30 Mayıs 2018 Çarşamba

Ekonomideki tek çözüm ne?.. Tarihçi - Yazar: Mustafa SOLAK

Ekonomideki tek çözüm ne?..
Mustafa SOLAK (29 Mayıs 2018)
Niye Çin ABD’nin hedefinde olduğu halde orada ekonomik kriz yaratamıyorlar? Çünkü Çin Atatürk’ün devletçi ekonomi modelini uyguluyor.

Dolar 4.90 TL'yi aştı. Sonra Merkez Bankası’nın faiz oranını 3 puan artırmasıyla düştü. Cumhurbaşkanını ve AKP’yi emperyalizm güdümlü para dolar spekülatörleri iktidara getirmişti. Erdoğan her ne kadar anlaşma yollarını arasa da PKK, PYD’ye tavır alması, ABD’nin egemenlik alanı Suriye’ye girmesi, Astana Süreci’nde yer alması ve Avrasya’ya yanaşmasından dolayı ABD’nin hedefindedir. Dolar bu sebeplerle yükseliyor. Türkiye Suriye, Ege, Kıbrıs, Avrasya meselelerinde ABD'ye tam teslim olmadıkça, PYD'ye düşman oldukça da yükselecek. Cumhurbaşkanı doların yükselişini üst akılda arıyor. Doğru ama AKP’nin gelişi de böyleydi. Ekonomiyi onların üst akıl, bizim deyimimizle emperyalizmin yönlendirebileceği şekilde kırılgan hale getirirseniz döviz yükselir elbet.

Üretimden vazgeçtiniz, kaynakları inşaata yönelttiniz. Fabrikaları, madenleri satıyorsunuz. Niye Çin ABD’nin hedefinde olduğu halde orada ekonomik kriz yaratamıyorlar?

Çünkü Çin Atatürk’ün devletçi ekonomi modelini uyguluyor. Sadece bir döviz krizi değil ekonomik kriz var. Üretimden vazgeçmenin neden olduğu, emperyalizmin kendine bağlı banka ve spekülatörler aracılığıyla yönlendirdiği bir kriz.

EKONOMİK KRİZİN ESAS SEBEBİ SİYASİ
Kimileri dövizin yabancı yatırımcıya güven verecek demokratik, istikrarlı bir ortam olmadığından bahisle yükseldiğini ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığından indirmesiyle sona ereceğini söylese de krizin esas sebebi belirttiğimiz üzere siyasi, emperyalizmin etkisi var. AKP ülkemizi krize dayanıksız hale getirdi, vebali de büyük. Belirttik ama krizi, emperyalizme milli duruşumuzu göstermek ile aşabiliriz.

Sadece antiemperyalist siyasi duruş da yeterli değil, ekonomimizin emperyalist müdahaleye açık yapısını da düzeltmeliyiz. Atatürk’ün devletçi, kamucu ekonomisini uygulamalıyız. Yabancı mal tüketiyoruz, yerli üretimi teşvik etmeliyiz. Üretim ve ürettiğimiz pazarlamak için İran, Suriye, Irak, Rusya, Türk Cumhuriyetleri, Çin ile ucuz enerji ve pazar olanaklarını değerlendirmeliyiz. “ Avrasya’da, Çin'de demokrasi yok” dediğinizde dünya pazarının 1/4’ünü dışlarsınız.

Genel ve yerel seçimler, Suriye’de PYD üzerinden ABD’ye karşı verilen mücadele, üretim yerine tüketim, döviz, borsa rantının tercih edilmesi, 450 milyar dolar dış borç, dış ticaret açığının 100 milyar dolar olması ekonominin belirsiz kalmasına neden oluyor ve dövizin yerinde durmasını önlüyor. Her sıkıntıyı faiz lobisine bağlayanlar şimdi lobiye teslim oldu. Dövizin artışını ancak faizleri artırarak engelleyebildiler. Çıkış lobide değil Atatürk'ün devletçi ekonomisinde.

ATATÜRK'ÜN EKONOMİYLE HARP AKADEMİSİ SIRALARINDAKİ İLGİSİ
Emperyalist etki ne kadar olursa olsun üretime, cari dengeye dayanmayan borcu borçla çeviren anlayışın geleceği yer buradaydı. Oysa çözüm tarihimizde. Atatürk'ün devletçi ekonomisi uygulayarak krizden kurtulabiliriz.

Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlandıktan sonra “nasıl bir ekonomi politikası?” sorusuna yanıt aramak için 4 Şubat 1923’de İzmir’de İktisat Kongresi toplanmıştır.

Atatürk, sürekli borçlanmanın, kapitülasyonların ülkeyi bağımlı hala getirerek Osmanlının parçalanmasına neden olduğunu biliyordu. Kimilerinin “Atatürk ekonomiden anlamazdı” iddiasına karşı Atatürk daha Harp Akademisi sıralarındayken ekonomiyle ilgilenmeye başlamıştı. Gazeteci-yazar Taylan Sorgun “Devlet Kavgası (İttihat Terakki)” kitabında İttihat Terakki içinde yer almış kişilerin anlattıklarından Atatürk’ün ekonomiye ilgisine dair şunları aktarıyor:

“Mütegallibe denilen zümre ile çok az sayıdaki bir zümre ve Saray çevresi hayatın imkânlarından faydalanmaktadırlar. Başımızda kapitülasyonlar denilen bir iktisadi bela vardır. Peki, bununla neler olmuştur? Avrupa zenginleşti, Avrupa milletleri fabrikalarını yaptılar, fakat kapitülasyonların getirdiği iktisadi vaziyet bunları yapmamızı menetti. Avrupa devletlerinin hâkim oldukları topraklardaki öteki milletlerin fertleri de Avrupa milletlerinin fertleri için için istihsal yapmaktadırlar. Bugünkü mevcut topraklarımız içindeki öteki milletler Avrupa’nın kendi emelleriyle tatbik edecekleri siyaset ile kendi vaziyetlerini tayin etmek siyasetini güdeceklerdir.”

Görüldüğü gibi Atatürk kapitülasyonlardan saray çevresindeki belli bir azınlığın yararlandığını, kapitülasyonların fabrika yapmamıza engel olduğunu tespit etmiştir. Harp Akademisi 1. sınıftayken bir gün yine kapitülasyonların zararlarından bahsederken 2. Abdülhamit’in hafiyelerince gözaltına alınarak Yıldız’daki mahkemeye götürülür. Mahkeme heyeti sorar:

“Siz askersiniz. Kapitülasyonları tenkit etmişsiniz. Siyasete karışamazsınız. Neden öyle konuştunuz?”

Atatürk ise “Erkânıharp [subay] olacağız. Bir kumandan memleketinin siyasi ve iktisadi meselelerini bilmezse harpte muvaffak olamaz” diye yanıtlayarak mahkeme heyetini ikna eder.

Mezun olup sürgün gönderildiği Şam’da ekonomiye dair düşüncelerini arkadaşlarına şöyle açar:

“Avrupa devletlerinin devletin idaresini ele aldıkları ortadadır. Mali vaziyetimiz, iktisadi halimiz hepsi onların elindedir. Peki, biz bu vatan topraklarında neyiz?”

Mustafa Kemal’in bu sözleri Tıbbiyeli Mustafa’yı şaşırtmıştır. Çünkü onlar kendi dünyalarındaki tartışmalarda sadece Meşrutiyet’in ilanından söz etmişlerdir. Oysa Mustafa Kemal Atatürk Meşrutiyet’in ilanından sonrasını düşünmektir. Bilmektedir ki ülkelerin bağımsızlığı ve kalkınması, hatta Meşrutiyet’in varlığı bile ekonomiye dayanır. Onun için “Hürriyet’in ilanı ama onun sonrası onun kadar mühimdir” demektedir. Devrimin ordunun silahlanmasını, maliyeyi Avrupa’nın elinden kurtarmayı, fabrika açmayı düşünmesi gerektiğine dair şunları söyleyecekti:

“Memleket kargaşa içinde. Makedonya’daki vaziyet malumdur. Avrupa devletleri bir paylaşma için neredeyse birbirleriyle bile harp edeceklerdir. İktisadi ve siyasi menfaatlerini temin için bizi bölüşmek gayretindedirler. Harici siyasetin kötülüğü meydandadır. Taht kendi telaşındadır. Elimizden çıkıp giden vatan toprakları bu harici siyasetin ne olduğunu meydana koymaktadır. Araplar, Avrupa’da gizli gizli kongreler yaparak aleyhimizde çalışmaktadır. Kapitülasyonların milleti nasıl perişan ettiğini görmeyen kör beyinler vardır. Ordunun vaziyetine bakınız. İhmaller elimizde vuruşacak silah bırakmamıştır. Maliye idaresi yabancıların elinde değil midir? Eşkıyası, mütegallibesi milletin başında beladır… Mütegallibe sırtını Saray’a dayamıştır. Saray kendi vaziyeti için mütegallibeyi mansıplara boğmaktadır. Ya millet, fakir… Avrupa kendi iktisadi vaziyetini fabrikalarla kuvvetlendirmiştir. Bizim kaç fabrikamız vardır. Söyler misiniz? İşte inkılabımız bunları düşünmelidir.”[1]

Atatürk, Harp Akademisi sıralarında dile getirdiği bu görüşleri İzmir’de İktisat Kongresi’nde de açıklayarak “ordumuzun kazandığı zaferler ne kadar büyük olursa olsun, bunlar iktisadi zaferlerle tamamlanmadıkça eksik kalırlar” diyecektir. Türkiye hızla üretime ağırlık verecektir.

DEVLETÇİLİK NEYDİ?
Yerli sanayi teşvik için 1927 yılında Sanayii Teşvik Kanunu çıkarılmış; fakat özel sermayenin yetersizliğinin anlaşılması üzerine 1931 yılında toplanan CHP Kurultayı’nda ekonomide devletçilik modelinin uygulanmasına karar verilmiştir. Atatürk 21 Nisan 1931’deki verdiği demeçte devletçiliği şöyle ele alıyordu:

“Ferdî iş faaliyetini esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, memleketi mamurluğa eriştirmek için, milletin genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde, özellikle ekonomik alanda devleti fiilen alâkadar kılmak prensibimizdir.”

Devletçiliğin “liberalizmden başka bir sistem” olduğunu da belirtiyordu. Liberalizm açık pazar olmaya, bağımlılığa itmişti.

KÖYLÜ ÜRETİCİ HALİNE GETİRİYOR
Köylüye gerekli olan destek kredisi Ziraat Bankası aracılığıyla sağlanacaktır. Kaya, Ziraat Bankası Kanunu'yla ilgili olarak Meclis'te yaptığı konuşmada toprağın verimliliğinin artırılması için ziraat enstitülerine ihtiyaç olduğunu belirtmişti. Bunun yanında sendika, kooperatif adı altında birleşik, kombine yapılar oluşturularak bilimin sağladığı kolaylıklardan çiftçinin de yararlanması sağlanmalıydı:

“Bunu yapmazsak, çiftçiyi toprağa esir ederiz. Halbuki biz köylüyü bu memleketin efendisi olarak ilan ettik. Biz köylüyü toprağa değil, toprağı köylüyü esir etmeğe mecburuz ve bunu yapacağız. Zaten topraktan azami randıman alınmadığı takdirde toprak nankör bir anadır; yer.”[2]

1937 yılında anonim şirket olan Ziraat Bankası devletleştirilmiş, Tarım Kredi ve Satış Kooperatiflerinin kurulmasına hız verilmiştir. Zirai Donatım Kurumu kurulmuştur.

Yabancı sermayeye ülkemizin kalkınmasına yararlı olacak ve bağımlılığa sokmayacak şekilde izin verilmiştir.

SANAYİLEŞMEYE GİDİLDİ
Sanayileşmeye, üretme hız verildi. 19 Nisan 1925 tarihli 633 sayılı kanunla kurulan Sanayi ve Maadin Bankası, sanayide devletçiliğinin kurumsallaşmasında başlangıç adımlarındandı. 1929’da yürürlüğe giren korumacı tarife ve ithalat kısıtlamaları ile yerli üretici yabancıya karşı korunuyordu.

1923 yılında 3.700 ton olan pamuklu dokuma, 1927’de 9.055 tona; 597 bin ton olan maden kömürü ise 1 milyon 593 bin tona çıkarıldı. 1923’te üretilmeyen şeker, 1927’de 5.184 ton; 1932’de 27.549 ton üretildi. 1927-1932 arasında, çimento 24 bin tondan 129 bin tona, kösele 1.974 tondan 4.105 tona, yünlü mensucat 400 tondan 1.695 tona çıkarıldı. Elde edilen yerli üretimle, 1923’te ithal edilen kösele ve un, 1932’de hiç ithal edilmedi. Şeker ithalatı yüzde 37, deri ithalatı yüzde 90, çimento ithalatı yüzde 96.5, sabun ithalatı yüzde 96.5 oranında azaldı.

Türkiye 1923 yılında 36 milyon dolar dış ticaret açığı verirken, bu açık 1931 yılında 300 bin dolara düşürüldü. 1930-1937arasındaki dönemde sürekli olarak dış ticaret fazlası sağlanmıştır. 1936 yılında Türkiye 20.1 milyon dolar dış ticaret fazlası veriyordu. 1937 yılında Devlet Hazinesi’nde 26.107 ton altın, 1938 yılında 28.3 milyon dolar döviz stoku vardı.

Enflasyon 1922-1925 yılları arasında yıllık 3.2; 1925-1927 arasında yüzde 1’di. Osmanlı’dan devralınan Düyun-u Umumiye borçları ödendi.”

Birinci ve ikinci 5 yıllık kalkınma planları hazırlanmıştır. Kömür ve maden ocakları işletilmiştir. Ağır endüstriye önem verilmiştir. Zonguldak ve Karabük havzasında fabrikalar kurulmuştur. Karabük Demir- Çelik Fabrikaları önemlidir. Şeker fabrikaları, bez kombinaları kurulmuştur.

1924-1929 yıllarının ortalama GSMH artışı (% 10.9) olmuştur.

BÜTÇE DENKLİĞİ
Maliye politikası denk bütçe esasına dayanır. Yıl içinde ek ödeneklerle denkliğinin bozulmasına karşıdır. Bugünkü yöneticiler gibi bütçe denkliğinin îç ve dış borçlanmadan sağlanan gelirler ile sağlanması kabul edilmez. Zorunlu olmadıkça borçlanmaya gidilmemiştir.

Atatürk 1 Kasım 1937 Meclis açış konuşmasında bütçenin denk olmasını şöyle açıklar:

“Cumhuriyet bütçelerinin belirlenen ve daima kuvvetlenmesi gereken ortak özellikleri, yalnız denkli oluşları değil, aynı zamanda, koruyucu, kurucu ve verici işlere her defasında daha fazla pay ayırmakta olmalarıdır.”

TÜRK LİRASI DEĞERLİ KILINDI
Para politikasının temel esası, devlet harcamaları ile gelirler arasında sürekli bir eşitlik sağlanması, bu yolla enflasyonun önlenmesidir. Harcamalar ile gelirler arasında dengenin paranın değeri üzerinde etkili olduğunu düşünüyor ve Türk Lirasının değerini güçlü tutmaya çalıştığını şu sözleriyle vurguluyordu:

“Samimi bir bütçeye ve hakiki bir ödemeler dengesine dayanan paramızın fiilî istikrar vaziyetini kesin surette muhafaza edeceğiz.”

Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu çıkaran Atatürk gibi, döviz, para arzı ve dolaşımını kontrol altına aldı. Karşılıksız para basılmamış ve 15 yıl boyunca denk bütçe gerçekleştirilmiştir.

Türk Lirası’nın İngiliz Sterlin’i karşısındaki değeri 1921’de 615 kuruş iken, 1930’da 1032 kuruşa kadar düşmüş ama 1938’de yeniden 620 kuruş düzeyine yükseltilmiştir. 1927 yılında 9.5 kuruş olan Fransız Frangı, 1929’da 7.7 kuruşa; 187 kuruş olan Amerikan Doları, 127 kuruşa düştü.

Türk Lirasının değerini korumak için dış alım ve satımın dengede olmasına çalışarak cari açık verilmemeye çalışılıyordu. Dış ticarette takip ettiğimiz ana prensibin , “dengemizin aktif (fazla veren) karakterini muhafaza etmekte” olduğunu söylüyordu. Sebebi ise “ödeme dengesinin en mühim esası” olmasıydı.

Atatürk'ün Türk Bankacılığı'nı millileştirmeye çabalaşmıştır. 1920'de mevduatın % 32’si elinde bulunduran milli bankalarımız,1937'de mevduatın % 81'ni toplamışlardı. [3]

Özetle Devletçi ekonomi; Bütçesi Dengesi, Gelir-Gider Dengesi, Dış ödemeler Dengesi üzerine dayanıyordu.

BUGÜNÜN İHTİYACI: PLANLI VE KARMA EKONOMİ
Kalkınmayı ve bölgeler arasında dengeleri sağlayan Planlı ve Karma Ekonomi, ülkemiz için esaslı çözümdür. Serbest piyasanın kaleleri sayılan Avrupa ekonomisinde bile devletin ekonomideki payı yarı yarıyadır. Borcun borçla çevrilmesinin, dış ticaret açığının, dövizdeki yükselişin önüne geçecek biricik formül üretmektir. Hem kamu hem de özel yatırımcılık teşvik edilmelidir. Kendi ülkemizde üretilebilecek hiçbir ürünü dışarıdan almamalıyız. Türkiye samanı bile dışarıdan ithal edebilir mi!

Zonguldak kömür ocaklarına yatırım yapılarak dışarıdan kömür alımına son verilmelidir. Atatürk’ün millileştirme politikası gibi enerji, ulaştırma, iletişim, haberleşme, bilişim ve gıda güvenliği gibi stratejik sektörlerde özelleştirilen Kamı İktisadi Teşebbüsleri kamulaştırılmalı ve verimli işletilmelidir.

Faize, ranta, dolar ve borsa vurgununa giden kaynakları sanayi, tarım, maden, gibi üretim alanlarına yönlendirilmelidir. Gecelik vurgun amaçlı ülkemize giren dövizlerin giriş çıkışları denetime alınarak döviz fiyatlarında ani dalgalanmalar önlenmelidir. İç ticarette döviz değil Türk Lirası kullanılmalıdır.

DİPNOT
[1] Taylan Sorgun, Devlet Kavgası (İttihat Terakki), 7. Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2018, s.43, 58, 70-71.
[2]Mustafa Solak, Atatürk’ün Bakanı Şükrü Kaya, 1. Basım, İstanbul, 2013, s.218.
[3 Esat Çelebi, Atatürk'ün Ekonomik Reformları ve Türkiye Ekonomisine Etkileri (1923-2002), Doğuş Üniversitesi Dergisi. 2002. (5), s.29-30.
Mustafa Solak

23 Mayıs 2018 Çarşamba

EKONOMİ UÇURUMDAN YUVARLANMAYA BAŞLADI * Bloomberg: Türkiye’de tabuta son çiviyi o çaktı * Neue Zürcher Zeitung“Türkiye’nin iflası başladı”

EKONOMİ UÇURUMDAN YUVARLANMAYA BAŞLADI
Bloomberg: Türkiye’de tabuta son çiviyi o çaktı *
Neue Zürcher Zeitung“Türkiye’nin iflası başladı”

Posted on May 22, 2018 by Nacikaptan
BLOMBERG: 
TÜRKİYE'DE TABUTA SON ÇİVİYİ O ÇAKTI
Bloomberg’de yayınlanan “Türkiye’nin tahvillerinin Senegal’in altına inerken, Erdoğan kredi notunu tehlikeye atıyor” başlıklı haberde, Türk varlıklarına gelen satışlar analiz edildi. Haberde, Türk tahvillerinin faizlerinin Senegal borçlanma senetlerinin üzerine çıktığına dikkat çekildi.
Bloomberg’de yayınlanan “Türkiye’nin tahvillerinin Senegal’in altına inerken, Erdoğan kredi notunu tehlikeye atıyor” başlıklı haberden öne çıkan kısımlar şu şekilde:
“Türkiye tahvillerine Senegal’den daha yüksek faiz ödüyor. Üstelik kredi notu daha yksek olmasına ve ekonomisi de 60 kat daha büyük olmasına rağmen…
“Peki ama neden? Analistlere göre, bunun ana nedeni Erdoğan’ın ekonomiye yaklaşımı.”
Haberde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta içerisinde Bloomberg’e verdiği mülakatta enflasyonun yüksek kalmasının nedenini faizlerin yüksekliğe bağlamasının ardından Türk tahvillerine gelen satışların da hızlandığı belirtildi.
BBC Türkçe’nin haberine göre Erdoğan aynı mülakatta ayrıca, 24 Haziran seçimlerinin ardından para politikasında daha fazla söz sahibi olacağını da ifade etmişti.
“Erdoğan’ın Merkez Bankası ile ilgili sözleri tabuta son çiviyi de çaktı”
Bloomberg’e konuşan Londra merkezli AllianceBernstein’in kredi analisti Okan Akın, “Cumhurbaşkanının Merkez Bankası ile ilgili sözleri, tabuta son çiviyi de çaktı… Şu anda piyasa, Türkiye’nin kredi notunu B- olarak fiyatlıyor. Türk tahvilleri, bir süredir zaten ülkenin kredi notunun iki kademe altında seyrediyor ancak Türk varlıkları özellikle son birkaç haftadır diğer gelişmekte olan piyasalardan negatif bir şekilde ayrışıyor” dedi.
Türkiye’nin kredi notu Fitch nezdinde BB+ düzeyinde bulunuyor. Diğer derecelendirme kuruluşları S&P ve Moody’s’in değerlendirmelerinde ise Senegal’in bir kademe üstünde bulunuyor.
‘Not indirimi fiyatlara yansıtılıyor’
Pazartesi günkü işlemlerde, Türkiye’nin Şubat 2034 vadeli tahvilinin getirisi, Senegal’in benzer vadeli faizinin 52 baz puan üzerine çıktı.
Bloomberg, bu satışla yatırımcıların Türkiye’nin kredi notunun daha da düşürüleceği beklentisini fiyatlara yansıttıkları yorumunu yaptı.
Londra’da bulunan Manulife Asset Management Ltd’den kıdemli analisti Richard Segal, Bloomberg’e yaptığı değerlendirmede, geçmişte Erdoğan’ın sözlerinin iç kamuoyuna yönelik değerlendirmeler olarak görüldüğünü ve para politikasında son kararın Merkez Bankası’na ait olduğunu söyledi.
Segal, “Ancak şimdi eğer faizlerin düzeyinden hoşlanmıyorsa, Merkez Bankası’na ne yapması gerektiğini söyleyebilir ve bu da Merkez Bankası başkanı ya da para politikası kurulunun istifasına yol açabilir” dedi.
ÜNLÜ EKONOMİSTTEN TÜRKİYE İÇİN ÇOK KÖTÜ HABER
“Türkiye’nin iflası başladı”
Makro ekonomist ve finans tarihçisi Russell Napier, İsviçre’nin en saygın gazetesi Neue Zürcher Zeitung’la mülakatında Türkiye’yle ilgili önemli tespitlerde bulundu.
Yaptığı analizde, küresel piyasalarda 1980’lerin yeniden yaşanacağını ve Türkiye’yi büyük bir krizin beklediğini iddia eden Napier “Türkiye’nin iflası başladı” dedi. En geç seçimlerden sonra, Türk Lirasının muazzam değer kaybedeceğini söyleyen ekonomist, Türkiye’nin 400 milyar doları bulan borcunu ödeyemeyecek duruma geldiğini ifade etti. Bunun yaratacağı krizin en çok Fransız ve İtalyan bankalarını vuracağını öngören iktisatçı, AB’nin bu bankaları kurtaracağını da ifadelerine ekliyor.
Özellikle döviz üzerinden borcu olan firmaların borçlarını ödemekte zorlandığını söyleyen ekonomist, Türkiye’den OTAŞ (Türk Telekom) ve Doğuş holding örneklerini vererek bu şirketlerin şimdiden borç yapılandırmasına gittiğinin de altını çiziyor.
Global krizin Türkiye’nin iflasıyla tetikleneceğini söyleyen Napier, daha önce de Türk hükümetinin dövize çıkış kontrolü getirmesinin de kaçınılmaz olduğunu iddia etmişti. 1567 sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun’da geçtiğimiz hafta değişikliğe gidilmiş, yasaya aşağıdaki kısım eklenmişti:
”Kıymetli madenler ve kıymetli taşlarla bunlardan mamul veya bunları muhtevi her nevi eşya ve kıymetlerin kambiyo, nukut, esham, tahvilat ve ticari senetlerle tediyeyi temine yarayan her türlü vasıta ve vesikaların alım satımı ile memleketten ihracı veya memlekete ithalinin tanzim ve tahdidine ve Türk parasının kıymetinin korunması zımnında kararlar almaya Bakanlar Kurulu yetkilidir”
Ertan Abalı'ya teşekkür ederim. Posted on May 22, 2018 by Nacikaptan

18 Mayıs 2018 Cuma

(MEĞER!..) "CUMHURİYETÇİYMİŞ.." Ertuğrul MAT, Yazan: 14.Dönem "Adalet Partisi" (Kadim Demokrat Parti'li) Bursa Milletvekili, Avukat-Gazeteci-Yazar

CUMHURİYETÇİYMİŞ ! . .
Av. Ertuğrul MAT
14. Dönem Bursa Milletvekili, Avukat - Gazeteci - Yazar

Talebe cemiyetleri ve gençlik kuruluşları ile ilgilenmeye , taa 1955’ lerde başladım..
O tarihlerde Üniversite Gençliği, iki kuruluşa itibar ederdi..
Milliyetçi kesim, Milli Türk Talebe Birliği’nde; DP iktidarı muhalifleri de Türkiye Milli Talebe Federasyonu’nda toplanırdı..
CHP muhalefetinin şiddetlendiği günlerde, Türkiye Milli Talebe Federasyonu, Teksif Sendikası ve Türk Devrim Ocakları tarafından kurulmuş olan ve çatı teşekkül telakki edilen TMGT’ de ( Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı) önce Genel Sekreter Yardımcısı, sonra da, Genel Sekreter seçilmiştim..
Yaşım 22 ‘ydi..
Sonraları, 1957’de İstifa edip, “Ben Demokrat Partiliyim “ demenin cesaret istediği günlerde, İstanbul’da DP Gençlik Kollarının yeniden teşkilatlanması ve Üniversite gençliği üzerinde müessir olması çalışmalarında yer aldım..
Bu sebeple o günlerin bütün gençlik liderlerini tanıdım.
TMTF ‘de Ethem Özdemirler, Vahdet Tayanlar, Yavuz Esmersoylar, Aydın Tansanlar, Celal Hordanlar, Samet Güldoğanlar vardı..
Milli Türk Talebe Birliği’nde ise, Yaşar Özdemirler, Orhan Sakaryalar, Rasim Cinisliler, Nurettin İspirler , İsmail Kahramanlar vardı..
TMGT’ de, Nedim Üstdiken, Kemal Okvuran, Engin Ünsallar vardı..(*)
Bu kuruluşlarda görev yapan arkadaşlarımız, hangi partiden olurlarsa olsunlar, hepsi Cumhuriyetçi , laik düşünceli ve katıksız Mustafa Kemalciydiler.
Bunun aksi, aklımıza gelmezdi..
Yıllar geçince, onlardan biri, sonradan kendisi hakkındaki kanaatimizi yerlere serdi.
Önce Kültür Bakanı, daha sonra da Meclis Başkanı olan İsmail Kahramandı bu. Davranış, iş yapış ve düşüncelerini paylaşış şekli ile bizlere hayal kırıklığı yaşattı..
Şimdi, giderayak, diyor ki, “Biz saltanatçı değil; Cumhuriyetçiyiz..”
Bu gerçek olsa, ne kadar sevinirdim..
Ama bir adam, “ Mustafa Kemal’i seven, benim cenazeme gelmesin diyor” sa ve sen O’nu hastanede resmî sıfatınla ziyaret ediyorsan; Meclis Başkanı olarak emrinde olan Sarayların sosyal tesislerinde, kendi yaşam tarzını bize dayatıyorsan; Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim sisteminin tümüne imam hatip formatı vermeye çalışanları alkışlıyorsan, ben sana nasıl inanırım?
Aptal mıyız biz ?
Biz, sizin, 10 Kasım’da Anıt Kabir’de yürürken, 23 Nisan ve Cumhuriyet Bayramı törenlerinde tebrike gelenlerin ellerini sıkarken, yüzünüzdeki ifadeyi görmüyor muyuz?
Bunu gördüğümüz için, Cumhuriyetin laik ve demokratik bir milli eğitim sistemi yerine, Araplaştırılmış bir tedrisata gönül verdiğinize inanıyoruz.
Hal böyle olunca, sizin “ Cumhuriyetçiliğiniz “ buza yazılmış yazı gibi okunuyor.
24 Haziran ‘da “Cumhuriyetçilik “ iddialarınız eriyen buzların sularına karışıp silinip gidecek.
Ve tarihin sesi kulaklarınızda çınlayacak:
-Siz Cumhuriyete inanmayan ayağa kalkınız.Şimdi hüküm zamanıdır ! 
(*) TMGT 1965 lerden sonra, Bozkurt Nuhoğulları ve Deniz Gezmişlerin karargahı haline geldi
***
TECRÜBELİ BİR SEÇMEN GÖZÜYLE..
Ertuğrul MAT
14.Dönem Bursa Milletvekili, Avukat-Gazeteci-Yazar

Sayın Cumhurbaşkanım,
Ekonomide" Emir, demiri kesmez.."
Ekonomide emri, istikrar ve yapısal reformlar verir.
Sayın Muharrem İnce,
Bu bölgede, üstelik bizim gibi enerji bağımlısı ve dış ticaret açığı olan bir ülkede " Mazot 350 kuruş olacak " denilmez.
Sayın Temel KARAMOLLAOĞLU,
" Kudüs İslâm aleminin namusudur" filân  demeyiniz..
O müslüman geçinen Araplar yüzünden,Kudüste  bu namus kevgire döndü.
***
BİZ BU DİYETİ REDDEDİYORUZ..
Ertuğrul MAT
14.Dönem Bursa Milletvekili, Avukat-Gazeteci-Yazar

Hacı kasap, bir iftira üzerine kolunun kesilmesine karar verilen demirci ustası Koca Ali’nin kolunun diyetini vermiş, sonra da, ölünceye kadar köle gibi hizmet etmesini istemişti.
Üstelik insanlık dışı muamelelerini dayatmak için, hep diyeti  ileri sürerdi.
Yine bir gün:
“– Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba! Ben olmasaydım şimdi çolak kalacaktın…” deyince:
“Koca Ali yine karşılık vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdı, ağır satırı öyle bir indirdi ki… O anda kopan kolunu tuttu. Gördüğü şeyin ürperticiliğinden gözleri dışarı fırlayan Hacı Kasap’ın önüne:
“– Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi! “ diye hızla fırlattı.
Sonra giysisinin kolsuz kalan yenini sıkı bir düğüm yaptı. Dükkândan çıktı.”(*)
Mustafa Kemâl Türkiye’sinde yaşayan ve O’nun işaret ettiği “muasır medeniyetler” hedefine gönül verenlerden hiç biri, Sayın Cumhurbaşkanım, biliniz ki, Koca Ali’den farklı değildir.
-Siz  Marmara Ray’ı yapıp, sonra da, lâiklik konusunda tereddütler yaşayan adamı Meclis Başkanı yapıyorsanız..
Biz bu diyeti reddediyoruz..Alınız Marmara Rayınızı  geriye..
-Siz, Avrasya Tüneli’ni açıp, sonra da, “ Atatürk’ü seven, cenazeme gelmesin..” diyen adamı hastane ziyaret ediyorsanız.
Biz bu diyeti reddediyoruz.. Alınız Avrasya Tünelini geriye..
-Siz, Yavuz Sultan Selim, Osman Gazi köprüleriyle boğazı ve körfezi aşıp, sonra da, kamusal alandaki haklarımızı ihlâl edip, o alanlarda,  bize kendi yaşam anlayışınızı dayatıyorsunız..
Biz bu diyeti reddediyoruz..Alınız köprülerinizi geriye..
-Siz, Zigana’yı, Ovit’i delip, sonra da, televizyon kanallarını, radyo dalgalarını, gazete sütunlarını kare kare, sütun sütun, kelime kelime zapt ediyorsanız,
Biz bu diyeti reddediyoruz. Doldurun toprakla o delikleri, biz Ferhat oluruz hepimiz.
-Siz, onbinlerce kilometre bölünmüş yol açıyorsanız, sonra da, “ İki sarhoş adam “ diyorsanız,
Biz bu diyeti reddediyoruz..Yeniden tek şeride düşürünüz  o yolları..
-Siz, dünyanın en büyük hava limanını yapıp , sonra da, bu memleketin en mükemmel okullarına, imam hatip formatı vermeye çalışıyorsanız,
Biz bu diyeti reddediyoruz….Veriniz, kağnılarımızı geriye..
-Siz dünyanın en güzel hastanelerini hizmete sokuyorsanız, sonra da oraya erkek muayene etmeyen kadın doktorları dolduruyorsanız..
Biz bu diyeti reddediyoruz.. Veriniz sıtmamızı geriye..
Sayın Cumhurbaşkanım, bunun için, çoğumuz 24 Haziranı, demirci ustası Koca Ali olmak için bekliyoruz..
Saygılarımla..
(*) Ömer Seyfettin-DİYET
***
YERDEN GÖĞE..
Ertuğrul MAT
14.Dönem Bursa Milletvekili, Avukat-Gazeteci-Yazar

Türkiye bu seçimde 1946, 1950, 1961, 1965, 1973, 1982 , 2002 seçimlerindeki gibi bir çoşku yaşıyor.
Parti farkı bile gözetilmeksizin, demokrasi  adına bazı cumhurbaşkanı adayları da yarışa dahil olsun diye imza vermek için seçim kurullarına başvuruyorlar.
Diğer taraftan yaşlılar, gençler; ümitliler, ümitsizler; yeniler, eskiler; yenmişler, yenilemişler hepsi, akın akın , aday adaylığı için partilere koşuyorlar ve sanıyorlar ki, Nazım' ın dediği gibi " Güneşin zaptı yakın.."
Bu ne mümkün?
Bir defa , siz öyle sansanız da bizim bir güneşimiz yok.
Sadece AK Parti' nin değil; her partinin  bir güneşi ; her güneşin kendi gezegenleri, o gezegenlerin de kendi uyduları var.
O güneşi zaptetmek isteyenler var ya, yakında anlayacaklar ki, bırakınız güneşi ve gezegenlerini, o gezegenlerin uyduları  ile bile aralarında yüzbinlerce ışık yılı mesafe var.
Güneşi zaptedeceklerini sanıp yola çıkanlar, bırakınız oraya varmayı, siyaset dünyasında bir ateş böceği kadar bile iz bırakamayacaklar.
Sonra göreceğiz ki:
" Yerden göğe küp dizseler,
   Birbirine bend eyleseler,
   Alttan birini çekişeler,
   Seyreyle sen gümbürtüyü "(*)
" Nereden biliyorsun?" derseniz
"Kendi hayatımdan " der, ve size,  bazen farkına bile varmadığımız o ateş böceğinin ışığına hayatım boyunca gıpta ettiğimi söylerim.
Milletvekili seçim sistemiz böyle kaldıkça biz  kendi seçtiklerimizi değil; siyasi uzayın  güneşlerinin seçtiklerini meclise göndermeye devam edeceğiz.
Dar bölgeli seçim sisteminde bu güneşlerin tesirleri kaybolur, meclis yüzde yüz halkın meclisi olur.
***
ANAYASA VE CUMHURBAŞKANI
Ertuğrul MAT
14.Dönem Bursa Milletvekili, Avukat-Gazeteci-Yazar

Sayın Cumhurbaşkanımız, birkaç gün evvel, “ Görevde bulunduğum her yerde,  içkiyi ben yasakladım. Çünkü bu benim anayasal görevim “ demiş ve Anayasamızın 58 inci maddesini işaret etmişti.
Bu gençliğin korunması için verilen görev, size mahsus değildir. Cumhuriyetle yaşıttır.
Alkolle Mücadelenin simgesi haline gelmiş olan “ Yeşilay “, 05 Mart 1920 ‘de Profesör. Mazhar Osman Usman tarafından  “Hilâl-i Ahdar “ adı altında kurulan, yani Cumhuriyetin kurucu iradesinin eserlerinden biridir.
Yalnız, Cumhuriyet, alkolün sosyal hayatın bir rengi olmasına itiraz etmemiş sadece  bağımlılık halini almasına karşı tedbir alınmasını düşünmüştür.,
Kamusal alanlara, sadece iktidarın arkasında bulunan %51 lik ekseriyetin tercihlerine göre kurallar konulamayacağına amme hukukunun   izin vermediğini biliyorum.
Ama sizin iktidarınız zamanında Sayın Cumhurbaşkanım,  bu dikkate alınmamış, % 49’un o kamusal alandaki hakları sınırlanmıştır.
Bu kamusal alanda tasarruf yanlışlığına, sadece siz düşmediniz; bir zamanlar o kamusal alanlar, karşı görüş tarafından da,  sizin kullanımınıza  kapatılmıştı.
Bu düşmanlık ilânihaye devam etmemeli, uzlaşmayla sonuçlanmalı..
Toplumsal alan, birbirlerinin yaşam tarzına hürmetle paylaşılmalı..
Sayın Cumhurbaşkanımız, yukarıdaki beyanlarında, “ Hiç kimseye içki de ikram etmedim “  demişlerdi..
Ben geçen sene, Sayın Cumhurbaşkanımızın yaptığı bir davetin sonunda, ikram müdürünün Ertuğrul Özkök’ün kulağına eğilip “ Sadece birbirinden nefis şerbetler değil;alkol de var. İsteyene  veriyoruz “ dediğini, Ertuğrul Özkök’ün de “ Varsa bile istemeye kim cesaret edebilir ki? “ cevabını verdiğini hatırlıyorum.
Ertuğrul Özkök bunu yazdı, tekzip de edilmedi.
Gençliğin korunması konusunda doğru bir tahlil yapılması için, önce Anayasamızın 58 inci maddesini okuyalım
“A. Gençliğin korunması
MADDE 58. – Devlet, istiklâl ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müsbet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır.
Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.”
Tabii ki, önce maddenin birinci fıkrasını dikkate almamız lâzım:
Milli Eğitim Bakanlığı, “gençlerin müspet ilmin ışığında “ yürümesini; müfredatında, Atatürk İlke ve inkılâplarının öğretilmesini  dikkate alıyor mu?
“Elbette alıyor. “ diyeceksiniz..
O halde bu Bartın’daki, Burdur’daki  Milli Eğitim Müdürlerini; o her biri birbirinden deni (alçak)Atatürk düşmanı İlahiyat Profesörleri nerede yetişti?
Onları İlahiyat Fakültelerine kimler tayin etti.
Sizin anayasaya bağlılığınız sayın Cumhurbaşkanım, Anayasa’nın 2 inci maddesiyle belirtilmiştir.
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir. “
İster halk tarafından seçilin, ister parlamento tarafından seçilin..
İster % 60 rey alın, ister % 51..
İster “Cumhurbaşkanıyım”, ister” Başkanım” deyiniz..
Göreviniz budur.
Siz veya bir başkası..
“Laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletinin “ başkanı ve hizmetinde olduğunu unutmayacaksınız..
Sadece siz değil, hükümetiniz de, meclise seçtiklerinizde, meclise başkan olarak seçtirdikleriniz de, bu ilkeleri unutmayacak.
Yollar, köprüler, tüneller, görkemli yapılar. Sonra gelir.
Zaten sizler  niçin seçilirsiniz ki, tabii ki hizmet için..
Yapılan hizmetler bize bir lütuf mudur?
Hayır..
Anayasal hakkımızdır.
***
Not: Bu yazının yazarı, Mason, komünist, Fetöcü, CHP’li  dinsiz, deist, alkolik değil; İçki içmeyen, İslâm’ın şekli şartlarını yerine getirmiş, İslâm’ı da kurandaki ruhuna göre anlamaya gayret eden ömrünün son günlerini şükrederek yaşayan biridir.

4 Mayıs 2018 Cuma

KIBRIS' TA TÜRKİYE ETKİNLİĞİNİ SONA ERDİRME HAMLESİ ("PUSUDAKİ İHANET") Gazeteci, Araştırmacı-Yazar; Ahmet Kılıçaslan AYTAR

KIBRIS' TA TÜRKİYE ETKİNLİĞİNİ SONA ERDİRME HAMLESİ

Türkiye kamuoyu yaklaşan seçimlerle meşgulken Kıbrıs'ta bazı gelişmeler dikkatlerden kaçıyor.
Bir kaç gün önce KKTC Cumhurbaşkanı M.Akıncı, Rum lider N. Anastasiadis'i,
28 Haziran -7 Temmuz 2017'de BM tarafından İsviçre/ Crans Montana'da yapılan Kıbrıs Konferansı'nda taraflara sunulan Gutarres Planı'nı kabul etmeye çağırmıştır...
*
Kıbrıs sorununun çözümü yolunda Mayıs 2015'te yeniden başlayan toplumlararası müzakerelerin bir devamı olarak Crans Montana'da,
Kıbrıs Türk ve Rum kesimleri ile üç garantör ülke Türkiye, Yunanistan, Birleşik Krallık ve AB temsilcileri;
İlk kez " Garantiler ve Ülke Güvenliği " konusu ile birlikte Yönetim ve Güç Paylaşımı: Ekonomi ve AB ile ilişkiler: Mülkiyet: Harita ve Yüzdelikler: Toprak ve Güvenlikler başlıklarını ele almışlardı.
*
BM Genel Sekreteri A. Gutarres'in hazırladığı plan doğrultusunda yürütülen müzakerelerde,
Katılımcılar; bilhassa "Garantiler ve Ülke Güvenliği" başlıklarının her iki toplum için de hayati öneme sahip olduğu,
Kaydedilecek ilerlemenin, kapsamlı bir çözüm ve gelecekte her iki toplum arasında güvenin oluşturulması yönünde kritik öneme sahip olduğunda hemfikirdiler...
*
Ancak Konferans sırasında taraflara sunulan Gutarres Planı'nında "Garantiler ve Ülke Güvenliği " başlığının;
"Müdahale hakkının geçerli kalacağı bir sistem sürdürülebilir değildir.
Garanti Anlaşmalarının kapsadığı alanların yerini, iki tarafça üzerinde mutabık kalınan ve çeşitli boyutları içeren yeterli uygulamayı izleme mekanizmaları alabilir.
Bunların bazılarına garantör güçler de katılabilir.
Güvenlik Sistemi her iki toplumun da Birleşik Kıbrıs'ta kendisini güvende hissetmesini temin etmeli ve bir tarafın güvenliği diğerinin güvenliği pahasına olmamalıdır.
Asker konusu Garanti Anlaşmasından farklı bir konudur ve farklı bir formatta ele alınmalıdır" biçiminde olduğu görüldü.
*
Birleşik Krallık, İngiltere, Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi ve AB işbu plandaki " Garantiler ve Ülke Güvenliği" başlığını;
1- Kıbrıs için Avrupa hukuku ve ilkelerine, AB müktesebatına, tüm Kıbrıslıların insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygılı olan istikrarlı ve yaşayabilir bir çözüm bulunması,
2- Kıbrıs vatandaşlarının güvenliğinin ve Kıbrıs sorunun çözümünün sadece AB tarafından garantiye alınması,
3- Başarı için gerekli olan ön koşulun yabancı askerlere ihtiyaç olmayacak, Kıbrıs'ın ve vatandaşlarının güvenliği ve bağımsızlığının sağlanması için üçüncü ülkelere ihtiyaç duyulmayacak bir çözüm olarak ele aldılar.
*
Türkiye ve Kıbrıs Türk Tarafı ise;
1960 Ankara Anlaşması'nın; Kıbrıs'ta Türklerin siyasi eşitliğini, idareye etkin katılımını, aynı toplumsal statülerle hak ve özgürlüklerini, Lozan Anlaşması çerçevesinde Türk-Yunan dengesini, Yunanlı olduğunu iddia eden Rumlarla Türkler arasında bir ortaklık devleti olan Kıbrıs Cumhuriyeti'ni garantilediğini,
Türkiye, Birleşik Krallık ve Yunanistan'ın garantör ülkeler olduğunu,
Crans- Montana konferansında Ankara Anlaşmasının sömürge dönemi kalıntısı olarak kabul edilmesine razı olmayacaklarını ileri sürdüler.
*
Çünkü Garanti Anlaşması'nın 1.maddesi; "Kıbrıs Cumhuriyeti herhangi bir devletle tamamen veya kısmen herhangi bir siyasi veya iktisadi birliğe katılmamayı taahhüt eder.
Bu itibarla uluslararası tanınmışlıklarını kullanarak avantaj elde etmek için taraflar kendi egemenliğini kabul ettirme konusunda direnemez.
Herhangi bir diğer devletle birleşmeyi veya adanın taksimini doğrudan doğruya veya dolaylı olarak teşvik edecek her nevi hareketi yasak ilan eder" biçimindedir.
*
Çünkü Rumlar egemenliklerini kabul ettirmek için 1963 Akritas Planı'nda direnmektedir.
Bu plan Türklerin Rum egemenliği kabul etmesi ve Kıbrıs sorununun ortadan kalkması anlamındadır.
Rumlar, bu planla Türkleri zayıflatmayı ve Kıbrıs'ın Yunanistan'a birleştirilmesini yani ENOSİS'i amaçlamakta,
Bu amaçta direnmeleri yüzünden 1968'den beri ortak devlet, toprak, mülkiyet hakları ve askeri düzenlemelerle ilgili uzlaşmalar sağlanamamaktadır.
*
Çünkü 1974'te Kıbrıs Cumhuriyeti Albaylar Cuntasından kaçan Yunanlıların sığınağı olmuştu.
ABD Dışişleri Bakanı H.Kissinger; Atina'nın Lefkoşa'da bir darbe yapmasını, Ankara'nın ise darbeye karşı çıkma iddiasıyla adanın bir bölümüne asker çıkarmasını planladı.
O günden beri Kıbrıs'ın Kuzeyinde Türkiye himayesinde KKTC ve Türk birlikleri bulunuyor...
2004'ten beri İsviçre modeli, federal bir yönetim altında adanın yeniden birleşmesi amacıyla barış müzakereleri yürütülüyor...
Ama 2004'te Rumlar; BM ve AB'de Kıbrıs'ın yasal hükümeti ve temsilcisi olduklarını kabul ettirmişlerdir.
Böylece Türkler azınlık konumuna itilmiş, Kıbrıs adına Kıbrıs Rum Yönetimi AB'ye katılmıştır.
O gün bugün, Rum Yönetimi Kıbrıs Cumhuriyetini kendilerinin temsil ettiği iddiasındadır...
*
Crans Montana'da Türk ve Rum kesimleri arasındaki farklı düşünce yapısı,
1974'te ortaya çıkan durumun nasıl algılanması gerektiğindeki görüşler arasındaki tezatlar nedeniyle,
Yönetim ve Güç Paylaşımı: Ekonomi ve AB ile ilişkiler: Mülkiyet: Harita ve Yüzdelikler: Toprak ve Güvenlikler başlıklarında da farklılıklar göstermiştir.
*
Mesela;
1- Kişisel mülkiyet hakkının tanınması kuzeydeki Türk çoğunluğunun garanti altına alınmasıdır.
2- Ne ki bir çok gelişme Kıbrıs konusunda tartışmayı siyasi mülkiyetler noktasında düğümlemiştir.
*
Siyasi mülkiyetler konusunda tartışılmaya değer bir çok konu bulunuyor:
1- Kıbrıs; ABD ve Rusya'nın Stratejik Silahların Sınırlandırılması Anlaşmalarında karşı karşıya geldiği bir adadır.
NATO'nun Stratejik Konsept Belgesinin omurgasını oluşturan füze savunma araçlarının Kıbrıs'ta konuşlandırma yerleri, imha araçlarının hızı ve sayısı, konum algılama sistemleri gibi başlıklar küresel ortaklaşmaya yönelik askeri güç dengesinde büyük önem arzediyor...
2- Halbuki Türkiye, NATO Stratejik Konsept Belgesinde "AB üyesi olmayan NATO ülkesi" olarak anılıyor ve bu durum NATO'da sorun teşkil ediyor...
Çünkü Türkiye, NATO'nun AB üyesi olmayan bir müttefiki olarak Avrupa güvenliğine katkısı için öncelikle Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına dahil edilmesi gerektiğini savunuyor.
Fakat AB üyesi Kıbrıs Rum Yönetimi Türkiye'nin Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına girmesini, bu durumda Türkiye de Kıbrıs'ın NATO'ya girmesini engelliyor...
Bu karmaşa, ancak Kıbrıs Türk ve Rum kesimlerinin birleşme şartlarında anlaşmaları ve "Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti"nin NATO'ya ve Türkiye'nin de Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasına üye olmasıyla adil biçimde çözülebilecektir...
3-Kıbrıs sorununda, Doğu Akdeniz ve Mısır'da bulunan hidrokarbon kaynakları da katalizör bir güç olarak devrededir.
Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi ve İsrail doğalgazı Avrupa'ya ulaştırmak için AB ile görüşmelerden geçmiş ve ortak çalışmaların ileri götürülmesi konusunda anlaşma sağlamıştır.
İsrail'in doğalgazını dünyaya satabilmesi için ya Türkiye gibi komşu ülkelerin mevcut boru hatlarını kullanması,
Ya da İsrail, Güney Kıbrıs, Mısır ve Yunanistan'ın offshore sahalarının bağlanmasıyla oluşturulacak Doğu Akdeniz Boru Hattı ile gazın Yunanistan üzerinden diğer Güney Avrupa ülkelerine ulaştırılması öngörülüyor.
Türkiye ve KKTC ise aralarındaki Kıta Sahanlığını Sınırlandırma Anlaşması'yla, Kıbrıs'ın karasularında ve münhasır ekonomik bölgesindeki egemenlik haklarıyla benzer arama çalışmaları yapabilecekleri ve Ada'nın birleşmemesi halinde bir kesimin adanın tümünü temsil ediyormuş gibi görülmesinin Avrupa değerlerine aykırı olduğu tezinde duruyor.
*
Bu ve diğer farklılıklar çerçevesinde Yunanistan Başbakanı A.Çipras herşeyi çözen, herkesin kendisini güvende hissedeceği bir sihirli formül ile Türkiye dışında diğerlerini ikna etmiştir.
"Kıbrıs'ta garantilere ve garantörlere gerek yok, bunlar artık çağdışıdır" diyor...
*
Bu yüzden Rumlar, KKTC'den; "Müzakerelerin zeminini AB ilke ve değerleri belirlemelidir.
Kıbrıs Cumhuriyeti AB'ye bütün olarak katıldı, müktesebatın Kuzey kesimde uygulaması ertelendi.
10. protokole göre Anayasa tasfiye edilerek değil ama değiştirilerek işgal altındaki bölgelerin Kıbrıs Cumhuriyeti çerçevesine entegrasyonu söz konusu olmalıdır" ilkesine riayet etmesini,
KKTC'nin Kıbrıs Cumhuriyeti'ne entegrasyonunun hukuki ve siyasi yönlerini, dönüşümü ve müteakip devletler sorununu düşünmesinin gereklerini istiyor.
*
Nitekim Rumlar, sorunlar çetrefilleşince toptancı bir yaklaşımla siyasi mülkiyet konusunu "Türkiye'nin Kıbrıs'ta İşgalci" olduğu noktasına taşımıştır.
Türkiye'nin Ada'daki 40 bin askerini geri çekmesi: Türkiye'den gelip adaya yerleşenlerin geri dönmesi : Toprak değişikliklerinin yapılabilmesi, konularında;
Türkiye'ye daha fazla baskı yapılması için garantörlük konusunu uluslararası alanda askıya aldırma çabasını sürdürmekte,
Garantörlükle ilgili alternatif senaryoların önünün açılmasını talep etmektedirler.
*
Crans- Montana'da garantörlük sistemi yerine Türkiye'ye kabul edilmesi gereken bir geçiş dönemi,
Kıbrıslı Rum ve Türklerin güvenliğine yönelik herhangi bir tehditi caydırmak ya da gidermek amacıyla kurulmuş çok uluslu bir polis gücü önerilmiş,
Ayrıca üç ülkenin gelecekteki ilişkilerinde sağlam bir temel oluşturan "Yunanistan, Türkiye ve Kıbrıs arasında üçlü bir Dostluk Paktı kurulmasını teklif edilmiştir.
*
Rum lider N.Anastasiadis o günden beri bu teklife sıcak bakıyor ancak Ada'da konuşlanacak askerlerin Türkiye veya Yunanistan'dan değil üçüncü ülkelerden olmasını öneriyor.
Birleşik Krallık ise Kıbrıs'ta bir anlaşma durumunda adadaki garantörlük haklarından vazgeçmeye hazır olduğunu bildirmiştir.
Ama Crans-Montana konferansından beri Türkiye'nin 1960 Ankara Anlaşmasına sadık kalmıştır...
*
KKTC Cumhurbaşkanı M.Akıncı ise "Türkiye'yi tamamen dışlayarak bir garanti sistemi oluşturmanın ve Kıbrıslı Türklerin bunu kendileri için güvence olarak görmelerini beklemenin mümkün olmadığı,
Ama kimse 1960'daki şartların aynen geçerli olduğunu söylemiyor. Eskiden noktası virgülü değişmez deniyordu, bu çağda bunu diyemezsiniz.
Haklarınızı gözetip endişelerinizi giderecek yeni formüller, yeni düşünceler üretmelisiniz" düşüncesindedir...
*
Aslında Türkiye'nin Kıbrıs üzerine tarihsel hakları bir yana Cumhurbaşkanı M. Akıncı'nın teklif ettiği, "Garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'den oluşan çok uluslu bir güç oluşturulması planı";
1- Ankara Anlaşmasıyla kazanılan Kıbrıs'ta Türklerin siyasi eşitliğinden idareye etkin katılımından ve aynı toplumsal statülerle hak ve özgürlüklerinden ve garantörlükten feragat etmesi: mülkiyet: toprak gibi konularda zarara uğranması,
2- Lozan Anlaşması çerçevesinde Türk-Yunan dengesinin bozulması,
3- Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin AB'ye "Kıbrıs Adası " olarak girmesi hâlâ tartışmalı bir konu iken, Türkiye'nin "Kıbrıs'ın karasularındaki ve münhasır ekonomik bölgesindeki egemenlik haklarından" da vazgeçmesi anlamına geliyor...
*
Çok dikkat gerekiyor, çünkü Türkiye’nin etkin ve fiili garantisinden vazgeçmek Türkiye ve KKTC’nin, Türk ulusunun geleceğini, güvenliğini tehlikeye atmak demekti​r.​
Bu yüzden Türkiye'de iktidarın, muhalefetin, basının ve ilgili bütün kuruluşların bu milli davada kararlı bir tutum sergilemesi, böyle hayati bir konuda ödün vermekten kaçınılmasını sağlamaları gerekiyor.

5. 5. 2018
Ahmet Kılıçaslan AYTAR
ahmetkilicaslanaytar@gmail.com