31 Ocak 2015 Cumartesi

MİLLİ BİRLİK HAREKETİ GENEL BAŞKANI ORHAN ÖZKARACA İLE SÖYLEŞİ

“Milli Birlik Hareketi” 
Nedir ve Ne Değildir?
Genel Başkanı Orhan ÖZKARACA ile Söyleşi! (*)
SORU 1: Milli Birlik Hareketi ne zaman ve nasıl başladı?
Milli Birlik Hareketi ve
Genel Başkan Orhan ÖZKARACA
Orhan ÖZKARACA: Milli Birlik Hareketi 2005 yılında bir gurup yaklaşık 12000 kişilik bir gurubun ülkemiz sorunları üzerine internet üzerinden tartışmaları ile başlayan bir fikir hareketedir, ülkemiz sorunlarına duyarlı vatandaşlarımızın katılımına açık yürütülen ve yüzlerce internet sitesinde de tartışmaları toplumsallaştıran tartışma gurubu 2007 yılında tartışma gurubunun ortak görüşü olan Milli Birlik Hareketi Bildirgesini yayınladı ve bildirge imzaya açıldı ve 24 000 vatandaşımız tarafından imzalandı.
Bu bildirge günümüz dünyası ve Türkiye'nin dünyada ki yeri ve yapılması gerekenleri özetleyen tarihi bir belgedir.
Bu bildirge de önümüzdeki dönemde ülkemiz de milli güçlerle gayrı milli güçler arasında saflaşmanın hayatın her alanında yaşanacağını ve gayrı milli dış güçlere ve onların ülkemizde ki işbirlikçilerine karşı milli bir birliğin oluşturulması gerektiği net olarak belirtilmiştir.
Milli Güçleri Birleşmeye Çağırıyoruz.
Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” diyenler birleşiniz.
Vatanın yeraltı ve üstü zenginlikleri Türk milletinin elinden alınmıştır, ülke babalar gibi satılmıştır. Ülkeyi babalar gibi satanlara karşı babalar gibi savunacak tüm milli güçler gün milli birlik günüdür.
Gün emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı milli iktidara yürüyen siyasal birliğimizi kurma günüdür.
Sağ, sol etnik ve dini temelde asla bölünmeden, bizi mahvetmek isteyen şer odaklarına karşı gün Yüce Türk Milletinin birlik ve ayağa kalkma günüdür.
Bir olacağız, iri ve diri olacağız, oluşturacağımız siyasi birlik ile ilk seçimlerde tek başına milli iktidarı kurmak için, tüm milli güçleri tek bir çatı altında toplanmaya ve partisini kurmaya davet ediyoruz.
Yeniden kuvayı milliye'yi kurmaya çağırıyoruz!
Bu güne kadar bir gurup parti kurarak gelin birleşelim çağrısında bulundu, küçük siyasi hesapların partileri oldular, bu çağrı Türk milletine partisini kurma çağrısıdır.
Tüm il, ilçe, beldeler de ve köyler de hayatın her alanında ve yurt dışında yaşayan milyonları bulan her Türk vatandaşına sesleniyoruz, kurulacak bu parti de kurucu üye olunuz.
Kurucu üye olan dava arkadaşlarımızın görevi; bulundukları il ve birim de MİLLİ BİRLİK KURULTAYLARI örgütlemek ve o il ve birimde il, ilçe ve belde yönetimlerini seçimle oluşturmaktır, hedef milyonlar olduğuna inandığımız milli güçleri tek bir çatı partisi altında toplamaktır.
Milli çatı partisini aşağıdan yukarıya inşa etmek için gün hep birlikte yola çıkma günüdür.
19 Mayıs 1919 yolumuzu aydınlatıyor, yüce önder Atatüak'de bir parti kurmamış ve o gün bulunan tüm milli güçleri Amasya tamimi ile MİLLİ BİRLİĞE çağırmıştı, biz de bu gün Milli Birlik Hareketi MBH olarak, Söz konusu vatansa gerisi tefferuattır diyerek, tüm vatanseverleri TEK BİR ÇATI PARTİSİ DE birleşmeye ve MİLLİ İKTİDARI KURMAYA ÇAĞIRIYORUZ.
Tarihi boyunca hür yaşamış ve asla esareti kabul etmemiş yüce Türk Milleti’nin evlatları olarak sizi yeni bir tarih yazmaya çağırıyoruz.
Yola çıkmanın zamanıdır.

Türk milletinin, MİLLİ ÇATI PARTİSİNDE sizi kurucu olmaya, göreve çağırıyoruz.
Hedef milyonlarca vatanseverin tek bir çatıda birleşmesidir ve ilk seçimlerde tek başına milli iktidardır.
SORU 2: Milli Birlik Hareketi şimdiye kadar neler yaptı?
Milli Birlik Hareketi ve
Genel Başkan Orhan ÖZKARACA
Orhan ÖZKARACA: Milli Birlik Hareketi bildirgesi yayınlandıktan sonra bu bildirgedeki görüşler başta siyasi partilerimiz olmak üzere, sivil toplum kuruluşlarına, sendikalarımıza ve tüm vatandaşlarımıza anlatmak üzere faaliyet yürütüldü, nerdeyse tüm siyasi partilerin yönetimleri ile önceden randevu alarak konu masaya yatırıldı ne yazık ki bu girişim başarılı olmadı ve Milli Birlik Hareketi siyasi hareket olarak çıkmak ve üzerine düşen görevi yerine getirmek üzere bu gün partileşme yolunda ilerlemektedir, hedefimiz tüm milli güçleri tek bir çatı altında toplayan bir milli çatı partisi kurmaktır.
Milli Çatı Partisi inşa hareketine dönüşen hareketimiz bu gün itibariyle olanaklarımızın el verdiği ölçüde gazete, dergi, radyo vb tüm iletişim araçlarını kullanarak milli bir iktidar kurma yürüyüşünü başlattı, bu amaçla ülkenin dörde bir il ilçe ve beldesi gezilmiş, binin üzerinde görüşme gerçekleştirilmiştir. Ankara, İstanbul ve İzmir Milli Birlik kurultayları toplanmış ve gelecek dönemde bu kurultaylara devam edilecektir.
Bu çalışmalarımız hiç bir milli gücün dışarıda kalmadığı ve ilk seçimlerde iktidara yürüyecek Milli Çatı Partisini inşa etmektir.
MBH kendini sağ-sol vb kavramlarla açıklamaz. Milli Birlik Hareketi Türk Milleti'nin milli ve merkez hareketidir. MBH bu günkü yapısıyla da geçmiş de bölünme üzerine kurulmuş politik geleneklerde ki arkadaşları birleştirerek yoluna devam etmektedir.
MBH'nin kapısı milli olan tüm güçlere açıktır.
SORU 3: Bugün Milli Birlik hareketi nasıl bir çalışma düzeni içinde?
29 Ekim de partinin yüz kişilik kurucular kurulu açıklanacak ve 21 Mart 2013 tarihine kadar yürüteceğimiz 'Milli İktidar Yürüyüşüne Katıl' kampanyamızla MBH parti inşası kampanyamız MBH'nin partileşmesi ile devam edecektir, hedefimiz 21 Mart 2013’de binin üzerinde il, ilçe ve belde teşkilatlarımızı resmen kurarak ilk seçimlerde Türk Milletinin önüne milli iktidar seçeneğini sunmaktır. MBH 21 Mart 2013 tarihin de resmi kuruluşuyla birlikte belediye başkan ve belediye meclisi adaylarımızı, il genel meclisi ve milletvekili adaylarımızı yaklaşık 23 000 civarında adayımızı açıklayarak seçim kampanyasına başlıya çaktır. 21 Mart 2013 kuruluş tarihinde birinci olağan kurultayını yapacak olan MBH seçim kanun seçime girme şartlarını kuruluşunda bitirmiş olacaktır.
Partimizin inşa süreci milli hareketin ve milli gençlik ve milli kadın hareketi, sendikal alanda ve yurt dışında bulunan taraftarlarımızla yürütülen lobi faaliyetlerine ağırlık verecektir. Hareketimiz yalnızca ülkede değil Türk Dünyasında da bu dönemde faaliyetlerini artıracaktır, partimizin inşa süreci tek bir milli gücün dışarıda kalmadığı bir milli çatı partisiyle örgütlü, koordineli yapısal gücünü artıracaktır, partimizin kuruluşuyla artık hiç bir şey eskisi olmayacaktır.
Mandacı zihniyetlerin karşısında yekpare bir bütün olarak birleşen, birleştiren olacağız.
Buradan bir defa daha milli güçler birleşin çağrısını yapıyoruz.
SORU 4: Türkiye'nin bugünkü durumunu nasıl görüyorsunuz?
Orhan ÖZKARACA: Türkiye küreselleşme çağında küresel emperyal güçlerin çirit attığı milli ne varsa tasfiye edildiği bir dönemden geçmektedir.
Uyum yasaları adı verilen yasalarla ülkemiz küresel sömürgeci güçlerin istekleri doğrultusunda şekillendirilmiştir ve bu süreç devam etmektedir.
Milli Birlik Hareketi ve
Genel Başkan Orhan ÖZKARACA
Orhan ÖZKARACA: Hareketimiz Eylül 2012 den başlamak üzere 29 Ekim 2012'ye kadar sürecek 'İhanet Ananasına Hayır' hayır kampanyasıyla birlikte 'Türk Milleti Partisi Kuruyor' kampanyasını iç içe yürütme kararı almıştır.
Sigortacılık sektörün de %100, bankacılık sektörün de %74, parakendicilik sektörün de %67, Madencilik sektörün de % 76 ve diğer sektörlerde % 50 den fazla yabancı sömürgeci güçler ülkeye hâkim duruma gelmiştir. Türk milleti milli ekonomiden tasfiye edilmiştir. Yabancı sermaye girişi -işgali - ile Türkiye sayısal olarak büyümüş, Türk Milleti küçülmüştür.
Ekonomik alanda ki işgal psikolojik savaşın tüm yöntemleri kullanılarak basın, yayın, kültürel ve siyasi, STK'lar ve sendikal alanda da yürütülmüştür. Siyasi olarak milli görünen birçok yapı küresel güçlerin doğrudan veya dolaylı dizayn edilmesi gibi vahim bir tablo arz etmektedir.
Bu vahim tablo karşısında milli güçler tepki vermektedir, milli tepki veren güçlerde ki dağınıklık bu gün en büyük sorundur. İlk iş olarak yapılması geren milli güçleri Türk Bayrağı altında birleştirmektir, bunun adresi Milli Birlik Hareketi'dir.
Bu gün söz konusu vatan gerisi Milli Birlik Hareketidir.
Dünya da küresel sömürgeci güçlerin işgaline uğrayan ülkelerde ki bilinmektedir, Tüm dünya da milli politikalar izleyen ülkeler ise milli başarılara imza atmaktadırlar, tam da atalarımızın dediği gibi başkasının ipiyle kuyuya inenlerin o kuyudan çıktıklarını tarih hiç bir zaman göstermemiştir. Çözüm millidir, çıkış da milli olacaktır.
Irak, Libya, Suriye'de olanlar, dün Vietnam, Cezayir vb ülkeler de küresel çetenin ne kadar saldırgan ve sömürgeci olduğunu bir defa daha göstermiştir, Uluslararası hukuk ayaklar altına alınmış, Libanizasyon, Balkanizasyon olarak adlandırılan böl parçala yut politikalarından ne yazık ki ülkemizde nasibini almıştır. İhanetin çözümü ver kurtul, sat kurtul olmuştur. İktidarımız da her şey millileştirilecektir. İzleyeceğimiz karma ekonomik politikayla milli kamu ve milli özel sektör güçlendirilecektir. Devlet millet elele yürütülecek bir kalkınma seferberliği ilan edilecektir.
Türk milletinin milli çıkarlarına karşı olan tüm yapılanmalar millileştirilecektir. Çözüm vardır, bu çözüm Bürüksel, Vaşinton'da değildir, çözümün adresi Ankara merkezli milli politikalardır.
Yetmişten fazla ülkenin siyasi partilerinin programlarını incelemeye alan ve milli başarılara imza atmış ülkeleri inceleyerek hazırlığı devam eden programımız bölümler halin de tartışmaya açılmıştır, son şekli 29 Ekim de açıklanacaktır.
Türkiye'nin çıkışı milli devleti savunmaktan ve milli çıkarlarımız doğrultusunda olduğu kuşku götürmez olan Avrasya Birliğidir. Avrupa Birliği vb birlikler nasıl oluşmuşsa Avrasya Birliği de oluşacaktır. İşbirlikçi yapıların AB karşısında teslimiyetçi dış politikasına son vereceğiz. Türk dünyasının yaşadığı Avrasya da oluşacak birlik ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri tüm sorunların çözümüdür. Bölünerek değil birleşerek sorunların üstesinden geleceğiz.
Bu coğrafya da Türk Milleti'nin kabul etmediği hiç bir şey tarihi süreçte varlığını sürdüremez, bu geçici vahim duruma çözüm vardır milli güçler birleşiniz ve milli iktidar yürüyüşünde yer alınız. Türk ve İslam dünyasında karşı tarafın yürüttüğü tüm politikaların sonu hüsran olacaktır, savaşın değil barışın garantisi Güçlü Türkiye'dir, bölgesel barış aynı Avrupa Birliği gibi Avrasya Birliği’nin oluşturulmasından geçmektedir, bölgede düşük yoğunluklu savaş başlamıştır.
Savaşa Karşı Barış Cephesi Oluşturulmalıdır.
İsrail’in güvenlik, batılı ülkelerin enerji, petrol savaşın da Türkiye'nin figüran olmaktan çok tetikçi rolünü üstlenmesi asla kabul edilemez, mandacı zihniyetin bu maceracı politikası ülkemizin geleceğini uçuruma sürükler durumdadır.
Ülke de ve bölgemizde tüm çözümler barıştan geçmektedir. Savaş milyonlarca insanın ölmesi, sakat kalması demektir, küresel anakent ülkelerin coğrafyasından uzaklarda geçecek bu savaş da, paralı mersener askerlerin kullanılmaktadır, bölge insanlarının bir birini kırdığını uzaktan el oluşturarak izleyen bu güçlerin politikalarına alet olanlar ülkemize ve bölgemiz insanlığına ihanetin tam merkezindedirler.
Ordumuzun bu savaşta yer alması söz konusu olamaz, savaş ve savaş sonrası ülkenin bir felaketler bataklığına dönüşeceği açık ve nettir, en kısa zamanda bu mandacı iktidar ve destekçileri ilk seçimlerde iktidardan demokratik yollardan uzaklaştırılması Türk Milleti'nin önünde görev olarak durmaktadır.
Bu iktidar, bu düzen değişmelidir, gün Türk Milleti'nin ses verme günüdür. Milli güçler birleşiniz.
SORU 5: Milli Birlik Hareketi partileşecek mi?
Orhan ÖZKARACA: Yerel seçimlerin geri bir tarihe alındığı bu günler de bir stratejik öne alma kararı olmasa MBH 21 Mart 2013 tarihinde resmi partileşme başvurusunu yapacaktır. Aynı gün birinci kurultayını gerçekleştirecek olan MBH 21 Mart da adaylarını da açıklayacaktır.
SORU 6: Mevcut partileri nasıl buluyorsunuz, Milli Birlik Hareketi'nin bu Partilerden farkı nedir?
Orhan ÖZKARACA: Yoktur birbirimizden farkımız amma biz... Diyen mevcut siyasi partilerin ülkeyi bu günlere getirmekte ki sorumlulukları açıktır.
Milli Birlik Hareketi
Orhan ÖZKARACA
Hepsi Avrupa Birlikçi, NATO'cu, Özelleştirme adı altın da sat kurtulcu, dış politika da ver kurtulcu anlayışları ülkemiz için büyük talihsizliktir, iktidarın ve muhalefetin teslimiyetçi politikaları kabul edilemez.
Ülkemizde ki politik yelpaze körler sağırlar bir birini ağırlar deyiminin garip bir fotoğrafı durumundadır.
Mevcut iktidar ve muhalefet partileri arasında ne fark vardır, önemli farkı koymak mümkün görünmüyor.

Ana muhalefet partisi başkanlığına seçilen Kılıçdaroğlu'nun seçilir seçilmez ABD yolcusu olması, burada yaptığı açıklamalarla âdete iktidarla aynı siyasi mesajları vermesi ortada bir ana muhalefet partisinin bulunmadığını göstermiştir. Malatya Kürecik de kurulan İsrail'e kalkan füze üstünü destekleyen ve Kemal Kılıçdaroğlu ABD ziyareti öncesi Turkish Policy Quarterly Dergisine Yeni CHP'yi anlattığı röportajında, Amerika'ya çok sıcak mesajlar verdi.
'Kılıçdaroğlu, Türkiye'deki ABD karşıtlığını AKP'nin kışkırttığını iddia ettiği röportajında, Türkiye'ye yönelik tehdidin komşu ülkelerden beklenmesi gerektiğini de söyledi. Kılıçdaroğlu, yeni CHP'nin Amerika'yla çok daha sağlam ilişkiler kuracağını sözlerine ekledi.
'Yeni CHP' konusundaki bir soruya, CHP'de yaşanan sürecin basit bir yönetim değişikliği olmadığı söyleyen Kılıçdaroğlu, şu ifadeleri kullandı:
"CHP'de yeni olan sadece partinin başına yeni bir liderin geçmesi değildir. CHP için değişim, Türkiye'nin siyasal, sosyal ve ekonomik gereksinimlerine cevap verecek şekilde daha derin bir dönüşümü ifade etmektedir. Bugün CHP, adına yakışır şekilde, halk için halkla yeniden bütünleşmektedir. Partiye bu süreçte yön veren etkenler sosyal demokrat bir vizyon ve adil ve müreffeh bir topluma ulaşma idealidir. Yeni CHP yönelimi hem süreklilik hem de değişimle tanımlanacaktır."
CHP'nin AB ile ilgili görüşleri üzerine sorulan soruya Kılıçdaroğlu, "CHP Türkiye'nin AB'ye üye olmasını hedeflemektedir. AB, NATO ile birlikte Avro-Atlantik camiasının temel direkleridir. Türkiye bu camianın vefalı bir üyesi olagelmiştir ve kararlılıkla öyle kalmalıdır. Dolayısıyla AB üyeliği Türkiye için basit bir dış politika konusundan ibaret değildir. Aynı durum AB açısından da geçerlidir. " cevabını verdi.
Röportajda ABD ile Türkiye ilişkilerine de değinen CHP lideri, Türkiye'de oluşan ABD karşıtlığı konusunda sorumluluğun AKP'nin uyguladığı kışkırtıcı politikalarda olduğunu öne sürdü. Kılıçdaroğlu şu ifadeleri kullandı:
"AKP ABD ile ilişkilerimiz konusunda sorumluluk üstlenmekten kaçınmış, bunu yerine tek yönlü politikalarını başka yerlerde daha rahat bir şekilde sürdürebilmek için ve diğer iç politika ama emelleri doğrultusunda kamuoyunu ABD aleyhine kışkırtmıştır. Türk-Amerikan ilişkileri yeniden, eşitlik, karşılıklı güven ve saygı ile birbirinin meşru çıkarlarını gözetmeye dayalı işlevsel bir yola sokulmalıdır. CHP olarak Amerikalı müttefiklerimizle, anlaştığımız alanlar üzerine yoğunlaşmaya ve anlaşmazlık alanlarımızı da azaltmaya yönelik saydam bir ilişki tesis etmeye çaba sarf edeceğiz."
"Asker siyasetin dışında olmalı"
Kılıçdaroğlu Türkiye'de asker-sivil ilişkilerinin son dönemdeki durumu hakkındaki bir soruya, CHP'nin ordunun itibarını koruyarak siyasetin dışında tutacağını söyleyerek cevap verdi.
Zorunlu din dersinin kaldırılması ve Diyanet İşleri Başkanlığı'nın reforme edilmesi gerektiğini söyleyen CHP lideri, " Alevi toplumu kendi inançlarını kendi ibadet yerlerinde istedikleri gibi yaşama, hayatlarını nasıl uygun görüyorlarsa o şekilde sürdürme hakkına sahiptir" dedi.
'Türkiye'ye tehdit komşularından gelir'
AKP hükümetinin ''komşularla sıfır sorun'' politikası sorulan Kılıçdaroğlu şunları söyledi:
"AKP hükümetinin izlediği ''komşularla sıfır sorun'' politikasının başarısız olduğunu, hatta birçok durumda ters teptiğini düşünüyorum. İlerde daha vahim sonuçlar da beklenebilecek olmakla birlikte, bu başarısızlığın bedellerini şimdiden görmek mümkün. Azerbaycan ile ilişkilerimizin durumu örneklerden sadece biridir. (...) Geçmiş uygulamadan farklı olan, AKP'nin bu politika ile ulaşılmak istenen hedefi ıskalamasıdır! AKP'nin iktidara geldiği 2002 yılından bu güne komşularımızla aramızda mevcut sorunların hepsi çözülmemiş olarak varlıklarını sürdürmektedirler. Komşularımızla ticari ve ekonomik ilişkilerimizin artması iyi bir şeydir, ancak bu ''sıfır sorun'' siyasetinin başarısı demek değildir. Sorunlar aynen devam ettiği gibi neredeyse tüm komşularımızla ilişkilerimizde sürekli yeni sıkıntılar meydana gelmektedir. Türkiye, bölgesel politikaları nedeniyle Avro-Atlantik camiasına mensup müttefikleri ile de arasına mesafe koymaktadır. İsrail ile bozulan ilişkiler, Türkiye'yi Orta-Doğu barış sürecinde anlamlı bir rol oynama olanağından mahrum kılmıştır. Türkiye Arap-İsrail anlaşmazlığında artık güvenilir bir aracı değil, bir taraf olarak algılanmaktadır."
Füze kalkanı projesinde Türkiye'nin Lizbon'da kararı imzalamasını doğru bulduğunu belirten CHP lideri şunları kaydetti:
"Türkiye'nin Lizbon'daki NATO zirvesinde füze savunma prensibini imzalaması doğru bir karardır. NATO, hala Avro-Atlantik sisteminin temel savunma çıpasıdır. Türkiye'ye yönelik herhangi bir tehdidin esas itibariyle komşularından gelmesi beklenmelidir."  (nokta haber)
Yukarı da yorumsuz olarak verdiğimiz ana muhalefet liderine sormak gerek AKP ile niye birleşmiyorsunuz, genel stratejinisi aynı olan iki partinin ülke de olması iktidar ve muhalefetin aynı güçler tarafından dizayn edildiği kanısını güçlendirmektedir.
CHP tabanın Malatya Kürecik de füze kalkanına karşı eylem yaparken CHP başkanın destek vermesi bu partinin merkezi ile tabanı arasında ki kopukluğu da net olarak koymaktadır, taban MBH görüşlerine yakın tavır koyamaktadır.
Meclis de bulunan MHP'nin de bu günler de yerel secimler tarihin de AKP ile ortak tavır alması, Ecevit koalisyon hükümetleri döneminde bir den erken seçim kararı açıklanmasının hayret verici gerçeğinin devam ettiğini göstermektedir. CHP tabanın da olduğu gibi ülkücü taban da ki rahatsızlık da bilinmektedir. Tabanla merkez arasın da ki bu rahatsızlığın sebebi ehveni şer oylardadır. Oyumuz boşa gitmesin anlayışıyla bu partiler hak etmedikleri bir oy potansiyeline sahipteler.
BDP yöneticilerinin son ABD ziyareti açıklamalarına ise değinmeye gerek görmüyorum, 'ABD gerekirse müdahale edecek' açıklaması ihanetin belgesidir.
Milli bir iktidar seçeneğini barajı aşarak ve iktidar alternatifi bir siyasi yapılamanın bulunmayışı bu garip durumun esas sebebidir. MBH'nin partileşmesi ile inanıyoruz bu seçenek Türk Milleti'nin önüne konulacaktır. Ehvenişer anlayışı ile verilen oylar artık gönül rahatlığı ile verilen oylar olacaktır. Artık meydan boş olmayacaktır.
SORU 7: Türkiye içinde bulunduğu çıkmazdan nasıl çıkabilir?
Orhan ÖZKARACA: Ülkenin bu duruma gelmesi süreci yeni değildir, İkinci dünya savaşı başlangıcın da basiretsiz teslimiyetçi antlaşmaların altına imza atılmıştır, milli savunmamız yabancı ülkelerin manda ve himayesine bırakılmıştır. Türk Ordusu ABD'nin kullanmaktan vaaz geçtiği silahları parayla bazen de hibeyle verdiği ABD çöplüğüne çevrilmiştir. İktidar olmak isteyen parti liderlerinin ilk işi ABD ziyareti olmaktadır, genel kanı ABD'nin desteğini almayan bırakınız iktidar olmayı TBMM de yer alması hayal kanısıdır. Haşhaş, Şeker pancarı ekiminden tutunuz da her konuda ABD elcisi adeta sömürge valisi gibi bir tavır içindedir. ABD başkanı Sayın Obama seçilir seçilmez ilk ziyaretini Türkiye'ye yapmıştır, TBMM de konuşma yapan Obama Kürt açılımı yapın, ermeni Açılımı yapın, Ekümenliği tanıyın, ruhban okulunu açın.... Diyerek ülkemizin iç işlerine karışmıştır, diplomatik skandal olması gerekirken, TBMM de milletvekillerinin çoğunluğunun ayakta alkışlaması ve sonrası bu isteklerin-direktiflerin hepsinin yerine getirilmesi ülkenin üzücü fotoğrafını oluşturuyor.
Milli Birlik Hareketi
Orhan ÖZKARACA
ABD'nin isteği olan açılım politikalarını Türk milleti bu gün şehitleriyle ödemektedir, terör merkezi durumuna gelen K.Irak da ki Kandil bölgesine yapılacak bir güvenlik sağlama operasyonuna ABD'nin izin vermediği Genelkurmay ve iktidar çevrelerince dillendirilmektedir.
İşbirlikçi, mandacı politikalar iflas etmiştir, bu politikaların ülkede sorunları çözmeyi bırakın bir kenara sorunun ta kendisi olmuştur.
Çözüm çok basittir, uygulanan mandacı politikalarım tam tersini uygulamak yeterli olacaktır.
Sat Kurtul Mandacı Özelleştirmelere Son Verilmelidir.

KİT'lerin malum iktidarların arkabahcesi olarak kullanılması gerekçe gösterilerek çözüm satalım kurtulalım olmuştur.
KİT sorunu yalnızca Türkiye sorunu değildir, birçok ülke KİT'leri halka açmış ve KİT'ler Anonim Şirket statüsüne kavuşturulmuş ve ticari hukuk egemen duruma getirilmiştir, Almanya, Fransa vb ülkeler de %49'nun devlet %51 ise ortaklık payının her şahıs ve tüzel kişinin 2 veya dört adet satın aldığı ve sonuç olarak devlet millet ortaklığının gerçekleştirildiği özelleştirme yöntemi yerine, geçe yarını bakanların evlerine küresel sermeye guruplarının geldiği, ülkenin ekmek teklerinin bir bir yabancı sermayeye peşkeş çekildiği bilinmektedir. Mahkeme kararıyla değerinin çok altın da peşkeş çekildiği belgelenmiş, yürütmeyi durdurma kararları, var olan hukuk bile ayaklar altına alarak, küresel güçlerin saldırgan, ekonomik işgalci istekleri yerine getirilmiştir. Bu gün Türk ekonomisinin yarıdan çok fazlası yabancı emperyalist tekellerin eline geçmiştir, Türk milleti Türk ekonomisinden tasfiye edilmiştir.
İstanbul borsasında alım ve satım yapanların%80 den fazlasını yabancı sermaye gurupları oluşturmaktadır.
Sıcak para girişi diye adlandırılan, ülkeye spekülasyon için giren para ülke ekonomisinin milli dengesini yok etmiştir. Ülke spekülatif ucuza kapatma parası olan sıcak paraya teslim edilmiştir.
İktidar Ülkeyi Vergi Cehennemine Çevirmiştir.
Bu gayrı-milli politikalar dış ödemeler dengesinde tarihi açıklara ve devletin bütçesin de sorunlar yaratmıştır, bütçe açıklarını yeni vergilerle kapatma yoluna gidilmiştir, Türkiye dünyanın en çok vergici ülkesi durumuna gelmiştir, sanki özelmiş gibi özel tüketim vergisi diye bir vergi IMF’nin isteği üzerine konulmuştur, bu vergilerin sonucu olarak:
Dünyanın en pahalı mazotu, benzini, elektriği, suyu,, enterneti...otobilleri... İle ülke vergi cehennemine çevrilmiştir. Dolaylı yani Türk milletinin ödediği vergiler fahiş miktarda artmış, küresel sermaye ye teşvik tedbirleri ile vergi muafiyetleri getirilmiştir. Bu durum asla kabul edilemez.
Ülke Borç Batağın da.
IMF'ye fon sağlayan küresel güçlerin bankaları Türk bankalarını satın almıştır, IMF'ye fon-kredi sağlayan bu bankaların sermayesi yabancı adı TÜRK.. Bankası olmuştur, artık borç almak için ABD'ye IMF'ye gitmenize gerek kalmamıştır. Türkiye'de ki bu yabancı bankaların en büyük müşterisi Türk Devletidir. Milli muhasebede dış borç stoklarında azalma iç borç stokların da fahiş artışın sebebi budur. Mevcut iktidar dış borcun azaldığını öğünerek söylerken, iç borç stokunda ki artışın aynı finans kuruluşlarına ait olduğunu gizlemeye çalışarak gerçekleri gizleyemez.
Üretim Durmuştur..
Tüm sömürge ülkelerde olduğu gibi yerli üretim azalmış, ülke yabancı malların istilasına uğramıştır.
Türkiye tarihi kırılma noktaları yaşamaktadır, Türkiye tarihin de ilk defa bu büyük coğrafi ülke çanlı hayvan ithal eder duruma düşmüştür, Yerli üretim nerdeyse yok edilmiştir, dış ticaret açığı tarihi zirvelerde ve komik olan ise ihracata ürünlerimizin yarıdan fazlasının otomobil olmasıdır, yerli bir otomobil markası olmayan Türkiye'nin birinci kalem ürünü yabancılara ve onların Türk ortaklarına aittir.
ABD ve AB'de yıllık faiz oranları %3–4 ile tüketici kendisi verilirken yabancı bankaların nerdeyse pazara bankacılık kredi sektörüne hâkim olanları Türkiye2de %11–21 arasında kredi vererek tüketim toplumu yaratması, üretmeyen toplumu bankalara borçlu duruma getirmiştir, AKP'nin on yıllık iktidarı döneminde her üç Türk vatandaşından biri içrelik duruma düşmüştür. Türk milleti onuruna önem veren bir millettir amma gerçek budur, AKP iktidarı döneminde icra dairelerinin sayısı her ilde en az üç katına çıkmıştır.
Borçları yüzünden vatandaşın malı, mülkünün önemli bir kısmı ipotekler vaastasıyla yabancıların eline geçmiştir, ülke topraklarının dörde bir bu gün yabancıların elindedir, Söz ve deyim yerindeyse Türk milleti soyulmuş 'bir don bir gömlek bırakılmıştır'.
Bu vatan bu ülke Türk Milletinin elinden hızla çıkmaktadır. Vatanımızda onlar bey bize de olursa onlara işçilik kölelik kalmıştır.
İhanet politikalarını anlatmakla bitmez.
Esnaf kepenk kapatıyor.

Milli sanayi kuruluşlarımız, bir, bir satılıyor. Ülkemiz de perakendecilik sektörüne uluslararası tekeller hâkim oldu. Bu tekellerin ortakları ABD, AB ve Siyonist sermayedir.
Arkalarında onların bankaları. Onların devletleri vardır. Şirket isimleri değişik olsa bile, bu sermaye guruplarının hepsi aynı merkezlidir.
Perakende sektörüne hâkim olan bu uluslararası soygun çetesi, ülke pazarına hâkim olma konusunda büyük bir tecrübe ve sermaye birikimine sahiptir.
Girdikleri her ülke de onbinlerce esnaf iflas eder. Bunların ayak bastıkları yerde ot bitmez! Bu vahşi saldırı serbest rekabet, piyasa ekonomisi ve kader olarak göremeyiz.
Bu milli ekonomiden Türk esnafının aldığı payı gasp etme operasyonudur.
Bu ülkemizin ekonomik olarak işgalidir. Bu saldırı karşısında sessiz kalamayız.
ONLAR AŞIMIZA EKMEĞİMİZE GÖZ KOYANLARDIR!
Bankalarımızı aldılar.. Madenlerimizi aldılar... Medyamıza el koydular...
Perakendecilik sektörünü aldılar. Et, buğday vb tarım ürünlerimizi yok ettiler tarım sektörünü işgal ettiler.
Saldırgan bir şekilde, Türk milletinin milli kaynakları, her geçen gün daha fazla bu işgal ekonomisinin eline geçiyor. Türk milleti kendi vatanın da bu emperyalist tekellerin kölesi durumuna düşürüldü. Milli olan ne varsa talan edildi yok edildi ve bu saldırı devam ediyor.
Bu bir savaştır, bu savaşta milli güçlerin tek bir karargâhta milli bir cephe de toplanması gereklidir. Bu hain saldırıyı püskürtmesinin zamanı gelmiştir.
Perakende sektörüne hâkim olan aynı emperyalist tezgâh, esnafımıza kepenk kapattırmakta, onları da işsizleştirmekte, mülksüzleştirmektedir.
Türk tarım sektörü çökertilmiştir, aynı emperyalist çete et, buğday, mısır vb sektörlere hâkim olmuştur.
Türk milleti ekonominin her alanında hain bir saldırıyla karşı karşıya bulunmaktadır.
Bu ekonomik işgale dur demek mümkün. Onların hortumlarını kesmek mümkün.
Bu hain gidişe dur demek mümkün.
Bu saldırı Türk milletinedir.

Bu saldırı hepimizedir. İşçisi, işsizi, esnafı sanayicisi, Köylüsü, kentlisi. Yüce Türk milleti, gün bu gayri milli gidişe karşı birlik günüdür.
Sesini yükselt, birleş, birleştir, bir ol, diri ol, iri ol. Türk bayrağı altında birleş.
Çözüm Var.
İktidarımız da Türkiye'nin yabancı çıkar çevrelerinin ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilmesine son vereceğiz.
Uyum yasaları, yabancı sermaye teşvik tedbirleri vb adlar altın da milli çıkarlarımıza aykırı olan tüm kanunları iptal edeceğiz. Uluslararası hukuk kurallarına uyarak bu süreci en kısa zamanda tamamlayacağız.
Bu ülke bu vatan yalnızca Türk Milletinin çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirilecektir.
Türk Malı üretimi destekleyeceğiz, devleti millet el ele verdiği karma ekonomik tedbirlerle derhal planlı ekonomiye geçeceğiz, plan devlet ve millet elle yapılacaktır, devleti küçültüyorum diyerek Türk Devletinin yok edilmesi sürecine derhal son vereceğiz.
Türk Malı üretimi dünya markaları arasına sokacağız.
Çatışan değil yarışan bir Türkiye kuracağız.
Milli girişimcilerimizin önündeki tüm engelleri kaldıracağız.
Gençlerimizi dünya standartlarının üstünde emsalleri ile yarışma kapasitesi gösteren bir eğitim sisteminde eğiteceğiz.
Dünya nüfusunun hızlı artışı göz önüne alınırsa tarım ve hayvancılık sektörünü dünya standartlarının üstüne çıkartacağız.
Bu yüzyıl su savaşlarının yaşanacağı yüz yıl olacaktır, Suyumuzu satmayacağız, millileştireceğiz.
Milli madencilik sektörümüzü ve mamul işlenmiş katma değeri yüksek ürünsel sektör haline getireceğiz. Kısacası gayrı milli ihanet politikalarına son vereceğiz.
Bu iktidar Bu Düzen Değişecek..

Avrasya Birliği.
Çözüm milli güçlerin Milli Çatı Partisi’nde oluşturacağı birlikten geçmektedir, Milli bir muhalefet partisinin önünde ki engeller bilinmektedir, mandacı güçlerin hep ağızdan milli tüm çıkışları boğmaya kalkması doğaldır fakat bunun karşısında milli güçlerin dağınıklığı asla kabul edilemez.
Ulus devlet var olan statükoyu koruyarak yapılamaz, milli devletin tasfiyesi sürecine küreselleşme çağında bölgesel çıkış, genişletilme politikaları izlenmelidir, Avrupa Birliği, Kuzey Amerika Ekonomik İşbirliği -ABD VE KANADA Latin Amerika Birliği gibi Türkiye bölgesin de Avrasya Birliği politikasını hayata geçirmelidir. Avrasya coğrafya olarak aynı zamanda Türk dünyasının da yaşadığı bir bölgedir, bölgede barışın, ekonomik büyümenin ve askeri güvenlik sorunlarının çözümü Avrasya Birliği’nin oluşturulmasından geçmektedir, Bu birlik bölgede yaşayan halkların barış içinde bir arada yaşamalarını da garanti edecektir. Ulus devletin küreselleşme çağında yaşaması da bu birliğe bağlıdır, statükoculuk çözüm değildir.
Gümrük Birliği Gözden Geçirilmelidir.
AB’li gelişmiş ülkelerin esas istediği gümrük duvarlarının kaldırılması ve Türkiye'nin açık pazar durumuna getirilmesidir. Açık pazar-gümrük birliğini eline alan AB fütursuzca karşılıklı çıkar ilişkilerini bu süreçte hiçe saymıştır. Türkiye bu antlaşmanın imzalandığı günden bu güne sürekli tek taraflı zarar etmektedir, AB'li emperyal tekelci sermayenin Türkiye'de ki işlerini yürüten işbirlikçiler bu ticaretten pay aldıkları için gayet rahat bir şekilde bu ihaneti desteklemektedirler, bu durum Türk milleti açısından her milyar dolarla ifade edebilen zararla sonuçlanmaktadır.
Atalarımız bir deli bile kafasını bir sefer vurur der, biz yirmi yıldır zarar ediyoruz, işbirlikçi kesim bu zararlı alışverişten pay almaktadır, dolayısıyla bu desteği cahillik olarak görülemez olsa olsa tek hainlik bu durumu açıklar.
NATO'dan Çıkılmalıdır.. Yeni Bir Savunma Konsepti Oluşturulmalıdır.
İkinci dünya savaşı başlangıcında güvenlik konseptini NATO korumacılığına teslim eden Türkiye bu gün bu yanlışının faturasını ödemektedir.
Kıbrıs çıkartması sırasında ambargo bile uygulayan bu ittifakın son dönemde BOP-BİP projeleri Türkiye2nin bölünmesi ve küçültülmesi üzerine hesaplar yaptığı artık herkesçe bilinmektedir, bu nasıl bir ittifaktır ki Türk devletinin toprak bütünlüğünü bile tanımamaktadır.
Ayrıca NATO konsepti Gladyo vb kurumlarıyla ülkelerin iç işlerine karışmıştır, Türkiye'nin güvenlik konsepti başta Güçlü Milli devlet, Güçlü Ordu konseptine ve Avrasya Birliği konseptine oturmalıdır. Güçlü bir savunma sanayi kurulmalı ve Avrasya Birliği temelinde bu konu da iş birliği genişletilmelidir.
Milli güçler birleşmeli ve tek başına iktidar seçeneği oluşturmalıdır.
SORU 8: Savaşın önlenmesi için neler yapılabilir?
Orhan ÖZKARACA: Her şeyden önce bu savaş Türkiye'nin savaşı değildir.
Bu savaş:
İsrail'in savaşıdır, İran'ın nükleer silaha sahip olmasını İsrail kendi güvenliği için için birinci dereceden tehdit olarak görmektedir. İsrail Milli Güvenlik Konseyi belgesi ortadır, bu belgede İran’ın Nükleer üstlerinin imha edilmesi için her yolun deneneceği açık net olarak 2004'den bu yana konulmaktadır.
İran'ın nükleer silah sahibi olması istenmezken, İsrail'in yüzlerce nükleer başlıklı füzeleri bulunduğu bilinmektedir.
Türkiye İsrail'i İran saldırısına karşı korumak için kalkan olmuştur. Malatya Kürecik'e yerleştirilen füze kalkanın İran’a karşı İsrail'i korumak için konuşlandırıldığı resmen açıklanmıştır, Davos'da 'Van Minüt' diyenler İsrail'e kalkan olmayı kabul etmişlerdir.
Bu savaş ABD, İngiltere, Fransa... gibi batılı ülkelerin bölgede ki petrollere el koyma savaşıdır.
Bu savaş da Türkiye'ye biçilen rol tetikçiliktir. Yüce Türk milleti bunu asla kabul edemez.
Bu savaş bölgede tarihi düşmanlıkların tohumunu atmıştır, bu tarihi düşmanlık yüzyıllarca sürebilir, unutmayalım ki Türkiye'nin dış politikası yurt da barış, dünya da barıştır, bu ilkeden asla taviz verilmemelidir.
Savaşa Karşı Milli Birlik Oluşturulmalıdır.
Bu gün savaşa karşı tüm milli güçler, partiler, STK ve sendikalar tüm milli güçler savaşa karşı barış cephesi oluşturmalıdır.
Savaş milyonlarca insanın ölmesi ve sakat kalması demektir, savaş açlık ve yoksulluktur, savaş insanlık tarihinde ki en büyük felakettir.
Türkiye bu savaş da asla yer almamalıdır.

SORU 9: Bölücü terör nasıl önlenebilir?
Orhan ÖZKARACA: Türkiye demokrasisi geçmişte önemli hatalar yapmıştır, kişisel özgürlükler temelinde demokrasimiz mutlaka üst seviyelere çıkartılmalıdır, tüm sorunların çözümü demokrasi içinde olabilir.
MBH olarak rengi ve gerekçesi ne olursa olsun her türlü teröre karşıyız.
Bu gün ülkemizde ki terör çok boyutludur ülke içinde demokrasi ve kalkınma dan kaynaklanan boyutları bulunmaktadır, Güney Doğu bölgesinde ki feodal yapı çok hızlı bir şekilde tasfiye edilmelidir.
Avrasya birliği doğrultusun da bölge ülkeleri arasın da gümrükler kaldırılmalı, bölgenin ekonomisi güçlendirilmelidir.
Terörün Dış Desteği Yok Edilmelidir.
Terör örgütü kullanılarak Türkiye ile sorun yaşayan ülkeler, PKK vaastasıyla bizimle savaş yürütmektedirler. Ermenistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan, İsrail, ABD vb dış güçler terör örgütüne destek vererek bir savaş yürütmektedirler.
Dün Suriye Hatay sorununu bahane ederek PKK'ya destek vermiştir, A. Öcalan’ın Suriye Beka vadisindeki alt yapısının Suriye istihbaratı Muhabarat tarafından kurulduğu, Hamdi Esad'ın bu operasyonlarda birinci dereceden yer aldığı bu gün herkesçe bilinmektedir.
Ermenistan ASALA örgütünü sözde dağıtmış, gerçekte ise ASALA PKK içinde faaliyet yürütür hale gelmiştir, Ermenistan’ın silah ve para yardımı yaptığı dağlık Karabağ bölgesinde PKK ve ASALA üstlerinin bulunduğu çeşitli basın organlarında haber olmuştur, aynı durum Güney Kıbrıs Rum Yönetimi içinde söz konusudur bu konuda yüzlerce haber çıkmıştır.
A. Öcalan Suriye'den çıkmak zorunda kaldıktan sonra Yunanistan'da bulunduğu sırada bu ülkede Albaylar Faşist Cuntası olarak bilinen darbe yapan generallerden biri A. Öcalan’a sahte Yunan pasaportu vermekten yargılanmış ve göstermelik bir cezaya çarptırılmıştır.
ABD Çekiç Güç, 32. paralel politikalarıyla bölge de resmen bir Kürt devleti kurulmasını desteklemiştir. ABD Türkiye'nin PKK üstü olarak kullanılan Kandil bölgesine Türk Ordu’sunun operasyon düzenlemesine karşı durmuş, sonuç olarak Kandil'i koruma sahasına almıştır.
İsrail bölge ülkelerinin bölünüp, küçültülerek İsrail'in kontrol edebileceği küçük devletçikler haline gelme politikasın da terör örgütlerini kullanmakta ve destek vermektedir, Lübnan ve Filistin ve Irak bu politikalar sonucu bölünmüştür. Sıra Suriye, İran’dan sonra Türkiye’ye gelecektir.
Vaat edilmiş topraklarda ki egemenlik stratejisi güdülmektedir.
Bu Oyun Bozulmalıdır.

Stratejik ortak diye adlandırılan ülkeler Türkiye'nin stratejik çıkarlarına ihanet içinde oldukları artık net olarak görülmekte ve bilinmektedir.
Türkiye stratejik ortaklık konseptini yeniden gözden geçirmelidir. Teröre destek veren ülkelere net yaptırımlar uygulanmalıdır. Terörün dış desteği kesinlikle yok edilmelidir.
Teröre karşı milli mutabakat şarttır. Siyasi partilerimiz oy avcılığı temelinde terör karşısın da ikili oynamaları son bulmalıdır. Demokrasi ve cumhuriyetin güçlenmesi terörün pan zahiridir, siyasi partilerden teröre doğrudan veya dolaylı destek verenler kapatılmalıdır.
Bölgede ki toprak ağaların toprakları topraksız ve az topraklı köylüye dağıtılmalıdır.
PKK Etnik Kimlik Üzerinden Politika Yapan Irkçı, Faşist ve İşbirlikçi Bir Örgüttür.
Tüm kurum ve kuruluşlar ırkçılığa karşı mücadele etmelidirler. Irkçılığın hâkim olduğu ülkeler de yaşananlar asla Türkiye'de yaşanmamalıdır.
Etnik kimlik üzerinden politika yapmak tüm dünya da ırkçılık olarak görülür, BDP ve PKK'nın etnik kimlik üzerinden ırkçı politikası demokrasi ve özgürlük adına yürütmesi garip bir iki yüzlülüktür.
Demokrasi çıtamız kişisel haklar temelin de yükseltilmelidir, feodal yapı tamamen tasfiye edilmelidir. Terörü destekleyen iç unsurlar yasaklanmalıdır, dış destek sağlayan devletlere gerekli yaptırım uygulanmalıdır.
SORU 10: Yeni Anayasa hakkında görüşleriniz.
Orhan ÖZKARACA: Oslo'da yapılan PKK görüşmelerinde yeni bir anayasa konusu protokole bağlandığı biliniyor, AKP'nin aynı dönem de yeni anayasa fikrini ortaya atması bir rastlantı değildir, 'İmralı palas' anayasa konusunda protokol imzaladıklarını açıkladı aynı dönemde ve Sn. Başbakan 'hazmettire hazmettire kabul ettireceğiz' açıklaması da aynı döneme rastlamaktadır. Basın da çıkan Oslo protokollerin de anayasanın moderötör devletin -tahminen ABD- arşivin de bulunduğu belirtilmektedir, bu konu da birçok belge günlük basında çıkmış ve ret edilmemiştir.
Yeni anayasa PKK Oslo görüşmelerinin bir ürünü olduğu nettir.
TBMM'de bir Anayasa Komisyonu kurulması daha çok bu hazmettirme süreci olarak görülmektedir.
Anayasaları kurucu meclisler yapar, bu meclisin bir anayasa yapma hakkı yoktur.

MBH olarak biz bu komisyonu bir hazmettirme mekanizması gördüğümüz için bu komisyona fikir beyanında bulunmadık ve bulunmayacağız.
MBH bu ihanet anayasasına karşı giderek artan bir güçle hayır kampanyası yürütecektir.
Milli Kimlik Bir Arada Yaşamanın Garantisidir.
Amerika’yı kuran halka Amerikan milleti, Fransa’yı kuran halka Fransız milleti, Türkiye'yi kuran halka Türk milleti denir.
Amerika'da tek dil İngilizce, Fransa'da tek dil Fransızca, Türkiye'de tek dil Türkçe olması doğaldır, etnik yapı olarak örnek verilen her ülke de Türkiye'den daha fazla etnik mozaik gösterdiği bilinmektedir.
ABD ve Fransa'da tek bayrak, tek devlet, tek millet, tek dil uygulaması varken bu ve benzeri ülkelerden gelen diplomatların etnik konuları açması tam bir art niyettir.
Başkan Obama TBMM'de Kürt açıklımı, ermeni açılımı isterken neden ABD'de en büyük etnik köken olan İspanyollar hakkında bir etnik açılım yapmamaktadırlar, kendi ülkelerinde milli birlik ve beraberliğe önem veren bu ülkelerin ülkemiz üzerin de emperyal çıkarları gereği bu politikaları savundukları çok net ve açıktır.
Bu anayasa da milli kimlik yok edilmek istenmektedir, bu durum yüzyıllar sürecek bir iç karışıklığa sebep olacaktır, milli kimlik yok edilirse etnik kimlikler ön plana çıkar ve Libanizasyon, balkanizasyon olarak adlandırılan politikalar hâkim olur ki bu ihanettir, bu itibarla bu anayasayı şimdiden bir ihanet anayasası olduğu ilan ediyoruz, tüm milli güçleri bu konuda birleşmeye birlik ve beraberliğimi tehlikeye sokacak bu anayasaya hayır demeye davet ediyoruz.
SORU 11: Türkiye yeniden güçlü bir milli devlet konumuna nasıl gelebilir?
Orhan ÖZKARACA: Tüm güçlü devletlerin güçlü bir milli ekonomiye dayandığı bilinmektedir, ekonomisinin yarısından fazlasını yabancı emperyalist ülkelere teslim eden ülkelere sömürge ülkeler denilmektedir, ne yazık ki Türkiye bu sömürge ülkeler kategorisinde yer almaktadır.
Milli ekonomiyi en kısa zamanda güçlendirmeliyiz, devlet millet el ele karma ekonomik çözümler üretilmelidir, üreten, onurlu bir Türkiye kurulmalıdır, tüm dünya da milli ekonomisini güçlendiren ülkelerin izlediği politikalar bilinmektedir.
Çözüm işbirlikçilerin hayatın her alanında tasfiye edilmesinden geçmektedir.
Ülkede Türkiye büyümüş, Türk milleti küçülmüştür. Sektörsel baz da emperyalist tekellerin payı %100'leri bulmuştur, ülkemiz bu tekellerin çıkarları doğrultusunda şekillendirilmiştir, Çözüm nettir ülkemiz de her şey Türk milletinin çıkarları doğrultusunda şekillendirilmelidir, Yeni Anayasa da dâhil ihanet politikalarına derhal son verilmelidir.
Milli güçler tek çatı altında toplanmalıdır, milli birliğini sağlayan milli güçler iktidara gelmeli ve gayrı milli politikalar yerine milli politikalar uygulanmalıdır, önümüzde zorlu bir süreç vardır, inanıyoruz onun için MBH olarak milli bir iktidar için mücadeleye sonuna kadar devam edeceğiz.
Zafer milli güçlerin olacaktır, mandacılar kaybedecektir.
[Sayın Orhan ÖZKARACA’nın bilgisi ve izin vermesi ile; (REF: www.dunya48.com, Link: http://www.dunya48.com/siyaset/siyaset/11664-milli-birlik-hareketi-genel-baskani-orhan-ozkaraca-ile-soylesi) Ulusal Haber & Ulusal Ajans, Ankara: 31 Ocak 2015]

28 Ocak 2015 Çarşamba

İKTİBAS; Tarihin kırılma anı…, Hasta Adam Avrupa..., Hasan Hüseyin ÖZ

Tarihin kırılma anı…
Hasan Hüseyin ÖZ
Geçen yazımızda Avrupa’nın hastalığına değinmiştik. Kimilerine bu yazı toptancı bir bakış olarak görülebilirdi. Nitekim bu yönde birkaç eleştiri almadık da değil… Fakat biz bu iddiamızda ısrarcıyız.
Çünkü biz, sadece bugün görülen semptomlardan hareketle yazmadık bahsi geçen yazıyı. Kaldı ki, bizim yazımıza itiraz noktası “ilerilik-gerilik” skolastisizminin oluşturduğu ezberlerden kaynaklanıyordu. Hal bu ki, bizim tezimiz esasa ilişkindi.
Esasa ilişkin demişken hemen şunu belirtelim ki, Batı’nın –genel kabul çerçevesinde- merkez kabul edildiği tarih felsefesine hiçbir zaman inanmadık. Hatta buna “istisna hastalığı” diyerek, insanlığın bu hastalığın oluşturduğu terör ve şiddet dalgasından çok çektiğini hem okuduklarımızdan hem de halde şahit olduklarımızdan örnekler veriyoruz. İşin garip tarafı, bugün yaşanan şiddetin gerçek nedenini bir türlü söyleyemememizin sebebi de -en azından okuryazarlarımız için geçerli bu durum- batı merkezci tarihe ezber düzeyinde teslim olmamız. Batılı eğitim sisteminin tezgahından geçmiş okuryazar tayfamızın -yani her kesim dahil buna - nispetini batının tarihi çerçevesinde inşa edip, farkında veya değil entegrist aklın yol göstericiliğinde(!) kendi topraklarıyla ergen düzeyinde bir bağ kurması, bugün aşılmaz gibi duran sorunlar meydana çıkarmıştır.
Tanzimat’tan bu yana “gâvura gâvur” diyememenin oluşturduğu bir sıkıntı galiba bu. Gâvur, yani örten, örttüğünü de bir mevzuat müktesebatıyla gizleyen anlamına geliyor. Kaldı ki, Semitik dillerce oluşmuş ontoloji çerçevesinde konuyu ele alacak olursak Avrupa, güneşin battığı karanlık ülke anlamına gelen “erep” kökünden gelmektedir ve dolayısıyla “örtme” eğilimi onun en önemli davranış kalıplarından biridir.
Marshall Berman, muhteşem kitabı “Kara Athena”da bu konuyu tafsilatıyla anlatıyor. Yunan’ın oluşması, Kenan bölgesinden devşirilmiş ve sonra afaziye tabi tutulmuş kelimelerin köksüzlüğü ve dahi Rönesans’tan itibaren yeniden dolaşıma sokulan, fakat her yüz yılda bir değişen “Yunan imgesi” çok büyük sorunlar ortaya çıkarmıştır.
Bir de “Avrupa ruhu” denilen şeyin antropomorfik anokranizme dayandığını bilmekte fayda var. Antropomorfik anokranizm, ebedi kopuşun oluşturduğu teolojinin ifadesidir ve bu teoloji “mevzuat manzumesi” ile hayatiyetini sürdürmektedir. Bu yüzden de Avrupa köleci bir sistem üzerine kurulmuş merkezdir. Yani, özgürlük tanımı dahi mevzuat manzumesiyle köleliğin kılıflanarak yeniden sunulmasıdır. Bakmayın siz, bizim muhafazakârlarımıza kadar sinmiş “batının demokrasisi ve özgürlüğü” söylemlerine.
Evet, Avrupa “köleci” bir merkezdir. Yunan site devletleri, Roma imparatorluğu ve nihayet kapitalist sistem hep bu mevzuat üzerine yükselmiş, köleci sistem üzerine oturmuştur. Kölecilik mevzuatla kayıt altına alınmıştır batı dünyasında. Bugün içinde yaşadığımız ve görece refah söylemleriyle meşrulaştırılan sistem tam da bu mevzuatın bize düşen yanını temsil etmektedir. Görece refah sistemi, bizim gibi batıya eklemlenme çabası içindeki toplumların köleleştirilmesinin aracıdır.
Mesela 1789 İhtilal-i Kebiri, oluşturduğu müktesebat marifetiyle, eski sistemin yani köleciliğin kılıflanarak tekrar dolaşıma sokulduğu dönemin adıdır. Kardeşlik, hürriyet, insan hakları gibi mottolarıyla ortaya çıkan ihtilal, burjuva temerküzünün meşrulaştırılması ve bahsi geçen mottoların içinin boşaltılmasına ilişkindir.
Buraya kadar yazdıklarımdan oksidentalist olduğum hükmüne varabilirsiniz. Yani kendini oryantalizme karşı konumlandırmış bir batı karşıtı. Kendimi gizlemeyeceğim. Heredot tarafından oluşturulan doğu batı ayrımının muhayyel çağrışımlarını bir tarafa bırakırsak, Almanların bile “abendland” dedikleri “alacakaranlıklar ülkesi” olanBatı’ya hakikat düzleminde baktığım zaman, ancak ve ancak bir örtü vazifesi gören mevzuat yığınını görüyorum. Mevzuat yığınından kimlik devşirilemez. Kimlik diye sunulan şeylerin ise dıştan oluşturulan “belirlenim”lerden ibaret olduğunu biliyorum. Burada ezber düzeyinde batıya bağlı olan “aydınlar”, “doğu için de aynı şey söz konusu” diyebilirler. Lakin kadim demde, doğuda arızi olanların batıda normali yansıttığı gerçeğiyle bu aydınlar yüzleşemezler bile.
Bugün radikal bir sorgulama yapmak zorunda olduğumuz bir kırılma anını yaşıyoruz. Daha sonra açmak kaydıyla şu notu düşelim: Artık çıkar ilişkilerinin belirlediği denge sistemi çökmek üzere. Eğer bu süreci güncel dünyanın oluşturduğu kavramlarla karşılamaya çalışırsak büyük bir hata işlemiş oluruz. Avrupa’nın hastalığı daha dün başlamış bir hastalık değil. Ebedi kopuşun oluşturduğu “istisna” hastalığından neşet eden şiddet dalgasını, birilerinin dediği gibi modernizmin bir görüntüsü diye düşünürsek işin içinden çıkamayız.
Artık köleci sistemi daha iyi görmemiz gerekiyor. Mevzuat yığınıyla zarflanan kölecilik sistemine karşı bu ülkenin insanının vacip düzleminde vereceği cevaplara ihtiyaç var. Mahut ideolojilerin ve iş tutuşların ötesinde cevaplar bunlar. (İktibas, HABER10_24 Ocak 2015 Cumartesi 11:58)
Hasta Adam Avrupa
Hasan Hüseyin ÖZ
"Hasta Adam terimi Osmanlı'nın son dönemi için kullanılmakta iken 21. yüzyılın başında Avrupa için kullanılmaya başlandı…" Bu tesbiti, Londra’da katıldığı bir forum toplantısında Başbakan Ahmet Davutoğlu dile getirdi.
Sözün Londra’da ifade edilmesi gerçekten önemli… Medeniyet tarihçisi Braudel’in ‘Medeniyet ve Kapitalizm’ kitabında dile getirdiği gibi, 19. yüzyıldan başlayıp, 20. yüzyılın ortasına kadar paranın merkezi olan Londra, kapitalist batı medeniyeti için önemli bir merhalenin adıdır dolayısıyla.
Oryantalizm şakirtleri, başta Altan kardeşler ve Şahin Alpay’ın bu söz karşısında nasıl bir yazı yazacağı hiç şüphesiz önemli!
Oryantalizmin şakirtlerinden bahsetmişken, son zamanlarda bunlara eklemlenen ve her fırsatta Türkiye aleyhine kararlar aldırmak için Avrupa parlamentosunun bekleme salonlarında delege kovalayanların, yani neo-şakirtlerin neler düşündüğü de merak konusu…
Nedense ben hep buradakileri merak ediyorum. Bu söz üzerinde, Avrupa tarihinden yola çıkıp hal hakkında bir analize bir türlü elim varmıyor. Görünen köy kılavuz istemez diyerek geçiştiriyorum.
Eminim birçok insan da farklı düşünmüyordur.
Mesela “bizim gibi gelişmekte olan ülkeler” isnadıyla başlayan cümleler kurmaya devam edecekler mi bu azgelişmişlik ideolojisinin müntesipleri.
Gerçekten içinde bu ifadenin geçtiği kaç yazı yazıldı acaba bu ülkede. Ben kendi namıma bu cümlenin içinde bulunduğu onlarca yazı okudum şimdiye kadar. Akademik yazılarda, dergilerde, gazete köşelerinde… Aynı nakaratı ısıtıp ısıtıp önümüze koydular. Biz de bir ameliye doğrultusunda okuduk durduk bunları.
Ekonomik krizle boğuşan, gittikçe güvenlik gerekçesiyle içine doğru kapanan ve her geçen gün yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın arttığı Avrupa için bu cümlenin içinde geçen bir metin yazabilecekler mi şimdi bahsi geçen eşhas; ne dersiniz?
Yazamazlar… Neden mi?
Çünkü, müktesebat yığını olan Avrupa’nın sözünün dışında bir söz bilmezler de ondan.
Zira Avrupa’nın sorunu Avrupa’nın kendi içinden çözebileceği bir sorun değildir; müktesebat yığınıyla öteledikleri daha temel sorunlarla yüz yüzedir. Dolayısıyla hastadır Avrupa.
Mesela özgürlükler sorunu… Her şeyin müktesebatlar yığınıyla belirlendiği bir zeminde, gerçek manada özgürlüklerden bahsedilemez. Ferdin olmadığı yerde, müktesebatla tanımladıkları yığın sistemi içinde özgürlük, sadece ve sadece şekli olarak kalır.
Kaldı ki son zamanlarda tartışılan konuların başında özgürlüklerin kısıtlanmasının gelmesi tesadüf değildir. Çünkü şekli olan feda edilebilir bir husustur.
Bu sözüme Ahmet Hakan, “ama bizde de yok ki özgürlük…” diyerek itiraz edebilir; Nişantaşı’nda kahvesini yudumlarken.
Ne diyelim; ona da cevap vermek zorundayız...
Bu topraklarda özgürlük tanımını yapabilmek için prometheliğe soyunan zevatın oluşturduğu müktesebat “tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan” skolastizmini oluşturmuştur.
Ülkenin aydını(!) kendi kavramlarına düşmansa, batıdan afazi bir şekilde devşirdiği kelimeleri aydınlık namına tekellüm ederek yazılar kaleme alıyorsa, bırakın özgürlüğü, özgürlüğü tehdit eden sistemin bile teşhisi yapılamaz.
Hâlbuki bu tartışmaların hakikate evrilmesinin zemini yerliliktir. Yerlilik fikrinden sapmış, Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle ‘edebiyat-ı cedide’ kıvamında melankolik ve histerik hülyalarda yaşayanların kavrayamayacağı bir zemindir burası.
En ilkel düzlemde “ama bizde de yok ki…” gibi bir sözle geçiştirilemeyecek kadar önemli bu konu dolayısıyla.
Evet Avrupa hastadır. Dolayısıyla deniz bitmiştir.
Yukarıda birkaçının adını zikrettiğimiz sol liberaller, hâlâ 19. yüzyıl pozitivizmini tek gerçek zanneden bir kısım Kemalistler, Marksizmi slogan düzeyinde tekellüm eden solcular için de deniz bitmiştir.
Çünkü Avrupa merkezciliğin güç nisbetinde oluşturulan istisnai söylemi, yerini büyük bir kaos teorisine bırakmaktadır.
Bu zannedildiği gibi bunalım yüzyılı filozoflarının söylediklerinin tekrarı değildir. Bu belki de nihilizmle karışık bir sanrı, daha doğrusu dünyaya ihraç edilenin kendisini tehdit etmeye başlamasıdır.
Jean Baudrillard’ı okumaya salık veririm yukarıda bahsi geçen eşhasa.
Baudrillard’ın simülasyon ve gerçekliğin yok edilişi üzerine geliştirdiği teorisi, işte o “istisna”nın hastalığının semptomlarını veriyordu.
Bu teori, tam da bizimkilerin tekellüm ettikleri müktesebatın üzerine benzin dökmek anlamına geliyordu.
Dolasıyla kala kala elinde afazi kaldı…
Ya bizimkiler ne yapacak şimdi?
(İktibas_HABER10_19 Ocak 2015 Pazartesi 08:33)
hasanh15@gmail.com

16 Ocak 2015 Cuma

DP., DEMOKRAT PARTİ'NİN 69. KURULUŞ YILI, Doç. Dr. Mehmet ÖZDEMİR

MEHMET ÖZDEMİR
D.P. (Demokrat Parti)’nin 69. Kuruluş Yılı
Doç. Dr. Mehmet ÖZDEMİR 
Türkiye, sonu giderek kararan bir yolda hızla ilerlemektedir. Bir taraftan PKK ile yürütülen, milletten ve onun Meclisi’nden kaçırılarak yürütülen görüşmeler, geleceğimizi tehdit etmektedir. Diğer taraftan Türk milletinin manevi değerleri yıkılmış, hırsızlığın ve ahlaksızlığın meşru ve olağan görüldüğü bir devir açılmıştır.
“Yeni Türkiye” adı atlında Türk Devleti’nin temelleri yıkılmaktadır. Tüm diktacı rejimler kendilerini hep “yeni” olarak tanımlarlar. Bu kavramın başının ne İslam felsefesinden ne batı düşüncesinden hiç anlamadığı ortadadır.
Velhasıl Demokrat Parti’nin 69. kuruluş yılına kapkara bir tablo içinde giriyoruz.
“Demokrat Parti’nin kuruluşu ve iktidara gelişi bir destandır”
Demokrat Parti 7 Ocak 1946 yılında kuruldu. Kuruluşu ve iktidara gelişi ayrı bir destandır. “Çiftçiyi topraklandırma kanunu” dolayısıyla CHP içinde muhalefeti temsil edenler, anılan kanuna karşı “Dörtlü takrir” olarak bilinen bir önerge verdiler. Bu gelişmeden sonra parti içinde muhalefeti sürdüren Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan, CHP’den ihraç edildiler. Takririn diğer imzacısı Celal Bayar ise önce milletvekilliğinden sonra da CHP’den ayrıldı.
Böylece Demokrat Parti 7 Ocak 1946’da “Dörtlü Takrir”e imza koyanlar tarafından kuruldu.. Kurucularından üçü İstiklal Madalyası sahibi, Kurtuluş Savaşı kahramanıdır; diğeri Ordinaryüs Profesör, Türkoloji alanında bir otoritedir.
“Dörtlü Takrir”e güç kazandıran imza, elbette ki Atatürk’ün son Başvekili Celal Bayar’ın imzasıdır.
Celal Bayar’ın ömrü, politika ve mücadeleyle geçmiştir. Bir taraftan Yunan Ordusu karşısında silahlı mukavemet etmiştir; diğer taraftan da ciddi bir iktisatçı ve bilge bir devlet adamıdır.
Adnan Menderes, Çakırbeyli Çiftliği’nin sahibi genç bir aydındır. Tarih okuyor, tarım işleriyle uğraşmaktadır. Atatürk’ün özel teşvikiyle politikaya giriyor. Celal Bayar, bu genç politikacının Halk Partisi’ne kazandırılmasında yarar görüyor ve 31 yaşında CHP Aydın Milletvekili oluyor.
Refik Koraltan, TBMM’nin Birinci Dönemi’nde milletvekili seçilmiştir. Hukukçudur. Cumhuriyetin özellikle ilk yirmi yılı içinde, Atatürk’ü ve CHP’yi hararetle desteklemiştir.
Bu dört kurucu bir araya gelip Demokrat Parti Programı’nı kaleme almaya hazırlandıkları sırada, o günkü Türkiye’nin sosyal ve siyasi durumu hakkında ulaştıkları fikirler, son derce önemlidir.
Yapılan müzakerelerden sonra Atatürk ilkelerinin yurtta yerleşmiş ve ulusça benimsenmiş olduğuna olan inanç pekiştirildi. İnkılaplar Çağı Atatürk’ün ölümüyle kapanmış, sosyal gelişim ve ilerleme (tekamül) çağı başlamıştı. Atatürk devrimleri sağlamdı ve oturmuştu. Bunların daha da geliştirilmesi gereklidir.
İnkılapların en büyüğü olan cumhuriyet, demokrasi esasları ile desteklenerek hedefine ulaştırılmalıdır.
“Devletten millete doğru” değil, “Milletten devlete doğru”

Ta, III. Selim’den bu yana bütün yenilik hareketleri tepeden tabana, yukarıdan aşağıya yapılmıştır.
Devletin “üst yapısını” oluşturan güçler, çeşitli nedenlerle “Batılılaşma” zorunluluğunu duymuş ve bunu “alt yapıya” kabul ettirmeye çalışmıştı.
Artık yola çıkmış oldukları 1945 yılında alt yapının bu kurtarıcı fikirlerle bilinçlenmiş olduklarında mutabıktılar. Artık “devletten millet doğru” değil, “milletten devlete doğru” bir fikir ve uyarma akımının başlaması gerekliydi.
Olgun bir ulus olan Türk Milleti, kendisini idare etmeye muktedirdi. Öyle ise kurulacak parti, devlet yönetimini aşağıdan yukarıya doğru işleten bir parti olmalıydı.
Bu çağdaş bilim anlayışına uygun fikirler, demokrasi konusundaki görüşlerini de berraklaştırıyordu.
“Biz, demokrasiye yönelmekle, siyasi bünyemizde temelden bazı değişiklikler yaptığımız sanılır. Bu, hakikat değildir. Bizde derebeylik, kölelik bunun sonucu olan aristokrasi olmadığı için, devlet doğrudan sınıfsız bir kitleye, halka dayanmıştır.
“Demokrat Parti, Türkiye’nin her yönüyle ayrıntılı bir tahlilini yapmıştır”
Halk, devlet idaresine, seçimsiz iştirak etmektedir veya “biat” ve “itaat” hakkı ile manevi bir seçim yapar. Böyle olmasa, demokrasi bizi bin yıllık geleneklerimizin dışına düşürürdü. Bizim yapacağımız iş, işte bu manevi seçimi, maddi seçim haline getirmektir.
Türkiye’nin her yönüyle ayrıntılı bir tahlilini yaparak kurulmuş ilk, dışımızda kurulanlara bakacak olursak son partidir Demokrat Parti.
Görüşlerinin son derece doğru, son derece tarihi ve sosyal gerçeklere uygun olduğu bilimsel bir gerçektir.
Demokrat Parti çok ciddi bir fikri hazırlık aşamasından sonra kuruldu.
O dönemin çok güç ulaşım ve haberleşme imkanlarına rağmen kısa zamanda büyük gelişme gösterdi. Yurdun birçok yerinde örgütlendi. Binlerce üyeye sahip oldu. On binlerce taraftar edindi. Giderek bu sayılar daha da arttı. Demokrat Parti’ye gönül verenler milyonlara ulaştı.
Durum böyleydi ama zamanın iktidarı bu gelişmeyi durdurmak, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesini engellemek istiyordu. Önce ilk genel seçimleri yapması gereken tarihten 15 ay geriye, 1946 Temmuz’una aldı. Seçimler Ekim 1947’de değil, 21 Temmuz 1946’da yapılacaktı. Cumhuriyet halk Partisi ve İnönü, böylece Demokrat Parti’yi hazırlıksız yakalayacaktı.
Demokratik seçimlerin önemli kuralı “gizli oy, açık tasnif” ilkesi bu seçimlerde ters işlemiş, “açık oy, gizli tasnif” şekline dönüşmüştü. Seçim sonunda da oy pusulaları yakılacaktı.
“Seçimleri Demokratlar kazandı, mazbataları Halkçılar aldı”
Tabii sonunda bu senaryoya uygun bir tablo belirdi. Cumhuriyet Halk Partisi 395, Demokrat Parti’nin 66 milletvekilliği kazandığı açıklandı.
Burhan Felek, o günlerde yazdığı bir yazıda iktidarın sahteciliğini şöyle tanımlamıştı; “Seçimleri Demokratlar, mazbataları Halkçılar kazandı.”
Demokrat Parti, ilk Meclis’e girişinden itibaren çok ciddi bir hazırlıkla iktidara yürümesini devam ettirdi.
Kuruluşunun 1. Yıldönümünde 1. Büyük Kongresi’ni yaptı.
7 Ocak 1947 günü toplanan Kongre, 5 gün sürdü. Türk Milleti’nin siyasal beklentilerine cevap niteliği taşıyan bir belgenin yayınlanmasıyla kapandı.
Bu belge, siyasi tarihimizde “Hürriyet Misakı” olarak adlandırılacaktır.
Bildiride Türk demokrasisi için her zaman önemini koruyacak 3 hususa yer veriliyordu:
1. Antidemokratik ve Anayasa’ya aykırı kanunlar kaldırılmalıydı.
2. Seçimler devlet memurları tarafından değil, hukuki mercilerce kontrol edilecek bir düzende yapılmalıydı.
3. Cumhurbaşkanlığı makamıyla parti liderliği birbirinden ayrılmalıydı.
Demokrat Parti’nin 2. Büyük Kongresi 20 Haziran 1949’da toplandı. Genel seçimlere bir yıldan az zaman kalmıştı. Parti, iktidar yolunda önemli kararlar aldı.
5 gün süren kongre, siyasal tarihimizde yer alacak bir bildiri ile sona erecekti. Bildirinin adı “Milli Teminat Andı” idi. Milli Teminat Andı’nda seçim kanunu ile ilgili ihlallere temas ediliyor, bu davranışların kişilerin tabii haklarının ihlali anlamına geleceği vurgulanıyordu.
Vatandaş bu durumda gerekirse kendini de oyunu da koruyabilecekti.
Ve CHP ne yaptıysa oyunları tutmadı, evdeki hesapları çarşıya uymadı. Demokrat Parti 14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimlerde büyük bir zafer kazandı. Oyların yüzde 53’ünü alarak Meclis’e 408 milletvekili sokmayı başardı.
İktidar partisi ise yüzde 39 oyda kalmış ancak 69 milletvekili kazanabilmişti.
Buraya kadar Demokrat Parti’nin kuruluşunu ve iktidar yolculuğunu anlatamaya çalıştık.
“Demokrat Parti Türkiye’nin meselelerini ve bunların çözümünü biliyordu”
Demokrat Parti, Türk Milleti’nin kendisini milli iradeyle, kendi öz iradesiyle yönetme isteğini dile getirmiştir.
Bunun kendi kadrolarıyla olabileceğini söylemiştir.
Türk Milleti’nden bunun için yüksek oranda oy almış; icraatlarıyla, eserleriyle bunu göstermiş bir siyasal kuruluştu.
Demokrat Parti serbest oy mekanizmasına bağlı demokratik düzene inanmaktaydı. Sonuna kadar bunun kurallarına uymuştu.
Demokrat Parti Türkiye’nin ekonomik başarılara ihtiyacı olduğunu görüyor, bunun çözüm yollarını biliyor ve uyguluyordu. Bunu gerçekleştirmek için de en ücra köyden, başkente kadar her tarafta kalkınma hamlesine girişmiş, bunda büyük ölçüde başarı kazanmıştı.
Demokrat Parti Türk insanına, Türk ülkesine layık büyük eserlere imza atmıştı.
Demokrat Parti, demokratik ülkelerin Türkiye’ye saygı duyacakları bir dış politikanın kurucusu olmuştu. Uyguladığı dış politikayla Türkiye’ye hür dünyada onurlu, saygın bir yer kazandırmıştı.
“Yeter! Söz Milletindir!”
Demokrat Parti, “Yeter! Söz Milletindir” demişti. Türk milletine kendi geleceği için söz hakkı verilmesini istemişti. Türk milleti demokratik hayatın ancak bu parolayla gerçekleşeceğini bilmekteydi. Bunu da ancak Demokrat Parti’nin başaracağına inandığı için ona güvenmiş, ona oy vermişti.
Demokrat Parti kurucuları, Milli Mücadele’de Cumhuriyet’in ilanı sırasında Atatürk’ün yanında, yakınında olmuş kişilerdi. Türk Milleti Demokrat Parti’ye bunun için güvendi. Onu bu yüzden benimsedi.
Demokrat Parti yöneticileri halkın arasından gelmiş insanlardı. Halkın dertlerini, ihtiyaçlarını bilen kişilerdi. Onlar Türk Milleti’ne güven veriyordu. Türk Milleti’nin Demokrat Parti’ye bu inançla verdiği destek onu her seçimde en büyük parti yaptı.
Demokrat Parti bu destekle hiçbir partinin erişemediği siyasal başarılar kazandı.
Demokrat Parti halkla devleti bütünleştirdi. Bunu, ayrım yapmadan, kin göstermeden, sevgi, şefkat ve eserleriyle yaptı.
Türk Milleti Demokrat Parti’yi özlüyor.
O’nu ve O’nun misyonundan gelenleri bekliyor.
Bu karanlık yoldan başka türlü çıkamayız. 

12 Ocak 2015 Pazartesi

PARİS’TE OLANLAR; Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ

Paris’teki saldırı küresel bir gündem oluşturdu. Aynı gün Yemen’de bir bombalı saldırıda 50 kişi öldü. Yemen'in başkenti Sana'daki Polis Akademisi yakınlarında patlayıcı yüklü araçla gerçekleşen saldırıda  50 kişi ölürken 71 kişide yaralandı. Ölü ve yaralıların çoğunun polis akademisi öğrencileri ve İçişleri Bakanlığı çalışanları. Bu haber Türk basınında küçük haber olarak yer alırken, Paris’teki saldırıya canlı yayında bağlandı televizyonlarımız. Oysa Yemen 1539’dan 1918’e kadar Osmanlı idaresi altında kaldı. Hala söylediğimiz türkülere konu Yemen. Buna rağmen Paris ne kadar Sana’dan önemli ise Paris’te ölenlerde Sana’da ölenlerden o kadar önemli. Öte yandan El Kaide polis tarafından eylemi gerçekleştirmek ile suçlanmasına rağmen bir bildiri yayınlayarak saldırıyı gerçekleştirdiği iddiasını reddetti.
Paris’teki saldırı neden düzenlendi? Neden Charlie Hebdo adlı karikatür dergisi basıldı ve 12 kişi öldürüldü? Muhtemelen bu sorunun cevabı, “Zaten uzun zamandan buyana planlanıyordu şimdi fırsatını buldular” şeklindedir. Çünkü bu mizah dergisi tahrik edici yayınları ile tanınıyor. 2 sene önce Hz. Peygamberin hayatı ile ilgili 65 sayfalık bir karikatür roman yayınlayan dergi İslam dünyasında tepki uyandırmıştı.  
Öte yandan akılları kurcalayan bazı sorular da yok değil. Mesela,
Arabada bulunan ve saldırganlara ait pasaport nasıl olurda arabada unutulabilir. Bu kadar profesyonel yapılan saldırıya uygun değil pasaportun unutulması. Ancak, hayat her zaman mantıklı değildir. Böyle bir hata yapılmış olabilir. Örneğin CIA, Küba’da Domuzlar Körfezi harekatında Küba ile ABD arasındaki bir saat farkını hesaplamayı unuttuğu için plan başarısız olmuştu.
Bu pasaportun sahibi madem Suriye'den gelen bir terör örgütü nasıl olurda havalimanından Fransa'ya giriş yapar. Bu da izah edilebilir. Amerikan istihbaratının uzun süreden beri takip ettiği bu ismi Fransız istihbaratı atlamış olabilir.
Öğlen vakti nasıl tesadüfen biri çatıya çıkıp görüntüleri tesadüfen çekim yapar! Bunun izahı bence en kolayı, saldırı sırasında çatıya kaçanlardan birisi cep telefonu ile çekmiştir.
Kaçacakları arabanın kapıları nasıl açık vaziyette bekler? Nasıl olurda öğlen vakti etrafta hiç bir canlı yoktur. Bence buna cevap vermek için saldırının yapıldığı semtin Paris’in banliyösü olduğu gerçeğinden hareket etmek lazım. Aslında sabahları burada çevre genellikle sakin olabilir.
Ve nasıl olur da saldırıda kullanılan arabanın aynaları farklı renklidir!!! Bunu bende anlamış değildim.
Paris saldırısı gerçekleştikten sonra hemen saldırıdan önce 4 Ocak 2015’de Sabah Daily’de “Doğrusal Mantığın IŞİD Konusunda Anlamadığı ve Neden Avrupa İçin Önemli” başlıklı bir yazısı yayınlanan  siyasal İslam ve alt akımları konusunda uzman olan Dr. Neslihan Çevik  saldırıya uğrayan Fransız dergisinin Amerikan kaynaklarında bile “fikir hürriyetinin sınırında” bir çizgide diye nitelendirildiğini ifade etti. Gerçekten de Financial Times gazetesinde Tony Barber 7 Ocak’ta şöyle yazıyordu: “Charlie Hebdo’nın Fransa’da yaşayan Müslümanlara yönelik uzun bir alay, saldırı ve tahrik  kaydı/tarihi var. Dergi bir süre önce aleni hakaretlere son vermiş olsa da asla ifade özgürlüğü ilkesinin en ikna edici taraftarı olmadı. Fransa Voltaire’in ülkesi ancak Charlie Hebdo’da çok sık yönetim aptallıkları hakim oldu.” Üstelik Tony Barber eleştirilerinde de yalnız değil. Richard Seymour’da “Charlie Hebdo’ya Dair” adlı makalesinde derginin tahrik edici yayın politikasını sert bir şekilde eleştiriyor. Derginin yayın politikası saldırıyı haklı ve meşru yapmamakla beraber, El Kaide’nin neden böyle bir saldırıyı planladığını anlamamızı da sağlıyor.
El Kaide gibi bir örgütü ya da örgüt ile doğrudan ilişkisi bulunmayanları Hazreti Peygamber'e saldırarak tahrik ederseniz, fırsat bulurlar ise fırsat eylemi gerçekleştirir. Ancak bu derginin Hz. İsa’nın yüzünü domuz yüzü olarak gösteren karikatür yayınladığını da söylemek gerek. Yani sadece İslam’a değil, dinlere karşı tahrik edici bir tavırları olmuş. Eylemin bunun dışında nedenleri var ise ve yukarıda cevaplandırdığımız düşündüğümüz soruların başka cevapları var ise bu cevaplar ancak yeni bilgilerin ortaya çıkmasında verilebilecektir.
Şu anda eylemin ortaya çıkaracağı sonuçlar daha belirgin görünüyor. Sonuçlar üzerinde durursak, Paris eylemi, Suriye-Irak Savaşının Avrupa’daki ilk yansıması/sonucu. 2003 Irak Savaşı’nın da Londra ve Madrid’e bombalı saldırılar olarak geri döndüğünü hatırlamalıyız. Ancak bu sefer durum daha vahim. 2000’li yıllarda Avrupa’da selefi/cihadist örgütlerin geniş bir ağı yoktu. Oysa Suriye iç savaşı ile birlikte Avrupa’dan Suriye’ye ve daha az miktarda Irak’a 2500-3000 arasında Avrupa vatandaşı genç gitti. Gidemeyen ancak sempati duyanların sayısının bunun dört katı olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Sadece Fransa’dan gidenlerin sayısı 700 ve bunun 500’ü Suriye’de savaşıyor. Bu verilerden hareket eden Dr. Neslihan Çevik, önümüzdeki dönemde Avrupa’da yükselecek İslam karşıtı politikalar ve saldırılardan yarar sağlayacaklardan birisi de El Kaide ve benzeri örgütler olacağını düşünüyor. Özetle, önümüzdeki dönemde bütün Avrupa’da Suriye-Irak savaşından geri dönenlerin Avrupa’da benzer eylemleri şaşırtıcı olmayacaktır.   
Paris eyleminin geleceğe yönelik başka sonuçları da olacaktır. Bu konuda Neslihan Çevik’in ikinci tespiti, Avrupa’da halklarda bir AB bıkkınlığı olduğu doğrultusunda. Aşırı sağ ve sol partiler yükselişte. Özellikle aşırı sağ partiler ve Almanya’daki yeni İslam karşıtı halk hareketi PEGİDA benzeri hareketler İslam karşıtlığı üzerinden büyüyorlar. Paris katliamı bu hareket ve partilere yeni bir ivme verebilir. Özetle, önümüzdeki dönemde Avrupa’da Müslümanlara yönelik saldırı ve cinayetlerin artması hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Üzerinde bugün durulmayan bir başka alanda Fransız ve Avrupa dış politikası olacaktır. Paris’in önümüzdeki günlerde Ortadoğu genel ve Suriye özel politikalarını tekrar değerlendireceği kesin bir veri. Kaddafi’nin öldürülmesini soğukkanlı bir şekilde seyretmenin/yolunu açmanın veya Beşar Esad’ın devrilmesi politikasını desteklemenin ne kadar doğru olduğu sorusu tekrar değerlendirmeye alınacaktır. Bu değerlendirmeden Ortadoğu’yu daha büyük bir çalkantıya itecek Esad’ı devirme politikasının güçlendirilmesi çıkabileceği gibi aksine IŞİD’i Esad’a yok ettirme politikası da çıkabilir.
Öte yandan Paris saldırılarının etkileyeceği bir başka alan ilk bakışta ne ilgisi var dense de Filistin-İsrail ilişkileri olabilir. Bağımsız Filistin Devleti düşüncesinin dünya kamuoyunun kendisini bir anlamda sivil vicdanında güçlendiği bir dönemden geçiyoruz. Sivil vicdanda İsrail’in şiddet içeren politikaları artık dünyaya bıkkınlık vermeye başlamıştı. Birleşmiş Milletler’de 30 Aralık 2014’de yapılan oylamada 8 'evet' ve 2 'hayır' ve 5 'çekimser' sonucuna ulaşıldı ve teklif reddedildi. ABD ile Avustralya aleyhte oy verdi. Güney Kore, İngiltere, Litvanya, Ruanda ile Nijerya çekimser kaldı. Tasarıya evet oyu kullanan BM Güvenlik Konseyi üyeleri ise Fransa, Çin, Rusya, Arjantin, Ürdün, Lüksemburg ile Çad oldu. Paris saldırısı, Avrupa’da ve özellikle Fransa’da bağımsız Filistin’e olan desteği azaltabilir. Tabii, bağımsız Filistin’e olan destek azalırken, İsrail’in uygulamalarına destek en azından kayıtsızlık artabilir.
Önümüzdeki dönemde Avrupa’da alınması gereken önlemler ve kendisi de bir selefi tehdidi ile karşı karşıya olan Türkiye’nin Avrupa’ya verebileceği öneriler üzerinde de düşünülmelidir. Fransa, Paris saldırısına hazırlıklıydı. Fransız siyaseti için saldırının olup olmayacağından çok ne zaman ve nasıl olacağı üzerinde düşünülen konu idi. 2014 Nisan’ından itibaren 20 maddelik bir program çerçevesinde belirli önlemler alınmaya başlanmıştı. Bu çerçevede Fransa’da devletin kurmuş olduğu Müslümanları izlemeye yönelik bir telefon hattı açıldı. Yeşil Kırmızı hat. Fransızlara çevrelerinde yaşayan Müslümanlardan radikalleşenler hakkında güvenlik güçlerine ihbarda bulunma imkanı veriyor. Örneğin bir Müslüman genç, Fransız bir genç gibi giyinirken, aniden İslami giysiler giyinmeye başlar ise Fransız komşu yeşil kırmızı hattan telefon ederek komşusunu ihbar ediyor. (Bu uygulamanın AB tarafından eleştirildiğini ekleyelim) Ancak bu tür önlemler sadece kısıtlı başarılar elde edebilir. Avrupa’nın alacağı önlemlerin başında Ortadoğu politikasını gözden geçirmesi geliyor. Bunun üzerinde burada çok durmaya gerek yok. İkinci önlem, fikir hürriyeti adı altında İslam dinine yapılan saldırıların El Kaide ve benzeri örgütler için can suyu niteliği taşıdığı. Ermeni sözde soykırımına karşı çıkmaya hapis cezası getirmeyi tartışan Fransa’nın İslam’a veya Hıristiyanlığa hakareti fikir özgürlüğü sınırları içinde görmeye ne kadar hakkının olduğunu düşünmesi gerekmektedir. Ve geçici sonuç olarak şunu ekleyelim. 2015 Avrupa için sert geçeceğe benziyor. İngiliz Independent gazetesinin 29 Aralık 2014’da verdiği haberde 2010 tarihinde yayın hayatına başlayan El Kaide’nin “Diriliş” adlı dergisinin 2014 yılbaşı münasebetiyle yayınlanan son sayısında; El Kaide liderlerinden Şeyh Nasır El Enesi’nin “Yalnız Kurtlar” adındaki kendi militanlarına Batı ülkelerine yeni saldırılar düzenlemesi konusunda talimat verdiğini açıklandı. El Kaide, İngiliz Easy Jet ve British Airways havayollarının tehdit etti ve bugün itibarıyla bir çok batı ülkesinde bulunan ve harekete geçmek için emir bekleyen Yalnız Kurtlar’ın Batının yeni kabusu olacağını açıkladı. Paris anlaşılan yalnız kurtların ilk eylemi oldu.

8 Ocak 2015 Perşembe

BEKLENEN OLDU: "Anayasa Mahkemesi seçim barajının kaldırılmasını reddetti" *** Seçim Barajı konusunda kapsamlı bir araştırma...

Anayasa Mahkemesi seçim barajının kaldırılmasını reddetti
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) gündemine aldığını duyurmasıyla Haziran seçimleri öncesinde yeniden tartışma konusu haline gelen yüzde 10 seçim barajı olduğu gibi kaldı.
AYM, yüzde 10 seçim barajının kaldırılması için yapılan bireysel başvuruları reddetti.
AYM, kararı konu bakımından yetkisizlik nedeniyle verdi. Kararın Başkan Haşim Kılıç’ın katılmadığı toplantıda ikiye karşı 14 oy çokluğuyla alındığı öğrenildi.
Barajın kaldırılması için mahkemeye baraj altında Demokratik Sol Parti (DSP), Saadet Parti (SP), Büyük Birlik Partisi (BBP) başvurmuştu.
Avrupa’da yüzde 5’in üstünde baraj yok!
Anayasa Mahkemesi’nin yüzde 10’luk seçim barajını “Hak ihlâli” olarak değerlendirip iptal edebileceğine dair haber yankı uyandırdı.
Gazeteler bugün hukukçuların görüşüyle doluydu. Tartışmanın alevlenmesi üzerine Anayasa Mahkemesi, seçim barajına ilişkin başvuruyu henüz değerlendirmekte olduklarını bildirmekle yetindi.
Kuzu: Yok hükmündedir
TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı AKP’li Burhan Kuzu, mahkemenin barajı kaldırması durumunda, kararı yok hükmünde sayacaklarını ve uygulamayacaklarını söyledi.
Arınç: Gereği yerine getirilir
Buna karşılık Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ise böylesi bir kararın kriz anlamına gelmeyeceğini belirterek, “Mahkeme ne karar verirse versin bunun gerekleri yerine getirilir” dedi.
Anayasa Mahkemesi’nin kararı ne yönde çıkar, iptal yönünde çıkarsa hükümetin tavrı ne olur bilinmez ama Avrupa’da en yüksek seçim barajının Türkiye’de bulunduğu bir gerçek.
Tayyip Erdoğan başbakaken -Nisan 2011’de Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada- “Şu anda Avrupa’da yüzde 8, yüzde 7 barajı da var, olabilir” demişti. Ne var ki bu doğru değil.
Avrupa’nın seçim barajı tablosu:
TABLO AVRUPA
Erdoğan ve benzer cümleleri dillendiren AKP’liler yanlış biliyor: ‘Avrupa ülkeleri’nin hiçbirinde, ama hiçbirinde yüzde 5’in üstünde seçim barajı yok.
Yüzde 5’in üstünde baraj şu an Avrupa’da bir tek Lihtenştayn’da var. Erdoğan o konuşmayı yaptığı Rusya’da oran 7’ydi, o da 5’e indirildi.
Avrupa’nın 21 ülkesinde baraj bile yok. Türkiye’yle kıyas kabul edebilecek bazı ülkelerdeki seçim barajları şöyle: Ukrayna yüzde 5, Polonya yüzde 5, İtalya yüzde 4, Almanya yüzde 5, İspanya yüzde 3 ve Fransa yüzde 0.
Diken sordu, uzmanlar yanıtladı: AKP ‘çözüm süreci’nde kararlıysa seçim barajında bu ısrar niye?
Türkiye bir kez daha yüzde 10’luk seçim barajını tartışıyor. Genel seçimlere yedi ay kala gündeme gelen meselenin, Kürt sorununa son verip barış getirme iddiasındaki hükümet tarafından pek de hoş karşılanmaması dikkat çekiyor.
Tartışma Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın seçim barajını hak ihlali kapsamında yapılan bireysel başvuru sonucunda değerlendirmeye aldıklarını söylemesiyle alevlenmiişti.
Erdoğan ve Davutoğlu ne dedi?
Türkiye’de önemli demokrasi eksikliklerinden biri olarak yüksek baraj oranının düşürülmesi tartışmasına ilk tepki Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan geldi. Erdoğan, barajı üstü kapalı bir şekilde ele alıp, Anayasa Mahkemesi’ni ‘siyasetin alanına girmek’le hayli sert eleştirdi: “Egemenlik, bürokrasinin değildir, yargının değildir, Anayasa Mahkemesi’nin de değildir. Hiç kimse hiçbir kurumu kendisini milletin, Meclis’in üzerinde, özellikle de siyaset kurumunun üzerinde görmemelidir. Darbe ürünü kurumlar çıkıp da siyasete hiza vermeye kalkamaz.”
Başbakan Ahmet Davutoğlu da, Kılıç’ın çıkışını Türkiye’de istikrarsızlık yaratma hamlesi olarak yorumladı: “Bu barajı AK Parti getirmedi. 15 ayda seçime girdik ve eşit şartlarda lider olduk. Biz baraj falan tanımayız. Biz milleti tanırız.”
Peki HDP’nin seçimlere parti olarak girmesine de engel oluşturan baraja yönelik bu tavır, Erdoğan ve hükümetin çözüm kararlılığıyla çelişmiyor mu?
Diken, bu soruyu köşe yazarı Cengiz Çandar, Başbakanlık Başdanımanı Etyen Mahçupyan, siyaset bilimci Fuat Keyman, hukukçu Mithat Sancar ve araştırmacı Bekir Ağırdır’a sordu…
Cengiz Çandar: AKP çözümde ciddiyse barajın indirilmesine karşı çıkmaz
“Yüzde 10 barajı, 1982 Anayasası üzerinden Seçim Kanunu’na 1980 darbesine yol açan ve siyasi krizlerin sebebi olarak gösterilen koalisyon hükümetleri ya da hükümet kurulamamasına tepki olarak girmişti. O günden bu yana geçen süre 40 yıla yaklaştı.
Yüzde 10 barajı, başta Avrupa, dünyada eşine rastlanmayacak ölçüde çok yüksek bir oran. Parlamenter demokrasinin ‘olmazsa olmaz’ları arasında sayılan ‘temsilde adalet’ ilkesini yok ediyor. Son derece adaletsiz bir yapıya yol açıyor.
Ayrıca, barajın kaldırılması ya da en fazla olmak üzere yüzde 5 düzeyine indirilmesi, ülkenin en önemli sorununun, Kürt sorununun çözümü açısından da mutlak bir şart. Kürtler, demokrasiyi bu kadar sakatlayan bir hükümle temsilde yeterince, hak ettikleri oranda ve adaletli biçimde yer alamazlarsa, bu ülkenin siyasi bütünlüğü içinde yer alma dürtüleri de giderek törpülenir.
AKP iktidarı, gerçekten ‘çözüm süreci’nde ciddi, samimi ve sonuç almaya istekliyse barajın kaldırılmasına ya da yarı yarıya indirilmesine karşı çıkmaz. Eğer karşı çıkıyorsa ‘çözüm süreci’ni değil, bildiği usûllerle ‘çözmeyi’ düşünüyor demektir ki, bunun da1940’ların “Memlekete komünizm gerekirse biz yaparız” zihniyetli proto-faşist tek parti yönetiminden farkı yoktur. Öyle bir çözüm, zaten çözüm değildir. ” (Radikal gazetesi yazarı)
Etyen Mahçupyan: İyi niyetli değil
”Seçim barajı hükümetin hep söylediği gibi baştan beri var ve tabii ki hükümet her siyasi parti gibi bundan yararlandı. CHP de bundan yararlanabiliyor zaten. Dolayısıyla siyaseten baraj şu zamana kadar korundu. Değişecek olsa bile siyaseten değişmesi lazım.
Geçen sene başbakan olan Tayyip Erdoğan farklı modeller önerdi, barajın sıfıra inmesini de önerdi. Muhalefet hiçbir şey yapmadı, bu tartışmayı yürütmedi.
O yüzden hükümet kendisine düşeni yaptığını düşünüyor. Çünkü sadece durup dururken barajı indirmek niyetinde değil hükümet, seçim sistemini de değiştirmek istiyor. Bu da muhalefet tarafından herhalde pek makbul bulunmadı ya da buraya doğru yürümek istemedi muhalefet.
Dolayısıyla, seçime kaç ay kalmışken bu tartışmaların çıkmasını iyi niyetli bulmak çok da mümkün değil. Tabii ki hükümet böyle bakıyor meseleye.
Anayasa Mahkemesi’ne gelen teklif kendi yetki alanını aşmasını gerektirecek. Anayasa Mahkemesi’nin kendisini yıpratması, siyaset alanına girmesi demek. Çünkü muhalefet şu ana kadar önayak olup yapmadı, ya da hükümetin önayak olmalarına cevap vermedi.
Şimdi de Anayasa Mahkemesi üzerinden bu yapılmak isteniyorsa bunun kabul edilebilir bir tarafı yok tabi.” (Başbakan Davutoğlu’nun başdanışmanı, Akşam gazetesi yazarı)
Fuat Keyman: AKP baraja demokrasi temelinde değil, kendi çıkarına göre bakıyor
”Çözüm süreci Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü açacak bir süreç. Fakat seçim barajının düşürülmesi de demokratikleşmenin önünü açacaktır.
Dolayısıyla bence çözüm süreciyle seçim barajının düşürülmesinde bir paralellik var. Çözüm süreci baraj düşürülürse daha rahat yürür.
Ancak varolan siyasi sistem içinde AYM barajı düşürürse, AKP bunu vesayet hamlesi olarak göreceği için bütün siyaset buna odaklanacaktır. Böyle bir durumda, şu zamana kadar konuştuğumuz gibi Mart-Nisan ayında çözüm sürecinde ciddi bir noktaya gelmek de hayal olur. Çözüm süreci değil de AYM’nin barajla ilgili verdiği karar konuşulur.
Şu anda AKP (barajın kaldırılmasına) karşı çıkacaktır çünkü yüzde 10 barajı onun lehine, ona hak vermek lazım. Yüzde 10, yüzde 5’e ya da sıfıra inerse AKP milletvekillerinin sayısı azalabilir. AKP bu durumda seçimi kazanır ama güçlü çoğunluk hükümetini kurmada ya da anayasayı değiştirmede yeterli milletvekili sayısına sahip olamıyor. Ama bu, demokrasi temelinde değil de kendi çıkarına bakıp hareket etmektir.
MHP de örneğin 2011 seçimlerinde bu tartışma olsaydı barajın altında kalma durumu olduğu için AKP’ye karşı çıkacaktı. Fakat şu anda oyları yükseldiği için karşı çıkmayacak, yüzde 10 barajı kalsın diyecektir.
Ama barajın düşmesi hem CHP’nin hem HDP’nin yararına olur. Yüzde 5 gibi bir barajla tüm Türkiye temelinde katılabilir seçime HDP.
Partiler barajın reforme edilmesini kendi çıkarlarına yönelik görüyor. Halbuki baraja, demokratikleşmenin güçlendirilmesi ve denge denetimi yönünde bakılmalı.” (Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi Direktörü, Radikal gazetesi yazarı)
Mithat Sancar: AKP barajın bütün nimetlerinden yararlanıyor, durum hazin
“AKP’nin seçim barajındaki tavrı çözüm sürecinden bağımsız olarak zaten baştan sorunluydu. 2002’deki seçimlerde bir avantaj sağlayarak tek başına hükümet kurma imkânı elde etti baraj sayesinde. Ondan sonra da barajı düşürmeye yönelik bütün talepleri kulak ardı etti.
Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamında ya da en azından temsili adaletin sağlanması açısından barajın düşmesi gerektiği çeşitli çevrelerce dile getiriliyor. Fakat bu baraj aynı zamanda bir iktidar tuzağı içeriyor, yani barajın iktidarları tavlayan bir yanı var. Bir dönem çoğunluk olan her parti, baraj sayesinde bu çoğunluğu sürekli bulabileceği gibi bir cazibeye kapılmıştır.
Çözüm sürecinde dile getirilen talepler vardı. ‘Yol temizliği‘ denilen demokratikleşme adımlarına ihtiyaç vardı. Sürecin başlarında, hangi aşamada olduğundan bağımsız olarak programlanması gereken adımlardı bunlar ve içinde barajın kaldırılması ya da düşürülmesi mevcuttu zaten.
Ama AKP yüzde 45-50 arasında oy alan bir parti olarak barajın avantajlarından maksimum düzeyde yararlanıyor ve kendi avantajlarını bu adaletsiz seçim sistemi sayesinde de sürdürmekten vazgeçmiyor. Çözüm sürecinde yeni bir aşama ihtiyacı olduğunun çok net vurgulandığı bu dönemde, baraj ısrarından ve inadından vazgeçmesi çok iyi olurdu ama vazgeçeceğe benzemiyor AKP.
Bu, hem çözüm süreci hem de demokratikleşme açısından olumsuz bir tavırdır. Önümüzdeki dönemde 2015’ten sonraya ertelemeye çalıştığı tartışma konularından biridir bu AKP’nin. En azından 2015’i bu avantajla geçirmek istiyor.
Diğer yandan da, belli bir çevre hariç diğer partilerin hiçbirinin, bir dönem CHP’nin de hiç samimi davranmaması önemli bir mesele. CHP son dönemde barajı düşürmeye yönelik önergeler sundu, taleplerde bulundu. Ama önceki dönemlerde de MHP, CHP ve DTP baraj konusunda bir tür sinizm tavrını tercih etti. Demokratik kamuoyu da maalesef sonuç alıcı bir baskı oluşturamadı.
Şu an konunun AYM’nin önüne gelmiş olması yeni bir fırsat ama aynı zamanda, yargısal süreçler dışında, demokratik zeminde çözülemediğinden, bir muhasebeyi de gerekli kılıyor. Yani bir yandan fırsat, bir yandan da hazin bir durum. (Hukuk profesörü, Ankara Üniversitesi öğretim üyesi)
Bekir Ağırdır: Sonuçlar 2019’dan önce sandığa yansımaz
Araştırma şirketi Konda’nın Genel Müdürü Bekir Ağırdır’a göreyse, barajın kaldırılması Kürt siyasetini olumlu etkileyecek ama büyük bir dalgalanmaya da yol açmayacak. Sebepse, Türkiye’de 2002’den bu yana kemikleşen kutuplaşma. Ağırdır, Diken’in ‘Barajda bir değişiklik oy dağılımını nasıl etkiler?’ sorusuna, şu yanıtı verdi:
”Hepimiz baraja takılmış durumdayız ama herkesin gözden kaçırdığı bir mesele var. 2002’den bu yana bütün seçimlere bakıldığında Türkiye siyasetinde tuhaf bir yoğunlaşma var. Örneğin bazı illerde CHP yüzde 60’lara çıkarken, diğer yerlerde yok. Keza HDP için de bu geçerli.
Bu nedenle baraj düşse dahi AKP’nin yine çok önemli kayıplar yaşayacağını söylemek doğru olmaz. Diyelim ki CHP İzmir’de iki milletvekili sayısını artırır ama bazı illerde olmadığı için pek fark etmez bu durum. Çünkü AKP 81 ilde var, diğer üç parti farklı illerde yoğunlaşıyor.
Bunları net bir şekilde konuşabilmek için hesap yapmak gerekiyor ve bu değişikliklerin nerelerde olacağını derinlemesine araştırmak gerekiyor. Tabii baraj düştüğü takdirde bu durumdan doğrudan Kürt siyaseti etkilenecektir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın oylarını baz alarak yaptığım hesaba göre HDP 13 milletvekili daha çıkarabilir.
Bana kalırsa hemen yarın kaldıralım barajı ama baraj değişikliğinde 2015 Haziran seçimlerinde çok büyük bir dalgalanma beklemiyorum.
Bu baraj kaldırılmalı, evet, ancak matematiksel sonucu 2015’te değil 2019’da ortaya çıkar. Çünkü Türkiye siyasinin üç karakteristik özelliği var…
İlk olarak Türkiye bu dört partiye konsolide olmuş durumda. Bunun çözülmesi gerek ama altı ayda çözülebileceğini düşünmüyorum.
İkincisi bu dört parti arasında bir kutuplaşma var.
Üçüncü olarak da bu dört parti aynı zamanda bir kimlik siyasetine sıkışmış durumda.”
9 Soruda | Anayasa Mahkemesi’nin ‘seçim barajı’yla imtihanı ve ‘iptal’ seçeneği; MURAT SEVİNÇ
Bir süredir ortalıkta dolaşan dedikodu, sonunda bir gazeteci tarafından haber yapıldı da bizler de ‘yazma’ şansına kavuştuk!
Haberin yalancısıyız, Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Haşim Kılıç, yüzde 10 seçim barajına ilişkin düzenlemenin bireysel başvuru yoluyla önlerine geldiğini, incelendiğini ve birkaç hafta içinde sonuçlandırılacağını açıklamış.
Türkiye’de bazı şeyleri tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. AYM eğer ‘ihlal’ ya da ‘iptal’ yönünde bir karar verirse, öncelikle o ve sonraki birkaç akşam, çok sayıda ‘hukukçu’ TV ekranlarında kapışacak. Akıl ve beden sağlığınıza düşkünseniz ‘Sakın izlemeyin’ derim. AKP’liler ve 1960’ların sonundan itibaren Türkiye sağı AYM için ne diyorsa, aynını tekrar edecekler.
Bu arada, aklı başında değerlendirme yapan bir iki uzmanın söyledikleri hiç kimse tarafından duyulmayacak. Adında ‘tartışma’ olan programların sunucuları, hiç kimsenin gerçek bir şey tartışmadığı, mütemadiyen zevzeklik yapılan stüdyolarında zevkten dört köşe olacak vs…
Henüz bu saçmalıkların yaşanmasına bir iki hafta varken yazmak, anlamlı olacaktır. Hiç kimseden söyleşi önerisi almadığım için, kendi kendimle söyleşmeye karar verdim! Biraz uzun oldu ancak konu çok ama çok önemli. Yazının bundan sonrasını okuyacaklara, sabır dilerim…
1- Baraj sorunu nedir?
Seçim Yasası’nın 33. maddesinde yer alan yüzde 10 barajının her hangi bir Batı Demokrasisinde eşi benzeri yok. Putin’in Rusya’sında dahi yüzde 7 idi, yüzde 5’e indirdiler. Batı’da barajsız sistemler olduğu gibi genel eğilimin, yüzde 2 ile yüzde 5 arasında olduğu söylenebilir. Zaman zaman Türkiye’de gündeme gelen yüzde 5 baraj önerisi, büyük ölçüde Almanya’dan esinlenir.
1983’te bir de ‘seçim çevresi barajı’ vardı. Üç genel seçim bu ‘çifte barajlı’ sisteme göre yapıldı. Küçük partiler, yani 12 Eylülcüler’in ‘marjinal’ olarak tanımladığı siyasal akımlar sistem dışı bırakılmak istendi ve büyük ölçüde başarılı oldu.
Çifte baraj, zamanında AYM’nin önüne geldi. Mahkeme, 1995’te seçim çevresi barajını iptal ederken yüzde 10’luk baraja dokunmadı. 1995 sonrasındaki seçimler, ülke barajıyla yapıldı. Sorun AİHM’e de gitti (Sadak/Yumak) ve ilgili dairenin 2007’deki kararı, ‘iktidar/devlet’ lehine çıktı. AİHM, ülkelerin ‘takdir marjı’ olduğuna hükmetti.  Barajın böyle bir geçmişi var.
2- Neden kaldırılmadı?
Vallahi bunu kaldırmayanlara sormalı! Tüm iktidarlar, 12 Eylülcülerin bu ‘değerli’ hediyesinden yararlandı. Çünkü Türkiye’de ‘halkın yönetime katılımına’ değer verilmez. Halk dediğin, oy deposudur. Milli iradeden en çok söz eden AKP, 2002 seçimlerinde oyların neredeyse yarısı (yüzde 45 civarında) baraj nedeniyle ‘çöpe gittiği’ için ‘tek başına’ iktidar olabildi.
Ancak, ‘ülke’ yerine ‘algı’ yönetmek isterseniz, bu somut gerçeği hiç gündeme getirmez, sürekli ‘cici halk’ söylemi kullanırsınız. Üstelik masal sever çeyrek okumuşlardan desteğiniz de varsa, ‘halk övgüsü’ tadından yenmez. Özal da 1987 seçimlerinde, aynı tadı almıştı. Tekrar ediyorum: 2002 seçimlerinde geçerli oyların yaklaşık yarısı, çöpe gitti.
Neyse ki 2007 sonrasında, barajın asıl hedefi olan Kürt siyaseti ‘bağımsız adaylık’ seçeneğine yöneldi de, çöpteki oy miktarında kısmi bir azalma oldu. Ülkeyi 12 yıldır yöneten parti, bu izan dışı baraj her gündeme geldiğinde, ‘Bana ne bana ne, ben mi koydum?’ düzeyinde açıklamalar yapmayı tercih etti. İşin matrak yanı, ‘Kemalist ve darbe yanlısı’ CHP ile ‘bölücü’ HDP/BDP, yıllardır ‘Baraj düşsün’ derken; ileri demokrat AKP, düşmesini engelledi.
AKP’nin geçen yıl gündeme getirdiği seçim kanunu değişikliği önerisine ise hiç girmeyelim. Çok tipik bir AKP taktiğiydi: Dar bölge ile çok milletvekili. Bak şimdi, yine niyet okudum!
Özetle, barajın indirilmemesinin nedeni, iktidar partilerinin bu ‘oy hırsızlığından’ büyük menfaat elde etmeleri. Tabii oy hırsızları, kendilerine hayli şık bir kılıf da buldu: Yönetimde istikrar.
3- Baraj, yönetimde istikrarı sağlar mı?
1995 değişiklikleriyle Anayasa’ya, seçim kanunlarının ‘temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak şekilde düzenlenecekleri’ ilkesi eklendi (67).
İstikrardan, bir partinin yıllarca süren dizginsiz yönetimini anlıyorsanız, yüzde 10 elbette istikrar sağlar. Bu mantıkla, barajı yüzde 30’a çıkarmak yönetimi daha da istikrarlı hale getirir. Üstelik yasama yetkisi ‘asli ve genel’ olduğu için TBMM’nin barajı yüzde 30 yapmasının önünde bir pozitif hukuk engeli de yok. AKP’nin, Celal Bayar’dan bugüne değişmeyen egemenlik algısı buna da izin verir. Var mı itirazı olan!
Yıllardır, ‘Reis ile istikrar sohbetleri’ yapılır ve tek partiyle istikrar sözcükleri neredeyse eş anlamlı kullanılırken, TV’nin gedikli soytarıları, Avrupa’daki koalisyonlardan örnek verdi mi? Örneğin şu anda AB’nin en önemli iki ülkesi, koalisyon hükümetleriyle yönetiliyor. Sizce her gün gözyaşı döküp ‘Ah be, Türkiye gibi olmak vardı’ diyerek efkârlanıyorlar mıdır?
Bana kalırsa, baraj olmamalı. Ancak olacaksa, en fazla yüzde 5 olmalı ki örnekleri var.
Böyle bir oranın, ‘kolay dağılmayan’ hükümetlerin kurulabileceği bir meclis aritmetiği yaratacağı düşünülebilir. Ancak yüzde 10, ‘temsilde adalet,’ ‘seçme/seçilme’ ilke ve haklarını yerle bir etmekte. Bu saçmalığın gerekçesi ‘yönetimde istikrar’ amacı değil, güçlü iktidarların ‘büyük korkuları.’
Geçmişe bakılırsa, Demirel’in 1965 ve 1969’un olağanüstü zor koşullarında, baraj ödlekliği yokken, ‘tek başına’ iktidar olabildiği görülür. ‘İstikrar’ denilen olgu, ülkelerin çok muhtelif koşullarıyla ilgili. Oy gasp ederek sağlanan, istikrar değil başka bir şey. Şu anda yüzde 10 barajını savunan herkes, 2014’ün Kenan Evren’i. Bu kadar basit.
4- AYM, bir siyasi parti başvurusunu inceleyebilir mi?
İlgili yasa, ‘Kamu tüzel kişileri bireysel başvuru yapamaz’ diyor. Siyasal partiler ‘tüzel kişiliğe’ sahip ancak ‘kamu tüzel kişisi’ değil. Bu nedenle, bireysel başvuru yapabilirler.
Davanın Genel Kurul’a taşınması ise AYM’nin çok önemli bulduğu davalarda, daha önce de gerçekleştirdiği bir uygulama.
5- AYM, ‘ihlal’ kararı verebilir mi?
Verebilir. Yalnızca ‘ihtimalden’ değil, ‘yetkiden’ söz ediyorum. Yüzde 10 baraj ‘seçme ve seçilme hakkı’nı hak olmaktan çıkarıyor. Bu oran TBMM’de farklı siyasi görüşlerin değil, büyük partilerin siyasi eğilimlerinin temsiline izin veriyor. Oysa ölçü, Batı demokrasileri olmalı.
Ancak AYM ‘ihlal’ kararı verirse, ciddi bir eleştiriyle karşılaşır. AİHM’in 2007’deki baraj kararı nedeniyle. Malum, bireysel başvuruda AYM, AİHS ve Anayasa’da (yani, ikisinde de) yer alan bir hakkın ihlal edilip edilmediğine bakar.
Dolayısıyla AKP’liler aniden, ülkenin bir anayasası olduğunu hatırlayacak ve AİHM’in kararıyla Anayasa’nın AİHS’ye atıf yapan 148/3 maddesinden söz edecek. AYM, ihlal bulursa, bunu hem kendi içtihadını değiştirerek (1995) hem de görünürde AİHM’e ‘rağmen’ yapacaktır.
Buna mukabil unutulmaması gereken, AİHM’in, aykırılık iddiasını ülkelerin ‘takdir marjı’ olduğu savıyla reddettiği. Bu durumda AYM, olası ‘ihlal’ kararında, seçim barajı düzenlemesi konusunda takdir sahibi kurumlardan biri olduğunu vurgulamalı ve kararını söz konusu ‘marj’ içinde gerekçelendirmeli.
6- AYM, ‘iptal’ kararı verebilir mi?
AYM’nin Milletvekili Seçimi Kanunu’nun 33. maddesindeki ‘baraj’ı bireysel başvuru yoluyla iptal etme yetkisi var mı? Gazetelere açıklama yapan önemli anayasacılar, ‘kanun aleyhine bireysel başvuru yapılamayacağını’ belirtmiş. Kuruluş Kanunu’nun 45. maddesindeki bir sınırlamadan söz ediyorlar.
İyi hoş da, ‘hak ihlali’ iddiası bir ‘yasa’dan kaynaklanıyorsa, AYM bu yasayı incelemeyecek mi? Tabii ki inceleyecek. Burada, AYM önüne ‘götürülen bir yasadan’ değil, hak ihlaline konu olan, yani dolaylı olarak incelenmek zorunda kalınan bir yasa hükmünden söz ediyoruz. Dolayısıyla, itirazları anlamlı değil.
Bu durumda, ‘bireysel başvuru’yu inceleyen AYM, incelemesi sırasında ilgili yasa hükmünün anayasaya aykırı olabileceği kuşkusu duyarsa ne yapmalı?
Yüce Divan yargılamasında ve parti kapatma davalarında ne yapıyorsa, onu yapmalı. Bu iki dava türünde AYM, ‘davaya bakan mahkeme’ konumunda. Haliyle bir ‘aykırılık’ fark ettiğinde, ilgili yasa maddesini kendi önüne getirir. Refah Partisi ve Fazilet Partisi davalarında yaptığı gibi.
Güncel davada da AYM, hak ihlali iddiasına konu olan (barajı düzenleyen) hükmü kendi önüne getirip Anayasa’ya aykırılığını inceleyebilir ve iptaline karar verebilir. İptal kararı, sorunu ‘kökten’ çözer.
7- ‘İhlal’ kararının sonucu ne olur?
Olası eleştiriler bir yana, AYM ihlal bulursa hukuksal sonucu ne olur?
1. AKP, ‘İhlal bulunmuş da olsa yasada yer alan yüzde 10 barajla seçime gidiyoruz’ diyebilir. Tabii, anormal bir tercihten söz ediyorum.
AYM’nin ‘Bu barajla seçim, seçme ve seçilme hakkının ihlalidir’ yönündeki kararının ardından, hiçbir şey olmamış gibi seçim yapmak, belki mümkün ama çok zahmetli olur. Üstelik mümkün olup olmadığına da nihai olarak (başvuruları sonuçlandıran) YSK karar verecek.
Başta HDP olmak üzere, çok sayıda parti karara ‘sahip çıkmışken’ yüzde 10 barajlı seçimde ısrar etmek, büyük bir meşruiyet kavgasına neden olur.
2. Seçim Kanunu değiştirilerek makul bir baraj oranı düzenlenebilir. Bu durumda, Anayasa’da yer alan ‘Bir yıl içinde yapılacak seçimde uygulanamaz’ sınırlaması hükmü gündeme gelir. Söz konusu sınırlama, Anayasa’da yapılacak bir ‘ek madde’ düzenlemesiyle aşılabilir.
8- ‘İptal’ kararının sonucu ne olur?
AYM, incelemesi sırasında, barajı düzenleyen maddeyi, yukarıda ‘6. başlıkta’ anlatıldığı gibi kendi önüne taşır ve Anayasa’ya aykırılığı gerekçesiyle iptal ederse, o andan itibaren barajsız bir seçim sistemine sahip oluruz. Haliyle, seçim öncesi herhangi bir acil değişiklik yapılmasına gerek kalmaz. Çünkü iptal kararı, ilgili hükmün ‘yok edilmesidir.’ Bu nedenle ‘iptal etmek,’ ‘ihlal kararı’ vermekten çok daha somut sonuçlar doğuracak bir yol olur.
Tabii, ortaya çıkan barajsız sistem seçeneği beğenilmezse, hemen yeni bir yasal düzenleme yapılmasının önünde (ek maddeyle bir yıllık uygulama yasağı aşılmak kaydıyla) engel yok. Tabii AYM, olası bir iptal kararında, eğer isterse, ‘kararın bir yıl sonra yürürlüğe gireceğine’ hükmedebilir ki bu seçenek, AKP’yi 2015 seçimi açısından hayli rahatlatır.
9- Siyasi sonuçları ne olur?
Malum olmuyor ki, Allah bilir ne olur! Buna mukabil görünen o ki ister barajsız seçim, ister yeni bir düzenlemeyle  yüzde 5 barajlı seçim olsun, en kazançlı Kürt siyasal hareketi çıkar. Yeni oluşumlar umutlanır.
AKP, olası bir ‘ihlal’ kararı (iptalde böyle bir şansı yok) karşısında, ‘Bildiğimi okur, yüzde 10’la seçime giderim’ derse (ve YSK da aynı yönde karar verirse), ağır eleştiri ve tepkilere katlanır. Çünkü bu konuda tüm partiler, AKP’nin karşısında yer alacaktır.
Ayrıca ‘yargı darbesi’ zırvalarıyla koskoca memleketi, bir ömür uyuşturup hissizleştirmek de mümkün olmayabilir!
Şu da var ki AKP gibi bir partinin Anayasa’ya, hukuka, yargısal aktivizme yapacağı her vurgu, bu saatten sonra partiyi aklı başında insanlar nezdinde daha da gülünç duruma düşürmekten başka bir işe yaramaz.
Yine de burası Türkiye tabii. Kimin neyi nasıl kullanacağını bilemeyiz.
Geçenlerde Zaytung’da bir son dakika haberi vardı. Memleketi, ‘yarısının her şeyi bildiği, diğer yarısının hiçbir şeyi umursamadığı’ bir yer olarak tanımlıyordu. Hâl böyleyken, siyasi sonuçlar ne olur, nereden bileceksin. Her şey olabilir…
Not: Değerli meslektaşım Kerem Altıparmak’la konuya ilişkin tartışmamızdan çok yararlandım.
Teşekkür borçluyum.