29 Aralık 2018 Cumartesi

Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi (DESAM) “İslam Dünyasında Eğitim Konuşmaları (3)” adlı panelinde konuşan Gürkan Avcı, Türkiye’nin İslam dünyasının eğitim merkezi olabileceğini söyledi.

İslâm Dünyası Ancak, "Bilimsel Eğitimle" Kurtulur!.. 
Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi (DESAM) “İslam Dünyasında Eğitim Konuşmaları (3)” adlı panelinde konuşan Gürkan Avcı, Türkiye’nin İslam dünyasının eğitim merkezi olabileceğini söyledi. İslam dünyasının kurtuluşunu eğitimde aramanın asla ve asla kolaycı bir tespit ve çözüm olmadığının altını çizen DESAM Başkanı Gürkan Avcı, konuşmasında şunları söyledi; 
İslam Dünyası Bilimsel Eğitimle Kurtulur!
Bugün İslam dünyası sosyolojik olarak, psikolojik olarak ve demografik olarak sıkıntıda, bir gerileme içinde, büyük bir bunalım ve ümitsizlik sarmalında bocalıyor. Bunun da temel çözüm yolu bilimsel, nitelikli ve çağcıl bir eğitim sisteminden geçiyor. İslam dünyası bilimsel vizyon sahibi nesiller, stratejik kurumlar, demokratik bireyler yetiştirmelidir.
Bazı İslam ülkeleri eğitime büyük paralar harcıyor ki çok para bu ülkelere daha çok hata da yaptırıyor. Artık küreselleşen dünyada bir projeyi gerçekleştirmek için yüzde yetmiş beş insan kaynağı, yüzde yirmi beş ise finansman gerekiyor. Bu nedenle ülkenin finans kaynaklarını en verimli ve stratejik bir şekilde kullanabilen nitelikli nesiller yetiştirmek için de çağdaş bir eğitim sistemi gerekiyor. Türkiye bu rol model görevini gayet başarıyla yapabilir.
Aslında İslam dünyası yükseköğrenime gelene kadar temel eğitim bakımından da çok büyük kriz ve sefalet içerisindedir. İslam dünyası halen okuryazarlık bakımından dahi dünyanın en geri kalmış ülkelerini içerisinde barındırmaktadır. Mesleki eğitimde ve yükseköğrenimde ise tam bir iç karartıcı durum hâkimdir. Dünyanın en iyi üniversiteleri arasında İslam dünyasından bir ya da iki üniversite ancak girebilmektedir.
İslam ülkeleri özellikle temel eğitimi geliştirerek, halkını daha bilinçli ve yüksek eğitime daha istekli hale getirmelidir. Aksi takdirde dünya ile rekabet etmek ve söz hakkı elde etmek mümkün olmayacaktır.
Bugün İslam dünyasında kimi ülkeler son derece zengin doğal kaynaklara ve daha az nüfusa sahipler. Fakat bu ülkeler başta eğitim alanında olmak üzere dünyaca tanınan, parlak kurumlara sahip değiller. Bu ülkeler mükemmel eğitim kurumları açabilecek mali güce ve dünya ile rekabet edebilecek bilim ve kültür merkezleri açmayı başarabilselerdi yoksul ve eğitimsiz kalmış İslam dünyasında eğitimin iyileşmesine ve toplumsal ilerlemeye bir katkı sunabilirlerdi.
İslam ülkelerinin çoğu ise çok sınırlı doğal kaynaklara ve kalabalık nüfusa sahipler. İslam dünyasındaki İKÖ, İSESO, COMSTEC gibi uluslararası örgütlerde gerek mali, gerek uzmanlık açısından zayıf oldukları için bu eksikliği gidermekte çok sınırlı kalıyorlar.
İslam dünyasının yeterince ciddiye alınmıyor olmasının nedenlerini bu demografik göstergelerde de aramak gerekiyor. Bugün bile Afrika kıtasında, Yemen’de, Güney Asya’da yardım ve himaye bekleyen yoksul ve perişan Müslüman halklar var. Kendi başının çaresine kendi bakmak zorunda bırakılmış milyonlardan bahsediyorum. Bu noktada Türk halkı ve devletinin hakkını teslim etmek gerekiyor. Körfezdeki çok daha zengin İslam ülkelerinin de Türkiye’yi örnek almasını diliyorum.
Eğitimsizlikten kaynaklanan çok büyük bir sorun daha var. Bugün tüm dünyada Müslümanlar radikal, aşırılıkçı ve terörist olarak tanımlanıyor ve algılanıyor. Terörizmin, radikalizmin ve aşırılıkçılığın kökeni de eğitimsizliktir.
İslam dünyası terörün ve radikalizmin sebeplerini ortadan kaldırmak için batı dünyasının yardımlarını ve anlayış göstermesini bekleye durmak yerine gençliğin üzerine kara bulut gibi çöken nefreti, hoşnutsuzluğu, ümitsizliği bilimsel eğitim sistemi üzerinden nitelikli kültür, sanat ve teknoloji politikalarıyla ciddi biçimde ele alması gerekmektedir.
Bugün İslam dünyasında okuma yazma oranı ancak yüzde 45 dolayında seyrediyor. İslam dünyasında gençlik okumaz yazmaz ve başıboş halde, cehalete, işsizliğe ve ümitsizliğe mahkûm bırakılmış halde. Bu çok tehlikeli karışım nedeniyle gençlik radikalizme ve terörizme hazır halde bırakılmıştır. Körfez ülkelerine büyük sorumluluk düşmektedir.
Günümüzde İslam ülkelerinin her düzeyde eğitim ve ARGE’de işbirliği yapması gerekirken imam yetiştirme ve dini eğitim ağırlıklı düzenlenen eğitim programları en büyük yüzdeyi oluşturmaktadır. Özellikle Afrika ülkelerinde ve genelde ise hemen her İslam ülkesinde Mısır, Suudi Arabistan, İran vb Müslüman ülkelerin finansmanı ile oldukça yaygın bir şekilde açılan mezhep okulları ve medreseler ülkenin iktisadi gelişimine ve çağdaş istihdamına fayda üretememektedir. Mısır, Suudi Arabistan, İran gibi Müslüman ülkeler daha az gelişmiş diğer İslam ülkelerinde bilimsel ve teknik eğitim veren okullar açmayı ve sadece dinbilim konusunda burslar vermek yerine teknik ve bilimsel alanlardaki eğitime de burs vermeyi ivedilikle öncelemelidirler.
Bugün tüm dünyada ve özellikle Afrika’da İslam yoksulların ve eğitimsizlerin dini olarak görülmektedir. Ekonomik engeller bir tarafa İslamofobi nedeniyle Müslüman öğrenciler batı ülkelerine gitmek ve oralarda barınmak konusunda gittikçe zorlanmaktadırlar. Bu çerçevede Türkiye ODTÜ, Boğaziçi, Bilkent, Galatasaray, İTÜ, KOÇ, SABANCI gibi üniversitelerini Oxford, Harvard, Sorbonne üniversiteleri gibi dünya çapında ün yapmış klasmana derhal taşımalıdır.
Bu üniversitelerini tüm İslam dünyasına açıklık politikasıyla sunarak İngilizce ve Fransızca gibi Türkçe’nin de İslam dünyasına yayılmasını, tanınmasını ve kendini kabul ettirmesini sağlayacaktır. Türkiye’nin bu yolla elde edeceği ekonomik, sosyal ve kültürel nüfuz ve zenginliği vurgulamak istiyorum.
Ayrıca Türkiye stratejik olarak en ileri seviyede Yüksek İslam ve Kuranı Kerim Üniversiteleri, Kız Okulları kurarak Müslüman gençliğe İslam’ın çağcıl perspektif ve erdemlerine ulaşma imkânı da sağlamalıdır. Türkiye dijital çağın gereği olarak dünyanın en mahrum bölgelerindeki insanlar için dahi internet üzerinden eğitim yollarının oluşturulmasını da sağlayabilir. Türkiye bu vizyonuyla tüm insanlıkça teşvik edilmeyi hak eden bir motivasyon kaynağı da yakalayacaktır.
İslam ülkeleri arasında işbirliğini geliştirme amaçlı yapılan toplantılar ah vah etme ve durum tespiti yapma temalı değil eğitim, bilimsel araştırma ve gelişim, değişim alanlarında neler yapılması gerektiği, herkesin birbirinin avantajından ve tecrübesinden faydalanmak suretiyle örnek alabileceği projeleri paylaşmak üzere olmalıdır.
Bu çerçevede Türkiye bir tavır belirlemelidir. Bugüne kadar kim ne yaptı? Nerelerde hata yapıldı? Türkiye bunların muhasebesini yapmak zorundadır. Türkiye İslam dünyasını bilimde, sanat ve kültürde yakaladığı eski ihtişamlı günleriyle övünmek ve teselli bulmaktan ve müzmin kış uykusundan uyandırmalıdır.
İslam dünyası batı karşısında kaçırdığı treni ve geri kalmışlığını ordusunu modernize ederek telafi etmeye çalışmaktadır. Bu Osmanlı devletinin de düştüğü büyük bir hatadır. Batı reform ve Rönesans hareketleriyle, sanayi devrimleriyle, bilgi toplumuyla, dijital uygarlıkla ilerlerken biz dogmatik ve şekilci din eğitimi ile ordunun modernizasyonu ve yüksek savunma harcamalarıyla oyalanıp tarım toplumu olmaktan dahi tam olarak çıkamadık.
Uzun bir geçmişte olduğu gibi bugünde küreselleşen dünya genelinde ve Birleşmiş Milletler zemininde dahi kuvvetli olanın haklı olduğu bir dönemde bulunuyoruz. Bugün Birleşmiş Milletlerin beşli daimi temsilcileri eğitim, bilim ve teknoloji sayesinde dünyanın en güçlü ülkeleridir ve mesuliyetsiz bir veto hakkına bu güç sayesinde sahiptirler. Güçlü ve zengin olmanın da yolu güçlü ve çağcıl bir eğitim sisteminden geçiyor.
Bugün bazı İslam ülkeleri sahip oldukları doğal kaynaklardan ötürü zengin olabilirler. Fakat bu kalıcı ve proaktif/inovatif bir zenginlik değildir. Bir ülkenin güçlü, zengin ve kalkınmışlık düzeyi eğitimli ve nitelikli nüfusuyla ilişkilidir. O yüzden İslam ülkeleri eğitimli gençlerle ancak bu girdaptan çıkmayı ve ortaçağdan kurtulmayı başarabilir. İslam ülkelerinin arasındaki ciddi işbirliği ve gönül birliği de böylesi vizyonel eğitimli gençlerle olacaktır.
İslam ülkelerinde ciddi bir istihdam sorunu bulunmaktadır. 
Bunun için nitelikli insan, üretim yapacak insan yetiştirmek gerekmektedir.
İslam ülkelerinin okuryazarlık oranını yükseltmek yetmez bilgisayar bilişim okuryazarı olmaları gerekir. İslam dünyasının eğitim sistemleri demokratik olmalıdır. Dogmatik, baskıcı ve ideolojik eğitim sistemleri de İslam dünyasının geri kalmasının nedenlerinden birisidir.
Batı tarzı bir demokrasiyi ve demokratik eğitim sistemini benimsemek zorunda değiliz fakat İslam dininin meşveret sistemi de bize demokrat olmayı önermektedir. Hesap verilebilirliğin, şeffaflığın, eşitlikçi ve adil bir toplumsal sistemin temeli demokratik eğitim sistemleriyle atılabilir.
Geçmişteki bazı olaylar ve kötü hatıraların bugün bile aramızdaki güven, dostluk ve dayanışmayı zedelemesine izin vermemeliyiz. Osmanlının yüzyıllar boyunca Arapları sömürdüğü yahut birinci dünya harbinde Arapların Türkleri arkadan vurduğu gibi tartışmalarla zaman geçirmek yerine ekonomik ve siyasi ittifaklar nasıl oluşturabiliriz? Bunlara yoğunlaşmak gerekiyor. Bakın birinci dünya harbinde Avrupa ülkelerince işgal edilen Türkiye bugün Avrupa Birliği üyesi olmak istiyor. Dünya tarihindeki en büyük düşmanlık ve savaşların merkezindeki Almanya, Fransa bugün Avrupa Birliği çatısı altında beraber yaşıyor. Bu nedenle inancımızın gereği olarak ta birbirimizi sevmek, geçmişteki olumsuzlukları unutmak ve samimiyetle kucaklaşmak zorunda olduğumuzu unutmamamız gerekiyor.
İslam ülkeleri kendi gerçekliklerini yarınlarının hayalleriyle bütünleştirmek zorundadır. Hayallerini geçişin önüne taşımak zorundadır. İslam ülkeleri müreffeh bir toplum, çağdaş vizyoner lokomotif nesiller ve bilimsel, demokratik bir eğitim sistemi hayaline koşmak zorundadır. Dünya barışının, bilimin, üretimin ve gelişmenin ilerlemesine katkı sağlayan bir İslam dünyası hayal etmek gerekiyor.
Bu anlamda İslam ülkelerine düşen görev batı ülkelerindeki tecrübeler başta olmak üzere dünyanın her köşesinde tecrübe ettikleri tüm birikimlerini, hiçbirini dışlamadan, tüm dünyanın deneyimlemelerinden faydalanarak İslam kültür ve medeniyetinin inşasına başlamaktır.
Bu itibarla Türkiye’nin batı dünyası içerisinde edinmiş olduğu bilgi, tecrübe ve birikim, Avrupa Birliği yolundaki deneyimleri, kat etmiş olduğu mesafe bu anlamda İslam dünyası için çok büyük bir şans. Çünkü bir şeyi tanımadan, içerisinde olmadan o birikimi almanız, kullanmanız ve başkalarına aktarmanız mümkün değil.
Kendi kültür değerlerine sahip, hem ülkesinde hem de dünyada barış ve esenlik unsuru olan, dünyadaki dengelerin eşitlik ve adalet temelinde tesisine katkı sağlayan güçlü bir İslam dünyasını hedeflememiz gerekiyor.

10 Kasım 2018 Cumartesi

"HASTALIĞI DOĞRU TEŞHİS EDİP TEDAVİYE BAŞLAYAN DOKTOR: ATATÜRK" PROF. DR. SADIK K. TURAL

"HASTALIĞI DOĞRU TEŞHİS EDİP TEDAVİYE BAŞLAYAN DOKTOR: ATATÜRK"
PROF. DR. SADIK K. TURAL

I
İnsan ruh adlı bilinmez ve tanımlanmaz elektrik gibi bir enerjiden oluşan bir varlık alanı ilebeden denilen beş duyu ile bilinebilen diğer varlık alanından oluşan bir bütünlük.
Ölümsüz sayılan “ruh” bilinmezler alanı olmaya devam ediyor.

Beden farklı yapılı ve işlevli hücrelerden oluşan bir bütünlüktür. Beden hücrelerin her birinin içindeki mikro işlemcilerin henüz çok küçük bir kısmı tanınıp tanımlanabilmiş bulunan yüksek bilgi ile oluşturulmuş bir sistem.

Beden/vücut denilen özel sistemin herhangi bir hücre veya hücre grubundaki işlev azalması veya işlevsizlik yüzünden oluşan durumlara hastalık/sayrılık deniliyor.

İnsan yanlış karar ve yanlış tercihlerinin göstergesi olan eğilim ve ısrarlarının sonucunda oluşabilen beden ve/veya ruh hastalıklarıyla boğuşuyor. Hastalıkların bazıları tamamen tedavi edilebiliyor bazıları kalıcı etki bırakarak giderilir iken bazıları ise ölümcül olabiliyor.

Hastalık/sayrılık hallerinde hekime gitmek gerek. Hekim hem öncekilerin öğrenip naklettiği hem kendi tecrübeleri sonucunda kazandığı bilgi birikimiyle hastalığa öncelikle “doğru teşhis koyan” ve sonra da “tedavi işlemleri”ne başlayan insan. Şarlatan olduğu halde adı veya unvanı hekim olana değil bilgi ve birikiminden teşhis ve tedavisinden şüphe edilmeyen cesaretsizlik göstermeyen işinin ehli güvenilir hekime gidilmeli. Bilgisi ve birikimi başarısı ve şöhreti kibre veya tüccarlığa dönüşmemiş hekim... İnsandaki hastalığı doğru teşhis ve tedavi etmeyi mesleğinin tek hedefi sayan hikmeti öğrenme sevdalısı hekim. Bu yüzden Türkler eskiden ‘Hekimlik ve askerlik bir meslek değil bir yaşama tarzıdır. ’ derlermiş.

Hekim hastayı dikkatle muayene edip “durum tespiti” anlamında “sağlıksızlığın hangi organlarda” olduğunu tanımlar teşhis eder... Ondan sonra da bilinen yöntem ve ilaçlarla “tedavi”başlar... Bu tedavinin hastaya vereceği sıkıntı ayrı bir konudur. Hastanın hekime kendini teslim ettiği verilen tedaviye ilişkin uygulama ve ilaçları yüksünmeden gizli ve açık biçimde engellemeden kabullenip gereğini yaptığı hallerde sonuç büyük ölçüde olumludur; doğru teşhis ve mümkün olabilen tedavinin sonunda hasta ya şifâ ya iyileşme/salah ya da tedaviye devam ederek ömrü sürdürme kararlarından biri ile hayatına devam eder.

I I
İnsan toplulukları da birçok bakımdan beden denilen organizmaya benzerler. Her hücre bir ailedir ve onun çekirdeğinde insanlar bulunur. Bu hücrelerin ilişki kurarak ve etkileşerek oluşturduğu yapıların bir kısmı dâimi bir kısmı ise geçicidir. Aile hem varlık oluşturan hücrelerin karşılığı olan hem de ruh denilen tanımlanamaz enerjiyi temsil eden bir yapıdır. Ailelerin enerjileri birleşerek hem millî benlik ve kimliği hem de toplam enerji veya sinerji denilebilen millî ruh’u oluşturuyor.

Aile denen sosyo-kültürel hücreyi oluşturan insandaki atomik-kuantik işlev bozuklukları toplulukları ve toplumları hastalandıran etkenlerin birisidir. Topluluklardaki ve onların nitelik ve nicelik toplamı sayılagelen toplumlardaki çözülmelerin kırılmaların iki temel sebebi vardır: Birincisi ailenin ikincisi ise o “toplum”u yöneten ‘kişi ve kurumlarda’ var olması elzem sayılan işlevlerinden birinin/birkaçının hastalanmışlığıdır.

Hastalığı ya bilge siyaset idare ve askerlik alanının öne çıkan şahsiyetleri veya bilginler ya da devlet adlı yüksek örgütlenme organları teşhis ve tedavi eder.

Bir toplumun benzeşirliğini ve biraradalığını artırmasını siyasî iktisadî ve kültürel istikrarını korumasını bağımsız bir yapı olarak devamını sağlayan örgütlenmeye devlet denilir. Devlet toplumdaki kişi aile ve toplulukların hem birbirleriyle hem yetkili yönetim temsilcileriyle ilişkilerinde asayişsizlik emniyetsizlik adaletsizlik haksızlık ile karşılaşmaması için gereğini yapan güç ve örgütlenme bütünüdür. Devlet üretim ve tüketim sağlık ve eğitim kavramlarına giren alanlarda her bireyin sağlıklı ve iyi vatandaş olmasını sağlayıcı hukuk düzeni başta olmak üzere kurumlar kuruluşlar oluşturur. Devlet iç ve dış düşmanları karşısında hem gücünü ve itibarını korumak hem de bağımsızlığını sürdürmek için özenli dikkatli bilgili ve bilinçli yapılanmalar göstermek zorunda olan çok yanlı ve yönlü bir örgütlenme türüdür.

Devlet hukukun üstünlüğü ve uygulamada tavizsizliği ölçüsünde yönettikleriyle bütünleşir istikrar sağlar. Devletin millî nitelikli donanımlı güçlü bir ordu ile çağdaş ve nitelikli bir eğitim sistemi oluşturamadığı geliştiremediği durumlarda en geç üç kuşak sonra çözülme yıkılma ile karşılaşılır.

Devletler farklı rejimlerle varlığını sürdürür. Erk denilen yönetim gücünün oluşum ve işleyişini sağlayan tercihler yetkiler ve kurumlaşmalar toplamına rejim denilir. Bir kişi veya sülaleye halkın kaderini bırakan mutlakıyet rejimli devletler giderek azalıyor. Rejimler toplumun dilek ve isteklerini dikkate alan vekil/temsilci unvan ve işlevli kimselerden oluşan keneş kurultay meclis kamutay şûra parlamento kongre adlı yasama ile yürütmeyi denetleme görevini üstlenen bir organ ile adaleti sağlayan bağımsız hukuk organlarının işleyişiyle biçimleniyor. Gerek meclisin gerekse hukukun esas aldığı değer ile yetki bakımından en üstte olan makam ve kişilere tanınan haklar rejimdenilen biçimlenmenin niteliğini/adını belirler. Bu nitelikler “anayasa” denilen metinlerle ortaya konulur.

Osmanlı Devleti teb’ası/reayası saydığı halkıyla kendi arasındaki uzaklıklı mutlak otoriteli yapısını yaklaşık 450 yıl sürdürmüştür. Büyük çoğunluğu Türk olan sessiz yığınların mahallî yöneticilerin ceberrutluğu ve asayişsizlik ile adaletsizliği yüzünden Devlet’e kırgınlığı hattâ küskünlüğü sonucunda celâlî isyanları (iç terör denebilir) baş göstermiştir. Devlet’in içeride güç ve itibar yitirmesinin açık göstergelerinden biri bu başkaldırılar olmuştur. Bunun yanında savaşlardaki ağır yenilgiler ve toprak kayıpları... Kutsal olan her ögeyi (Kur’ân hadis mezhep tarîk cami v.b) kendi güç ve iktidarı için kullanan cahil halkın inançlarını sömüren Osmanlı Sarayı ve yandaşları yok oluş sürecine girmişlerdi. Avrupa’daki bilim ve teknolojik gelişmeye uzmanlaşmaya karşı ilgisizliği benimseyen hilâfet cilalı saltanat kabuktaki kısmı pörsümüş içi çürümüş bir yapıya dönüşmüştü. Bu gerçekleri gören düvel-i muazzama bir yandan maraza çıkarıp sömürü için yeni imkânlar koparmış diğer yandan da bünyemizdeki gayri müslimler içinden buldukları bazı nankör gözü dönmüşleri ihanet şebekelerine dönüştürmüştür.

Devlet 1820-1920 yılları arasında yüksek örgütlenme modeli olma özelliklerinin tamamını kaybederek hızla yok oluşa doğru gitmiştir. Durumun vehâmetini bir “durum tespiti” ile ortaya koyma ”teşhis” ve “tedavi” denemeleri yerleşik tabuların hilafet cilalı Saltanatın direnişleri yüzünden hem etkisiz hem sonuçsuz kalmıştır.

I I I
Karlofça Anlaşması ile başlayan işlev bozukluğuna bağlı siyasî idarî askerî ve iktisadî hastalanmalar ilk olarak 1774 Küçük Kaynarca Anlaşmasıyla devamında Kırım Harbi de denilen1853-1856 Osmanlı Rus Savaşıyla reddedilmez şiddette ortaya çıkmıştır. Ardından Osmanlı maliyesi çökmüştür. 1855-1875 yılları arasında Sultanın ailesinin ve yandaşlarının Devlet adına alınan borç paralarla har vurup harman savurmaları lüks hayat ve ihtişam göstergesi olan saray kasr köşk ve giyim kuşam ile tefriş hastalığı sonucunda Devlet iflasın eşiğine gelmiştir. Bu harcamaların yabancılardan alınan borç paralar ile yapıldığını özellikle vurgulayalım.

93 Harbi de denilen 1877-78 Osmanlı Rus harbinin sonunda galip Rus ordusu Saray’a bir saat mesafede durmuştur. Tam bir hezimet anlaşması olan Ayastefanos (bugünkü Yeşilköy) ateşkes ahitnâmesi Sultan II. Abdülhamid’e imzalattırılmıştır. Asıl anlaşma 13 Temmuz 1878’de Berlin’de imzalanmıştır. Şu ağır şartları taşıyan bu “Muahede” çok önemlidir: Trakya’mız ve Balkanlar’ımız Bulgaristan Prensliği Makedonya ve Doğu Rumeliolarak üçe ayrıldı. Kars Ardahan ve Batum Rusya’ya bırakıldı. Ayrıca Osmanlı Devleti Rus Çarlığına 803.000 Frank ödemeyi de kabul etti. Ermeni gailesi bu anlaşma ile Osmanlı’nın iç sorunu olmaktan çıkıp emperyalizmin Türklük aleyhine kullandığı bir araç olma sürecine girdi. Rus Çarı Nikola “Osmanlı Devleti ağır hastadır bizler gereğini yapmalıyız. ” demişti... Çarın teşhisi incitici aşağılayıcı fakat -mâalesef- dosdoğru bir“durum tespiti” idi.

Devlet borçları o ölçüde idi ki yerli Rum Ermeni Süryani Musevi alacaklılar edepsizliği ele aldılar: Başta İngiliz ve Fransız olmak üzere yabancı banker ve tüccarlar da yerli tüccar ve bankerler de “borç/deyn” tahsili konusunda bir çözüm üreterek Devlet’in önüne koydular. 1879’daki ilk‘sözleşme’den sonra Osmanlı Devleti 3 Ekim 1880’de alacaklılar ile boynu bükükçe bir toplantı yaptı. Aralık 1881’deki ünlü “Muharrem Kararnamesi” ile borçlar yönetimi de kurumlaşmış oldu. Adı: Devlet-i Osmâniye Vâridât-ı Muhassasa İdaresi (Osmanlı Devletinin Devlet Gelirlerinin Yönetimi) kısaca Duyûn-ı Umûmiye olan bu örgüt hem ekonomiyi hem de siyaseti sömürüp çökerten önemli bir hastalık merkezi mikrop yuvası idi. 1912 yılında Duyûn-ı Umûmiye idaresinde çalışan memur sayısı 8931 iken Osmanlı Maliye Nezareti’ndeki memur sayısı: 5472 idi. [1]

Bir yandan Duyûn-ı Umûmiye’nin ‘çok askeriniz var’ dayatmaları diğer yandan Sultan II.Abdülhamid’in muhalifleri konusundaki vesveseli tutumu sonunda orduda “Tensikat”(Azaltma) yapılmıştır. Ordudan atılanlar Sultan’ın muhalifleri ile işbirliği yapmışlardı. Sultan II.Abdülhamid’in “Tensikat-ı Askeriye” kararnâmesi ile ordudan atılan ”Tensikzedeler” 1909 sonrasında affedilip bir kısmına görev verilmiştir. Bir başka önemli dönüşüm de İttihad ve Terakki tarafından “Tasfiye-i Ruteb”(Rütbelerin düzeltilmesi) kanunu ile ordudaki “alaylı” subaylar uzaklaştırılmış; bir ve/veya iki rütbe indirilmiş -bazılarının rütbesinin yükseltilmiş- bulunmasıdır. Bu uygulama 31 Mart Vak’asının sebeplerinden biri olmuştur. [2] Ordunun içindeki siyasî erk’in ortağı olma sevdasına bağlı gruplaşmalar yanlış kararları çoğaltmıştır. Yanlış karar ve uygulamalardan biri başarılı subaylardan bir kısmı ile Balkanlardaki bazı birliklerin Yemen’deki ayaklanmayı bastırmak için gönderilmiş olmasıdır...

Arkasından Balkan Bozgunu... Ordunun milletin bozgunu... Ardından Birinci Cihan Harbi. İki cephedeki “zafer” nitelikli muharebeler yanında bütün cephelerde hezimetle kaybedilen savaşın ardından önce Mondros Ateşkes (Mütâreke) Anlaşması sonra idam kararı işlevini taşıyan Sevr Muahedesi... Sevr metnini okumadan devlet yöneten yüksek bürokratlara ve siyasetçilere bu ayıplarından dolayı gülmekten başka ne yapılabilir?[3]

I V
30 Ekim 1918 tarihinde imzalamaya icbar olunan Mondros Ateşkes (Mütâreke) anlaşması ile ordumuz yenilmiş teslim olmuş sayıldı. Barış adına ‘analar ağlamasın’ diyerek bu ön anlaşma imzalanınca İngiliz Fransız ve İtalyanlar İstanbul’u işgal etmişlerdi. Hemen her ilde ve bir takım kazalarda bir takım ve/veya bölük büyüklüğünde İngiliz ve/veya Fransız –bazı yerlerde her ikisi aynı anda- askerî birlikleriyle işgal başlatılmıştır. Ardından da Yunanlılar...

Bu ağır işgal ve esaret tablosunun oluşmaya başlaması sırasında Mustafa Kemal Paşa 16 Mayıs 1919 gününe kadar İstanbul’da birçok kimseyle görüşmüştü. [4] Mustafa Kemal Paşa Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de yasak ettiği ”ye’s/umutsuzluk”un herkesi teslim aldığını fark edip göstermelik bir görevle Anadolu’ya geçip önce Amasya’da “MİLLET”i göreve çağırmıştı.

Ardından Erzurum ve Sivas Kongreleri... Mandacılar İngiliz Muhipleri Fransızperesler karşısında Türklüğe dayanan Kemal Paşa.

Ordu yok silah yok para yok... Merhum Börekçizade Rifat gibi Merhum müftü Vehbi Efendi gibi İslâm’ı Arap milliyetçiliğiyle eşitlemeyenlerle yola çıkıp inanç baronlarının tökezletme çalışmalarına azınlıkların ve azınlık ruhluların engellemelerine rağmen “yok”lara aldırış etmeden Türk Ruhu’nu harekete geçiren ihtilalci...

57 yıllık hayatının “yaklaşık 29 yılını (1893-1922) askerî okullar ve kıt’alar ile fiilen cephelerde savaşarak geçiren” [5] bir askerî lider. On beş yıla yakın bir zaman da devlet başkanlığı.

Allah’ımız Firavun’un karşısındaki Musa’ya “Korkma” demişti. Allah’ım Türklüğün millîDNA’sına da şu emri kaydettirmiş olmalı: “Şehit veya gazi olmaktan korkma. Umutsuzluk ve esirlik sana haram imanlı hücrelerinin mücâdelesiyle kazandığın istiklâl ve hürriyet sana helaldir. ” Bu emrin gereği olan askerî siyasî idarî ve iktisadî savaşlarda milletine önderlik eden muzaffer başkomutan önder başöğretmen.

Saltanat ve hilafet kamburlarından bizi kurtaran millî hâkimiyetin de her tür inancın da milletin hür iradesiyle biçimlenmesinin temelini atan büyük devrimci cerrah.

V
Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919-15 Ekim 1927 yılları arasındaki olayları Büyük Nutuk adlı kitapta belgeleriyle ortaya koydu. Büyük Nutuk’ ta 266 vesika ile haritalar ve krokiler vardır. Onun “teşhis” ve “tedavi” anlayışını dünyanın sayılı devrimci siyasal ve sosyal hekimlerinden olduğunu kavrayabilmek için Büyük Nutuk ’un “umûmî vaziyet” ile anlamlı tespit ve yorumların yer aldığı ilk elli sayfasını okumak yeterlidir. Son 70 yılda DEVLETin üst mevkilerinde görev alanların bu kitabı okumamış olmaktan doğan cehaletlerinin tarihe karşı haksızlık etmelerine sebep olduğu açıkca görülüyor. Aydın olan yetki kullanan her vatandaşımız Büyük Nutuk’u okursa Türklük hangi tehdit ve tehlikeler açık ve örtülü taciz ve tecavüzlere maruz kalmış ve Kemal Paşa bunları nasıl yok etmiş daha yakından bilecek bilinçlenecektir.

“Atalarımın ruhu beni vazifeye davet ediyordu” diyerek hakkındaki idam fermanına aldırmayan özgüven duygusu yüksek Mustafa Kemal Paşa...

Amasya Ta’mimi adlı ihtilal beyannamesini yayınlayan önce Millî Meclis’i ardından Millî Mücadele’yi oluşturup işleten Orhun Anıtlarındaki büyük çığlık gibi milletin ”kendisine dönmesini” isteyen Avrupalılık değil Batılılaşma değil çağdaşlaşmayı esas alan vizyonu modernite olan devlet adamı. Bedeni emeği inancı sömürülen sosyal ve kültürel örgüsü çözülmüş yoksul ve yoksun halkı“kul” olmaktan çıkarmak; toplulukları şartlandıran ön yargılarından kurtarmak... Geçici tedbir ıslah ve tanzimler yerine hastalığı tam teşhis eden “salah”ı sağlayıcı inkılâbı yapan dâhi önder. Fikrî siyasî şarlatan “Efruz Bey” tiplilere sıkıyı görünce yer altına akan anut ham yobaz tiplilere rağmen Türk inkılâbını başlatmış demokrasi denemelerine girişmiş lider... Cephelerden tanıdığı milletini Tekâlif-i Milliye Emirleri ile “Millî mükellefiyet” seferberliğine çağıran ihtilâlci. [6] M. K. Atatürk ideal ve ideoloji dünyaya bakış ve dünya görüşü kavramlarının merkezine ‘millî benlik’ ‘millî kimlik’‘millî şuur’ ‘millî hâkimiyet’ kavramlarını yerleştiren bilge önder bilinçli lider.

Halkın dilek istek ve ihtiyaçlarına kulak tıkayan bencil bir merkezî yönetim ile onun her anlamda benzeri ve taklitçisi taşradaki temsilci yöneticiler... Yoksul yorgun on yıllık savaşlar yüzünden yaşama sevincini kaybetmiş bezgin ürettiğini tüketmekten başka gücü ve imkânı olmayan büyük çoğunluk... Bilim ve teknolojinin ışığından habersiz; modern imkânlardan uzak bir köylü ve kasabalı yığını. Örgün eğitim ve öğretimle tanışmamış kadının da hukukî hakkı olmadığına şartlandırılmış sağlık hizmetlerini mutlu azınlığın tanıdığı bir sosyal kültürel ve iktisadî hastalıklar ülkesi... Başta bu hastalıklar olmak üzere Türklüğü ve vatandaşlığı bilinçli bir aitliğe dönüştürmeyi engelleyen birçok musibete teşhis koyup tedavi programlarını başlatan hekim...

M. K. Atatürk kapitalist emperyalizme de komünist emperyalizme de geçit vermeyen; Bedevî-Vehhâbi Müslümanlığı yerine büyük Türk müctehidi Mâtûridi’nin aklı öne alan görüşlerini laik hukuk olarak rejimleştiren; İslâm’ı Arap kültürüyle eşitleyen “hilâfet”le de tapulayan çarpıklığı giderme adımını atan sosyo-politik sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik teşhis ve tedavi konusunda bilgili bilinçli bir hekim. O’nun nasıl bir cerrah olduğunu anlayan öncelikle İngiliz ve Fransız istihbaratçı asker ve diplomatları ile siyasetçileri. [7]

Her liderin kıskançlık ve/veya yeterince anlaşılmamaktan doğan muhalifleri bulunabilir. Farklı düşünmek başka ısrarlı bir şekilde karşıda bulunmak başkadır. [8]

Aralarında her zaman samimi bir dostluk bulunan “kardeşim” dediği Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’ya II. Dünya Savaşı’nın teşhisini yapan da Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. [9]

Her ülkede özellikle Doğu’lu toplumlarda siyasî erk anlamındaki hâkimiyet/egemenlik nasıl kurumlaşmış olursa olsun o erk odağını kendi çıkarları yönünde biçimlendirmekte ısrarlı olan ticaret ve inanç odakları hattâ suç örgütleri Devletin örtülü ortağı olurlar. Toplulukların duygularını istismar eden sömüren bu odaklar çok ısrarlı ve kılık değiştiricidir. Millî eğitim ve bilinçlenmenin yaygınlığı ve çokluğu millî egemenlik ve bağımsızlığın teminatıdır. Halkın elinden millî hâkimiyeti almak millî benlik ve kimliğe dayanan hukuku işletmez kılmak isteyenlerin ısrarcı inadını biliyordu; O’nun 1923 yılında söylediği bütün zamanlara ulaşan şu veciz çığlığını tekrarlayalım:

“Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısının ruhu millî hâkimiyettir. Milletin kayıtsız şartsız hâkimiyetidir. Bir milletin hâkimiyetini anlayabilmesi ve onu emniyetle koruyabilmesi bir takım husûsî vasıflara ve üstün terbiyeye sahip olmasına bağlıdır. Bir milletin ki siyasî terbiyesinde ictimâî terbiyesinde vatan sevgisinde noksan vardır öyle bir millet hâkimiyetini lüzûmu derecede kuvvetle elinde tutamaz. ”

Her vatandaş başka bir millete bağlılık duygu ve düşüncesi taşımamak; Türklük şemsiyesine bunun gereği ortak paydaya bilinçle sahip çıkmak bu ölçülerle modernitenin imkânlarından yararlanmak zorundadır. Atatürk şehirleşme sanayileşme bilim ışığının önde olması millî benlik ve kimliğine dayanarak yerli ve millî üretimi artırma moderniteyi paylaşma anlayışını ülküleştiren ve ilkeleştiren bilgili kararlı fikrî siyasî lider. [10]

“Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak evvela bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen fikren fiilen bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim. Bilelim ki millî benliğine sahip çıkmayan milletler başka milletlerin avı olur. ” düsturunun anlamını milletine benimseten ataların ruhunu tarihin ruhunu toprağın ruhunu benliğinde yankılatmış olan millî ve milletlerarası boyutlarıyla Cumhuriyet’in kurucusu büyük Türk lideri...

Sekseninci ölüm yıl dönümünde Allah’ıma yakarıyorum:

Allah’ım Libya’da Çanakkale’de İstiklâl Harbi’nde canını ortaya koyan gazilerin ve şehitlerin ruhlarına ve onların komutanları olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ruhuna Rahmet et… Âmin.

[1]Bilgisine başvurduğum Prof. Dr. Mehmet Akif Tural’a anlattıkları için teşekkür ediyorum.
[2]Prof. Dr. Mehmet Akif Tural’a bu bilgiler için de alenen teşekkür ediyorum.
[3]İbrahim Sadi Öztürk Sevr Anlaşması (Tam Metin- Mondros ve Lozan Ekleriyle) Ank. 2007.
[4] İsmet Görgülü Atatürk’ün Anıları 5. bs. Ank. 2013;
[5] Hikmet Özdemir Atatürk’ün hayatının-ki bu ibâre Özdemir’e aittir- 19 Mayıs 1919’danöncesini ana nirengiler sonrasını da neredeyse günbegün anlatan bir kitap hazırlıyor. 2018 Haziranı’nda kitabın ‘yaklaşık sekiz yüz sayfayı bulduğunu her bilgiyi çeşitli kaynaklardan kontrol ederek yazmaya çalıştığını’ anlattı. Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in bu kitabı başarıyla hazırlayabileceğine ve bir eksiği gidereceğine inanıyorum. Kitabın 2019 yılıMayıs’ına kadar bütünüyle tamamlanmış olarak vitrinlere çıkmasını bekleyenlerdenim. Bu vesileyle tekrarlayayım ki Atatürk’ün biyografisini yazmaya kalkanlar Ş. S. Aydemir’in Tek Adam kitabı ile F. R. Atay’ın Çankaya’sında 10 Kasım 1938’den önceki 19 ayın eksik oluşunu dikkate alarak Hasan Rıza Soyak Ali Fuat Cebesoy ve Afet İnan’ın hatırat nitelikli kitaplarına- bunlar 1950-60 arasında basılmıştır- bakmalıdır; bir de Sherrill ve Melzig’in kitaplarına.
[6]Bu konu için Doç. Dr. Serap Taşdemir’in Prof. Dr. Mehmet Akif Tural ile yaptığı ve Bizim Ayvalık Dergisinin Ağustos-Eylül 2018 sayısında yayınlanan mülâkatın okunmasını dilerim.
[7]O’nun liderliğini 1918-1938 arasında doğru anlayanların büyük çoğunluğu yabancılar.ABD’nin Ankara’da 1932-1933 yılları arasında büyükelçilik yapmış bir general var: Sherrill... O’nun Türkiye’yi ilgilendiren iki kitabından biri devrinin üç büyük siyasetçi devlet başkanını karşılaştırdığı Üç Adam Atatürk- Roosevelt- Mussolini adlı kitap. Sherrill’in kitapları başka dillerde de yayınlandığı için çok önemli. Doğru bilgi içinBüyük Nutuk ve Salahi R. Sonyel’in Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisinin Türkiye’deki Eylemleri (1995) ile Hasan Rıza Soyak’ın Hatıralar (1955) adlı eserleri okunmalıdır. Bu üç temel kitabı okumadan konuşanları ALLAH hakkı için ciddiye almayınız. General Sherrill Üç Adam Atatürk- Roosevelt- Mussolini İstanbul 1937; Charles H. Sherrill Mustafa Kemal’in Bana Anlattıkları İstanbul 2007; Charles H. Sherrill Bir Amerikan Büyükelçisinin Gözünden: Gazi Mustafa Kemal İstanbul 2017; Merhum S. R. Sonyel’in Gizli Belgelerde Mustafa Kemal Vahidettin ve Kurtuluş Savaşı(2007) adlı kitabı ile Kaygılı Yıllar: Gizli Belgelerle Kurtuluş Savaşı’nın Perde Arkası (1918-1923) adlı (2012) eserleri de okunmalıdır.
[8]Atatürk’ün yaptıklarının arkasındaki ülküleri ve ilkeleri anlamak isteyenler merhum Sadık Perinçek’in başlattığı Kaynak Yayınları adına Şûle Perinçek’in tamamladığı 33 ciltlikAtatürk’ünBütün Eserleri adlı külliyata bakmalıdırlar. Cumhuriyet tarihçisi Hasan Cicioğlu Hoca’dan 2002’dedüzenlediğimiz “Yetmiş beşinci Yılında Büyük Nutuk’u Anlayarak Okumak” konulu” “bilgi şöleni”mizde Atatürk’ün muhalifleri ve muhalefet gerekçeleri konusunda bir bildiri sunmasını istemiştim; hazırladığı metin dinlenilmiş kitaba da almıştık. Sayın Cicioğlu 5. ve 6. UluslararasıAtatürk Kongresi sırasında da diğer iki bildiriyi sunmuştu; onları bir kitapta toplamış: Bk. Doç. Dr. Hasan Cicioğlu Atatürk’ün Büyük Nutuk’ta Adları Geçen Muhalifleri Muhalefet Gerekçeleri Atatürk’ün Cevabı Gazimağusa 2016.
[9]Atatürk 1938’de Dolmabahçe’de doktorların müşahadesi altındadır. Sevdiklerinin ziyaret taleplerini -doktorlara rağmen- kabul etmektedir. Onlardan biri Ali Fuat Cebesoy’dur. Gazi Paşa’nın Allah’ın lütfu olan zekâsının derecesini gösteren dünya siyasetini doğru okumanın örneği olan tespit ve yorumlarını belgelendiren Cebesoy’a anlattığı teşhisi şöyle:”Fuat Paşa pek yakında dünyanın vaziyeti Mütâreke senelerinden daha çok ciddi olacak ve karışacaktır. İkinci bir büyük harp karşısında kalacağız. Dünyaya hâkim olan milletleri idare edenlerin arasında maatessüf birinci derecede devlet adamı çıkmıyor. (Hitler ve Mussolini’yi kasdederek)Avrupa’da bir kaç maceraperest Almanya ve İtalya’nın başında cebren bulunuyorlar. (. ) Bu İkinci Umûmi Harp beni yatakta kımıldayamayacak bir halde yakalayacak olursa memleketin hâli ne olacaktır?” Bk. A. F. Cebesoy Siyasî Hatıralar II. Kısım İst. 1960 s. 252; İkinci Dünya Savaşı’nın 70. yılında Mehmet Arif Demirer analitik bakış açısıyla oluşturduğu iki ayrı kitap yayınladı. Atatürk’ün tam isabetli öngörüleri için bk. M. A. Demirer İnönü’den İkinci Dünya Savaşı Ank. 2016 s. 348-355.
[10]Suna Kili Atatürk Devrimi: Bir Çağdaşlaşma Modeli 10. bs. 2006; Sinan Meydan Yüzyılın Kitabı Yüzyılın Lideri İst. 2018 adlı eserler ile Peyami Safa’nın 90 yıl önce yazdığıTürk İnkılabına Bakışlar adlı kitapta konuya ilişkin bilgiler vardır. Bk. Mehmet Aksoy’un (“79. Ölüm Yılında Gazi Mustafa Kemal Atatürk Üzerine Sadık Tural ile Röportaj”) Serap Taşdemir’in (“Tarihçinin Baktığı Pencereden”) Halil Özcan’ın(“Okunuşunun 90. Yılında NUTUK Etrafında Sorular”) Halil Gür’ün (“TV Dizilerindeki Tarih Düşmanlığı Üzerine Sadık Kemal Tural İle Röportaj”) yönelttikleri sorular ve cevaplar için bkz. S. K. T. Sorulara Cevaplar -I – 6. bs. Ank. Ekim 2018.

2 Kasım 2018 Cuma

KİRLİ OYUN, KALLEŞLİK VE HAİN TUZAK (I)., İHANETİN SECERESİ; DEŞİFRE VE KODLARI (II)., GAFLET, DALÂLET VE HIYANET (III)., PERİNÇEK'İN ÖZERKLİK PROGRAMI: DEMOKRATİK FEDERAL EMEKÇİ CUMHURİYETİ., GAFLET, DALALET VE HIYANET (IV).., Mustafa Nevruz SINACI (İlk Yayın Tarihi-Ankara: 21 MART 2013 Perşembe/Gazeteler)


KİRLİ OYUN, KALLEŞLİK VE HAİN TUZAK (I)
Mustafa Nevruz SINACI

Tarih boyunca, düşman tarafından, alnından vurulmuş bir Türk görülmemiştir.
Türk’e düşmanlık edecek kadar alçak; Medeniyet, adalet ahlâkı, hakkaniyet, huzur ve hukuk yoksunu cani, gaflet, dalâlet ve hıyanetle malul sömürgeci zalimler, O’nu daima kalleşçe ve sırtından vurarak hançerlemişlerdir. Daha açık bir deyimle: Türk Milletinin düşmanları asla dürüst ve mert değil; “ekmeğini yiyip, kuyusunu kazan, tuzak kurup gözünü oyan cinsinden” olabildiğince kancık, din tüccarı, siyaset simsarı, imansız ve kalleştirler.
Bu nedenle atalarımız, “Sinsi, alçak- dessas ve kalleş dostlarımız olacağına, dürüst ve mert düşmanlarımız olsun daha evlâdır” diyerek; Asırlardır maruz kaldıkları gizli kalleşlik, dış güdümlü isyan, işbirlikçilik, iki yüzlülük ve menfur ihanetleri hayıfla dile getirmişlerdir. Dâhili ve harici bedhahlara dikkat çekmek için kullanılan “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” Ata Sözü de bunu en iyi ve en bariz şekilde kanıtlar mahiyettedir.
Dolayısıyla AtaTürk’ün: (tam ve orijinal haliyle) “Türk demek: Türk’çe konuşmak, Türk’çe düşünmek ve Türk’çe yaşamaktır. Ne mutlu Türk’üm diyene.” vecizesi, bu anlam ve bağlamda “daima akılda tutulması, icabına uyulması ve her ne pahasına olursa olsun mutlak surette gereğinin yapılması zorunlu” bir emir, emanet ve vasiyettir. Keza, bu vasiyete uymak ve kıskançlıkla uygulamak meşru bir hak; Karşı olan, karşı koyan ve bu umdeye gizli yahut açık muhalefetle hayat hakkı tanımak istemeyenlerle kıyasıya mücadele de “meşru müdafaa” dır.
Aksi takdirde Necip Türk Milleti ve ebed-müddet Türk Devleti’nin; Damarlarında kirli kan ve irin taşıyan güdümlü haymatlos, etki ajanı, dönme, devşirme, koza ve necis kriptolarca her daim melhus bir tuzağa düşülmesi mümkün ve mukadderdir. Bu nedenle her Türk ve “namuslu dürüst bütün Türk vatandaşları” daima müteyakkız ve uyanık olmak zorunda ve durumundadırlar.
ANADOLU ŞUURU VE KAHPELİK OYUNU..
Yarım asır önce başkaldırıp, günümüzde “hükümeti”, eşkıya ile istişare etmeye, anlaşma, uzlaşma masasına oturmaya mecbur edecek şantajlara başvuracak kadar şımaran, başıboş kalan, pervasızlaşan ve güdüldükleri AB domuzlarının pompaladıkları gazla iyice azgınlaşan ihanetin Anadolu halkı nicedir farkında. Vatan toprağının, devlet umuru, gücü ve servetinin özelleştirme dâhil, pek çok menfur pazarlık, derin gaflet, dalalet, kirli oyun ve hıyanetler sonucu ayağının altından kaydırılmakta olduğunu da bilmekte. Bıçağın kemiğe dayandığını da; Fırtınanın, adına utanmadan “ulusal medya” dedikleri paçavralar, inlek ve ilenmekler (radyo-tv) ile “kitle partisi” sahtekârlığı, üçkâğıtçılık ve nitelikli dolandırıcılık, yalan-talanla sürdürülen cunta-sulta tarafından ‘bir kaşık suda fırtına’ tarzı çıkartıldığının da pek alâ farkında. Anadolu ihanetten gafil değil.
Dahası, artık millet; Dünyanın en pahalı “fahiş” petrol ürünü (benzin vb) satışı, doğalgaz, elektrik, ekmek, su ve telekominikasyon üzerinden oynanan oyun ve haksız sağlanan çok yüksek rantları; Kısa sürede ‘yürü ya kul’ hitabına muhatap, cemaatin lûtfuna mazhar koyu partizanlığı; Ve esasta bu hovardalık, şımarıklık, haddini bilmezlik ve önü alınamayan yolsuzluklar yüzünden eşkıya ile “paylaşma” pazarlıklarına yanaşıldığını (hattâ oturulduğunu) da Anadolu insanı çok iyi biliyor. Bu elim felâketi; 27 Mayıs 1960’la başlayan “ikinci karşı devrim” (İsmet İnönü’nün bir vakitler vaat ve taahhüt ettiği söylenen İngiliz Milletler Topluluğuna biat) ve Amerika’ya teslim sürecinde Demirel, Türkeş, Ecevit, Erbakan, Çiller, Baykal, Yılmaz ve diğerlerinin hazırladığının farkında ve bilincinde. Gidin bakın, kulak misafiri olun, konuşturun dinleyin: Anadolu Kürt’leri; “Bizim kimseyle bir sorunumuz yok, halimizden memnunuz. Türk-Kürt kardeş, pkk Ermeni dölü, kahpe ve kalleştir. Hainler, zalimlar ve bölücüler bizi istismar ve rencide etmesin” diyorlar…
BU DA ŞİMDİ BİLİNDİ!..
Tıpkı hayırsız ve uğursuz AB süreci gibi, yıllardır oynanan bu kirli oyun sahnesinde de; devlete karşı suçu sabit.; Kürt ve insanlık düşmanlığı ile Ermeni dönmesi Artin olduğu subut, seri cinayetlerle maruf, vatana ihanetten hükümlü, azılı bebek katili bir mahkûma, gidecek ve pazarlık edecek kadar oyuna gelen, aldanan, alçalan, (belki de terörle işbirliği halinde olan) bir zihniyetin karanlık yüzü, kirli ilişkileri ve gizemli geçmişi araştırıldığında, ortaya çok acı, hain ve menfur bir tablo çıkmaktadır. İşte enteresan bir örnek, üstelik şimdi onlar “ulusalcı” takılıyorlar!…
***
İHANETİN SECERESİ; DEŞİFRE VE KODLARI (II)
Mustafa Nevruz SINACI

Doğu Perinçek'in Sosyalist partisi ve 2000’e Doğru dergisi pkk'yı nasıl destekledi: (*)
“Perinçek, Bekaa'ya iki kez gidip Apo'ya gül vermişti. Geçtiğimiz günlerde Perinçek'in BDP milletvekili Sırrı Sakık'la rakı içerken çekilmiş resmi de yayınladı. Resimle ilgili Sakık şu açıklamayı yaptı: "Evet biz Doğu bey ile sıkça bir araya gelirdik. Bizim arkadaşımız. Perinçek bizim partiye gelirdi, biz de onun partisine giderdik. Zaman zaman birlikte yemek yerdik…”
Sırrı Sakık devamla: “Görüş alışverişinde bulunurduk. Doğu Perinçek benim sevdiğim, beğendiğim bir siyasetçidir." Terör örgütü’nün yan kuruluşu DTK'nın hazırladığı "Demokratik Özerklik" taslağı Türkiye’de büyük tepki topladı. Türkiye'nin açıkça Türk ve Kürtleri federal yönetimine dönüştüren taslak pek çok Türk'ün "insaf, bölücülük bu kadar da mı azgınlaşır” demesine neden oldu. Ancak taslağı okuduğumuz zaman, biz Türksolu olarak pek şaşırmadık. Çünkü bu talepleri daha önce savunan birini biliyoruz: D. Perinçek. Evet, DTK'nın ve BDP'nin bugünlerde büyük tartışma yaratan "Demokratik Özerklik" taslağı, yıllar önce Doğu Perinçek tarafından dile getiriliyordu. Üstelik çok daha "ileri" taleplerle... Sene 1991. Türkiye'de bir genel seçim yapılıyor. Seçimde PKK'nın yasal partisi HEP ile ittifak kurmuş, mecliste grup kurmaya çalışıyor. Perinçek liderliğindeki Sosyalist Parti (SP) ise seçime katılan diğer 5 partiden biri.
O yıllarda Perinçek'in çıkardığı derginin adı 2000'e Doğru. O dönem bölücülük bugünkü gibi serbest değildi. PKK'nın yasal propaganda olanakları son derece sınırlıydı. İşte 2000'e Doğru ve Sosyalist Parti, bu konularda PKK'nın ihtiyaçlarını karşılıyordu. Örneğin SP'nin düzenlediği mitingler PKK'lıların boy gösterdiği, sloganlarını attığı eylemlere dönüşüyordu. Nitekim, SP o dönemde güneydoğunun pek çok ilinde binlerce kişinin katılımıyla mitingler yapmış ama seçimlerde toplam 100.000 oy anca alabilmişti. Yani mitinglerine katılan insan sayısının 10'da birinden bile az oy alarak dünya siyaset tarihine geçmeyi başarmış biridir Perinçek!
Bu garip durum bile SP mitinglerinin PKK destekli eylemler olduğunun göstergesi. PKK'lılar, SP'nin mitinglerine katıldı ama seçimlerde SHP-HEP ittifakına oy topladı. Böylece Perinçek "binde iki"lik kara yazgısından o seçimde de kurtulamadı. 2000'e Doğru ise o dönem Kürtçülüğün önde giden yayın organıydı. Derginin en önemli misyonu pek çok bölücü firkin ilk kez ortaya konduğu yayın organı olmasıydı. Örneğin, Türkiye'deki 47 etnik grubun haritaları ek olarak veriliyor, Kürtçü, Ermenici tezler manşetlerden savunuluyordu. Ayrıca hemen her sayıda PKK liderleriyle röportajlar yer alıyor, "PKK Ordulaşıyor" gibi kapaklarla PKK'nın güçlendiği propagandası yapılıyor, "Ordu orman yakıyor" gibi manşetlerle ise Türk Ordusu'nun PKK'ya karşı mücadele azmi baltalanmaya çalışılıyordu. Kısacası bugün Zaman'dan Taraf'a, Radikal'den Milliyet'e basınımızın yürüttüğü Ordu düşmanı, bölücülük yanlısı, PKK sempatizanı yayını o dönem tek başına 2000'e Doğru üstlenmişti.
PERİNÇEK'İN ÖZERKLİK PROGRAMI:
İşte o günlerde, yani Perinçek'in partisi SP'nin PKK'lılarla iç içe geçtiği, dergisi 2000'e Doğru'nun PKK propagandası yaptığı 1989-90-91 yıllarında, SP Kürt Sorununa Çözüm programı yayınlar. Tam ismi şöyledir: "Demokratik Federal Emekçi Cumhuriyeti." Perinçek’in programını burada ayrıntılı incelemesini yapmayacağız. (tam metin aşağıdadır) Görüleceği üzere programda Türkiye Türklerin ve Kürtlerin federal cumhuriyetine dönüştürülüyor. Bugün BDP'lilerin savunduğu o çok tepki toplayan dört temel madde Perinçek'in programında da mevcut.
1.Ayrı meclis, ayrı bayrak, ayrı milli marş; 2. Kürtçe resmi dil; 3. Yerleşim yerlerine Kürtçe isim; 4. Öz savunma gücü. Bakınız: BDP'nin fikir babası Perinçek, 20 yıl önce aynı şeyleri savunmuş...
PERİNÇEK'İN PROGRAMI BDP'NİNKİNDEN DAHA BÖLÜCÜ
Ancak Perinçek'in programında daha da bölücü maddeler var. Perinçek, "Kürt İlleri" dediği şehirlerimizde bir referandum yapılmasını ve bağımsız bir "Kürdistan" isteyenlerin de bu referandumda özgürce propaganda yapabilmesini istiyor. Zaten programının ilk maddesine de Kürtlerin isterse ayrı bir devlet kurabileceğini yazmış. BDP'liler bile bu kadar ileri gitmedi!
Tabii, bu bir süreç meselesi, BDP'liler o günlerde, bugün savundukları "demokratik özerklik” programını da dile getiremiyorlardı.
GAFLET, DALÂLET VE HIYANET (III)
Mustafa Nevruz SINACI

Türksolu’nun yıllardır yaptığı uyarıların da ne kadar haklı olduğu bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bölücülüğün tavizler vererek durdurulamayacağını defalarca kez söyledik. Ancak özellikle AKP iktidarı, taviz üstüne taviz verdi ve görüldüğü gibi BDP'liler artık açıkça özerklik isteyecek noktaya geldiler. Taviz vermeye devam edilirse bir adım daha atıp "referandum" isteyecekleri, Kürtlere ayrı devlet kurma hakkı tanınması gerektiğini söyleyecekleri ortada.
Zaten fikir babaları Perinçek de yıllar önce öyle buyurmuş...
DOĞU PERİNÇEK: "ATATÜRK MİLLİYETÇİSİ DEĞİLİM"
İlginç olan bir başka nokta ise Perinçek'in bu program nedeniyle açılan kapatma davasında Anayasa Mahkemesinde verdiği savunma. BDP'lilerin bugün söylediklerine çok benziyor. Şöyle demiş Perinçek: "Biz bastırmanın karşısındayız. Açık söyleyeyim, bastırarak bu sorunların çözülmeyeceğini bir kere daha göreceğiz. Bastırarak bu sorunlar ertelenir. Beş sene ertelersiniz, 10 sene ertelersiniz, bakın erteleyememiştir. Dersim isyanı bastırıldı, 1925'te Şeyh Sait isyanı bastırıldı, Ağrı-Zilan isyanları bastırıldı, çözüldü mü? Biz de diyoruz ki, başka bir yoldan çözelim." Ve o dönemki Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’in “Türk milliyetçiliğine karşı mısınız?" sorusunu şöyle yanıtlıyor: "Türk milliyetçiliğine de karşıyız. Mecbur değilim Atatürk milliyetçisi olmaya... Partimiz milliyetçiliği bir ideoloji olarak benimsemiyor ve Türkiye'nin ihtiyaçlarına da uygun görmüyor... Atatürk milliyetçiliği bir kısmını dışlayacaktır." İşte Perinçek gerçeği. 20 yıl önce savunduklarıyla bugün BDP'nin yolunu aydınlatıyor! BDP’nin savunduğu özerkliği yıllar önce ilk Perinçek dile getirmişti:
PERİNÇEK'İN ÖZERKLİK PROGRAMI:
DEMOKRATİK FEDERAL EMEKÇİ CUMHURİYETİ

Perinçek'in dergisi 2000'e Doğru'da defalarca yayınlanan bu metin, Sosyalist Parti'nin de programında yer alıyordu. İlk olarak 1991 genel seçimleri öncesi, 15 Eylül 1991 tarihli 2000'e Doğru'da yayınlandı.
1- Kürt milleti, kendi kaderini tayin hakkına kayıtsız şartsız sahiptir. Eğer isterse ayrı bir devlet kurabilir. Emekçilerin çıkarı, tam hak eşitliği ve özgürlük temelinde, gönüllü birliği gerçekleştirmededir. Ayrılma hakkı gönüllü birliğin her zaman vazgeçilmez koşuludur.
2- Birlikte veya ayrı yaşamak milletlerin özgür iradelerine bağlıdır. Bu özgür iradenin ortaya konabilmesi için, Kürt illerinde referandum yapılmalıdır. Referandumda ayrılmayı savunanlar da özgürce propaganda yapabilmelidir.
3- Bugünkü tarihsel koşullarda, iki milletin emekçilerinin yararına olan çözüm, iki federe devletin eşit olarak katıldığı, demokratik federal bir cumhuriyettir. Bu federasyonda iktidar köylerden ve mahallelerden başlayarak, ilçelerde, illerde federe ve federal düzeyde demokratik seçimlerle belirlenen halk meclisleri aracılığıyla kullanılır. İlçe ve il yönetimleriyle, federal hükümetler, bu meclislerin yürütme organlarıdır meclislere karşı sorumludurlar.
4- Federal Halk Meclisi iki meclisten oluşur; Temsilciler Meclisi ve Milletler Meclisi.
Temsilciler Meclisi, belli sayıda yurttaşa bir milletvekili olmak üzere bütün yurt çapında yapılan seçimlerle belirlenir. Milletler Meclisi, her federe devletten eşit sayıda seçilmiş üyenin katılımıyla oluşur. Yasalar her iki mecliste çoğunluk oylarıyla kabul edilir. Meclislerden birinin reddettiği yasa yürürlüğe girmez. Çalışma Yasası, Ceza Yasası, Medeni Yasa, Yargı Usülleri yasaları bütün ülkede yürürlüktedir, federal organlarca kabul edilir.
5- Her federe devlette azınlıkların çoğunlukta olduğu ilçe ve illerde halk isterse bölgesel özerklik uygulanır.
6- Federal Anayasa, iki milletin ortak anayasasıdır. Her iki milletin ayrı ayrı çoğunluğu tarafından referandumla kabul edilerek yürürlüğe girer. Federe devletlerin arıca kendi anayasaları vardır. Federal Anayasa, federe cumhuriyetler tarafından benimsendiği ölçüde giderek artan unsurları kapsar.
***
GAFLET, DALALET VE HIYANET (IV)
Mustafa Nevruz SINACI

7- Federal Cumhuriyet’in bayrağı ve marşı, Türklerin ve Kürtlerin ortak bayrakları ve marşlarıdır. Ayrıca her federe devletin kendi bayrağı ve marşı vardır. Federasyonun ismi tek bir millete dayandırılmaz.
8- Yurt savunması, savaş ve barış sorunları, uluslararası ilişkilerde temsil, anlaşmaları yapmak, federal organların yetkisindedir.
9- Her federe devlet, yabancı devletlerle ticari ve kültürel alanlarda doğrudan ilişkiler kurabilir, konsolosluklar açabilir.
10- Her yönetim kademesinde iktidar, bütünüyle halk meclislerinde ve bu meclislere karşı sorumlu olan yerel yönetimlerdedir. Bu yönetim sistemi dışında, merkezi idarenin atadığı valilikler, kaymakamlıklar, emniyet ve jandarma örgütü kaldırılır. Bu demokratik yönetim sistemi, aynı zamanda milli eşitlik ve özgürlüğü de güvence altına alır. Yerel güvenlik örgütleri, yerel meclislere sorumlu olan yerel yönetimlerin emrindedir. Köy güvenlik örgütleri, yerel meclislere sorumlu olan yerel yönetimlerin emrindedir. Köy güvenlik örgütleri, köy gençlerinden oluşur ve köy kurullarının emrindedir.
11- Ulusal ve toplumsal gelişme yanında kardeşliğin de önünde engel oluşturan toprak ağalığı, aşiret reisliği ve her türlü ortaçağ ilişkisi köylülerin seferber edilmesine dayanan ve köylü komitelerinin önderlik ettiği bir toprak reformuyla kaldırılır. Federal cumhuriyet, piyasa ekonomisinin derinleştirdiği bölgeler arası eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için, ekonomik bakımdan geri bölgelerin yatırım paylarını artırır. Böylece birliğin ekonomik temelini geliştirir ve pekiştirir. Ekonomide tek bir federal istatistik sistemi uygulanır.
12- Her milletin, milli ve dini azınlıkların, dillerini ve kültürlerini geliştirme, siyasal çalışma ve örgütlenme hakları ve özgürlükleri güvence altındadır.
13- Resmi dil Türkçe ve Kürtçedir. Her federe cumhuriyette kendi dili esastır. Federal organların kararları iki dilde yazılır. İlkokuldan üniversiteye kadar ve bütün kültür kurumlarında, her 2 dilde eğitim-araştırma, basın-yayın, radyo-televizyon vb. iletişim olanakları gerçekleştirilir.
14- Kürtlerin demokratik kültürü, bugüne kadar uygulanan baskılara son verilmesi sayesinde özgürce serpilme olanaklarına kavuşur. İktidar organları, diğer ülkelerde bulunan Türk ve Kürtlerle demokratik kültür alışverişinin özgürce gelişmesi ve bütün dünya halklarıyla ortak enternasyonal bir kültürün renkli ve çoğulcu bir ortamda boy atması için çalışır.
15- Bütün iktidar organları, toplum hayatında ve milletler arasında sorunları zor kullanarak çözen ve şiddeti kutsayan eski kültürün bütün temelleriyle tasfiyesi ve halk içinde barışçı, insana saygılı ve şiddeti hor gören enternasyonalist bir emekçi kültürünün yayılması için çalışır. Yaşadığımız toprağın tarihini Malazgirt savaşıyla başlatan bağnaz milliyetçi kültüre ve her türden milliyetçiliğe karşı, ülkemizin tarihsel derinliklerinden bu yana çeşitli kavimlerin katkılarıyla zenginleşmiş kültür kaynaklarımızı arayan, koruyan, bu kaynaklardan beslenen, demokratik insan sever, evrensel ve enternasyonalist bir kültür geliştirilir. Ülkemizin evrensel kültür zenginliğini yansıtan yer isimlerinin değiştirilmesine son verilir, her yer bilinen ve yerleşmiş ismiyle anılır. (*)
(*) Perinçek’in dergisi 2000’e Doğru’da defalarca yayınlanan bu metin, Sosyalist Parti’nin de programında yer almakta idi. İlk olarak 1991 genel seçimleri öncesi, 15 Eylül 1991 tarihli 2000’e Doğru’da yayınlandı.
Yararlanılan kaynaklar:
1.Türk Solu Dergisi Sayı: 306, Tarih: 27.12.2010,
2. Özgür Erdem, Bdp'nin Özerklik Programının Fikir Babası Perinçek
3. 2000’e Doğru Dergisi - 15 Eylül 1991
4. Sosyalist Parti Programı (Doğu Perinçek, 1991)

13 Ekim 2018 Cumartesi

Kanlı iktidar oyunu: Türkiye tarihini değiştiren 10 Ekim katliamının anatomisi "KEMAL GÖKTAŞ" DİKEN: Türkiye’nin yaşadığı en büyük bombalı saldırı 10 Ekim 2015’teki ‘Ankara katliamı' !.."

"Kanlı iktidar oyunu": Türkiye tarihini değiştiren 10 Ekim "Ankara Garı" katliamının anatomisi
KEMAL GÖKTAŞ
kemalgoktas@diken.com.tr / @kemalgoktas
Türkiye’nin yaşadığı en büyük bombalı saldırı 10 Ekim 2015’teki ‘Ankara katliamı’ 3’üncü yılında anılacak. (anıldı!..) 10 Ekim davasının dosyasında, Türkiye’nin kaderini değiştiren katliamla ilgili çarpıcı bilgi ve belgeler bulunuyor.

Türkiye, 8 Haziran 2015’te AKP’nin tek başına iktidarı kaybettiği bir sabaha uyanmıştı. HDP’nin seçim başarısı ve AKP’nin tek başına iktidar çoğunluğunu kaybetmesi, yeni ittifakların önünü açmıştı. 2013 başından beri devam eden çözüm süreci, iktidara beklediği oy artışını getirmediği gibi barışçıl atmosfer, Gezi’de olduğu gibi farklı görüşten insanların iktidar karşısında bir araya gelmesine yol açıyordu.

İktidar, çözüm sürecinin sonuna gelindiğine ilişkin sinyalleri seçimden önce vermişti. Seçimden sonra Suruç katliamı ve ardından hala karanlıkta olan Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi çözüm sürecinin bitirilmesi için yeterli malzeme vermişti. CHP ile yapılan koalisyon görüşmelerinin başarısız olacağı baştan belliydi ve ülke 1 Kasım’da yapılacak seçime hazırlanıyordu. Anketler iktidar partisi için parlak değildi, hatta 7 Haziran’ın da altında oy alacağı tahminleri yapılıyordu.

Yeniden başlayan çatışmalara karşı barış talebini güçlü bir şekilde ortaya koymak isteyen DİSK, KESK, TMMOB ve TTB’nin çağrısı toplumsal bir karşılık bulmuştu. 10 Ekim’de Ankara’da düzenleneceği açıklanan mitinge katılım için ağırlıklı olarak CHP ve HDP tabanının oluşturduğu yüz binler yollara düşmüştü.
‘Marjinaller olay çıkarır’
Dönemin Ankara valisi Mehmet Kılıçlar, mitingle ilgili 14 Eylül 2015’te yapılan İl Güvenlik Koordinasyon Kurulu toplantısında dönemin emniyet müdürü Kadri Kartal’a “Mitingin yapılmasında bir sakınca var mı? İzin verilmezse ne olur?” diye sordu. Bu soruya Kartal ve İstihbarat Şube Müdür Vekili Cihangir Ulusoy, “KESK’in organizesinde yapılan mitinglerde olumsuzluk yaşanmıyor. Yapılmaması halinde marjinal gruplar illegal olaylar çıkarabilir” diye yanıtı vererek mitingin yapılmasının önünü açtı. MİT ve jandarma da aksi bir görüş belirtmedi. Oysa 4 Haziran’da Diyarbakır’da, 20 Temmuz’da da Suruç’ta mitinglere yönelik bombalı saldırılar yapılmış, Ankara’daki mitingden önce de istihbarat birimlerinden en az 62 canlı bomba saldırısı uyarısı gelmişti. Buna rağmen mitingin yapılmasına izin verildi.

Garı korumasız bırakan saat değişikliği
Aynı toplantıda Kartal ‘toplantı için istenilen saatlerin 08.30-16.00 olması halinde yolların sekiz saat kapalı kalacağı ve trafikte zorluk yaşayan halkın tepkisine neden olabileceğini’söyledi. Bunun üzerine mitinge 12.00-16.00 saatleri arasında izin verildi. Oysa Sıhhiye Meydanı’na yapılacak yürüyüş saat 10.00’da gar önünden başlayacaktı. Saat değişikliğiyle gar önü on binlerce insanın toplanma saatinde güvenliksiz bırakılmış oldu. Nitekim canlı bombaların kendilerini patlattığı 10.04’de şehir dışından gelenler garın önünü doldurmuş ve bazı gruplar Sıhhiye’ye doğru yürüyüşe geçmişti.

Ankara dışından gelenlerin katıldığı bütün mitinglerde şehrin girişlerinde araçlar durdurularak arama yapılıyordu. Oysa katliamdan bir gün önce başlatılan yol uygulaması gece 12.00’de sonlandırıldı ve sabah 09.00’da yeniden başladı. Canlı bombaları Gaziantep’ten Ankara’ya getiren iki araç ise saat 08.30’da, yani yol uygulamasına ara verildiği saatlerde Ankara’ya girdi. Üstelik canlı bombaları taşıyan araçlar Adana’da durdurulmuş, ancak arama yapılmadığı için yola devam etmişlerdi.

Emniyet personeline ‘canlı bomba’ uyarısı
Mitingden önce polis birimlerine gönderilen Emniyet tedbir yazısında Diyarbakır ve Suruç patlamaları da göz önüne alınarak ‘bütün personelin öncelikle kendilerine yönelik olası canlı bomba konusunda duyarlı olmaları’ talimatı verildi.

Bu uyarıya ve mahkemeden gar önünü de kapsayan üst ve araç araması kararı alınmış olmasına rağmen gar ve çevresinde arama noktaları oluşturulmadı.

Nitekim alanda görevli 2 bin 44 polisten sadece 129’u 10 bin kişinin toplandığı gar çevresinde görevliydi. Patlama anında ise aar çevresinde sadece 76 polis vardı. Nitekim olayda yaralanan polis de olmadı.

Nokta istihbarat sümen altı edildi
14 Eylül’de İstihbarat ve Terörle Mücadele daire başkanlıklarından gelen bir istihbaratta adeta gar patlaması tarif edilerek ‘DEAŞ’ın yapmaya karar verdiği büyük bir eylem için seçtiği grubu Suriye’deki bir kampta özel eğitime aldığı, eylemin uçak-gemi kaçırma ya da miting- kalabalık yerde çok sayıda canlı bomba patlatma şeklinde olabileceği’ belirtildi. Bu istihbarat ilgili birimlere iletilmeden sümen altı edildi.

Ayrıca canlı bombalardan Yunus Emre Alagöz’ün eylem yapacağı ve bunun için ailesiyle helalleştiğine ilişkin istihbarat bilgileri ağustos ayının başından beri Emniyet’e geliyordu. Buna rağmen Alagöz, Suriye’den Gaziantep’e geçip oradan da 12 saatlik yolculukla Ankara Garı önüne gelip kendini patlattı. Dahası, IŞİD’in, Diyarbakır, Suruç, Ankara Gar ve İstanbul Taksim’deki saldırılarının talimatını verdiği belirlenen İlhami Balı saldırı emirlerini 2013 yılından beri dinlenen telefon hatları üzerinden veriyordu.

FETÖ’den soruşturulan polis müdürü
Müfettiş raporunda savunmasına yer verilen dönemin İstihbarat Şube müdür vekili Cihangir Ulusoy müfettişlerin ‘istihbarat bilgilerinin ve önceki terör eylemlerinin mitinge ilişkin önlemlerde neden değerlendirmeye alınıp alınmadığı’ sorusuna ‘Adana, Mersin, Diyarbakır ve Suruç’taki hedef kitlenin HDP bileşenleri olduğu, 10 Ekim mitinginin tertip komitesinde ise HDP bileşenlerinin yer almadığı’ karşılığını verdi.

Bu ifadenin aksine 10 Ekim mitingine en önemli katılım çağrısı 10 gün önce dönemin HDP eş başkanı Selahattin Demirtaş’tan gelmişti. HDP’nin illerdeki teşkilatları da miting için çalışmalar yapmış ve miting öncesi otobüs kaldırmıştı.

Ulusoy, halen FETÖ ile ilişkisi olan bir şirket hakkında FETÖ bağlantısı olmadığı yönünde istihbarat düzenlemek suçlamasıyla yargılanıyor.

Failler sağ yakalanmadı
Katliamdan sonra açılan dava sanıklara 100’er kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmesiyle sonuçlandı ancak yargılama süreci soru işaretlerini artıran gelişmelere sahne oldu.

Katliamın faillerinden Halil İbrahim Durgun, Yunus Durmaz ve Mehmet Kadir Cebael, soruşturma ve dava aşamasında yapılan polis operasyonları sırasında ya ‘kendilerini patlattı’ ya da öldürüldü. Müdahil avukatlarının katliamı aydınlatacak bilgiler verebilecek olan her üç zanlının da sağ yakalanma olanakları varken bunu yapmayan polis yetkilileriyle ilgili suç duyurusunda bulunulması talepleri reddedildi.

‘Canlı bombayı önlemek zor’
İhmali bulunan polislerin yargılanması gerektiğine ilişkin müfettiş raporuna rağmen valilik ve savcılık ‘Canlı bomba saldırılarını önlemek zor’ gerekçesiyle dosyayı kapattı. Dava sürerken mahkeme, avukatların talebi üzerine kamu görevlileriyle ilgili yeniden suç duyurusunda bulundu ancak savcılık daha önce bu konuda takipsizlik kararı verildiği gerekçesiyle dava açmayı reddetti.

Şarjı yok diye dijital materyaller incelenmedi
Dava sırasında bilirkişiler 147 GB boyutundaki dijital materyallere ilişkin ‘şarjının veya adaptörünün olmaması, imajı alınan disklerin bozulması, PIN kodunun olması, dizüstü bilgisayarların kırılmış olması’ gibi artık teknalojik olanaklar sayesinde kolaylıkla şılabilecek engeller ileri sürerek ‘inceleme yapılamadığını’ belirtti.

IŞİD’in Gaziantep sorumlusu olarak bilinen katliamın planlayıcısı Yunus Durmaz’a ait dijital materyaller içerisinde bulunan ve Suriye’de olduğu tahmin edilen kişilerle katliamdan hemen önce yaptığı e-mail yazışmaları ve video-fotoğraf gönderimleri ‘maillere girilemediği’ gerekçesiyle incelenmedi.

‘Kokteyl örgüt’ ve Gökçek’in üstün performansı
Gar katliamının faili IŞİD olmasına rağmen devlet yetkilileri‘kokteyl örgüt’ tanımı yaparak PKK ve DHKP-C’nin de eylemde rolü olduğunu ileri sürdü. Bu konuda dönemin Ankara büyükşehir belediye başkanı Melih Gökçek ise alışılmadık bir performans sergiledi. Gökçek, katliamdan sonra televizyon televizyon gezerek HDP Şanlıurfa milletvekili adayı ve Özgür Gündem gazetesi yazarı Mehmet Serhat Polatsoy’u patlamayla ilişkilendirmeye çalıştı. Patlamadan sonra “Bombalar Ankara’da patlayacak” mesajının paylaşıldığı Twitter hesabının kullanıcısı olduğu iddiasıyla gözaltına alınan Polatsoy, hesapla ilgisinin olmadığı anlaşılınca serbest bırakılmıştı. Ancak hemen ardından Polatsoy 155’e yapılan bir ihbarla evinde patlayıcı sakladığı iddiasıyla gözaltına alındı. Polatsoy’a sorguda yazıları, sosyal medyada paylaşımları ve katıldığı yürüyüşler soruldu ve ‘patlayıcı madde bulundurma kuşkusu’ gerekçe gösterilerek tutuklandı. Polatsoy’a 10 Ekim’le ilgili herhangi bir suçlama yöneltilmemesine rağmen Gökçek bu tutuklamanın HDP’nin katliamdaki rolü olduğunu ısrarla ileri sürdü.

Anketlerin yönü değişti
Kokteyl örgüt ve Gökçek’in televizyon programlarındaki performansı, kamuoyunda katliamın arkasında PKK ve HDP’nin olduğu algısına yol açtı. Anketler halkın yaklaşık yüzde 40’ının patlamanın PKK veya HDP tarafından gerçekleştirildiğine inandığını gösteriyordu. Dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu da seçime ilişkin bir anketi televizyon ekranlarından paylaşırken ‘patlamadan sonra oylarının arttığını’ söyleyecekti.

Nitekim, AKP, yeniden başlayan savaşın ve patlayan bombaların yarattığı dehşet duygusuyla gidilen seçimde yüzde 50 oyla tek başına iktidar oldu ve yeni partneri MHP ile birlikte ülkeyi ‘başkanlık’ sistemine taşımayı başardı. (KAYNAK: DİKEN-09/10/2018-Kemal Göktaş)

7 Ağustos 2018 Salı

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN: "OHAL KALKTI AMA CUHAL DEVAM EDİYOR" N.Gazete, Profesör Anıl Çeçen, Nuray Başaran'a konuştu (Ankara: 06 Ağustos 2018)


PROF. DR. ANIL ÇEÇEN:
"OHAL KALKTI AMA CUHAL DEVAM EDİYOR"

Profesör Anıl Çeçen, Nuray Başaran'a konuştu...NURAY BAŞARAN-Sistem değişikliği ile birlikte çok değişik olaylar oluyor. Özellikle seçimlerden sonra, seçim gecesi başlayan. Sonra iç siyasetteki muhalefet partileri hareketlendi. Oralarda bir dağılma var görüntüsü var. Devlet Bahçeli çok ilginç bir kampanya başlattı, askıda ekmek kampanyası. Beş milyon ülkücüyü tüm ülkede bu kampanyaya davet etti. Devlet Bahçeli Ülkücüleri sokaktan partiye çekmişti, şimdi partiden tekrar sokağa doğru bir yönlendirme mi var? Sizce neler oluyor?
ANILÇEÇEN-Şimdi efendim bu anlattıklarınızın hiçbirisi Türkiye’nin kendi gündemi değil. Çünkü Türkiye bu süreçte normal koşullarda uluslararası alandaki gelişmelerin bu bölgeye yansımasını izleyerek, kendini buna göre ayarlama noktasına geldiğinde, bir oldu bittiyle erken seçim yapma noktasına geldi. Erken seçimin oldu bittiyle Türkiye’nin gündemine girmesi, iç dinamiklerin değil, uluslararası gelişmelerin bu bölgeye yansıyan sonucudur. O doğrultuda bir erken seçimle karşılaştığımız için, erken seçimi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen emperyal merkezlerin, seçim öncesi ve seçim sonrası ve hatta seçim gecesi bazı organizasyonlar içine girdiklerini duyuyoruz. Bunlar basında yer aldığı için Türk halkı da, Türk kamuoyu da giderek tedirginleşen bir duruma doğru geliyor. Yani sorunuzun cevabı olarak kısaca şuna geliyorum. Seçimle beraber girdiğimiz yeni dönemde, konjonktür tamamen iç dinamiklerin dışına çıkmış ve bölgesel bir süreçle bizi karşı karşıya bırakmıştır ki, seçim sonrasında karşı karşıya kaldığımız olaylar tamamen bu durumu doğrulamaktadır.Diş dinamiklerin yönlendirmesine girmiş bir Türkiye var.
GEÇMİŞTEN GELEN DEVLET YAPISI DEVRE DIŞI KALIYOR
NURAY BAŞARAN –Bugün bu karışıklık, yeni sisteme bir hazırlık mı yoksa yeni sistemin getirdiği bir karmaşa mı siyasete?
ANIL ÇEÇEN- Bir kamu hukukçusu, kamu hukuku ve kamu yönetimi uzmanı olarak şunu söylemek isterim. Böyle bir süreç içerisinde Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendini toparlaması, merkezi gücünü artırması ve dış tehditlere karşı kendini koruyacak bir şekilde yeniden yapılanması gerekirken, seçim süreciyle başlamış olan uluslararası konjonktürün, bu ülkeye yansımış olan gelişmeleri Türkiye'yi daha farklı bir noktaya getirmektedir. Ki işte bu noktada bir tarafta yüz yıllık cumhuriyetin yavaş yavaş devre dışı kaldığını, idari reform sürecinin giderek bir takım kararnamelerle devreye sokulduğunu görüyoruz ki, o noktada geçmişten gelen devlet yapımız yavaş yavaş devre dışı kalmakta. Bazı kurumlar kamu yönetimi açısından -Türkiye Adalet Akademisi, Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü gibi- bir takım devlet organlarının içerisinde güç odağı olan bazı devlet yapılanmalarının kapatılması, geçmişten gelen devlet yapılanmasından vazgeçilip geçilmediği tartışmasını gündeme getirmektedir.
Öte yandan peş peşe ortaya çıkan kararnamelerle, yeni bir yapılanmaya giderken yeni bir devletin kurulduğu gündeme gelmektedir ki, bunu Ayhan Ogan isimli iktidar partisine yakın bir kişi bir tartışma nedeni vesilesiyle, Türkiye'de yeni bir devlet kurulduğunu "Biz yeni bir devlet kuruyoruz, siz bunu anlamamakta ısrar ediyorsunuz." demişti.
Bakıyoruz, iktidarı destekleyen bazı yayın organlarında da artık yepyeni bir dönemin başladığını, yeni bir devletin ortaya çıktığını görüyoruz. İşte burada, kamu hukukçusu olarak diyorum ki, bir tarafta geçmişten gelen Cumhuriyet devleti yapılanması var, öbür tarafta da yandaş basının ifade ettiği gibi bir bölgeselleşme sürecine doğru gitmekte olan bir yeni yapılanmayla karşı karşıyayız. İşte bu yavaş yavaş kararnameler üzerinden düzenlenmekte ve böylece meclisin baypas edildiği bir noktaya getirildiğini görüyoruz. Dikkat ederseniz, Başbakanlıkla beraber bir anlamda yasama organını temsil eden meclisin de yetkilerinin kısıtlandığını, artık meclisin bütün yasaların çıktığı bir yasama organı olarak değil ama yasa yerine kararnamelerin geçerli olduğu, kararnameler üzerinden yeni bir devlet yapılanmasının oluşturulmaya çalışıldığı bir dönemde, meclisin de artık yavaş yavaş geride kaldığını çok açık bir şekilde söyleyebiliriz.
NURAY BAŞARAN -başkanlık sisteminin çok hızlı hareket etme, bölgedeki gelişmeler karşı hareket kabiliyeti geliştirme ihtiyaçları gerekçe gösterilerek yapılmıştı. Bu KHK'lar da bu hızlılığın bir parçası olarak düşünülürse; acaba KHK'lara baktığımızda ya da bakıldığında yeni kurulan birimler, sizin az önce bahsettiğiniz -mesela Ortadoğu Amme İdaresi gibi- kurumların yerine gelecek yapıları inşa ettirmiyor mu? Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, biliyorsunuz başkanlık sistemi modelini açıklarken; bakanlar kurulu, başkanlıklar, idari kesimlerin olduğunu grafiklerle anlattı. Gelinen noktada bu tabloya baktığınızda , değişim noktasında yeni devlet kurmayı mı görüyorsunuz yoksa yeniden inşayı mı görüyorsunuz?
ANIL ÇEÇEN-Efendim yandaş basın, uzun süredir Osmanlı dönemiyle Selçuklu dönemini bir bütün alarak, biz bin yıllık devlet geleneğini temsil ediyoruz derken, Cumhuriyet dönemini karşılarına alırlardı, sahip çıkmazlardı ama bugün özellikle son iki senedir bakıyoruz ki, yandaş basın önemli bir değişikliğe yöneldi. Bu bin yıllık devlet geleneğini yani o dünyanın merkezi coğrafyasındaki Türk hegemonyasının bin yıllık geçmişine bakıldığında, burada hem Selçuklu devletine, hem Osmanlı devletine, hem de Türkiye Cumhuriyetini bir bütünün parçaları olarak ele alıyorlar ki bu bakış açısı bence doğrudur.
Şimdi bu bakış açısı iktidarı destekleyen kesimlerde gündeme geldiğine göre, burada değişen koşullarda yeni ortaya çıkan yapıda, eski devletin devamlılığı noktasında devletin yenilenmesi gerekir. Yani burada Türkiye'nin yeni bir Anayasayla yeni bir devlet kurması değil, idari reformla eski devleti onarması ve eski devletin gücünü artırarak, eski devletin merkezi konumunu güçlendirerek hareket etmesi gerekir. Devlet-Ebed-Müddet biliyorsunuz, Orta Asya'dan gelen, daha sonra Kuzey Asya'da, Rusya'da biliyorsunuz, Türklüğün/Türkçülüğün ana vatanları hem Orta Asya'dır hem Kuzey Asya'dır. Biz hep Orta Asya'yı ele almışız, Kuzey Asya'yı görmezden gelmişiz. Kuzey Asya'daki Selçuklu öncesi Hazar Devleti tarihini bilmediğimiz için, bir çok konuyu, bir çok uluslararası konuyu eksik değerlendiriyoruz, göremiyoruz ama bunları artık görmemiz ve doğru değerlendirmemiz gerektiği ortaya çıkıyor. Ve geleceğe dönük yepyeni bir dünya konjonktürü ile karşı karşıya kaldığımız noktada, işte biz bu coğrafyada Doğu-Batı arasına sıkışmamak, Kuzey-Güney arasındaki çekişmelerde bir yerlere gidip gelmemek ve ayağımızı sağlam yere basma noktasında, "Devlet-Ebed-Müddet" dediğimiz o tarihten gelen ak saçlılarla/sakallılarla ifade edilen bu yapılanmanın bu gün de geçerli olması gerektiğini görüyoruz ama bu geçerlilik süreci içerisinde de geçmişten gelen bu yapı, Selçuklu'dan, Osmanlı'dan geldiği kabul edilirken Cumhuriyetin de bu gün devam ettiği görülmeli ve bu noktada Cumhuriyet Devleti'nin değişen koşullar ele alınarak onarılması, idari reformla yenilenmesi ve güçlendirilmesi gerekmektedir. Ama buna rağmen, bu gün baktığımız noktada ortaya çıkan kararnamelerle farklı bir devlet yapılanmasına doğru gidildiğini görmekteyiz. Türkiye Cumhuriyetinin halen devam ettiği unutulmamalıdır.
BİR BÖLGE DEVLETİNE DOĞRU GİDİŞ VAR

NURAY BAŞARAN-Nasıl bir yapılanma?
ANIL ÇEÇEN- Bir bölge devletine doğru gidiş gündeme geliyor. Yani biz Türkiye Cumhuriyeti olarak, hem bir ulus devletiz, hem de bir ülke devletiyiz. Bu ülkenin sınırları, Misak-ı Milli olarak, bir milli devletin milli sınırları olarak belirlendiği içindir ki, biz burada geçmişten gelen Türk milletinin uzun tarihinin bugün uzantısı olarak, Türk milletine dayanan bir Milli Misak'ın ortaya çıkardığı sınırlar içerisinde bir milli devlet olduğumuzu kabul ederek hareket etmemiz lazım. Ama bu arada çıkan kararnamelere ve bir takım yasal değişikliklere ve geçen sene kabul edilmiş olan Anayasa değişikliğine baktığımız zaman, sanki bundan vazgeçiyormuş gibi, sanki geçmişten gelen Misak-ı Milli sınırları içerisindeki ülke devletinin, ulus devletinin yerine bir bölge devletine yönelindiği ve bu bölge devletine yönelirken bölgesel oluşumların yavaş yavaş ortaya çıktığı ve bu bölgesel oluşumların ortaya çıkış sürecinde ; ekonomik kalkınma ajanslarının, büyük şehir yapılanmalarının ve yavaş yavaşta bu ekonomik kalkınma ajansları ve büyük şehir belediyesi düzenlemelerinin ötesinde bir yeni (Bütün şehir diyorlar galiba) Evet bütün şehir diyorlar ama bu noktada işte yavaş yavaş bölge valiliklerinin gündeme geldiğini, hatta sosyal medyada bunun tartışıldığını görüyoruz. Ki özellikle Güneydoğu meselesi, Kuzey Irak meselesi ve Kuzey Suriye meselesine Türkiye'nin bakış açısı yavaş yavaş bu bölgeleri eyalet ya da bölge olarak kabul etme durumunu gündeme getiriyor ki işte bütün bu oluşumlar Türkiye'nin merkezi yapısını, üniter yapısını Misak-ı Milli sınırları içerisindeki ulus devlet yapısını ciddi boyutlarda sarsmakta ve geleceğe dönük bir yeniden yapılanma sürecini de tehdit etmektedir. Bu gün ABD ile karşı karşıya geldiğimiz noktada, artık eski dostumuz olan ABD'yi bir tehdit olarak görüyoruz ya da İsrail giderek Kıbrıs'a müdahale etmeye kalktığı noktada, Türkiye'nin Kıbrıs'tan çıkması gerektiğini gündeme getirerek Türkiye'yi ciddi boyutlarda zor duruma düşürecek bir yapıyı gündeme getiriyor. Bütün bunları dikkate aldığımız noktada, ortaya çıkan bu yeni gelişmeler aslında bütün bu tehdit unsurlarının giderek tırmandığını ve bir bütün olarak Türkiye'yi var olma veya yok olma noktasında bir dar boğaza sürüklediğini söyleyebiliriz.
NURAY BAŞARAN-Peki, bu var olma ya da yok olma, bölgedeki süper güçler başta ABD olmak üzere, batı ve Avrupa ülkelerinin , bölgedeki yeniden yapılanma noktasında pastadan pay alma projelerinden mi kaynaklanıyor? Yoksa bizim kendi stratejik hatalarımız, siyasi hatalarımız var mı? Yeni dönemde bazı müttefikimizi düşman olarak kabul ediyorsak, Türkiye bölgede hangi noktada nasıl bir yol haritası belirlemeli?
HER SEÇİMİ AYNI İKTİDAR KAZANIYOR MUHALEFET YOK
ANIL ÇEÇEN-Şİmdi söylediklerinizden her ikisi de geçerli. Bunlardan bir tanesi doğrudur diye bakamayız. Hem Türkiye açısından bizim eksiklerimiz var hem de içine sürüklenmiş olduğumuz bugünkü konjonktür içerisinde dünyayı şekillendirmek/yönetmek isteyen emperyal güçlerin planları var, projeleri var. Hem bu planlar doğrultusunda olaylar zorlanıyor, olaylar bu şekilde zorlandığı noktada Türkiye tehdit altında kalıyor.
Türkiye'nin tehditleri aşabilmesi için alternatifler üretmesi lazım ama bakın bu gün Türkiye'nin yüz yıllık devlet geleneği yavaş yavaş yüzüncü yılına gelinirken Türkiye'nin iktidarı var ve iktidar süreklilik kazanıyor giderek. Her seçimi aynı iktidar kazanıyor ama muhalefet yok. Devleti kuran Cumhuriyetçi partinin, şu aşamada devletin yenilenmesi noktasında eksik kalması ve bir alternatif üretmemesini dikkate aldığımız zaman , burada çok büyük eksiklik var ama öbür tarafta Soğuk Savaş koşullarında gündeme gelmiş olan Türk milliyetçiliğinin bugünkü temsilcisi olan Milliyetçi partinin maalesef milli devletin korunması, savunması ve değişen konjonktür dikkate alınarak buna karşı ve bu doğrultuda milli devletin tasfiyesini önleyecek bir alternatif planın, bir milli planın ortaya konulması noktasından uzak durması Türkiye'yi maalesef uluslararası konjonktürde önümüze çıkan tehditlerle bizleri karşı karşıya bırakmakta ve bu noktada iktidar partisi devletle bütünleşerek bu süreç içerisinde Türkiye'ye yönelen tehditleri omuzlamak ya da ona karşı durmak gibi bir yeni gelişmeyle karşı karşıya kalmaktadır.
TÜRKİYE’DE PARTİ DEVLETİ VAR
NURAY BAŞARAN-Yani iktidar partisi devletle yeterince bütünleşemiyor mu?
ANIL ÇEÇEN- İktidar partisi on altı yıldır Türkiye'yi yönettiği içindir ki on altı yıl içerisinde Türkiye Cumhuriyeti devletiyle, Türiye Cumhuriyeti hükümeti giderek bütünleşmiştir ve hükümet sürekli olarak tek parti üzerinden kurulduğu içindir ki maalesef bu gün Türkiye Cumhuriyeti devletine baktığımız zaman, burada bir ulus devlet değil bir parti devleti olduğunu görüyoruz. Çünkü partiyle bütünleşme iktidar, partinin devamı alarak süre geldiği noktada, devleti parti iktidarı olarak yönettiği noktada, bu gün bir parti iktidarıyla karşı karşıyayız. İşte o parti iktidarı içerisinde geçmişten gelen devlet yapısının değişikliğe uğradığını, geleceğe dönük yeni yapılanma süreci içerisinde de farklı bir devlet yapılanmasına doğru Türkiye'nin yönlendirildiğini söyleyebiliriz.
NURAY BAŞARAN-Gelinen noktada alternatifte yoksa -ki başlangıçta da sormuştum muhalefet partilerinin durumunu- ne gibi çözümler üretmeliyiz, acil plan nedir, iktidar partisinin öncelikli yapması gereken şeyler sizce nelerdi?
ANIL ÇEÇEN-Şimdi efendim ben bir kamu hukukçusu olarak bu değerlendirmeyi yapıyorum ama burada üç anayasa hukukçusunu ismen belirtmek istiyorum. Bunlardan ilki eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk yeni bir kitap yayınladı. Bu kitabın adı "Anayasaya Aykırı Anayasa Değişiklikleri"dir. Şimdi bir hukuk profesörü olan ve eski bir Adalet Bakanı olan Hikmet Sami Türk böyle bir kitap yayınlarken, şu an Anayasada yapılmış olan değişikliklerin ki geçen sene yapılan referandum sonrasında Anayasamızın değişmekte olduğunu görüyoruz, ayrıca da bu çıkan kararnamelerin de değişmiş olan Anayasa paralelinde hazırlandığını görüyoruz. Şimdi eğer Hikmet Sami Türk'ün söylediği gibi Anayasa değişiklikleri Anayasa'ya aykırıysa, o zaman diğer meselelerde de anayasaya uygunluk meselesi bir tartışma konusu olarak gündeme gelecektir. Bunu vurgulamak gerekir. Ayrıca geçen sene yaşadığımız bu Anayasayla ilgili bu referandum sürecinde biliyorsunuz bir başka Anayasa hukuku profesörü Kemal Gözler, açıkça Türkiye'nin bir Anayasasızlık haline sürüklendiğini ifade etmiş ve Anayasa'nın maalesef uygulanmadığını ve Anayasa'nın ilgili hükümlerinin kağıt üzerinde kaldığını ve Anayasa yokmuş gibi hareket edildiğini söyleyerek bu duruma bir Anayasasızlık hali açıklaması yapmıştır. Bir de son seçimlerle beraber, ana muhalefet partisinin bir üyesi olarak meclise giren bir başka Anayasa profesörü İbrahim Kaboğlu da, özellikle meclis açılırken verdiği demeçlerde, mecliste yemin olarak konuşma yaptığı sırada Anayasa'ya aykırı düşen, Anayasa'ya uygun olmayan bir durumla karşı karşıya kaldığımızı ifade etmiştir ki sanırım her üç Anayasacı ve hukuk profesörü burada bu değerlendirmeleri yaparken, bir tarafta eski devlet yapısı sarsıntı içerisinde gerilerken ya da bir bitme noktasına gelirken, orada devlet devamlılığının ötesinde hareket edilerek Ayhan Ogan'ın ifade ettiği gibi farklı bir devlet yapılanmasının gündeme gelmesi noktasında, bu Anayasa hukuku açısından, idare hukuku açısından, kamu hukuku açısından bu durumların ele alınıp tartışılması gerektiğini ve çok hassas bir şekilde ülkede hareket edilerek ülkede birliğin ve bütünlüğün, geçmişteki yapıyla bugünkü yapının geleceğe dönük bütünleştirilmesinin ve Anayasa hukuku açısından bu durumun bütüncül bir şekilde ele alınıp değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamışlardır.
Şimdi ben burada tek başıma böyle bir iddiada bulunmak istemiyorum. Çünkü bu ülkede 200'den fazla üniversite var, 100'den fazla hukuk fakültesi var ve yüzlerce bilim adamı var, bunların içerisinde az önce ismen ifade ettiğim bu geçiş sürecini açıkça kamu hukuku ve Anayasa hukuku açısından ele alıp değerlendirirlerken ciddi boyutlarda hukuki boşlukların ortaya çıktığını ve bunların bir an önce doldurularak Türkiye'nin hukuk devleti kimliğinin ve yapısının devam etmesinin zorunluluğunu ifade etmişlerdir. Durum bu merkezde olmasına rağmen, son zamanlarda çıkan kararnamelere baktığımız zaman, sürekli olarak tek adama yönelik bir rejim oluşturulmaya çalışıldığını görüyoruz. Yani yeni bir devlet yapısına kararnamelerle gidildiği noktada tek adam merkezli, her şeyi Cumhurbaşkanının odağına koyan ve bu noktada bir yapılanmanın gündeme getirildiğini görüyoruz. Batıda uygulanan başkanlık sistemleriyle, Türkiye'de uygulanan Cumhurbaşkanlığı sistemini karşılaştırdığınızda, Batıdaki sistemler hem hukuk devleti olarak, hem de demokratik devlet olarak; yasama-yürütme-yargı üçgeni içerisinde, kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun olarak davrandıklarını söyleyebiliriz. Ama bugün Türkiye'de yasamanın yetkisi sınırlanırken, yargıda ciddi boyutta farklı yapılanmalar gündeme gelirken , Adalet Akademisi gibi üst düzey yargıç ve hakim yetiştirilen bir kurumun kapatılmaya yönelinmesi noktasında, yargının gücünün zayıflaması gibi bir durum ortaya çıkmakta ve bunlar çelişkili bir durum olarak gündeme gelmektedir. Bu noktada da, Türkiye'de yeni kurulmakta olan bu yapının, Batı'daki başkanlık sistemlerine pek benzemediğini ve başkanlık sistemlerinde var olan kuvvetler ayrılığı mekanizmalarının yasama-yürütme-yargı dengelerinin bu gün Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı sisteminin ya da Cumhurbaşkanlığı hükümet modeli çerçevesinde geliştirilmeye çalışılan sistem açısından baktığımızda, bu gün karşı karşıya kaldığımız noktada, bizi tek adam rejimi gibi bir gerçekle karşı karşıya bırakıyor. Bizi, meclis niye var, niye milletvekili sayısı artırıldı, yargı neden etkin olamıyor ve Türkiye neden hukuk devleti yapılanmasını eskisi gibi koruyamıyor sorularını sormaya itiyor.
ERKEN SEÇİM DIŞ DÜNYANIN DAYATMASI
NURAY BAŞARAN -İki yıl önce gerçekleştirilmeye çalışılan bir 15 Temmuz darbesi var ve 15 Temmuz sonrasında da Türkiye'nin her yerinde OHAL var. OHAL şartlarında yapılmış bir referandum ve sitem değişikliğinin oylanması ve bir seçim var. Seçim sonrası normalleşme olarak OHAL’in kaldırılması yapılsa da bu durumun KHK’lar ile giderildiği yeni bir dönemle karşı karşıyayız. Yani OHAL'in yerini almış bir KHK düzeni devam ediyor gördüğüm kadarıyla ve böyle açıklanıyor. Yani biz gerçekte OHAL altında mıyız, yeni 15 Temmuz tehlikeleri mi var, 15 Temmuz tehlikesi bu kadar uzun sürecek bir zaman dilimini kapsar mı, kısaca gerekçe bu olabilir mi? Ne düşünüyorsunuz?
ANIL ÇEÇEN- Efendim, bu sorunun cevabını aslında siz verdiniz, yani sorunun içinde cevap var. Evet geçmişten gelen bir süreç içerisinde OHAL kalkmış gibi görünüyor ama kararnamelerin devam ettiği ve kararnamelerin tercihen hukuk oluşturmak için sürdürüldüğü bir noktada, normal bir düzene geçmiş olduğumuzu söyleyemeyiz. Normal koşullarda, devletin ihtiyacı olan yasal düzenlemelerin meclisten yasa olarak çıkma şeklinde tecelli etmesi gerekirken, bunların hepsinin peş peşe kararnamelerle gündeme gelmesi, sanki bir acele durum varmış gibi bir yapıyı gündeme getirmekte. Konuşmamızın başında da ifade ettiğim gibi bu erken seçim süreci , Türkiye'ye resmen dışarıdan dayatılmıştır. ve bu sürece Türkiye sokularak, İran savaşı öncesi, Ortadoğuda beklenen sıcak çatışmalar öncesi, bir durumla karşı karşıya kaldığımızı görüyoruz. Ayrıca İngiltere ile Çİn arasında sağlanmış olan ittifak doğrultusunda, İran'ı ve Türkiye'yi merkezine koyan Yeni İpek Yolu'nun uygulanmasına geçmeden, bir an önce İsrail'in istediği değişikliklerle ABD'nin istediği yeni yapılanma doğrultusunda Türkiye'nin bölgesel yapılanmaya doğru yönlendirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Bu açıdan baktığımız zaman, konuşmamızın başında da söylediğim gibi bu bölgesel ve uluslararası dinamiklerin hiç birisi bizim ulusal çıkarlarımızı yansıtmıyor. OHAL bitmiş görünüyor ana savaş koşullarında yeni bir CUHAL yani Cumhurbaşkanlığı konumu devam ediyor.
MUHALEFET OLMADIĞI İÇİN DEVLET TEHDİT ALTINDA
NURAY BAŞARAN-Ama bir yandan da buna paralel olarak ABD ile inanılmaz bir savaş ve çatışma mevcut.
ANIL ÇEÇEN- Bakın muhalefet olmadığı için biz bunları gündeme getiremiyoruz ve artık devlet ciddi tehdit altında kalıyor. tabi ki hükümet, devleti yöneten güç olarak şu aşamada ABD ile karşı karşıya gelmektedir ki, Cumhuriyet tarihi açısından baktığımız zaman, ya da Türk-Amerikan ilişkileri açısından konuyu ele aldığımız zaman Türkiye'nin en katı biçimde ABD ile karşı karşıya kaldığını açık bir şekilde ifade edebiliriz. Bu konuda -sizinle daha önce de paylaştım biliyorsunuz- bir uluslararası konjonktür var, bu uluslararası konjonktür de şu aşamada geçmişten gelen iki kutuplu dünya düzeninin Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte çöküş aşamasına geldiği noktada, ABD merkezli tek kutuplu bir dünya oluşturulmak istendi. Fakat bunun olamayacağı gündeme geldi. Bakın AB karşı, Rusya karşı, Çin karşı, İran karşı, Brezilya karşı. ABD merkezli batı hegemonyasını örgütleyen ve geçmişten gelen yapının bu gün devam edemeyeceği ortaya çıktığında; Brezilya'nın, Batı'nın içinden koparak Doğulu devletlerle beraber BRİCS örgütlenmesine gittiği bir dünya var ki, işte bu yeni dünyayı kavrayan bir Türkiye Cumhuriyeti'nin hükümeti adına biliyorsunuz Sayın Recep Tayyip Erdoğan Güney Afrika'ya gitti ve BRİCS zirvesine katıldı. Ki bence son derece doğru bir yaklaşımdır ve Türkiye bu konuda geç kalmıştır. Türkiye, batı ile ilişkilerine öncelik verdiği noktada, Türkiye'yi yöneten merkez sağ ve merkez sol partiler batı yörüngesi altında olduğu içindir ki, batının Türkiye ile ilişkilerinde Türkiye'yi sömürgeleştiren/sömürge konumuna getiren bu yaklaşımlara karşı çıkılmamıştır. Ya da bir alternatif inisiyatif maalesef şimdiye kadar Türkiye'yi yöneten iktidarlar tarafından yapılmamıştır. İşte ilk kez bu gün ki hükümet Batı'nın Türkiye'nin üzerine geldiği noktada, merkezi coğrafyada batı hegemonyasını korumak istedikleri, bu hegemonyayı korumak için gündeme getirdikleri plan ve projeler doğrultusunda Türkiye'yi komşularıyla karşı karşıya getiren, Türkiye'yi komşularıyla savaşa sürükleyen ve Türkiye'yi Batı hegemonyası doğrultusunda Doğu ülkeleriyle kapıştırmak isteyen süreçlere karşı, Türkiye şimdiye kadar pasif kalıyor ve bir şey yapmıyordu. Ama bugün ki hükümetin aktif davranarak alternatif bir yapılanma doğrultusunda artık Batı blokunun yeterli olmadığı noktada BRİCS ülkeleriyle bir araya geldiğini görüyoruz.
Bakın ekonomik krize sürükleniyoruz ve Batı ülkeleri hiçbir şekilde Türkiye'ye yardım etmiyorlar ve bu noktada Çin'in Türkiye'ye dış borçlarını karşılayacak kadar bir ekonomik yardımda bulunabileceği gibi bir yaklaşım gündeme geliyor. Bu doğrultuda Maliye Bakanı açıkça Çin'den destek alabileceklerini ve bu doğrultuda önümüzdeki dar boğazı Çin'den gelecek maddi destek ile aşabileceğimizi ifade etmiştir ki bütün bunlar yeni gelişmelerdir.
Şimdiye kadar Türkiye, ekonomik yardımı Batıdan aldı ama bu gün Batı'yla ters düştük ve karşı karşıya geldi. Bu gün AB'nin bugünkü haliyle Türkiye'yi Ortadoğu'da istemediğini, ABD'nin bugünkü haliyle Türkiyeyi Ortadoğu'da kullanmak istediğini, İsrail'in ise Kürdistan'ı kurdurarak bir federasyon/bölge devletine yöneldiği noktada, Türkiye'yi bu amaçla kullanarak Türkiye'nin mevcut yapısını bozmaya kalktığı bir noktada, artık gerçekler gizlenemez hale gelmiş ve Türkiye alternatif arayışına başlamıştır. Bu doğrultuda bir yandan BRİCS toplantılarına katılmak, öbür taraftan Şangay İşbirliği Örgütü ile diyalog kurmak, öbür yandan Rusya ile yakınlaşarak bir Avrasya dayanışması içerisinde Rusya-İran-Türkiye üçgeninde hareket etmek, ki biliyorsunuz Suriye meselesinin açılmasında, Astana zirvesinin açılması noktasında bu birliktelik gerçekleşmiştir. Yani yaşadığımız süreç içerisinde artık ABD merkezli ve Batı hükümranlığında bir yapılanmanın merkezi coğrafyada gerçekleşemeyeceği ama bu doğrultuda meydana gelen yeni dönemde tamamen diğer kutupların -Rusya'nın, Çin'in, İran'ın- yavaş yavaş merkezi coğrafyaya AB'nin müdahale etmeye başladıklarını görüyoruz.
TÜRKİYE’NİN BATI İTTİFAKI İLE YOLLARINI AYIRDIĞINI GÖRÜYORUZ
NURAY BAŞARAN -Peki, bu noktada Türkiye makas mı değiştiriyor? NATO'dan çıkalım sesleri yükseliyor. Avrasyacı bir yapıya mı geçiyoruz? Bunların hangisi doğrudur ?Hangi çizgide ya da nasıl yürümemiz lazım?
ANIL ÇEÇEN-Türkiye'yi kendi haline bıraksanız, Türkiye kurduğu bağlantılar çerçevesinde ahde vefa ilkesine uyan -ki bakın NATO üyeliğinden Türkiye çok büyük zarar görmüştür ama NATO'dan ayrılmaya yönelmemiştir, bu gün ABD'nin NATO'yu kullanarak Ortadoğu'da 3. Dünya Savaşı'nı başlatması noktasında Türkiye'nin NATO'daki durumunu komşularla savaşmamak için tekrardan değerlendirmesi gerekmektedir. Bu gün eğer Türkiye NATO'dan ayrılmayı tartışıyorsa, bu gün eğer BRİCS ülkeleri ile bir alternatifi arıyorsa, bu gün eğer Çin'den kredi sağlayarak ekonomik dar boğazı aşmak istiyorsa Türkiye'nin artık Batı ittifakıyla yollarının ayrıldığını görüyoruz ve Batı ittifakıyla Türkiye'nin gidemeyeceğini, geleceğe yönelemeyeceğini çok açık bir şekilde ortaya koyduğunu artık görüyoruz. Böyle bir noktada Türkiye kendisini kurtarmak, ekonomik dar boğazdan çıkmak, bölgede savaş riski taşıyan gelişmelere karşı diğer devletlerle işbirliği yaparak hareket etmek gibi bir durumda kaldığını görüyoruz. Efendim benim geçen senelerde yayınlanan "Türkiye'nin Konumu" isimli bir kitabım var, o kitabın sonuç kısmında şöyle bir başlıkla kitabı bitiriyorum: "Asıl oyun şimdi başlıyor." Yani SSCB varken, Soğuk Savaş döneminde bir çok konu gizlendi hep biz böyle iki kutuplu bir dünya varmış gibi gördük ama o noktada büyük devletler geleceğe dönük hazırlık yaptılar, orta büyüklükteki devletler yeniden bir durum değerlendirerek ulus devlet olarak kendilerini koruma noktasında yeni yaklaşımlar geliştirdiler. İşte biz de bir orta boyuttaki devlet olarak başlayan yeni dönemde, eskisi gibi güçlü konumumuzu korumak doğrultusunda güçlü bir alternatifi gündeme getirmemiz gerekiyordu ki Türkiye'nin esas sorunu budur. Yani bir 'B' planının Türkiye'de gerçekleşmemesi, geleceğe dönük bir milli planın uygulama alanına getirilmemesi ve emperyal devletlerin bu coğrafyayı, merkezi coğrafyayı savaş alanına dönüştürmemesi için uygulanacak olan bir bölgesel yapılanma doğrultusunda , Türkiye'nin bir ulusal projesini devreye sokamaması yüzünden bu gün maalesef içinden çıkılmaz bulunan bir kaotik ortama sürüklenmiş bulunuyoruz.
MUHALEFET ALTERNATİF YAPILANMAYI BİR AN ÖNCE ORTAYA KOYMALI
NURAY BAŞARAN-Ama hiçbir şey için de geç değildir biliyorsunuz.
ANIL ÇEÇEN-Evet, bunları konuştuğumuza göre geç değildir ama umarım, özellikle bu gün Türkiye'yi yöneten hükümetin ve hükümetin yönettiği devletin ve siyasetin bir parçası olan ana muhalefetin ve mecliste yer alan diğer partilerin bu gerçekleri tartışarak açık açık görüşerek, hem meclisteki halka açık oturumlarla, hem kamuoyunda halka açık bir şekilde hareket ederek, bir alternatif yapılanmayı bir an önce ortaya koymaları gerekiyor. Sonuç olarak şunu vurgulamak isterim; Türkiye kamuoyundan hiçbir şeyi gizlememeli, evet medya hep küresel sermayenin finansmanı doğrultusunda yönlendirildi ve böylece Türk halkından bir çok gerçek gizlendi. Türk halkından, Türk kamuoyundan gerçeklerin gizlenmemesi gerekmektedir. Bu doğrultuda yayın organlarının gerçekleri açıkça ortaya koymaları gerekmektedir ve yine bu doğrultuda tartışmaların yapılması gerekmektedir. Bu gün dünyanın nasıl bir konumda olduğunu, dünyayı yöneten güçlerin ne noktada olduklarını, geleceğe dönük ne gibi plan ve programları olduğunu, birbirlerine karşı ne gibi planlara başvurduklarını kendileri dışındaki diğer ülkelere plan ve programlarını uygularken ne gibi yollara başvurduklarını bilmek durumundayız ve ona göre önlemlerimizi almak durumundayız. Yani, bu çerçevede devleti yönetmek yetmez, devleti bir idari reformla güçlendirerek hareket edilmesi gerekiyor ama bu gün KHK'lara baktığımız noktada; bu yapılanmaya değil, maalesef bir bölgesel yapılanmaya öncelik verildiği görülmektedir.
Ayrıca hükümetin geleceğe dönük alternatif modelini kamuoyuna bir milli plan olarak açıklaması ve halka kabul ettirmesi gerekmektedir ve yine ana muhalefet konumunda olan, devleti kurmuş, Cumhuriyeti kurmuş olan Atatürk'ün partisiyle, milli devleti koruması gereken milliyetçi partinin de hazırlayacakları milli programların alternatif siyasi yapılanmaların kamuoyuna getirilmesi ve bu doğrultudaki tartışmalar sonucunda da Türkiye'nin yeni dönemdeki yolunu belirlemesi zorunlu hale gelmiştir. Eğer Türkiye, burada iktidar ve muhalefet birliğini sağlayamazsa, eğer Türkiye'de iktidar ve muhalefet tartışmaları giderek artan dozda siyasi krize yol açabilecek gelişmelerle karşı karşıya kalırsa, işte Türkiye'nin sonu maalesef böyle bir noktada gündeme gelebilir. Türkiye'yi böyle bir süreçten kurtarmak için bir an önce Türkiye'de iktidar ve muhalefetin, meclis çatısı altında yer alan partilerin, meclis dışındaki partilerin kısaca bütün toplum kesimlerinin ortak hedefler doğrultusunda birleşmesini sağlamak gerekmektedir.
Özellikle bu gün dünyanın içinde bulunduğu çok kutuplu yapılanmaların, alternatif yapılanmaların ve bölgesel yapılanmaların ve bu bölgeye yönelik emperyal plan ve projelerin açıklığa kavuşturulması ve bunların kamuoyu önünde açıkça tartışılarak Türk halkının bu doğrultuda bilinçlendirilmeleri gerekmektedir. Böyle bir bilinçlenme olursa, Türkiye'ye yönelik birçok plan ve program, komplo, siyasal oyun bozulabilecektir ve Türkiye ancak bu şekilde kendisini bir takım senaryolardan kurtararak daha istikrarlı bir şekilde devam edebilecektir.
BUGÜNKÜ İKTİDAR SEÇİMLE GELDİ SEÇİMLE GİTMELİDİR
NURAY BAŞARAN-O zaman muhalefet içerisindeki partilerde bu sancıyı ya da değişim isteğini ya da bu kavgayı,- artık adına ne diyorsanız- bu hareketlilikleri hayra mı yormak lazım?
ANIL ÇEÇEN-Tabi ki. Bakın ana muhalefet partisi yaklaşık 16 senedir yapılan hiç bir seçimi kazanmadı/kazanamadı. Eğer Türkiye'de ana muhalefet partisi seçim kazanamıyorsa önce onu halletmek gerekir, çünkü bu günkü iktidar seçimle geldi ve seçimle gitmelidir eğer demokrasi yaşayacaksa. Ama seçimle gitme şansı olmayan bir iktidar, gelecekte seçim dışı bir takım siyasi senaryolarla karşı karşıya kalırsa, işte o Türkiye'de bir takım siyasal krizler yaratabilir.
NURAY BAŞARAN-Böyle bir sıkıntı var mı şu anda?
ANIL ÇEÇEN-Ana muhalefet partisi ve yavru muhalefet partisi diyelim -milliyetçi parti- bu iki muhalefet partisi, Türkiye'nin geleceği için alternatif programlar ortaya koymazlarsa ve bu programları uygulamak üzere iktidara gelmezlerse ve böylesine bir iktidarı oluşturmak için bir araya gelerek ortak bir koalisyon programında anlaşmazlarsa, Türkiye alternatifsizlik nedeniyle bir çıkmaza sürüklenecektir. O zaman da işte, maalesef Türkiye üzerinde emperyal emelleri olan kesimlerin içimizdeki uzantıları, Türkiye'yi bir siyasal kriz üzerinden kaosa götürerek, Türkiye'nin dağılmasını ve yüz yıllık parantez olarak ifade ettikleri Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılına varmadan ortadan kalkmasına kadar varabilecek bir takım kaotik durumları gündeme getirebileceklerini söyleyebilirim.
NURAY BAŞARAN -Hocam zaten son seçimde, az önce söylediğiniz muhalefet bir koalisyon kurmuştu ve adına da Millet İttifakı dedi. Ama başarılı olamadı. Fakat az önce siz de söylediniz, seçim gecesine dair spekülasyonlar çok yüksek. Tekrar böyle bir koalisyon kurulduğunda başarılamama ihtimali de masada. Burada çözüm görünüyor mu ?
ANIL ÇEÇEN-Şimdi efendim burada hukukçu olarak çelişkili bir durumdan bahsetmek istiyorum. İktidar partisi cumhurbaşkanlığı seçimi kazandı ama normal seçimi kazanamadı, normal seçim ortada kaldı.
İKTİDAR PARTİSİNİN OLUŞTURDUĞU HÜKÜMETTE MHP’Lİ BAKANLAR OLMALI
NURAY BAŞARAN-Nasıl yani?
ANIL ÇEÇEN-Yani normal seçimler sonucunda tek başına iktidar çoğunluğunu elde edecek 300+1 milletvekilini kazanabilecek bir konuma gelemedi.
NURAY BAŞARAN -Ama ittifak yaptığı partiyle bu sorunu gideriyor.
ANIL ÇEÇEN- Olay da burada zaten. Türkiye'de bir koalisyon olduğunu ifade etmek gerekir, ittifakı bir anlamda koalisyon olarak değerlendirmek gerekir. O zaman da iktidar partisinin oluşturduğu hükümetin içerisinde koalisyonu temsilen MHP'li bakanların olması gerekir.
NURAY BAŞARAN-Ama MHP lideri daha en başında, benim şahsıma hiçbir şekilde böyle bir teklifte bulunulamaz, MHP'li birisi de bu iktidarda bakan olarak görev alamaz diyerek bir tavır koyu ortaya.
SEÇİM CUMHURBAŞKANLIĞINDA KAZANILDI

HÜKÜMET KOALİSYON HÜKÜMETİ OLMALI 
ANIL ÇEÇEN- Efendim bu konu anayasacılar tarafından tartışmalıdır. Burada oluşturulan başkanlık sistemi tek adam üzerinden ve o tek adamın hem Cumhurbaşkanı, hem parti başkanı olması üzerinden sağlanan bir yapıdır. Bu noktada o geleneksel parlamenter rejim var mı yok mu? Parlamenter rejimde yarıdan bir fazla oy alan iktidar olur, iktidar olabilmek için %50'nin üzerinde bir oy almak gerekir. Bu Cumhur başkanlığında sağlanmış görünüyor ama meclis seçim sonuçlarında bu sağlanmış görünmüyor. İşte ittifak üzerinden oluşturulan bu birlikteliği siz resmen koalisyona dönüştürmezseniz , o zaman eski parlamenter demokrasinin o anlam ifade eden yarıdan fazla yapının hükümete yansıması noktasında, madem fiili bir durum var, madem koalisyon olarak görünen bir birliktelik var ittifaktan gelen, o zaman ittifakı oluşturan milliyetçi partinin bazı temsilcilerinin de hükümette olması gerektiği çıkmaktadır. ki seçim öncesinde bu doğrultuda yapılan tartışmalarda, milliyetçi partinin aslında Cumhurbaşkanı yardımcısı da olabileceği söylenmiştir. Ama bugün cumhurbaşkanlığı yardımcılığına baktığımız zaman daha çok bürokrasiden ve teknokrasiden gelen bir kişinin tercih edildiği gündemdedir. Yani burada bizim yıllardır alışmış olduğumuz bu demokratik rejim içerisinde ki çoğunluğun yönettiği bir yapı olması gerekirken mecliste üç yüzün üzerinde milletvekili olmayan bir partinin cumhurbaşkanı üzerinden iktidarı ile karşı karşıyayız ki, bu normal demokratik rejimler açısından tartışma konusu olan bir sorundur.
NURAY BAŞARAN-Ama bu koalisyon ortağının bir tercihi gibi görünüyor. Yani Devlet Bahçeli bunu net bir şekilde açıklamıştı. Biliyorsunuz geçen hafta da tekrar bir araya geldi Sayın Erdoğan'la Sayın Bahçeli. Ve görüşme sonrasında Devlet Bahçeli cumhur ittifakının devam ettiğini ve bu ittifaka desteğinin devam ettiğini açıkça dile getirdi. Ancak hükümet koalisyonu uzak duruyor.
TÜRKİYE KOALİSYONU İHTİYAÇ
ANIL ÇEÇEN-Bu tespitler çerçevesinde sorunların daha fazla büyümemesi için, kaotik bir duruma sürüklenmemek için aslında meclisteki partiler arasında bir dayanışma olması gerektiğinin kanaatindeyim. Bakın Amerikan başkanı Türkiye’yi kamuoyu önünde suçladığı noktalarda, ya da Türkiye'ye yönelik sert açıklamalar yaptığı noktalarda meclisteki güneydoğu partisi hariç diğer partilerin yani şu an mecliste var olan iktidar partisi ve diğer üç partinin bir araya gelerek ortak hareket ettiğini ve ortak açıklamalar yaparak Amerikan emperyalizminin Türkiye aleyhinde ki açıklamalarına karşı ortak cevap verebildiklerini görüyoruz. Demek ki istenirse Türkiye'nin ortak çıkarları doğrultusunda meclisteki partiler bir araya gelebiliyorlar.
NURAY BAŞARAN-Peki o zaman meclisteki partiler bir araya gelirlerse, ülke de böyle kritik bir dönemden geçiyorsa, bu sistem ancak büyük bir koalisyonla mı yürüyebilir diyorsunuz?
ANIL ÇEÇEN-Bunu ilk kez sizin aracılığınızla açıklamak istiyorum. Şu an seçime giderken yapılmış olan o ittifak üzerinden bir fiili koalisyon durumunun devamı tartışmalı. Türkiye özellikle ekonomik kriz ve bölgede savaş riskinin tırmanması şimdiye kadar müttefik olduğu emperyal güçlerle ters düşmesi noktasında olağan üstü bir duruma sürüklenmesi noktasında, Türkiye'nin burada daha geniş bir koalisyona ihtiyacı vardır. Yani mecliste ulusal çıkarlar doğrultusunda bir araya gelen 4 partinin, belki Türkiye’nin yönetiminde de ortak hareket etmesi ve o noktada sorunların çözümünde bir dayanışma içerisine gidilmesi gerekiyor. Böylece partilerarası çekişme ve çatışmanın önlenebileceği ve partilerarası dayanışmanın giderek artacağı bir noktada, Türkiye'nin bu zor dönemeci aşması noktasında Türkiye'nin dönemeçte köşeyi dönerken dağılmaması, çözülmemesi için bir araya gelmesi ve bu noktada bir dayanışma içerisinde bu dönemeci aşması açısından daha geniş bir birlikteliğin gündeme getirilmesinde ve bu noktada alınacak önlemler doğrultusunda ortak bir hareketin dışarıya karşı emperyalizme karşı sergilenmesinde, hem Türkiye'nin ayakta kalması açısından hem de bölge barışı açısından yarar olduğu kanaatindeyim.
MİLLET OLARAK VAR OLMA YOK OLMA NOKTASINDAYIZ
NURAY BAŞARAN-Yani siz hükümetin yeniden kurulmasını ve dört partinin gerekirse temsilcilerinin hükümette, bakanlar kurulunda yer alarak temsil etmesi gerektiğini söylüyorsunuz.
ANIL ÇEÇEN-O zaman bir milli hükümet gündeme gelecektir çünkü millet olarak var olma yok olma noktasındayız. Milli devlet olarak çözülme noktasındayız ve emperyalizmin saldırısıyla Türkiye'nin giderek karşı karşıya kaldığı bir aşamada, bir iç savaş riskiyle, emperyal oyunlarla boğuşmak durumundayız. İşte bütün bunları önlemek için, belki daha geniş bir birliktelik nasıl sağlanabilir, dayanışma nasıl sağlanabilir bu gündeme gelebilir. Bu doğrultuda bir arayışta Türkiye açısından yararlı olacağı kanaatindeyim.
NURAY BAŞARAN -Milli hükümet kuşkusuz %50 + 1 aldığına göre R. Tayyip Erdoğan tarafından kurulması gerekir.
ANIL ÇEÇEN -Şu an %50 + 1 olayı ittifakla sağlandığı içindir ki, bu ittifaktan bir milli yapıya, milli-ulusal dayanışmaya geçiş noktasında önümüzdeki dönemde yani meclis ile cumhurbaşkanının koptuğu görülmektedir. Meclisin tatil edilerek bütün yetkilerin cumhurbaşkanında toplanması değil ama meclisle cumhurbaşkanlığının yan yana geldiği, ortak hareket ettiği, dayanışma içerisinde olduğunu görelim. Çünkü zaten meclisteki iktidar partisinin başında da cumhurbaşkanı var.
NURAY BAŞARAN-Bu noktada şunu sormak istiyorum. İktidar olmak öyle bir şeydir ki hiç kimseyle paylaşılamaz. Sayın Erdoğan yüzde %50 + 1 i almış bir kişi. Kendi partisi dururken ki aynı zamanda partinin Cumhurbaşkanı, niye başka partilerle iktidarı paylaşsın ya da koalisyon kursun? Bu biraz siyasete aykırı değil mi?
ANIL ÇEÇEN- Bu sorunuza şöyle cevap vermek isterim. Osmanlı'dan gelen geleneksel Türkiye'yi temsil ettiğini söyleyen güç merkezleri Türkiye'de Osmanlı ve Selçuklu'yu temsil ederken cumhuriyet rejimini atlarlar ya da karşılarına alırlar. Ama bugün geldiğimiz noktada Cumhuriyet Rejimiyle Osmanlı ve Selçuklu'yu birlikte ele almak zorunda kalan hükümeti destekleyen geleneksel kesimler, bugün toplumun artık bir bütün olarak hareket etmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Çünkü Dünya'nın geleceği belli değil. Geçmişten bir yeni yapıya doğru gidiyoruz. Burada çok kutuplu bir durumla karşı karşıyayız. Kutuplar arası çekişmeler, ortaklıklar, çatışmalar, savaşlar Dünya'nın geleceğini belirler ama ne olacağını bilmediğimiz için buna dayanarak politika üretemeyiz. Böylesine bir belirsizlikle hem Türkiye hem bölge, hem Dünya karşı karşıya. Şu an Dünya'nın geleceğinde belirsizlik olduğu sürece, Türkiye gibi ülkeler birliklerini, bütünlüklerini parti politikaları üzerinden değil ülke politikaları, devlet politikaları üzerinden belirlemek durumundalar. O zaman devlet politikalarının belirlenmesi noktasında, iktidarın artık bir siyasi parti olarak değil, devleti yöneten güç olarak siyasetin içerisinde var olan partilerle birlikte Türkiye'nin geleceğini belirlemesinde yarar var. O zaman bu dar boğazı geçerken, bu dönemeci dönerken dağılma riskinden kurtuluruz. O zaman Türkiye birliğini ve bütünlüğünü korur, o zaman birliğini koruyan Türkiye'nin çıkarları doğrultusunda bir bölgesel plan ortaya çıkar ki, biliyorsunuz ben 15 sene önce bu konularla ilgili yayınlar yaptım kitaplar ortaya koydum. Türkiye'nin B Planı isimli kitabıma bakarsanız bir bölgesel planı biz pekala yapabiliriz.
NURAY BAŞARAN -Yani diyorsunuz ki bu gün partiler üstü, ülke çıkarlarını ve ülkenin var olup yok olma noktasında kurulması gereken bir hükümet mi?...
ANIL ÇEÇEN-Partilerüstü dersem yanlış anlaşılabilir. Burada OHAL ya da başka bir otoriter rejimmiş gibi ifade ediliyor. Bu nedenle partilerüstü değil, partilerin bir dayanışma ve bütünsellik içerisinde ortak hareket ettiği, nasıl ABD'nin bizi tehdit ettiği bir durumda dört parti bir araya gelip o açıklamayı yapıyorsa, aynı dört parti gelip diğer tehditler için de ortak bir zemin hazırlamalı. Ortak bir dayanışma düzeni içerisinde hareket ederek, geleceğe dönük Türkiye'nin bu gibi durumlarla karşılaşmamasını sağlayacak politikalar üretmeli. Ya böyle bir ulusal birlik ve bütünlük içerisinde devleti kuran parti ve milliyetçi parti iktidar partisiyle beraber olmalı ya da ana muhalefet partisi ve milliyetçi parti bu günkü gidişe karşı, dünyanın bizi karşı karşıya bıraktığı gelişmelere karşı ve emperyal güçlerin merkezi coğrafyaya karşı hükümranlık sürdürme girişimlerine karşı, Türkiye'nin kendisini toparlayıp yoluna devam edebilmesi noktasında hem devleti kuran partinin hem de milliyetçi partinin alternatif planları olmalı. Bu planlar doğrultusunda önümüzdeki dönemde Türkiye bir seçime daha gidecek, yerel seçimlere gidecek. Şimdi yerel seçimlere giderken orada belediye başkanlarının seçilmesi mi gündeme gelecek? Yoksa geçenlerde çıkan kararname doğrultusunda valilerin yetkilerinin artırıldığı bir noktada, gelecekte seçimle gelen belediye başkanlarının yerine seçimle gelen valiler mi olacak? Bu konu bile bu gün tedirginlik yaratmakta
NURAY BAŞARAN-Belediye başkanlığı ve yerel yönetimlerin seçilmesinin bu yeni sistemde bir değeri var mı?
ANIL ÇEÇEN- Efendim bakın, ekonomik kalkınma ajansları bir, büyükşehir kanunu iki ve valilerin yetkilerinin artırılmasıyla ilgili üç olmak üzere, bir anlamda bütün bunlar bir anlamda yerleşik yerel yönetimler düzeninin dışına çıkmaktadır. Peki, yerleşik yapının siz dışına çıkıyorsunuz ama nasıl bir yapıya doğru gidiyorsunuz/hedefliyorsunuz bu belli değil. Bunların konuşulması ve tartışılması gerekiyor. Biz o zaman yarın belediye başkanlarını seçerken kalıcı belediye başkanları olarak mı seçeceğiz? yoksa onları önümüzdeki seçimle gelen valiler düzeni içerisinde olabileceklerini dikkate alarak mı oy kullanacağız? Türk halkı seçimlere gitmeden önce bu konuda emin olmalı. Kararını vermeli ya da hükümet ya da meclisteki partilerin bir araya gelerek yapacağı değerlendirme noktasında Türkiye'nin seçimler yoluyla demokrasiye nasıl devam edeceği ortaya çıkmalı. Bu belirsizlikten Türk kamu oyunu kurtarmak gerekir, demokrasinin devamı açısından.
TÜRKİYE’NİN AYAKTA KALMA SEBEBİ PARA BASMA YETKİSİNİN ELİNDE OLMASIDIR
NURAY BAŞARAN -Demokrasinin devamı açısından cümlesini çok önemsiyorum, tehlike o kadar büyük mü?
ANIL ÇEÇEN- Şİmdi bakın, Türkiye Cumhuriyetinin yüz yıllık tarihine baktığımız zaman bir çok darbe senaryosuyla karşı karşıya kaldık. Bu gün ABD'de Pentagon'un Trump'a karşı darbe yapacağı konuşuluyor biliyorsunuz. Pentagon'un desteğiyle ABD'nin başına gelen Trump, emperyal politikalar ve güç merkezleri arasındaki çekişme ve çatışmalar dolayısıyla Pentagon'la ters düştü. Şimdi Pentagon'u kontrol edemiyor, Trump Pentagon'u kontrol edemiyor. Yarın silah kimde, yani sadece parayla iktidar çözülmüyor silah Pentagon'da olduğu için... Trump'ın önümüzdeki dönemde Nixon'a yapıldığı gibi empegamet dedikleri yargılama süreci üzerinden Trump'ın görevden alınabileceği söyleniyor. Ayrıca Avrupa ülkelerinde askeri müdahalelerden söz ediliyor. Biliyorsunuz İtalya çökmüş vaziyette, bitmiş vaziyette. Yunanistan çöktü, İspanya çöktü. Aslında bunlar hep AB üzerinden bir büyük entegrasyona yönelen ülkeler ama hepsi iflas ettiler. Çünkü o devletleri devlet olma hakkı olan para basma yetkisini ellerinden aldılar. Önceden para basma yetkisini kullanan devletler, para basıp yollarına devam ediyorlardı. Şuan Türkiye'nin ayakta kalmasının bir sebebi de para basma yetkisini elinde tuttuğu içindir. Eğer biz de Yunanistan gibi para basma yetkisinden vazgeçip Euro bölgesine girseydik, biz de çoktan ekonomik krizde darma duman olacaktık.
NURAY BAŞARAN -Bu askeri darbeler kısmını önemsiyorum ama son sistem değişikliği ile şöyle yeni bir gelişme oldu. TSK Milli Savunma Bakanlığına bağlandı. Bir önceki Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar da Milli Savunma Bakanı oldu. Bir nevi sivil hayata geçti ve demokratikleşmeyi kabul etti. Demokratikleşme modeli kabul edilip yumuşak bir geçiş sağlanmışken, yeniden bir askeri darbe senaryosu ya da korkusu veya alternatifiyle karşı karşıya mıyız?
SURİYE-İRAN-IRAK HATTINDA SAVAŞ RİSKİYLE KARŞI KARŞIYAYIZ
ANIL ÇEÇEN- Şöyle, ülkemiz açısından Türkiye açısından karşı karşıya değiliz. Ama ABD'nin İran'ı hedef göstermesi, Suriye'de anlaşma olmaması, Suriye Savaşı'nın devam ettirilerek Türkiye'nin güney sınırlarından rahatsız edilmesi, Irak'taki savaş sonrası durumda hala çözümün sağlanamaması, Türkiye'yi Suriye-İran-Irak hattında savaş riskiyle karşı karşıya bırakmaktadır. Ayrıca Rusya'nın Ortadoğu’ya inmesi, Doğu Akdeniz'e müdahale etmesi, Suriye'ye yerleşmesi, Kıbrıs Rum Kesimi'ne yerleşerek Doğu Akdeniz'deki enerji kaynakları üzerinde hak iddia etmeye başlaması noktasında, Rusya'nın da bu coğrafyada ABD'ye karşı, Batılı emperyal güçlere karşı bir Asya gücü olarak devreye girmesi noktasında... Bunlar hep potansiyel savaş nedenleri olarak gündeme gelmekte ve bizi zorlamakta.
Bakın Güney Kıbrıs'ta geçen hafta yapılan toplantıda İsrail Büyükelçisi, Türkiye ile İsrail'in savaşabileceğini söylüyor ve Türkiye'nin bir an önce Kuzey Kıbrıs’ı bırakmasını istiyor.
NURAY BAŞARAN –Mısır Büyükelçisi de buna katılmıştı
ANIL ÇEÇEN- Tabi, Mısır'da Ortadoğu'ya egemen olmak istediği noktada Türkiye'nin alternatifi olarak devreye giriyor. Benim bu konuyla ilgili son aylarda yazmış olduğum bir kitabım var. Ben orada açıkça yazdım, önümüzdeki dönemde Kıbrıs meselesi bir Türk-Yunan meselesi olmaktan çıkacak ve bir Rusya-İsrail meselesi olarak gündeme gelecektir. Kuzey Kıbrıs'a İsrail egemen olmak istiyor, Türkiye'yi dışlamak istiyor ve Rusya'da Ortodoks dayanışması içerisinde Rumların olduğu Güney Kıbrıs'a yerleşerek Kıbrıs adasını yönlendirmek istiyor.
NURAY BAŞARAN -Ama son dönem dış politikasında Putin'le beraber ABD siyasetini dengelemeye çalışan bir Türkiye var. O zaman bizim bu alternatifimiz de sıkıntılı mı?
ANIL ÇEÇEN-Ne açıdan?
NURAY BAŞARAN-Zaman zaman F-35 ve S-400 olayında bile bunu gördük ve hala F-35 ve S-400 üzerinden tartışma devam ediyor. ABD'nin bazı yaptırımları ve bölgede daha serbest hareket etmesini Rusya ile ilişki kurarak dengelemeye çalışıyoruz zaman zaman.
ANIL ÇEÇEN-Şimdi şunu iyi hatırlamak gerekir, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Atatürk Sovyetler'le diyalog kurmuştur. Sovyetler'e yakın bir Dışişleri Bakanı Atatürk zamanında 12 yıl görevde kalmış ve Türkiye ile Sovyetler arasında bir avrasya dayanışması sağlamışlardır. Ben bunu hep söylerim, Sovyet Devrimi olmasaydı, Türk Devrimi olmazdı. Sovyet Devrimi ile oluşan bir doğu gücü noktasında Tükriye doğu ile batı arasında denge kurabilmiştir. Sovyetler Birliği ortaya çıkmasaydı, Türkiye Batılı emperyal güçlerin işgali altında kalacaktı. Osmanlı'yı yenen Fransız-İngiliz orduları biliyorsunuz. Osmanlı'nın Ortadoğu toprakları üzerinden Anadolu'ya girmişlerdi ama işte tam o aşamada Sovyet Devriminin gerçekleşmesiyle Anadolu'ya giren Fransız ve İngiliz orduları geri çekilmek durumunda kalmışlar, Kafkasya'yı ve Hazar bölgesini ele geçiremedikleri içindir ki Sovyetler Birliği'nin oluşumuyla ortaya çıkan yeni durumda Türkiye Lozan'a giderken bir denge sağlayabilmiştir.
Bu gün de benzeri bir durum vardır. Türkiye Batılı emperyal güçlere karşı kendi varlığını korumak, Ortadoğu’ da barış içerisinde bir gelecek inşa etmek üzere mutlaka komşularıyla yakınlaşmak durumundadır. Türkiye, o nedenle ABD'nin istediği doğrultuda İran ile savaşamaz, Avrupa ülkelerinin istediği doğrultusunda Rusya'yla savaşamaz. Türkiye, İran ve Rusya'yla yakınlaşarak bölgesel ittifaklar oluşturmak durumundadır. Unutmayın Anadolu halkının Kuvayi Milliye Mücadelesine silah yardımı Sovyetler'den gelmiştir. Sovyetler'de eski Türk devletlerinin uzantısı olan topluluklar aralarında topladıkları ile silah alımını gerçekleştirip Anadolu'da yapılan Kurtuluş Savaşı'na destek olmuşlardır. Daha sonra Hindistan Müslümanları aynı şekilde örgütlenerek, Kurtuluş Savaşı'nı desteklemişlerdir. Biz böylesine bir merkezi coğrafyanın ortasındayız. SSCB ve Hindistan'dan gelen destekler olmasaydı, Anadolu halkı Kurtuluş Savaşı'nı yürütemezdi. O desteklerle sağlanan silahlar sayesinde Anadolu halkı Kurtuluş Savaşı vermiş, kazanmış ve bağımsızlığını dünyaya kabul ettirmiştir. Bunu bu gün de hatırlamak durumundayız. Coğrafya değişmedi. Rusya yerindedir, Türkiye yerindedir. Dünkü emperyal güçler de yerindedir ve üstüne üslük İsrail olgusuyla da karşı karşıyayız. Bunları hatırlayarak gerçekçi dış politika üretmek ve bölgedeki savaş politikalarının önünü kesmek açısından Türkiye'ye büyük yarar sağlayacaktır.
YENİ BİR KURTULUŞ SAVAŞI VERİLMEKTEDİR
NURAY BAŞARAN-Yeni bir kurtuluş savaşı mı başlıyor?
ANIL ÇEÇEN- Zaten yeni bir Kurtuluş Savaşı verilmektedir. Bu gün silahların kullanılmadığı ama kalemlerin, akılların kullanıldığı devlet akıllarının kullanıldığı bir savaş demeyelim ama bir mücadele ortamının tam ortasındayız. Jeopolitik gerçekler devam etmekte ve devletler de , ülkeler de, milletler de kendi varlıklarını korumak için her türlü yeni durumu da dikkate alarak yeni planlar ve politikalar da geliştirmektedir.
NURAY BAŞARAN- Ben bir süredir devlet aklını yazıyorum, siz de biliyorsunuz. Ancak bir süredir, ‘Bu devlet aklı gerçekten var mı Türkiye'de? Kaldı mı ?’ gibi birçok soruyla karşılaşıyorum. Az önce sizin de dile getirdiğiniz gibi, belki de parti devletine dönüştüğü için ve ülkede herkes bunu öngördüğü ve tespit edebildiği için devlet aklı şüphesi yaşıyor bazı kişiler ve bazı kesimler. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
ANIL ÇEÇEN-Şimdi, devlet aklı bizim bulduğumuz bir olay değil. Özellikle Batılı devletler Orta Çağ devletlerinden modern devletlere geçerken devletlerin kurulması sırasında, devletlerin örgütlenmesi sırasında, devletlerin geleceğe dönük bir kamu düzeni oluşturması noktasında var olan bilgi birikiminin kullanılmasına biz devlet aklı demişiz. Bu gün bakın Türkiye Cumhuriyeti denildiğinde, bin yıldır bu topraklarda var olan bir Türk hegemonyasından söz edebiliyorsak, bu bir siyasi birikimdir. Bu siyasi birikimin anlaşılması, dikkate alınması ve bugün değerlendirilmelerde öne çıkarılması da bir devlet aklıdır. Anadolu’da ben araştırmalarıma başlarken hep şu soruyu sordum kendime: "Türkiye neden böyle?" "Niye hem müslüman toplumuz hem laik devletiz?" "Niye hem Asyalıyız, hem Avrupalıyız?" "Neden bu gün jeopolitiğimiz böyle?" "Neden Osmanlı Balkanlardan çekilmiş ama Trakya bize bağlı kalmış?" "Neden bu coğrafyada Osmanlı yıkıldıktan sonra İngiltere, Fransa, ABD, Almanya Rusya kendi planları doğrultusunda yeni yapılanmaları araştırmışlar?" Bu sorulara cevap aradığınız ve araştırdığınız zaman görüyorsunuz ki, evet böyle bir coğrafya var ve böyle bir coğrafyanın ortasında biz devlet olarak varız, millet olarak varız. O zaman hem millet, hem devlet olarak kazandığımız hakları koruyacağız, geri adım atmayacağız, mevcut halimizden vazgeçmeyeceğiz. Bunu koruma noktasında korumak yetmez, pasif direniş-savunma yetmez. Değişen koşullarda, güçler arası denge düzeyinde biz de rakiplerimizle mücadele edeceğiz. Nasıl şirketler piyasayı ele geçirmek isterlerse, devletler de kendi ülkelerini genişletme noktasında komşu ülkeler üzerinde hak iddia edebilirler. Bizim üzerimizde hak iddia ediyorlar. Mesela Hristiyanlar, buraları Bizans'ın toprakları olarak görüyorlar ve o nedenle hak iddia ediyorlar. Ya da küçük İsrail , buraları büyük İsrail'in bir parçası olarak görüyor ve Siyonizmin egemenliği altına bizi almak istiyor. Bunlara onların hakkı varsa, o zaman bizim de bunlara karşı bizi ortadan kaldıran, bizi parçalayan gelişmeler karşısında, kazanılmış haklarımızı muhafaza etmemiz noktasında bizim de üzerimize düşeni yapmamız ve Türkiye'nin devamlılığı, devletin devamlılığı açısından da bunlar zorunlu görünmektedir. Bizlerin de hareketlerini diğer devletler ve milletler gibi sürdürmemiz gerektiği açıkça ortaya çıkmaktadır.
Ankara: 06 Ağustos 2018-Pazartesi
Kaynak: PROF. DR. ANIL ÇEÇEN: OHAL KALKTI AMA CUHAL DEVAM EDİYOR