23 Eylül 2016 Cuma

HIRSIZIN HİÇ Mİ GÜNAHI YOK? - Prof. Dr. Ali DEMİRSOY

HIRSIZIN HİÇ Mİ GÜNAHI YOK?
Prof. Dr. Ali DEMİRSOY
Değerli Kardeşim
Herkes bu lanet kalkışmayı konuşuyor ve doğal olarak da kınıyor. Tamamen haklılar. Ancak bunca darbenin neden olduğunu ve bu darbelerden neden hiç ders alınmadığını; bu son kalkışmanın da doğru dürüst bir analizinin neden yapılmadığını üzüntüyle izliyor. Bir şeyin nedenini tam öğrenememişseniz, ders almamışsanız, bela başınızda hep duracak demektir. Son kalkışma için de işin aslına girmeyen çok şey söyleniyor ve yazılıyor. Benim görüşüme göre hiç kimsenin ders aldığı yok. Yönetim fırsat bu fırsat diyerek dini siyasete ve en önemli kurumlara sokmayı iyice yaygınlaştırıyor ve perçinliyor. Başörtüsü devletin en önemli yerlerinde resmi giysi haline getiriliyor. En kötüsü de daha beterleri için zemin hazırlanıyor…
Geçmişimde ülkemin yaşadıklarından zaman zaman şikâyet ederdim. Korkarım ki çocuklarım ve torunlarım bırakın şikâyeti, güvenli ve aydınlık bir çevrede yaşamayı bile çok arayacaklar…
Saygılarımla,
Prof. Dr. Ali Demirsoy
***
HIRSIZIN HİÇ Mİ GÜNAHI YOK?
       Hepimizin bildiği bir Nasrettin Hoca fıkrası sanki bu günler için söylenmiş. Gelin birlikte bu fıkrayı biraz uyarlama yaparak bir daha anımsayalım:
       Hocanın evine hırsız girer, evde ne var ne yok götürür. Nasrettin Hoca durumu çevresine anlatınca, birkaç üzülme nidasından sonra hocaya: 
“Niye bu kadar bilmem ne gibi uyudun da farkına varmadın, kapını niye kilitlemedin, neden güvenlik önlemleri almadın, yıllarca kapında beslediğin ve sırtını sıvazladığın köpeklerin niye zamanında haber vermedi, hırsızı belli ki koynunda beslemişsin yoksa farkına varmadan bu kadar zamanda bu kadar kapsamlı soygunu nasıl yapabilirdi, neden birilerinin evi belli ki bu hırsız ya da hırsızlar tarafından soyulurken ortalıkta nutuk atıyordun; bu hırsız seninle uzun yıllar birlikte olmuş biri olmasın, yoksa hırsızı biliyordun da uyur gibi mi yaptın?" diye sorgulamaya başlayınca, Nasrettin Hoca, ey ahali buraya bakın, söylediklerinizin hepsi haklı ya da doğru olabilir; ama “hırsızın hiç mi suçu yok?”
       Biz bu fıkrayı tersine çevirip, ev sahibinin hiç mi suçu yok şeklinde çevirelim ve 1960 darbesinden günümüzdeki darbeye kadar adım adım getirelim. Kapısını kapatamayanlar, gerekli önlemleri zamanında alamayanlar, dostunu düşmanını ayıramayanlar, küçük çıkarları için büyük kayıplara seyirci kalıp, işine geldiği zaman kol kola gezdiklerini sıra kendilerine gelince yok etmeye çalışanlar, kapısında güvenlik için bekleyenleri liyakate göre değil sırdaş olarak seçenler evlerini (ülkelerini) koruyamadılar; koruyamazdılar.
       Çok partili demokrasiye geçtiğimiz 1950-1960 yıllarında demokrasi kültürünü geliştirmekle yükümlü olan iktidar, milletvekillerinin yasal haklarını anayasaya aykırı olarak kısıtlayınca, milleti vatan partili ya da değil diye ikiye bölünce, her vatandaşın anayasal hakkı olan seyahat hürriyetini kısıtlayınca, meclis kararı olmadan yabancı ülkeye asker gönderip 1000 kadar askerin ölümüne zemin hazırlayınca, öğretim üyelerine, ordunun subaylarına hakaret edince, particiliği kindarlığa çeviren ve daha onlarca olmaması gereken olumsuzluğa imzasını atınca, kendi kurduğu kumpas ile İstanbul’daki Müslüman olmayan özellikle Rum vatandaşlarımızın malını yağma ettirince ve evlerini dükkânlarının tahrip edilmesine göz yumunca, kaynağı iç ya da dış olsun bir darbeye zemin hazırlamıştır. Uygar ülkelerde bunlardan birinin yaşanmaması nedeniyle darbe de olmuyor.
       1971 yılı Mart 12 Muhtırası (bir çeşit darbe), insanların sağcı ve solcu diye birbirini yediği; bu ülkenin sosyalizme şehir gerillası mı yoksa kır gerillası mı ile geçmesi gerektiğinin tartışıldığı, milliyetçi-mukaddesatçı bir kesimin kurumları babasının malı gibi yandaşlarla doldurduğu; cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığının hortladığı; gerekli önlemleri alması gereken yönetimlerin ve siyasilerin dedi ki dedi diye laf salatasıyla yıllarımızı heba etmesiyle bu muhtırayı yedik. Akıllanmadık.
       1980 Darbesi, günde 15-20 kişinin öldürüldüğü, herkesin çivi üzerinde oturduğu, şehirlerin sağcı solcu diye bölündüğü, FETÖ örgütünün milliyetçi ve ülkücü kimliği ile saklandığı ve kapsamlı olarak kuluçkaya yattığı, kadayıfın altı yandı mı yanmadı mı, şeriat devletinin gelişi kanlı mı kansız mı olmasının tartışıldığı, parlamentonun bir cumhurbaşkanını bile aylarca seçemediği; karaborsanın, mafyanın kol gezdiği; ailelerin çocuklarının akşam eve sağlam gelip gelemeyeceği endişesini yaşadığı bir ortamı yaratan siyasiler, Maraş ve Çorum’da yapılan iğrenç katliamlar; Milliyetçiler cinayet işler sözünü bana söyletemezsiniz diyen siyasiler kökü içeride ya da dışarıda olsun bir darbeye zemin hazırladı. Halk sevinç ile sokaklara döküldü. Ders alması gerekenler almadı.
       Bir önceki darbenin zemin hazırlayıcıları yeniden sahneye çıktı. Cemaatler, yolsuzluklar, üstüne üstlük bir önceki politikacılar tarafından hafife alınan PKK kalkışması; fırsat bu fırsat diye gericilik hareketlerinin her türlüsünün yaşandığı; yılan öyküsüne döndürülen başörtüsü sürtüşmesi; cumhuriyetin temel değerlerine ve simgelerine saldırılar 28 Şubat muhtırasını doğurdu. Keşke bütün bunlar bir film şeridi gibi birbirinin arkasına eklenerek anlamayanlara anlayacak şekilde tekrar tekrar izlettirilse.
       Biz en son kalkışmaya geçmeden. Yazının girişinde verdiğimiz hoca fıkrasını tersine çevirerek bir uyarlama yapalım. Bu sefer “ev sahibinin hiç mi kabahati yoktu?” diye verelim. Siz hırsızı evinizde el bebek gül bebek koynunuzda büyütmüşsünüz; ne istemişse vermişsiniz; sizinle birlikte namaz kılmış dua etmiş, aynı ülküye hizmet etmişsiniz; evin en değerli eşyalarının saklandığı kasaya (buna kozmik oda diyelim) halen ev halkının en değer verilen kişileri marifeti ile açmış ve ne var ne yok öğrenmesine izin vermişsiniz; komşular, mahalle halkı, akrabalar binlerce defa bu “sizce mutena olan bu kişinin ürkütücü bir yanı olduğunu, bir gün bu evi belaya sürükleyeceğini” söyleyerek uyarmış, siz sadece gülüp geçmişseniz; çok sayıda avukat, hukukçu, yazar, çizer, bilim adamı Ergenekon ve Balyoz diye başlayan çok sayıda davanın kumpas olduğunu ve bu savcı ve yargıçların Türk adaletini temsil etmediğini haykırmasına karşın, bu savcı ve yargıçların hatalı karar verdiğinde doğacak maddi ve manevi suçun ödentilerini devlete yükleyen yasa çıkardınız (bu yasanın açık anlamı: Benim yönetimime ve anlayışıma uygun karar alırsanız başınıza hiçbir şey gelmeyecektir demektir; şimdi de sıkılmadan kandırıldık diyorsunuz)[i]; evinizin güvenliği için tuttuğunuz bekçilerden size uyaranları derhal işinden atmış yeteneksizlere ve işbirlikçilere kulak vermişseniz; hırsızı övücü toplantılara cumhur cemaat katılmış övücü nutuklar atmışsanız; kirli işlerini görmezden gelmişseniz; yurt-barınak yapamayıp sokağa terk ettiğiniz bu ülkenin fakir çocuklarını bu yamyamın kucağına atmışsanız hatta bu çocukları evinizin kirli işleri için gelecekte yandaş olarak görmüşseniz; cumhuriyeti kuranlara akşam sabah küfür edilmesine sessiz kalmış, zaman zaman siz de katılmışsanız sizin de verilecek hesabınız var demektir.
       Bütün uyarılara karşın sonunda koynunuzda geliştirip büyülttüğünüz bu kişi ve şürekâsı evi soymaya kalkışınca “kandırıldık” diye günah çıkarmaya başladınız. Meydanlara çıkıp bu aşağılık hareketin sanki sorumlusu siz değilmiş gibi nutuklar atmaya başladınız. Bakın bu ülkeye hiçbir melanet durup dururken gelmedi. Türkiye’de olan tüm darbe ve muhtıraların temelinde yönetimlerin bilgisizliği, yeteneksizliği, çıkarcılığı, demokrasinin özünü içselleştirememesi, ihmali, vurdumduymazlığı, ağır kusurları yatmaktadır. Hep bir ağızdan darbe ve muhtıraları kınayalım, lanetleyelim. Ancak izin verin de gelecekte olacakları önlemek için şu soruyu de kendimize çekinmeden, açık yüreklilikle soralım: Hırsızların suçu vardı da ev sahiplerinin hiç mi kusuru yoktu? Galiba bu melanetlerin bir daha tekrarlanmaması için önce bu son soruya yanıt vermemiz ve gerekeni yapmamız gerekmektedir.
            Son günlerde siyasetçiler, yazarlar, bilim adamları, yöneticiler ağızlarını açar açmaz “Üst Akıl”dan dem vurarak aklanmaya çalışıyorlar ve hedefi bulduklarının müjdesini yavan bir şekilde veriyorlar. Ömrünüz korku ile geçti. Kıvırmayın. Ben açık açık yazayım. Sizin Üst Akıl dediğiniz Amerika Birleşik Devletleri yönetimleridir. Teşhis doğrudur; eşek olanın üstüne binen çok olur sözü de doğrudur. Ne melanet geldiyse yöneticilerimizin ziyaret edip akıl aldığı oval ofisin sahiplerinden geldi. Bunu bilen ve önlemeye çalışanlar geçmişte oldu mu oldu (çoğu canıyla ödedi); kimlerdi? Size anlatayım.
       Türkiye Cumhuriyeti ne zamandan beri kandırılıyor, kimler tarafından kandırılıyor? Önce bunu bilmeliyiz. Çünkü ne yazık ki halkımız okumuyor, geçmişe ilişkin bilgisi hemen hemen hiç yok; öğrendiklerini de hemen unutuyor; buna bilim dilinde balık hafızalılar deniyor.
       Menderes’in NATO’ya girme ve biraz yardım alma bahanesiyle yaptığı “elimizi kolumuzu bağlayan çok sayıda” anlaşmaları bu yazıda dile getirmeyeceğim (daha önce Türkiye’de herhangi bir yabancı ülkenin askeri üssü bulunmuyordu ve kendimizi bağlayan anlaşmalar da en azından 1946 yılına kadar yoktu). Yıl 1969 Şubat 16, tarihe geçen adıyla “Kanlı Pazar” Amerika’nın 6. Filosu İstanbul’u ziyaret edecek. Bir grup üniversite öğrencisi (76 gençlik örgütü) bu filonun ziyaretinin ve İstanbul’u bir genelev gibi kullanmalarının bir emperyalist çıkarma olacağını, bu ilişki ile Türkiye’nin gelecekte altının oyulacağını, çeşitli dalaverelerin başlangıcı olacağını sezinleyerek, Beyazıt Meydanı’ndan başlayarak Karaköy’de “6. Filo defol” sloganı ile tepki göstermeye kalkıştı. Ne oldu biliyor musunuz? Valilikten izin alınmasına karşın, Türk güvenlik güçleri izin vermedi. Tepki gösterenleri, araya girerek gruplara böldü ve çok sınırlı sayıda gencin iskeleye girmesine izin verdi. Bu arada daha sonra Milliyetçi-Ülkücü ve Milli Görüşçü takımın beyinlerini oluşturacak insanların da dâhil olduğu bir kesimin, karşı tepki göstermek üzere Taksim Meydanı’nda toplanması ve daha sonra toplu namaz kılınmasından sonra bu nümayişçi gençlerin üzerine saldırmaları için gerekli tüm zemin hazırlandı. Mehmet Şevket Eygi gibi yazarların azmettirmesi, Komünizmle Mücadele Derneği, Milli Türk Talebe Birliği’nin öncülüğünde literatürefaşist şiddet olarak geçecek olay gerçekleşti (Vikipedia). Bu gün FETO’ya iş adamı olarak yardım etmiş olanlar ve benzerleri o gün de camiye sakladıkları 2000 kadar değneği bu anti nümayişçilerin eline vererek onları eşek sudan gelinceye kadar güvenlik güçlerinin gözetiminde dövdüler; bıçakladılar; taşlarla kafalarını gözlerini yardılar; Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan bıçaklanarak yaşamını orada yitirdi. İktidarda AP partisi vardı. Bu tepkiyi hazırlayan gerçek milliyetçi gençlerden 12’si daha sonra milli güvenlik güçlerimizce çeşitli yerlerde kıstırılarak öldürüldüler ve Menderes hükümetleri zamanında zemini hazırlanmış Üst Akıl, böylece bu ülkeye bu kesimin aracılığıyla yerleşti. Unutmadan söyleyeyim Bekir Coşkun’un da 31 Ağustos 2016 tarihinde köşesinde dile getirdiği gibi, bu gün Büyük Millet Meclis başkanlığına getirilen İsmail Kahraman o gün cihat çağrısı yapıp, kürek saplarını emperyalist uşaklarına dağıtanlardanmış; cihat dediği de 6. Filoyu savunmakmış. Daha da gülünç tarafı, Kıble yerine 6. Filoya dönerek namaz kılmaları olmuş. Diyoruz ki Üst Akıl ile flört edilenleri Allah kahretsin; iyi de içimizde hala yetkili olarak dolaşanları ne yapacağız Alt Akıllılar.
       Üst Akıl lafından da nefret ediyorum; kim üretti ise kahrolsun; çünkü üst akıl denince bizim alt akıl olduğumuz anlamı çıkıyor (buna halk dilinde geri zekâlılar denir). Ben bir Atatürkçü Cumhuriyet çocuğu olarak bu sıfatı asla kabul edemem. Olsa olsa bizim aramızda geri zekâlılar vardır diyebilirim. Dolayısıyla FETO’nun (Gülen’in) emperyalistlerle iş birliği bir başlangıç değildi; bir sonuçtu. Bunu bu ülkenin aydınlık yüzlü insanları hep gördü ve yönetimleri hep uyardı. Son darbede Amerika Birleşik Devletlerinin denetiminde olan, habersiz bir sineğin bile uçamayacağı İncirlikten kalkan uçakların darbecilere yakıt ikmali yapmasını bu halka nasıl açıklayacaksınız, 6. Filonun bekçileri? (onların bir kısmı hala aramızda) O gün de bu gün FETO’cularla kol kola gezmiş Üst Aklın uzantıları, işbirlikçileri vardı. Hatta 6. Filo ihanetine bizzat katılan çok sayıda kişi son yönetimde bu ülkenin en yüksek makamlarına yüceltilmişlerdir. Bu zevat hala ortalıkta Üst Akıl saptırması ile sırıtarak beyanatlar veriyor. Bu halk o günden bu yana “çeşitli adlar altında zuhur eden” bu guruplar tarafından hep kandırılmıştır.
       Bizim, Atatürk’ün yapmaya çalıştığı gibi hiçbir ülkeye göbek bağıyla bağlanmamıza gerek yok. Bu ülkenin insanları devletler kurmuş ve yönetmiş bir halkın çocuklarıdır. Kendi ayaklarımız üzerinde onurla ve başarıyla durabilirdik, durabiliriz de; yeter ki kendini ümmetçiliğe, Arap Milliyetçiliğine, batı hayranlığına kaptırmamış, evrensel değerleri ölçüt almış, oval ofisten ve Brüksel’den talimat almayan, Cumhuriyetimizin kuruluş ilkelerinden ilham alan laikliği ve demokratik olmayı içine sindirmiş liderleri ve yöneticileri seçebilelim.
       Bu yorumdan sonra birkaç kuşakta zor temizleyeceğimiz, cumhuriyetin bugüne kadar aldığı en büyük darbenin (kalkışmanın) ve yıkımın bir genel değerlendirmesini yapalım.
       Sonunda, yılların birikimi 15 Temmuz kalkışması ile tümüyle su üstüne çıktı. Son yarım yüzyıllık siyasi tarihimizin kirleri, siyasilerimizin, yönetimimizin yetersizlikleri; din paravanasını kullananların çirkin yüzü; iktidar için kimin kimlere taviz nasıl tavizler verdiği; aydın bir kesimin kumpaslarla birkaç soysuza nasıl teslim edildiği; halkının çıkarını korumak için iş başında olanların bunları görüp vatandaşını koruyacağı yerde adaletin yüz karası savcıların melaneti yetmiyormuş gibi, savcılığa nasıl soyunduğunu; kılıcın ucu kendilerine değince gözlerini fal taşı gibi açarak zorunlu olarak cumhuriyete nasıl sahip çıkmaya çalıştıklarını ibretle izliyoruz.
       Bu ülkedeki düşünen, çıkar peşinde koşmayan, cumhuriyete gönül vermiş, akıllı, geleceği görebilen yüzlerce insan “yapmayın, etmeyin, tehlike büyük; gelin bu dincilik tutkusundan vazgeçin; cemaatleri siyasete sokmayın; cemaatçi olanları ayıklayın” demesine karşın, yöneticilerin kılı kıpırdamadı; inadına cemaatçileri bir yerlere atadılar. Kandırıldık lafı, doğuştan ve genç yaşta dini eğitim alarak beyni formatlanmış insanlar için geçerlidir; akıllı ve eğitimli insanlar için kandırıldık sözü özür olarak görülmez. Çünkü istihbaratı, danışmaları, yüzlerce bilgi kaynağı olan bir yönetim kandırılamaz; ancak bir birey kandırılabilir. Kaldı ki bu ülkenin okumuş, eğitimli, akıllı, dünyayı tanıyan yüzlerce insanı binlerce defa kandırılıyorsunuz, cemaatçilik, din simsarlığı ve Atatürk düşmanlığı sizi ve bizi bir yere götürmez diye uyardı (e az ben çok sayıda yazımda uyardım). Hiç birine kulak asılmadı. Kime önem verildi? Kozmik odanın talan edilip bilgilerin PKK’ya sızdırılmasına neden olanlar, kumpasın genişletilmesini ve devamını sağlayanlar; FETO örgütüne yıllarca devletin olanaklarını peşkeş çekenler ve her fırsatta ona övgü düzenler hala yönetimin içinde “abi” sıfatıyla yer bulunuyorlar ve utanmadan, sırıtarak ekranlara çıkıyorlar.[ii]Bu köpekdişinin kökleri hala yönetimin içindedir. Bir avuç cumhuriyetçiye, Kemalist’e ve Atatürkçü’ye kulak verin. Tehlike birkaç on yılda geçecek gibi değil. Bir ilke imza atın derim: Kalkışmanın en büyük zeminini hazırlayan sizler; bu zeminin pislikten temizlenmesi için elinizden geleni yapın derim. Bunu yaparken bir devrin kandırıldığını söyleyen dönek, yalaka, din simsarı, çıkarcı insanlarıyla bunu yürütemezsiniz. Doğruyu yazan basına kulak verin. İnsanı doğru yola sokan akıllıca yapılmış uyarı ve eleştirilerdir. Bu ülkede kandırılan bir kesim varsa o da “kandırıldığının farkına varamayan” halkın kendisidir.
       Doğru ya da düzmece, ancak dünya tarihinin en büyük soygunlarından biri olarak sunulan 17-25 Aralık soygun öyküsü birilerini (son darbecileri) harekete geçmek için yeşil ışık yakmıştır[iii]. Çünkü hukuken aklanmayan bir hırsızlık vakası, her zaman kuşkuludur ve halkın yanında itibar yitirilmesidir. Bu aklanmayan olay iyileşmeyen; kabuk bağlamış bir yara olarak tarihimizin kirli sayfalarına işlenmiştir. Yaklaşık 40 yıldır cumhuriyeti yıkmaya yemin etmiş, en sinsi ve kurnaz yöntemleri kullanmış, belli ki büyük bir ülkenin önemli desteğini almış; onunla yetinmemiş kendini akılı zanneden birçok siyasimizin desteğine mazhar olmuş bu örgüt aradığı zemini bulduğunu düşünerek düğmeye basmıştır. Hele ki, kumpas davaları ile tamamen temizlenmemiş cumhuriyete ve Atatürk ilkelerine bağlı bir avuç kahraman subay canları pahasına bu kalkışmayı önlemiştir.
       Her şeyde bir hayır vardır sözünü şimdi daha iyi anlıyorum. Eğer 17-25 Aralık soygunları gündeme gelmeseydi. Vücudumuzun her hücresi bu virüsle bulaşmış olacaktı. Bu cumhuriyet yıkılacak niteliği Ortaçağı anımsatan yeni bir düzen kurulacaktı. Bir yüzyıldır zor şer yetiştirmeye çalıştığımız aydınlık yüzlü insanların kafaları belli ki yerinde olmayacaktı.
       Yıllarca yazıldı, söylendi, bu ülkenin geleceği için “dini siyasete ve eğitime sokmayın” dendi. Anlayan kim? Tam tersi yapıldı. İnsan karşılaştırma yapabilen mahlûktur; başarısı da bu özelliğinden kaynaklanır. Yaklaşık %80 Ateist olan Japonya, yaklaşık %65-80’ni Ateist olan Norveç, İsveç, Finlandiya, Danimarka hatta Hollanda bilimde neden bu kadar yeni buluşa imza atmış; sanatta ve edebiyatta önemli yerlere gelmiş; hırsızı, soyguncusu, yalancısı, dolandırıcısı, teröristi en az olan ülkeler olmuş da, aklını dinle bozmuş İslam ülkelerinin tümü; Hindistan, Güney Amerika ülkeleri ahlaksızlıkların ve anarşinin yuvası olmuş?
       Bütün bunlardan sonra gelecek için umutlu musun diye sorarsanız, doğrusu evet diyemeyeceğim. Çünkü hala din eksenli bir yönetim peşinde koşuluyor. Türk milleti gelecek için büyük endişelerle kıvranırken, liyakatli insanların belirli yerlere atanmasını özlemle beklerken, yönetim, sanki çok elzemmiş gibi, darbenin en sıcak günlerinde topçu kışlasını gündeme sokuyor; polislerin türbanlı olmasının yolunu açan kararlar alıyor. Hiç kimse demiyor ki, dünyada polisinin başına türban takıp da insan içine karışmış bir ülke var mı diye? Yıllarca türbana tavır koymuş Türk Silahlı Kuvvetlerinin sağlık açısından amiral gemisi olan GATA’nın Suudi hanımlarını andıracak bir bayan doktora teslim töreninin görüntülerini boy boy basına servis ediliyor. Türk demokrasisi türbana endekslenmiş demokrasi oluyor. Yandaş basın hep şöyle yazıyor “Türkiye’ye demokrasi artık yerleşmiştir; türbanlı kadınlar artık her yerde boy gösterebiliyorlar”. Demek ki batı demokrasisi hiçbir zaman bizim demokrasimizin düzeyine ulaşamadı. Bu düpedüz uygarlaşma yolunda epeyi yol almış bir ülkenin yıllar sonra tekrar Ortadoğu çukuruna yönlendirilmesi demektir. Basın, eğer doğruyu yansıtıyorsa, gazeteler, Türkiye’nin önemli yerlerine, kesinlikle tarafsız ve yansız olan kurumlarına yine cemaatçilerin atandığı haberleriyle dolu. Bu da daha sonraki bir kalkışmanın yumurtalarının kuluçkaya konması demektir. Sayısız cemaat sırada aport halinde beklemede olmalı… El konan FETO okulları imam hatip liseleri olarak eğitime sokuluyor. 03 Eylül 2016 tarihinde internette -eğer doğruysa, dilerim doğru değildir- milletin sarayı milletin camisi diye vergilerimizle yapılan camide büyük bir kitleyle zikir yapılmış. Belli ki cemaatin biri gidiyor, birileri geliyor. İnsan ister istemez düşünüyor. Fetullah Gülen denen meczubun yapmak istedikleri başka birileri tarafından sistematik bir şekilde gerçekleşiyor. Amaç şeriat devleti miydi? Giyimiyle, kuşamıyla, eğitimiyle, devletin zirvesindeki milletin binalarında yapılan zikirle al sana ön hazırlıkları.
       Demek ki huylu huyundan vazgeçmiyor. Yayı ne kadar gererseniz yapacağı tahribat o kadar derin olur ve o denli uzaklara uzanır. Bu nedenle umutsuzum. Sadece bir (bu) belayı halkımızın sağduyusuyla ve Atatürkçü subayların özverisiyle savuşturduk. Sistematik ve sinsi bir şekilde dini eğitimle formatlanan zamanımızın genç kuşağının gelecekte bu erdemi göstereceğini kimse garanti edemez; tam aksine kalkışmalara yandaş olması beklenen bir nesil yetişiyor. Aslında yetiştirildi de biz hala uyur numarası yapıyoruz. Ülkemizden akın akın IŞID denen belaya katılımı laik ve Atatürkçü eğitim uygulaması ile mi açıklayacaksınız? 19 Eylül 2016’da okulların açıldığı gün cumhurbaşkanı “okullara sahip çıkmalıyız” diye bir mesaj verdi ve hemen ardından haberlerde bundan böyle ilk ve ortaokullarda din dersi (ayet öğrenme, fıkıh, peygamberimi seviyorum, dinimi seviyorum, kuran okuma, Arapça öğrenme) başlıkları altında din dersi eğitiminin zorunlu hale getirildiği açıklandı. Cemaat de yönlendirmeyi bu yolla yapmıştı. Anadolu’da yüzyıllardır söylenen bir öz söz vardır: Bela nereden gelir? Ölünün köründen.
       Sonuçta siyasi erkân bütün bunların yasalardan kaynaklandığını ileri sürerek ağızlarını açtıklarında yen Anayasa ile söze başlıyorlar. Belki de dünyanın en demokratik ve özgür anayasasını 1960’lı yıllarda yapmıştık. Aynı kafa (özellikle tutucular) bu bize bol geldi diye sürekli yonttular. Aslında iki şeyi bir türlü anlayamadık, birincisi halkı bilinçli olan bir ülkenin üst akla (yerine göre moda söylemle vesayet kurumlarına) danışması gerekmez; yönlendirmesini de kabul etmez. Formatlanmış beyinler üst aklın peşine takılırlar (çünkü bu tip insanlarda her zaman birine biat etme kültürü gelişir; bu kültürü şeyhinden, dini önderinden edinir). İkincisi, sorunlarımız büyük ölçüde yasalardan (bu cümleden olmak üzere Anayasadan) kaynaklanmıyor; siyasilerin Anayasa ve yasalara bin bir katakulli ile uymamasından kaynaklanıyor. Bizde yapılan darbe ve muhtıralara bir bakın, yapanların hepsi darbe ilanlarına Anayasaya saygı çağırısı ile başlıyor.
       Adı geçen hükümetler ve son kalkışmaya muhatap hükümet hep kötü şeyler mi yaptı? Hepsinin bu ülkeye şu ya da bu şekilde katkıları oldu. Son birkaç hükümetin de özellikle geçmişte hayal etmeye bile zorlanacağımız katkıları oldu. Ancak demokrasinin en nankör tarafı (belki de en muhteşem tarafı) yöneticiler önemli bir hata işlediği zaman yaptıklarına bakmaksızın görevi başkasına devretmeleridir. Bu nedenle sorunlar kronikleşmez; demokratik yollardan çözüm bulunur. Demokrasiyi şeklen işleten ülkelerde yöneticiler tutkalla yapışmış gibi görevlerini bırakmaz, çeşitli suçlamalar ve inkârlarla egemenliklerini devam etmeye çalışırlar. Diretmelerinin nedenlerinden biri de bu gibi toplumlarda yönetici kendisine, çoluk çocuğuna, çevresine ekonomik çıkar sağlamasıdır. Gittiğinde foya açığa çıkacaktır. Bu nedenle başta kalmak için her yolu dener ve bir gün darbe, kalkışma ya da muhtıra ile karşılaşırlar. Almanya’nın efsanevi başbakanı Willy Brandt, hem ülkesinde hem de dünyada en saygın yere sahipti. Alman milleti neredeyse ona tapıyordu. Ancak danışmanlarından birinin casus olduğu ortaya çıkarıldığı akşam hemen, bunu yönetim aksaması ya da hatası olarak algılayarak “kandırıldık, boş bulunduk gibi laflar etmeden” görevinden hemen ayrıldı (1974)[iv]. Batı demokrasisi buna benzer örneklerle bezenmiştir. İşte bu nedenlerle bu ülkelerde muhtıra, kalkışma ve darbe olmuyor. Bu nasıl kandırılma ki Sözcü Gazetesinin 04.09.2016 tarihli yazısına göre 150 General, 10.000 Subay, 12.000 Astsubay, 5.000’e yakın akademisyen, 100 000’e yakın bürokrat ve memur (gerisi daha yavaş yavaş geliyor), casusluk, terör örgütüne üye olma, vatana ihanet, darbeye hazırlık ve teşebbüsten tutuklanıyorlar, işlerinden uzaklaştırılıyorlar, soruşturmaya uğruyorlar ve biz sütten çıkmış ak kaşık gibi “haberimiz yoktu” diyebiliyoruz.
       Sözcü Gazetesi 13 Eylül 2016 tarihli basımında, Emniyet Müdürü Dr. Adil Serdar Saçan Fetullah Örgütünün önemli kişilerini (bu gün hepse tutuklu ya da kaçmış) o zamanın Devlet Güvenlik Mahkemesine isim isim telefonlarıyla bildiriyor ve tehlikeyi açık açık anlatıyor. Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı Nuh Mete Yüksel gerekli izni veriyor (izin verdiği için o da bir kaset ile yolcu ediliyor). Ancak siyasi irade bu soruşturmayı durdurduğu gibi, müdürü de sürüyor. Halkın ifadesiyle “boru değil” emniyet müdürü dikkat çekiyor.
       1999 yılında bir açık oturumda, cüzzamlı hastaların anası ve koruyucusu olan Sayın, Rahmetli Prof. Dr. Türkan Saylan sanki geleceği görüyormuş gibi cümle cümle anlattı[v]. Ne mi yaptık? Ağır kanser hastası olan Sayın Prof. Dr. Türkan Saylan’ın evini gece yarısı bastık, kendisini zindana tıktık. Bu ülkede kandırılamayacak kadar akıllı insanların olduğunun farkına varamadık.
       Silivri Mahkemelerini birkaç defa başından sonunu izledim. İnönü Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu ve Sayın Dr. Doğu Perinçek savunmalarında ilkokuldan terk birinin bile anlayacağı açıklıkta, belgelerle bu yargılamaların bir düzmece olduğunu açık açık anlattılar; tehlikenin ve şer odağının merkezine dikkat çektiler. Savcı gayet gayri ciddi bir şekilde elini iki tarafa sallayarak “tutuklanmalarının devamına” dedi ve yargıçlar da büyük bir karar veriyormuş gibi kabul ettiler. O gün Türkiye’nin geleceği açısından dünya başıma yıkılmıştı; günlerce uyuyamadım. Böyle bir seciyesiz yargılama taş devrinde bile olamazdı. Silivri mahkemelerini tek bir defa izleyen biri notunu hemen orada verebilirdi. Öyle oldu mu? Köşe yazarlarına soruyorsunuz, İstanbul’da oturmalarına karşın “merak edip!!!” bir defa bile izlememişler; şimdi sayfa sayfa yazı döktürüyorlar. Çatı iddianamesinde bir cumhuriyet savcısı FETÖ örgütünün bütün yapılanmasını, amacını ve yapacağı eylemleri önceden tek tek sırasıyla bir bir hiçbir hata yapmadan yazmış olduğu açıklandı (Vatan Gazetesi 19.09.2016). Vatandaşlarının hatta suçluların bile haklarını korumak yükümlülüğünde olan yönetim, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Adalet Bakanın belki Genel Kurmay Başkanı ya da ilgili kurumların başındakiler, sayısız danışmanlarından birini gönderip “karışmadan giden bakın bakalım oralarda ne oluyor?” deseydiler ve tek bir defa bile görüş alsaydılar, göğüslerindeki yumruk büyüklüğündeki organın sesini duyabilseydiler, bu tezgâhı hemen anlayabilirlerdi ve yüzlerce gerçek vatanseverin zindanlarda çürümesini önleyebilirlerdi. Şimdi kalkıp yazarı, çizeri, yöneticisi, şunu, bunu biz kandırıldık diyor. Bu sözleri duyunca hemen kalkıp aynaya bakıyorum, acaba anlımda “keriz mi yazılıyor” diye.
       Kafamız karmakarışık. Bakanlarımız bir zamanlar PKK terör örgütü için Ateist, Komünist, Leninist güruh; Fetullah Gülen için de kâinatın imamı, himmet-hizmet cemaati diyorlardı. Şimdi de İslamiyet’in en katı görüşüne sahip Sünni/Nurcu tarikatına bağlı FETO örgütü ile PKK’nın birlikte hareket ettiği; aynı amaca hizmet ettiği söyleniyor. Açılıma karşı çıkanlar ve tehlikeyi sezinleyerek uyaranlar demokrasi düşmanı olarak damgalandı; 16 Eylül 2016 günü başbakan Sayın Binali Yıldırım 26.000 şehide ve 7.000 gaziye kendi el yazısı ile başsağlığı ve geçmiş olsun mektubu yazarak, dünyadaki birçok savaştan daha çok insan yitirilen bir terörle mücadelenin aslında başarı-başarısızlık analizini gözler önüne serdi. Millet olarak bu şer çetesine esas zemini hazırlayanların yargılanmasını görmek istiyoruz. Bunun riskini alanlar bu belanın temizlenmesinde başarılı olacaklardır.
       Nasrettin Hoca bir gün bir kahvenin önündeki bir bahçede gazelleri panik bir şekilde karıştırıp bir şeylere bakar gibi yapıyormuş.
       Kahvedekiler: “Hayrola hoca ne arıyorsun?” diye sormuşlar.
       Hoca: Çuvaldızımı kaybettim onu arıyorum.
       Kahvedekiler: Hoca, çuvaldızla bahçede ne yapıyordu ki kaybettin?
       Hoca: Aslında çuvaldızımı ahırda kaybetmiştim.
       Kahvedekiler: İyi de hoca ahırda yitirdiğin çuvaldızı bahçede niye arıyorsun ki?
       Hoca: Vallahi orası çok karanlık, onun için burada arıyorum.
       Yalan yanlış beyanlar vererek Fetocuların Kozmik Odaya girmesine zemin hazırlayarak Türkiye’nin savunma sisteminin deşifre edilmesine, hatta teröristlere servis edilmesine neden olanlar: hocaya laf söyleyenlere hakaret edenler; tehlikeyi önceden haber veren yetkilileri görevden alanlar ya da o yana bu yana sürenler; en önemli kadroları ve değerli arsaları bu melunlara peşkeş çekenler sırıtarak ortalıkta dolaşıyor. Aslında çuvaldızın yitirildiği yer şu anda bir türlü elimizi sürmediğimiz esas sorumluların bulunduğu yerdir. Eğer yönetim bu melanetin bir daha tekrarlanmamasını ve gerçek suçluları bulmak istiyorsa önce temizliğe kendi evinden başlamalıdır.
       Bir fıkra ile başlamıştık, yine Ali Demirsoy’un “Anılar, öyküler ve fıkralarla Anadolu” kitabından, cemaat-yönetim işbirliği ile ilgili bir fıkra ile bitirelim:
       Er önemli bir yerde önemli bir tesis için gece nöbet tutuyor. Ancak büyük abdesti geliyor. Ne yapsın? Nöbet sırasında abdeste gitmek yasak; çok önemli bir görevde de buluyor. Sağa bakıyor, sola bakıyor; gelen yok giden yok. Tüfeğini kulübeye dayayıp, arkaya geçip abdestini yapmaya başlıyor.
       Bu arada general denetim için tesise geliyor. Nöbetçi kulübesinde tüfeği görüp de nöbetçiyi görmeyince, tüfeği alarak askeri aramaya başlıyor. Askeri iş başında yakalıyor. Ye bakayım şu bokunu diye tüfeği ona doğrultuyor. Asker bakar ki çare yok bokunu yiyor. General silahı askere uzatıyor ve bir daha böyle bir şey yaptığını görmeyeyim diyor. Ancak asker çok kızmıştır. Tüfeği alır almaz generale çeviriyor ve bu boktan sen de yiyeceksin yoksa seni burada gebertirim diyor. General bakar ki er ciddi; postu deldirecek. Bir parmak da kendisi boktan yiyor.
       İkinci gün general teftişe çıkıyor. Erler sıra ile dizilmiştir. Büyük bir azametle önlerinden yavaş yavaş geçiyor. Bir önceki günün nöbetçisinin önüne gelince: Gözüm seni bir yerden ısırıyor asker diyor.
       Evet, generalim geçmişte birlikte çok bok yemiştik.
 ***
[i]   Bu savcı ve yargıçlar, yarın normal işleyen bir hukuk sisteminde, biz devlet güvencesinde (ya da görüşünde) bu kararları verdik ve o günkü yasaya göre verdiğimiz kararlardan da sorumlu değiliz derlerse ne yapacaksınız? Biz de sizin gibi kandırıldık derlerse ne yapacaksınız?
[ii]  Bu sırıtanlar biz kandırıldık diyerek geçmişteki suçlarından sıyırılmaya çalışıyorlar. Pek ala darbeye kalkışanlar, bu ülkenin aydınlık yüzlerini zindanlarda çürüten hukuk müsveddeleri ve bu terör örgütüne maddi katkıda bulunanlar biz de kandırıldık derlerse ne yapacaksınız? Devlet kandırıldıktan sonra diğerleri haydi haydi kandırılır demektir.
[iii]   15 Haziran 2015 seçiminde muhalefet partileri kalkışmaya güçlü bir neden hazırlayan 17-25 Aralık yolsuzluklarını gün yüzüne çıkarmak için büyük ve tarihi bir fırsat yakalamıştı. Kısa süreli de olsa bir koalisyon kurup halkın kuşkulandığı, darbecilere neden oluşturan tüm işlem ve olayları; bu arada 17-25 Aralık olaylarını masaya yatırıp aydınlığa çıkarabilirlerdi. Ancak malum partinin inadı nedeniyle (artık inat da diyemiyorum; çünkü bu parti, yönetimin cumhuriyetin gidişini değiştirmek için alacağı her kararda can simidi oldu) hiçbir şey açıklığa çıkarılamadı ve darbecilere çok güçlü bir neden sunuldu. Gelecekte muhalefet de özellikle malum parti de bu darbenin sorumlularından sayılacaktır.
[iv]  Bizde yöneticilerin atadığı bakanlar, bürokratlar, yaveri, danışmanları, korumaları, arkadaşları, partidaşları, silah arkadaşları ve neredeyse alayı, casus, hain, darbeci çıkıyor; istifayı bırak yaprak kımıldamıyor…
[v] http://edepsiz.tv/gundeme-bomba-gibi-dusen-video-kesinlikle-izlenmeli-turkan-saylan-feto-yu-bakin-17-yil-once-nasil-anlatmisti

9 Eylül 2016 Cuma

KAPATILAN ÜNİVERSİTELER - Yalçın KOÇAK, 18. Dönem Sakarya Milletvekili

KAPATILAN ÜNİVERSİTELER
Yalçın KOÇAK
18. Dönem Sakarya Milletvekili
Üniversite kapatmak, kitap yakmak kadar, fikir suçlusunu hapsetmek kadar kötü sonuçları olan bir fiildir.
Bizce,  acizliğin aculluğun ifadesidir.
Yıl 1974: Türkiye ilk vakıf/özel üniversite kapatma deneyimini yaşadı. Sıkıntısı hala devam ediyor. Heybeliada Ruhban Okulu da kısmen bu meseleden kaynaklanıyor.
Türkiye o zaman da, bu üniversiteleri kapatmamış, hami üniversitelere devir etmişti.
Konuyu iyi bilmesi gerekenlerden birisi de cumhurbaşkanıdır, onun da okulu Marmara Üniversitesine devir edilmişti.
Biz bu hale nasıl geldik;
Doğramacı hocayı arar olduk…
Yerine gelen seleflerden “ben Amerikancıydım, beni niye içeri aldılar anlamadım” diyen Kemal Gürbüz, “Türkçeden Akademik Lisan olmaz”da dediği gibi, bunu YÖK yönetmeliklerinin maddelerine de koyarak sabotajına devam etmiştir.
Bunlara aptal diyemezsin sıfatları Profesör,
Hain diyemezsin Makamları T.C, maaşlarını bizden alıyorlar.
YÖK’çülerin Yaptıkları Vakıf Üniversiteleri yasasına bir bakın.
Vakıf gibi bir kurumsal yapı kurulacak. Kurucu Vakıf 50 milyon TL, o garabet yapıya hibe edecek ve en fazla iki kişiyle (o vakıf gibi garabetin) yönetimine girecek. Okumuş Batı sıfatlı allâmelerimiz Prof.’lar da bir elleri yağda, bir elleri balda çiftlik yönetir gibi Vakıf benzeri, türedi garabeti yönetecekler.
Ye Memet ye...
Devlet kendi üniversitesine öğrenci başı 3000 TL bütçe ayırırken, bu garabet kuruluşların 30 bin TL absürt ortalama fiyatlarıyla dünyanın en pahalı yüksek öğretiminin fonlatılması hangi aklın ürünüdür, hangi kitabın insaf cüzüne sığar. Emekli hocalar kendilerine iş buluyor, çocukları da diploma almış aileler, kendilerini tatmin etmiş oluyor, yarınlar ise hüsran. Genç akademisyenlerin hakları bu yasa da unutulmuş, çünkü kendi emeklilikleri için düşünülmüş bu garabet vakıf gibiymiş gibi, aslında vakıf adını da istismar eden verme değil, alma kuruluşları.
Üniversite tabelalı, Üniversal olmayan kurumlar.
Profesör olmadıkları halde bu sıfatın ticaretini yapan öğretim görevlileri…
Üniversite kapatılıyor ve ülkemde kimsenin sesi çıkmıyor.
Niye?
Kapatanların haklı tarafları var.
Kim verdi bu izinleri, hangi YÖK Başkanı?
Hangi Eğitim Bakanı bu kurumlarda ki uzantılar sorgulanmalı…
Üniversite kapatmak, sevimsiz bir fiil; Biz kapatan değil, yaşatan olalım, el koyalım, rehabilite edelim, yönetimini ve yöneticilerini lime lime edelim, devletin hızı yavaştır, sabrı çoktur, yapamayacağı yoktur.
Dilsiz şeytanlar, susuyorsa biz doğruyu yaparak ön alalım.
Kravatlı eşkıya şehre inmiş halkımızın istikbale yatırım olarak gördüğü evladına (aslında ülkenin geleceğine) yaptığı, yapacağı yatırıma kene gibi yapışmış servisten emiyor, kafeteryadan götürüyor, defter-kitaptan, geziden, tosttan, çaydan, kıldan, tüyden asalak tufeyli bir taife ortaya çıkmış sömürüyor.
TÜBİTAK’ı soydular;
MEB milyon dolarlık kitaplar bastılar sattılar;
Girdikleri her kurumu tahrip ettiler.
Belli kurumlar dışında boşalan kadrolara adam almayalım.
Devlet organizasyonunu sil baştan yapılandıralım.
Hukuk reformunu, İstinabe mahkemelerini yıllarca konuştuk, daha az hâkim, daha az masraf ve daha kesin sonuç, daha doğru olacaktır.
Özal rahmetli “Teritoryal Güç” dediğinde anlamadan ahkâm kesenler, “Amfibik bir ordumuz olmalı” gerçeğini daha yeni fark etti.
Cüpbe ve Rütbelere yeni düzenleme getirelim.
Orgenerallik Rütbesini toprak alana;
Korgeneral rütbesini bölgesinde terörü bitirip, asayişi sağlayana;
Valilerin ve yerel meclislerin önerisiyle Cumhurbaşkanı versin.
Denizci ve Havacı niye Genel Kurmay Başkanı olmuyor dediğimizde yıl 1988 idi.
Niye Hulusi Behçet’ten beri dünya literatürüne Türk adıyla bir icadımız yok diye sorgulamadık. Profesör Aziz Sancar bizi mahcubiyetten kurtardı. Niye Türk her dalda dışarıda başarılı da, burada değil? Üniversitelerde ki makam ve sıfatları dünya ölçeğinde rehabilite edelim, Profluk hacca müşteri bulmak için kullanılan bir makam olmasın.
Çare için;
1930 yılında Atatürk niye ülkenin tek Üniversitesi olan İstanbul Üniversitesini kapattı sorusuyla başlayalım.
Cevabı;
Yetersiz ve liyakatsizlerin Akademik kıskançlığı, bu gün de ziyadesiyle var.
Liyakatsiz hocaların, korkaklığı ve emir kipi ile cümle kuramama erk'sizlikleri ortada.
İbn-i Haldun'un bunlara danışın ama idareye getirmeyin sözü de orada..
Mukaddime de.?

1 Eylül 2016 Perşembe

TEKBİR!.. Hüsnü MAHALLİ

TEKBİR!..
Hüsnü MAHALLİ
15 Temmuz  ‘İslamcı’  FETÖ’nün  başarısız darbe girişiminden sonra sokaklara çıkan ve bir ayı aşkın süreyle AKP teşkilatının talimatıyla sokaklarda tutulan vatandaşların ağırlıklı olarak haykırdıkları bir slogan vardı:
"Ya Allah Bismillah, Allahuekber".
Kime karşı?
FETÖ.
‘Aynı inancı paylaşan ve darbe öncesine kadar AKP’nin ideolojik müttefiki.
‘İslamcı’ bir parti olduğu için AKP’ye oy veren insanların ‘İslamcı’ söylemleri haykırması normal.
15 Temmuz sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümetin aldığı kararların normal olduğu kadar.
Kadın polislerin türban takabilmesi, anayasa mahkemesine İmam Hatipli iki üyenin atanması, Danıştay’a türbanlı bir üyenin atanması, türbanlıların tüm askeri kurum ve tesislere serbestçe girebilmesini sağlayan düzenleme ve GATA Başhekimliği’ne türbanlı bir doktorun atanması…
Hepsi bu ‘İslamcı’ duygu, eğilim ve heyecanı karşılamak için…
Bunun için de Arap ülkelerinden yüzlerce belki de binlerce İslamcı Türkiye’ye geldi ve İstanbul ile Ankara’daki AKP’nin ‘Demokrasi’ mitinglerine katıldı.
Belki bunun için TSK, Suriye’de savaşan birçok ‘İslamcı’ grupla Cerablus’a girdi.
Ilımlı ya da radikal olmaları önemli değil.
Ama hepsi dinci.
Ne yapıyorlarsa Allah ve din için yapıyorlar ve yaptı.
Beş yıl önce Alevi ve Şiiler’i kesmek için yola çıktılar.
AKP ve bölgesel ve uluslararası ülke ve güçlerin desteğiyle…
Hayal ötesi katliamlar yaptılar, yapıyorlar.
Her seferinde ‘tekbir’ getirerek.
Tıpkı şimdi Cerablus’ta yaptıkları gibi.
Bakalım bu ‘inanç ve davranışlarıyla’ TSK’yı ne kadar etkileyecekler?
Bir de bakarsanız, TSK da ‘İslamcı’ olur!
Nasıl olsa ‘Peygamber Ocağı’.
Ama ortada bir sorun var:
2012’de CIA tarafından kurulan ve başta Türkiye olmak üzere bölgedeki Müslüman ülkeler tarafından desteklenen IŞİD, bugün artık aynı örgüt ve ülkeler tarafından vuruluyor ya da öyle görünüyor.
Ama tezgâh bu kadar da değil.
Pentagon tarafından kurulan ve desteklenen PYD, CIA tarafından kurulan IŞİD’e karşı savaştırılıyor.
Tezgâh bununla da bitmiyor.
ABD müttefiki TSK, CIA kurgulu İslamcı gruplarla birlikte Pentagon destekli PYD ile savaşıyor.
Amerikalılar arada çelişkili ve ikiyüzlü davranıyorlar ama olsun.
Önemli olan "Ya Allah Bismillah Allahu Ekber".
Tekbir: Allahu Ekber.
Bunun için on binlerce ‘mücahit’ dünyanın dört bir tarafından yola çıkarak Türkiye’ye geldi ve ‘İslamcı’ AKP’nin yardımıyla Suriye’ye girdi ve oradaki terör örgütlerine katıldı.
Tek bir amaç için ‘Suriye’de İslam Devleti’ni kurmak’.
Demokrasi ve özgürlük lafı edenlerin kafası uçuruluyordu.
‘İslam’da bunlar yoktu ve olamazdı’.
‘Yapılan her şey Allah adına ve onun için yapılacaktır’.
Binlerce fetva havada uçuşuyordu.
‘Cihat nikâhı’ için de.
Yalnız Tunus’tan 700 genç kız Suriye’ye taşındı ve mücahitlerin hizmetine sunuldu.
FETÖ’nün darbe girişimi de Allah içindi.
Bu işler böyle.
Müslüman ülkelerin kaderi.
Ya da müzmin genetik hastalığı.
Tedavisi yok gibi.
Çünkü İslam ülkelerindeki İslamcı parti, örgüt, cemaat, dernek, grup ve benzeri oluşumların hemen hemen tümü sahtekâr.
Çünkü hepsinin arkasında, yanında, önünde ve tepsinde Vahabi Suudi Arabistan var.
Bu ülkenin tepesine İngilizler tarafından yerleştirilen Vahabi Suud ailesi ‘İslam adına’dünyanın en tehlikeli yönetimi.
Dünyadaki tüm ‘İslamcı’ terör örgütlerinin arkasında Suudiler var.
CIA ile birlikte.
Son beş yılda AKP bu pozisyonda.
Cerablus operasyonuna biraz da bu açıdan bakmak gerekir.
AKP’nin toplum ve devleti ‘’İslamlaştırma’ operasyonunun devamı olarak TSK da İslamlaştırılacak.
Öncesinde AKP’lileştirilecek.
Bölgenin tüm İslamcılar’ı el ele verip Allah yolunda yürüyecek.
Tekbir…
Ya Allah Bismillah, Allahu Ekber.
Suriye ve bölge bataklığına saplanmak için.
Biz ise çıkmak için.
Ama CIA, Pentagon ve Suud imalatı tipleri orada bırakarak.
İyimser değilim ama Allah’tan umut kesilmez.
Haydi Bismillah!
Atatürk ve yoldaşları 30 Ağustos’ta zaferi böyle kazanmıştı!
Hüsnü MAHALLİ, 31 Ağustos 2016
[ALINTI: Güncel Meydan & Ulusal Haber]