsil edilen din kurumunun düşmanı olan değil, o kurumun dışında olan kitleyi ifade etmektedir.
Eski Ahit'te mevcut olmayan, Laos’dan türetilen "laik" kelimesi, din adamları(klerikaler) dışındaki kitleyi ifade etmesi anlamında miladi ilk asırda RomaIı Clement tarafından, laiklerle ruhbanların münasebetlerinden bahseden bir pasajında kullanılmıştır(1). 
Ruhbanlar ve diğerleri şeklinde bir ayırıma gidilmesinin sebebi, Hıristiyanlık düşüncesinde ruhbanlara/Din Adamlarına atfedilen anlam ile ilgilidir. Hıristiyanlığın kutsal ve bağlayıcı referansları İnciller, Resullerin işleri, Havari mektupları ve Kilise konsüllerinin tespit ettiği temel iman esaslarıdır. Hz. İsa’dan sonra onun vahiyleri, Resul ve kilise azizlerine intikal etmeye devam etmektedir(2). Pavlus’a göre “Havariler, Mesih’in hizmetçileri ve Allah’ın sırlarının kâhyalarıdır. İnsan bunu böyle bilmelidir.” “Vaiz ve Resul olarak imanda ve hakikatte milletlerin muallimi olarak ben tayın olundum” demektedir(Timoteosa 1,2: 71; Timoteosa II, 1:11)Kim???
Görülebileceği gibi Hıristiyanlık düşüncesinde hiyerarşinin zirvesinde “Tanrı”  en alt basamağında da “halk”, Tanrı ile halk arasında ara katman olarak “ruhbanlar” yer almaktadır. Ruhbanlar böyle bir konumda olunca bu sınıfa dahil olmayanların durumunu belirleyecek bir kavrama, ihtiyaç hasıl olmuştur; o da, yukarıda ifade edilen laik kelimesidir. Bu nedenle Hıristiyanlıkta toplum ruhbanlar ve laikler/sekülerler olarak iki ana sınıfa ayrılmışlardır(1,2).
'Ruhban olmamak' terimi 'Kilise kurumu mensubu olmamak' anlamındadır. Bundan dolayı laik, ruhban olmayan, ama Hıristiyan olan sıradan insan demektir(1). Bu sınıflandırma ile Kilise, Kilise kurumu içi ve Kilise kurumu dışı şeklinde iki ayrı varlık alanına bölünmüştür. Bu iki sosyal alan birbirlerinin düşmanı değil, birbirlerinin tamamlayıcılarıdır. Ancak ruhbanlar “Tanrı'nın” memurları ve laikler de kul/reaya taifesidir.
Laik kelimesinin esas anlamı buydu. Ancak tarihi süreç içerisinde esas anlamında meydana gelen kırılmalar sonucu kelime yepyeni bir anlam, ıstılahı anlam, kazanmıştır. Aşağıda bu sürecin kısa bir özeti verilmektedir.
"İki-Kılıç" Doktrini; Regnum-Sacerdotium
Batıda Hıristiyanlığın yasak olduğu dönemlerde Hıristiyanlar, Roma'nın zulmünden korunmak amacıyla Matta İncili'ndeki "Kayzerin/Sezar’ın Hakkını Kayzer'e/Sezar’a ve Allah 'ın Hakkını Allah’a verin"(Matta, Bab:22., Ayet:21) ayetini bir ilke olarak benimseyip mücadelelerini buna göre yapmışlardır. Hıristiyanlığın iki büyük kurucusu olan Aziz Petrus ve Aziz Pavlus (St.Peter ve St. Paul) bu yaklaşımla, "dünyevilik" ile "uhrevilik" , "dünya işleri" ile "din işleri"  ve "dünyevi güç merkezi" ile "ruhanı güç merkezi" ayrımı yaparak Hıristiyanlığın dünya işlerini, krallara, imparatorlara bıraktığı, dolayısıyla kendilerinden tehlikeli olmadığı mesajını Romalı İmparatorlara vermek istemişlerdir(1).
Ancak Hıristiyanlık meşruiyet kazanıp açık faaliyet gösterip kuvvetlenince, bu ilke terk edilmiş; bunun yerine "İki-Kılıç Doktrini" savunulmaya başlanmıştır. İki-Kılıç Doktrini, Luka İncili'ndeki "Ve onlar: Ya Rab, işte, burada iki kılıç, dediler. İsa onlara:"Yeter", dedi.”( Luka., Bab:22., Avet:38) ayetine dayandırılmıştır. Buradaki İki Kılıç ile "Tanrı'nın Hristiyanlık'ı korumak üzere verdiği iki güç kaynağı" kast edilmektedir. Bunlar “Dünyevi İktidar (Regnum)” ile “Ruhani İktidar (Sacerdotium)'dır”(1,2).
İki Devlet: Dünya Devleti - Sitesi( civitate terrana) ve Tanrı Devleti –Sitesi (civitate- dei)” 
Hristiyan Teolojisinin önemli isimlerinden Saint Augustin-Aziz Augustin(354-430) yazdığı eserde, Roma'nın yıkılışının sebebini, “iki devlet”in, “Dünya Devleti-Sitesi( civitate terrana) ve Tanrı Devleti –Sitesi(civitate- dei)”,  yanlış konumlanması, aralarındaki ilişkinin yanlış kurulması olarak açıklamaktadır. Saint Augustin’e göre(354-430) “İlk Günah sonucunda Cennet'ten kovulmuş olmasından beri dünya iki ayrı siyasi varlık alanına taksim olunmuştur. Bunlardan birisi, “Tanrı Devleti – Sitesi”(civitate- dei) diğeri de Yeryüzü/Dünya Devleti - Sitesidir(civitate terrana).  Tanrı Devleti (Sitesi) gelecekteki Tanrı ülkesinin bütün yurttaşlarından, yani Tanrı'nın inayetine mazhar olmuş, günahlardan arınmış mü'minlerden kurulu olacaktır. Buna mukabil Yeryüzü (Arz) Sitesi (Devleti) ise kötü'ye, Şeytan'a boyun eğmiş olanlardan kurulmuş olacaktır. Dünya Devleti acımasız, gaddar, işkenceci, savaşçı, baskıcı ve entrikacıdır. Tanrı devletinde ise ebedi huzur, sükûn, huzur ve mutluluk, ahlak ve adalet vardır. Hz. İsa’nın amacı bu tür bir yaşam tarzıdır. Bizim görevimiz, bu anlayışa uygun bir devlet kurmak için çaba göstermektir. Bütün insanlık tarihi, bu ikisinin arasındaki mücadelenin ve gitgide birbirlerinden ayrılmalarının bir sürecidir.”(1, 3)
Aziz Augustin yazdığı eserle Hristiyanlığı etkisi altına alacak olan bir devlet ve tarih felsefesi geliştirmiş ve iki devletin kilise çatısı altında olması gerektiğini savunmuştur.
İki Kılıç ve İki Devlet doktrinlerinin temelleri, Hıristiyanlığın Kutsal kitaplarında yer almaktadır.  Hıristiyanlığa göre “Baba Kimseye hükmetmez, hükmü oğula vermiştir”(Yuhanna, 3:17; 5:22-23; 27:47). “İsa ise her hükümetin başıdır”(Koloselilere, 2:10). “İsa’nın hakikati resullerdir”(II. Korintoslulara, 11: 13). “Resuller Rabbin verdiği yetkilere göre hareket ederler”(II. Korintoslulara, 13:11). “Bedenin kurtarıcısı Mesih aynı zamanda Kilisenin başıdır”(Efesoslara, 5:23). “Kilise, Mesihin kendi bedenidir”(Koloselilere, 1:18, 24). “Kilisenin başında bulunan Papa resullerden vahy almaktadır. Papa masum ve yanılmazdır.” (2)
Bu esaslara dayalı ve "Kayzeryo - Papizm" olarak da adlandırılan "Papalık Doktrinini" (Papal Doctrine), Papa I. Leo (440-561) tarafından, "Papa'nın İsa tarafından St. Peter'e verilen yetki ve fonksiyonlarının meşru varisi ve halefi olduğunu ve buna dayanarak monarşik fonksiyonlara sahip olduğunu", “ruhani ve dünyevi iktidarın başının Papa ve din adamları olması gerektiğini” ileri sürerek
Savunmuştur(1). Benzer şekilde 11. asırdan itibaren Papa VII. Gregoria, bu iki iktidarın ruhanî iktidarın başkanlığında birleştirilmesini savunmuştur. Bunun için Pavlus’un “Mademki biz size ruhani şeyler ektik, sizin cismani şeylerinizi biçeceksek, büyük şey mi? Eğer başkaları sizi hâlâ hâkimiyette hissedar iseler, biz daha ziyade değil miyiz?”(I. Korintoslulara, 9: 11-12) sözlerini mücadelesine dayanak olarak kullanmıştır. 
Batı’da Kilise - Devlet İlişkisi: Üç Model
Batı'da, Kilise - Devlet ilişkisi ana hatlarıyla, Hıristiyanlığın yasak olup olmamasına ve “dünyevileşmenin” olup olmamasına bağlı olarak değişiklik göstermiştir.
“Dünyevileşme öncesi dönemde” Kilise - Devlet ilişkileri, üç farklı modele göre şekillenmiştir(1,2,4):
Ortodoks Kilisesi ve Bizantinizm Modeli (Tabi Klerikalizm)
Katolik Kilisesi ve Kayzeryo-Papizm Modeli(Metbu Klerikalizm)
Seküler/Laik Model(Protestan Kilisesi ve Katolik Kilisesi)
Ortodoks Kilisesi ve Bizantinizm modelinde (Tabi Klerikalizm), Ortodoks Kilisesi (Bizans İmparatorluğunun çok güçlü olduğu bir dönemde doğmuştur.)  devlete bağlıdır(1,2). Katolik Kilisesi ve Kayzeryo - Papizm Modelinde (Metbu Klerikalizm),  yukarıda ana hatları ile açıkladığımız iki devlet, iki kılıç, iki iktidar, kilisenin altında ruhani liderliğin önderliğinde birleştirilmiştir. Bu güçlerin her ikisini birden nefsinde toparlayan papalar, “İmparator - Papa” kimliği kazanmışlardır(1).
Sonuç
Papalık makamının, kendisine bağlı Kilise teşkilatları vasıtasıyla, Katolik olan memleketlerdeki siyasi iktidarlar üzerinde kurduğu büyük baskı ve otorite, zamanla Atepki almaya başlamış ve milliyetçilik duygularını harekete geçirmiştir. Almanya, İngiltere gibi ülkelerde Katolik Kiliseleri, 'Roma'nın ajanı' olarak görülmeye başlanmış ve “Milli Kiliseler fikri” ortaya atılmıştır(1). Almanya'da Lutheran Protestan Hareketi, İngiltere'deki Anglikanist Protestan Hareketi ortaya çıkmış ve Calvin ve Zwingli Protestan Hareketlerinin de Kuzey ve Kuzey Batı'da önemli etkileri olmuştur. Bütün bu Protestan hareketlerin neticesi, anlam alanının geçen yazıda incelediğimiz Sekülerizmin ortaya çıkması olmuştur.
Almanya ve İngiltere’nin aksine Fransa'da Kiliseye karşı mücadele, çok sert ve şiddetli olmuştur.  Bu mücadele sürecinde Papalık Makamına tepki olarak Protestan olmayan bir Millli Katolik Kilisesi(Gallikanizm)  ve Laiklik, Laisizm, Laikleşme ortaya çıkmıştır.
Öyleyse Laiklik, Laisizm, Laikleşme nedir? Sekülerlik, Sekülarizm, Sekülerleşme ile aralarında ne fark var ya da aralarındaki ilişki nedir?
Kaynaklar
1-Hocaoğlu, D., Laisizm'den Milli Sekülerizm'e Laiklik Sorununun  Felsefi Çözümlenmesi, Selçuk Yayınlar, Ankara, 1995, S: 48-52, 80-90, 100-150.
2-Bulaç A., İslam ve Modern Zamanlarda Din-Devlet İlişkisi, Cogito, Laiklik, Sayı 1 Yaz 1994, Yapı Kredi Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 2007, S:67-87)
3- Öktem N., Dinler ve laiklik, Cogito, Laiklik, Sayı 1 Yaz 1994, Yapı Kredi Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 2007, S:33-49
4- Altındal, A., Laiklik Enigmaya dönüşen Paradigma, Alfa, İstanbul, 2007, S:6-10.

17 Mayıs 2016 Salı

"ATATÜRK İNGİLİZ VALİSİ OLMAK İSTİYORDU" YALANINA YANIT, SİNAN MEYDAN & Gönderen: Oğuz KAĞAN

"ATATÜRK İNGİLİZ VALİSİ OLMAK İSTİYORDU" YALANINA YANIT
SİNAN MEYDAN
Gönderen: Oğuz KAĞAN
Yeni Osmanlı Projesi'nin Görevli Akil'ine Yanıt
Atatürk’ün yüzyılın başında İngiliz ve Fransız emperyalizmini ve onların desteklediği Yunan ve Ermeni taşeronlarını Anadolu yaylasına gömerek kurduğu “bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti’ni bugün yeniden bağımlı” Osmanlıya dönüştürmek isteyen iç ve dış odaklarca yakın tarihi çarpıtmakla ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine kurulması planlan Yeni Osmanlı’ya uygun yeni bir tarih kurgulamakla görevlendirilmiş GÖREVLİ AKİL’LERDEN biri de edebiyatçı/amatör tarihçi Mustafa Armağan’dır Cemaatin gazetesinde, Derin Tarih adlı dergisinde ve yandaş medyada çalakalem ve kirli ağız Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığı yapan bu GÖREVLİNİN yalanlarına yanıt vermekten yoruldum doğrusu! Bu yazımda İngiliz gazeteci W. Price'ye dayanarak “Atatürk İngiliz Valisi Olmak istiyordu” diyen “görevli akil” Mustafa Armağan'a bir kere daha yanıt vereceğim bir kere daha.
İngiliz Gazeteci W. Price - Atatürk Görüşmesi
Atatürk 14 Kasım 1918’de İngiliz Daily Mail gazetesi yazarı Ward Price ile İstanbul Pera Palas’ta görüşmüştür. Lord Kinross, “Atatürk” adlı kitabında bu görüşmeyi şöyle anlatmaktadır: “Mustafa Kemal… Pera Palas otelinin müdürüyle haber göndererek gazeteciyi kahve içmeye çağırdı. Ward Price de Genelkurmayın istihbarat servisindeki albaya danıştıktan sonra çağrıyı kabul etti. Mustafa Kemal onu üniformasıyla değil de, sırtında jaketatay ve başında fesle karşıladı. Ward Price, Mustafa Kemal’i yakışıklı ve erkek tipli buldu. Elini kolunu oynatmadan, sakin ve ölçülü bir sesle konuşuyordu.” İddiaya göre Atatürk bu görüşmede Price’e, “Bu böyle olmaz vatanı baştan başa değiştirmek lazım, yenileştirmek lazım” demiştir.
Ward Price’ı Daily Mail Gazetesine Verdiği Demeç (1918)
Ward Price, 1918 yılında Daily Mail gazetesine verdiği demeçte İstanbul’da Atatürk’le görüştüğünü anlatmış, ancak Atatürk’ün o görüşmede kendisine İngiliz valisi olmak isteğini söylediğinden falan söz etmemiştir.
Price’nin Cumhuriyet Gazetesi’ne Verdiği Demeç (1939)
Price, 1939 yılında İstanbul’a gelmiş ve Cumhuriyet gazetesine bir demeç vermiştir. Price demecinde, 1918’de Atatürk’le yaptığı görüşmeyi kastederek, “O zamanlar doğrusu bu laflara pek dikkat etmemiştim. Mesleğimin her zaman hatırlayacağım büyük hatası, bu emsalsiz dehayı o zaman keşfedememiş olmamdır” demiştir. Hepsi bu! Price yine 1918’deki o görüşmede Atatürk’ün kendisine İngiliz valisi olmak istediğini söylediğinden söz etmemiştir.
Price’nın “Ekstra-special Correspondant” Adlı Kitabındaki İddiası (1957)
Ancak aynı Price, bu demeçten (1939’daki) tam 18 yıl sonra 1957 yılında “Ekstra-special Correspondant” yani “Çok Özel Gazeteci” adlı bir kitap yazmış ve kitabında Atatürk’’ün 1918’deki görüşmede kendisine, “Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa, İngiltere yönetiminde bulunan tecrübeli Türk valileriyle çalışmak gereğini duyacaklardır. Böyle bir yetki çerçevesinde hizmetlerimi sunabileceğim uygun bir yerin mevcut olup olamayacağını bilmek isterim” dediğini iddia etmiştir.
Price, bu görüşme sırasında Albay Refet Bele’nin de orada olduğunu belirtmiştir. Price, ayrıca Atatürk’ün böyle bir göreve istekli olduğunu, kendisinin bu öneriyi İngiliz askeri istihbaratından Albay Hoywood’a bildirdiğini, ancak İngilizlerin bu öneriye o sırada fazla önem vermediğini ileri sürmüştür.
Akıl Oyunları
Price’ın, “Mustafa Kemal İngiliz valisi olmak istiyordu!” iddiasını “doğru” kabul etmeden önce sorgulayalım. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı GÖREVLİ tarihçiler sadece Atatürk’ün lehine durumları sorgulamaya alışıktırlar, onlar Atatürk aleyhine durumları “peşinen doğru” kabul etmeye alışıktırlar! Bu nedenle bu konuyu sorgulamaya gerek duymazlar. Adı üstünde GÖREBLİ olunca böyle oluyor tabi! Her neyse! 1918 öncesinin ve sonrasının koşullarını ve Mustafa Kemal’in çalışmalarını dikkate alarak inceleyelim iddiayı:
1. Görüşmenin Zamanı: (14 Kasım 1918): Atatürk, daha bir gün önce 13 Kasım’da (İstanbul’un fiilen işgal edildiği gün) İstanbul’a gelmiş ve ayağının tozuyla Pera Palas Oteli’ne yerleşmiştir. Pera Palas Oteli’ne yerleşmesinin temel amacı, işgalci İngiliz ve Fransız subaylarının ve gazetecilerinin de daha çok Pera Palas’ı tercih etmeleridir. Atatürk üniformalarını çıkarıp sivil giysilerini giyerek gizli, açık İngiliz ve Fransız yetkililerin amaçlarını, planlarını öğrenmek istemektedir. Bir askeri ve strateji dehası olan Atatürk, her zaman öncelikle düşmanını tanımayı ilke edinmiştir. Daha bir gün önce İstanbul’a gelen Atatürk’ün, daha ne olup bittiğini tam olarak anlamadan apar topar İngiliz gazetecisine, “Ben Anadolu’da İngiliz valisi olmak istiyorum!” demesi pek de mümkün değildir. Atatürk Anadolu’ya geçmeden önce İstanbul’da Osmanlı Hükümeti çevrelerinde siyasi yollara başvurmayı düşünmektedir. İşgal İstanbul’da aralarında padişahın da olduğuyetkililerle, devlet adamlarıyla ve silah arkadaşlarıyla görüşmeler yapmayı düşünmektedir. Nitekim 14 Kasım1918-16 Mayıs 1919 arasındaki altı ay boyunca İstanbul’da kalan Atatürk, bütün bu kişilerle çok sayıda gizli, açık görüşme yapmış, Kurtuluş Savaşı’nın bütün alt yapısını İstanbul’da hazırlamıştır. (Bkz. Sinan Meydan, Parola Nuh-Atatürk’ün Gizli Kurtuluş Planları, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2008.) Kısaca demem o ki, Atatürk, İstanbul’a geleli daha bir gün olmuştur ve daha İstanbul’daki siyasi havayı yeterince koklamamış, gerekli görüşmeleri yapmamıştır. Durup dururken bir İngiliz gazeteciye “Beni Anadolu’ya valiniz olarak atayın!” demesi çok anlamsızdır.
2. Price’nin Çelişkileri: İddia güvenilmezdir: çünkü Ward Price, 1918 yılında Daily Mail gazetesine ve 1939’da Cumhuriyet gazetesineverdiği demeçlerde “Mustafa Kemal’in İngiliz valisi olmak istediğinden” söz etmezken, 1957 yılında yayınlanan “Çok Özel Gazeteci” adlı kitabında “Mustafa Kemal’in İngiliz valisi olmak istediğini” iddia etmiştir. Eğer iddiası doğruysa neden 1918'de ve 1939'da bu iddiayı dile getirmemiştir?
3. Refet Paşa İddiası: Price, Atatürk’le yaptığı görüşme sırasında Refet Paşa’nın da orada olduğunu ileri sürmüştür, ancak 14 Kasım’da henüz Atatürk, Refet Paşa ile görüşmemiştir. Price başka birini Refet Paşa ile karıştırmış da olabilir tabi!
4. Bir Hafta Kadar Önce Atatürk İngilizlere Direnmekten Söz Ediyordu: Atatürk, Price ile İstanbul’da görüşmesinden çok değil daha bir hafta kadar önce (3-8 Kasım 1918’de) Adana’dan Sadrazam ve Harbiye Bakanı Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği telgraflarda açıkça "İngiliz karşıtlığını" ortaya koymuş, emrindeki orduya “İngilizlere ateşle karşılık vermeyi emrettiğini” belirtmiştir:
İşte Price’nin iddiasını yerle bir eden, Atatürk’ün İngilizlere karşı direnişe kararlı olduğunu gösteren o telgraflarından bazı bölümler:
“…İngilizlerin her dediğine boyun eğilecek olursa onların ihtiraslarının önüne geçmeye imkân kalmayacaktır.”
“…İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmaya girişecek İngilizlere ateşle engel olunmasını 7. Ordu’ya emrettim.”
“…İngilizlerin elde edeceği sonucu onlara kendi yardımımızla bahşetmek, tarihte Osmanlılık için ve özellikle bugünkü hükümetimiz için kara bir sayfadır.”
“… İngilizlerin iğfalkar hareketlerini, İngilizlerden ziyade haklı görenlerle işbirliği yapmaya yaradılışım müsait değildir.”
Bir hafta önce “İngilizlere ateşle karşılık vermekten” söz eden Atatürk’ün bir hafta sonra “İngiliz valisi olmaktan söz etmesi” ne kadar inandırıcıdır? Price, eğer o günlerde Atatürk’ün daha birkaç gün önce Adana’dan Harbiye Bakanlığı’na gönderdiği “İngiliz karşıtı” bu telgrafları bilseydi, bu gülünç dedikoduyu şüphesiz ki kitabına koymazdı, koyamazdı.
5. İlk Silahlı Direniş İskenderun Saldırısını Atatürk Gerçekleştirmiştir: Mondros gereği İskenderun Körfezi ve çevresindeki mayınlar 1918 Kasım ayı başından itibaren İngiliz-Fransız mayın tarama gemilerince temizlenmeye başlanmıştır. Ancak İtilaf devletlerinin asıl niyetinin bölgeyi işgal etmek olduğu birkaç gün içinde ortaya çıkmıştır. İtilaf devletlerinin çok stratejik bir konumdaki İskenderun’u işgal etmek istedikleri anlaşılmıştır. İtilaf devletleri 4 Kasım 1918’den itibaren İskenderun’u işgal etmekten söz etmeye başlamışlardır. Ancak Atatürk, emrindeki 7. Ordu, 3. Kolordu ve 41. Tümen Komutanlığı’na 5. Kasım 1918’de çektiği telgrafta İskenderun Körfezi’nden çıkarma yapmaya kalkışacak İngiliz kuvvetlerine ateşle karşılık verilmesini istemiştir. Atatürk’ün bu emri üzerine 41. Tümen topçu birlikleriİskenderun Körfezi’ne bakan sırtlarda, körfeze girecek düşman donanma ve çıkarma araçlarına ateş edecek biçimde mevzilenmişlerdir. Ayrıca 3. Kolordu topçusuyla da güçlendirilmişlerdir. Atatürk, 6 Kasım 1918’de Başkomutanlık Erkan-ı Haribiye Başkanlığı’na çektiği telgrafta çıkarma teşebbüsü karşısında, ateşle karşılık vereceğini hem İngiliz kumandanlığına hem de Sadrazam ve Başkumandan Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa’ya bildirmiştir. Atatürk’ün bu kararlı tutumu karşısında İngilizler Osmanlı hükümetini sıkıştırmaya başlamışlardır. Bazı kaynaklara göre, örneğin 7. Ordu Harekat Şubesi’nde görev yapan subaylara göre İngiliz ve Fransız donanma ve çıkarma birlikleri körfeze girdiklerinde 41. Tümen uyarı ateşi yapmıştır. Bazı kaynaklara göre, örneğin, bir gün sonra, 7 Kasım 1918’de Atatürk tarafından Ahmet İzzet Paşa’ya cevabi telgrafta İngilizler bir çıkarmaya yeltenmediklerinden ateş edilmesine gerek kalmamıştır.Ancak belgeler dikkatle incelendiğinde 6 Kasım 1918’de İskenderun Körfezi’ne girmeye çalışan İngiliz-Fransız çıkarma birliklerine Türk topçusu tarafından ateşle karşılık verildiği anlaşılmaktadır. Süleyman Hatipoğlu’nun, “Filistin Cephesinden Adana’ya Mustafa Kemal Paşa” adlı kitabında da belirttiği gibi, “7. Ordu Karargahı’nın hareket şubesinde o zaman genç bir subay (yüzbaşı) olarak görev yapmış olan Muzaffer Ergüder’in Samet Kuşçu’ya anlattıklarına ve not ettirdiklerine göre uyarı niteliğindeki topçu ateşi yapılmıştır. 6 Kasım 1918 günü İskenderun Körfezi’ndeki bu ateş ve direniş sonucunda düşman donanması körfezden uzaklaştırılmıştır. Mustafa Kemal Paşa, kişisel dostlukları bulunan, saygı ve sevgi duyduğu Ahmet İzzet Paşa’yı daha fazla kırmamak, gücendirmemek için ve amaca da vardığı için cevabi telgrafında ‘Ateş edilmesine hacet kalmamış ve buna göre birlik komutanlarına yeniden emir verilmiştir’ diye bildirerek konuyu kapatmak istemişti.” Enver Behnan Şapolyo, bu olayı “ilk kurşun sesi” olarak adlandırmıştır. Samet Kuşçu’nun anlattıklarına bakılacak olursa Kurtuluş Savaşı’nın ilk silahlı direnişi Atatürk’ün emri üzerine gerçekleştirilen 6 Kasım 1918’deki İskenderun Körfezi saldırısıdır. “Kurtuluş Savaşımızın eşsiz mimarı, eşsiz komutan Mustafa Kemal Paşa’nın emri ile gerçekleşen bu kutsal direniş ilk olandır. O tarihte zaten anayurdun hiçbir köşesine henüz düşman ayağı değmemiş ve işgal başlamamıştır. Milli direniş ve karşı koyma düşünce ve kararı, hiçbir bölgede meydana gelmiş değildir. Milli direnme ve karşı koyma, herkesten ve her yerden önce Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında, yüreğinde ve ruhunda kıvılcım alıp alevlenmiştir.” Daha sonra da 19 Aralık 1918’de Dörtyol Karakese köyünde İtilaf devletlerine karşı ilk silahlı halk direniş gerçekleşmiştir.
14 Kasım 1918’de İstanbul’da “Atatürk’ün İngiliz valisi olmak istediğini” ileri sürenlerin, Atatürk’ün Yıldırım Orduları Komutanı olarak 1-10 Kasım arasında Adana, Kilis ve İskenderun hattında yaptığı İLK DİRENİŞ HAZIRLIKLARINDAN (Adana Mülakatı, Adana’da Şakir Paşa’daki Kırmızı Konakta yaptığı direniş toplantıları ve Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği direniş telgrafları vs) haberi yoktur belli ki! Kısaca demem o ki, 14 Kasım’da “Atatürk bana İngiliz valisi olmak istediğini söyledi” diyen Price, Atatürk’ün çok değil sadece 8 gün önce İskenderun’daki İngiliz donanmasına saldırı emri verdiğinden habersizdir! (Ayrıntılar için bkz. Sinan Meydan, Parola Nuh-Atatürk’ün Gizli Kurtuluş Planları, Sinan Meydan, Akl-ı Kemal-Atatürk’ün Akıllı Projeleri, 1. Cilt).
6. Atatürk 21 Mayıs’ta İngilizlerin Teklifini Reddetmişti: Price’nin bu iddiasını çürüten en somut olaylardan biri Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığında yaşanmıştır. 21 Mayıs’ta Atatürk, Samsun’da güvenlik durumunu görüşmek üzere İngiliz Güvenlik Yüzbaşısı L. H. Hurst ve iki meslektaşıyla buluşmuştur. İngiliz subaylar Atatürk’e açıkça, Osmanlı hükümetinin ülkeyi yönetemediğini bu nedenle en azından birkaç yıl için yabancıların korumasına ve müdahalesine ihtiyaç olduğunu söylemişlerdi ve Türkiye’nin İngiliz mandası altına girmesini teklif etmişlerdir. Atatürk, “sorunların çözüleceğini” söyleyerek bu teklifi kesin bir tavırla reddetmiştir. Soruyorum; Atatürk gerçekten İngiliz valisi olmak isteseydi, İngilizlerin Samsun’da kendisine yaptıkları bu teklifi geri çevirir miydi?
7. Tarihçilerin Görüşleri: Yerli ve yabancı tarihçiler Price’nin bu iddiasının gerçeği yansıtmadığı düşüncesindedirler. Prof. Sina Akşin,“Bu olayı ciddiye almak çok zordur. Vatana ciddi hizmetlerde bulunmaya hazırlandığı ve en az Harbiye Nezaret’i ne göz diktiği bir sırada Mustafa Kemal’in böyle süfli bir teklifi, araya otel müdürünü ve bir gazeteciyi koyarak yapması, inanılacak şeylerden değildir. Böyle bir görüşmenin yapıldığı kesinlikle kanıtlansa bile, önerinin ciddi olarak yapılmadığına hükmetmek gerekir” derken, Doğan Avcıoğlu ve Sadi Borak da Atatürk’ün İngiliz karşıtlığına dikkat çekerek, bu iddianın inandırıcı olmadığını belirtmişlerdir.Yabancı tarihçilerden Prof. Andrew Mango, Price’nın iddiasını, “Yorum farkları ve unutkanlık olabileceği noktası göz ardı edilmemelidir”diyerek sorgularken, Lord Kinross, bu görüşmenin nedenini, Atatürk’ün dolaylı yoldan İngilizlerin ağzını arama isteğine bağlamıştır. Grace Ellison’ın 1928’de yayınlanan “Turkey Tuday” adlı eserinde, Sir Alexander T. Waugh’ın 1930 yılında yayınlanan “Turkey Yesterday, Today and Tomorrow” adlı kitabında ve Prof. Bernard Lewis’in 1961’de yayınlanan “The Emergence of Modern Turkey” adlı çalışmasında gazeteci Ward Price’nın iddiasına yer vermemeleri, bu iddiayı ciddiye almadıklarını göstermektedir. Ciddi tarihçiler, gazeteci Ward Price’nın “iddiasını” doğrulamazken ve dikkate almazken ülkemizdeki “Vahdettinperest İkinci Cumhuriyetçi liboşlar” ve “Atatürk paranoyasına yakalanmış yobazlar”, Price’nın iddiasına dört elle sarılmışlardır. Bu iddiayı son olarak gazeteci yazar Taha Akyol, “Ama Hangi Atatürk” adlı kitabında ve Mustafa Armağan, “Kim Hain Kim Kahraman” adlı bir yazısında gündeme getirerek, sözüm ona, “Mustafa Kemal’in de İngilizci olduğunu” kanıtlamaya çalışmışlardır! Şimdi bu çevrelere, onları hayal kırıklığına uğratacak bir gerçeği hatırlatalım:
8. İngiliz gazeteci Price’nin Sadram Tevfik Paşa ve Ali Rıza Bey ile görüşmesi: İngiliz gazeteci Ward Price, İstanbul’da sadece Atatürk’le görüşmemiş, aynı zamanda Osmanlı hükümeti temsilcileriyle ve dahası –sıkı durun– Padişah Vahdettin’le de görüşmüştür. Price, 11 Kasım 1918’de Sadrazam Tevfik Paşa ile görüşmüş, Tevfik Paşa, Price’e, “Amacımız İngiltere ile eski dostluğu canlandırmaktır” demiştir. Price, 17 Kasım 1918’de de Ayan Meclisi Başkanı Ali Rıza Bey’le görüşmüş, Ali Rıza Bey de kendisine, “İngiltere ile samimi bir ittifakı arzu ederiz” demiştir.
9. İngiliz gazeteci Price’nin Padişah Vahdettin’le görüşmesi: Price, 24 Kasım 1918’de Padişah Vahdettin’le görüşmüş, Vahdettin, İngiliz gazeteciye, “İngiliz milletine kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Ermenilerin öldürülmeleri…. Kalbimi yaralamıştır. Adalet çok geçmeden yerini bulacaktır… Şimdi bu sebepten memleketim ile Büyük Britanya arasında öteden beri mevcut dostane münasebetleri yenileyip kuvvetlendirmek için elimden geleni yapacağım… Diyebilirim ki Türk milleti İngiltere’ye karşı aynı duygularla, hem de umumiyetle çok daha kuvvetle duygulanmaktadır.” demiştir. Vahdettin’in Ward Price’e yaptığı bu açıklamalar, 6 Aralık 1918’de Daily Mail gazetesinde yayımlanmıştır. Atatürk’le yaptığı görüşmeden tam 40 yıl sonra yazdığı anılarında “Mustafa Kemal İngiliz valisi olmak istemişti!” diyen Ward Price’ı çok seven “Vahdettinperestler”, aynı Price’ın Vahdettin’in “İngiliz severliğini” olanca açıklığıyla ortaya koyduğunu biliyorlar mıdır acaba? Yoksa biliyorlar da saklıyorlar mıdır, nedir?...
Diyelim ki İddia Doğu!
Price’ın, “Mustafa Kemal İngiliz valisi olmak istiyordu!” iddiasını “doğru” kabul edecek olursak da şöyle yorumlayabiliriz: İşgal İstanbul’unda direniş planları yapan Atatürk, bütün vatanseverlerin İngilizler tarafından tutuklanıp Malta’ya sürgün edildiği bir ortamda her şeyden önce İngilizlerin hedefi olmaktan kurtulmak zorundaydı. Bir strateji ve taktik dehası olan Atatürk, İngiliz baskısından kurtulmak için, “strateji gereği” o süreçte İngilizlere karşı değilmiş gibi görünmek amacıyla Price’e böyle bir öneri sunmuş olabilir. Nitekim o günlerde çıkarmaya başladığı Minber adlı gazetede İngilizleri kızdıracak yayınlardan kaçınmıştır, hatta "İngilizleri uyutucu" bir yayın çizgisi izlemiştir. Nitekim Atatürk Kurtuluş Savaşı’nın başlarında da strateji gereği işbirlikçi padişah Vahdettin’i kuşkulandırmamak için bir süre “Vahdettin’e yakınmış izlenmi” vermiştir. Yine buna benzer şekilde içerdeki dışarıdaki Müslüman unsurların Kurtuluş Savaşı’nı desteklemesini sağlamak için bir süre "HİLAFETİ kurtarmak" için bu mücadeleyi verdiklerini söylemiştir. Başka ve çok daha güçlü bir olasılık da şudur: İlerleyen günlerde ulusal direnişi örgütlemek için bir şekilde İstanbul’dan Anadolu’ya geçmeye çalışan Atatürk, “İngiliz valisi” olarak kolayca Anadolu’ya geçmeyi düşünmüş olabilir. İstanbul’dan Anadolu’ya geçmek için “İngiliz vizesine” ihtiyaç duyulan bir ortamda zeki ve taktikçi Atatürk’ün böyle bir plan yapmış olması muhtemeldir. Sadi Borak’ın dediği gibi, “Bir görevle Anadolu’ya geçerek orada ulusal direnişi körüklemek kararında ve azminde olan taktisyen Mustafa Kemal’in bu yola da başvurmasını doğal karşılamak gerekir.” Prof. Andrew Mango da aynı kanıdadır: “…Mustafa Kemal… Belki de İngilizlerin desteğiyle askeri bir yönetici olarak Anadolu’ya dönüp Ermenilere ve Yunanlılara toprak verilmesini önlemek için çalışmayı düşünmüştür. Türklerin çoğu için de en acil tehlike buydu.”
Diyelim ki Price Doğru Söylüyor Ne Değişir: İngiliz İşbirlikçisi Vahdettin ve Damat Ferit Aklanır mı?
Diyelim ki gerçekten de Atatürk, 14 Kasım 1918’de Pera Palas’ta İngiliz gazeteci Price, “Anadolu’da İngiliz valisi olmak istediğini”söyledi? Ne değişir? Çünkü sonraki zaman diliminde Atatürk İngiliz valisi falan değil İngilizlerin kabusu olmuştur. Doğan Avcıoğlu’nun dediği gibi, “Kurtuluş Savaşı aslında bir Türk İngiliz Savaşıdır” Atatürk, W. Price'ye "İngiliz valisi olmak istediğini" söylemiş olsa ne değişir? Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı’nda İngiliz destekli Yunan ordusunu yendiği gerçeği mi değişir? Yoksa İngiliz işbirlikçisi Damat Ferit ve Padişah Vahdettin’in İngilizlerle birlikte Kurtuluş Savaşı’nı bitirmek, Atatürk’ü ve milliyetçileri yok etmek istedikleri, bunun için fetvalar yayınlatıp, bu fetvaları İngiliz uçaklarıyla Anadolu semalarına attırdıkları, Hilafet Ordusu adında bir ihanet ordusu kurup bu orduyu İngiliz silahlarıyla teçhizatlandırıp Atatürk’ün ve milliyetçilerin üzerine gönderdikleri, Mustafa Sagir adlı İngiliz casusunun Atatürk’ü öldürmek için Ankara’ya kadar gittiği gerçeği mi, İngiliz casusu Noel’in Kürtleri Atatürk’e karşı kışkırtmak için yaptığı çalışmalar mı, yoksa İngiliz gizli servisi MI6’nın Atatürk’ü yok etmek için yaptığı çalışmalar mı, işgalci İngilizlerin Anadolu’daki direnişçilere KEMALİST deyip, bu vatansever KEMALİSTLERİ halkın gözleri önünde kurşuna dizdiği gerçeği mi, yoksa İngilizler İstanbul’u işgal edince İstanbul’daki milletvekillerini ve vatanseverleri Malta’ya sürgün edince Atatürk’ün de Anadolu’daki işgalci İngiliz subaylarını esir aldığı gerçeği mi değişir? Ne değişir?
İngilizlerin kartpostal haline getirdikleri bu kartın arkasında, İngilizce, "İzmit'te bir Kemalist Türk'ün idamı" yazıldır.
Atatürk’ün, Yarbay Özdemir Bey’e Musul’u Misak-ı Milliye kazandırması için verdiği emirler, Özdemir Bey’in milisleriyle 31 Ağustos’ta Irak civarında İngiliz ordusuna karşı kazandığı DERBENT ZAFERİ gerçeği mi değişir? Ne değişir? Kurtuluş Savaşı sırasında İngilizlerle işbirliği içinde her türlü ihaneti yapan Padişah Vahdettin’in savaş sonunda Atatürk zafer kazanınca İngilizlerle yaptığı HİLAFET ANLAŞMASI gereği(Vahdettin Halifeliği İngilizlere satmıştır. Bunun karşılığında İngiliz korumasında İngiliz etkisinde bir HALİFE olmayı kabul ederek İngilizlere sığınmıştır. Kaçarken hazineyi soymamansın nedeni de budur. Nasıl olsa İngilizlerin kendisine krallar gibi bakacaklarını düşünmüştür. Ama bu oyunu Atatürk bozmuştur. Atatürk, Vahdettin'in "Hilafet hırkasını" alıp Abdülmecit Efendi’ye giydirince çırılçıplak kalan Vahdettin’i İngilizler yarı yolda bırakmış, o da yurt dışında sefalet içinde ölmüştür: İhanetin sonu işte!) yurt dışına kaçtığı gerçeği mi değişir? İngilizlerin Şeyh Sait İsyanı’ndaki kışkırtıcılıkları gerçeği mi değişir? Ne değişir ey GÖREVLİ TARİHÇİ ne?
Aslında bu tür "saçma-salak" iddiaların, bir kere daha Atatürk'ün büyüklüğünü gözler önüne sermemize fırsat verdiği için yararlı olduğu bile söylenebilir! Düşünsenize, bugün Atatürk karşıtlarının sahte kahramanları Vahdettin'le ilgili bizim arşivlerimizde ve İngiliz arşivlerinde yüzbinlerce İHANET BELGESİ varken, Vahdettin, Kurtuluş Savaşı boyunca İngilizlere ciltler dolduracak söz ve vaatte bulunmuş, hatta ülkesini 15 yıllığına İngiltere'ye kayıtsız koşulsuz teslim edip Kurtuluş Savaşı'nın ardından İngilizlere sığınıp yurt dışına kaçmışken, Atatürk, bir İngiliz gazeteciye "şunu demiş, bunu demiş" diye bin dereden su getirerek Atatürk'ü suçlamaya çalışmak zorunda kalıyor yalancı tarihçiler. Ne diyebilirim. Büyüksün Atam!
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"
**
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."