28 Şubat 2017 Salı

"Böyle olur tek adamlık dediğin" - MUSTAFA K. ERDEMOL

Böyle olur tek adamlık dediğin

MUSTAFA K. ERDEMOL
              Kitap yazıp zorla okutturan da var, kendisini Tanrı’yla eşitleyen de. Camii, Kilise, Tapınak yaptıran da var, AIDS’e ilaç buldum diyen de. Gücünün doruğundayken attan düşen de var
Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev muhterem eşi Mihriban Aliyeva’yı "Devlet Başkanı Birinci Yardımcılığı"na atayınca herkesin şaşırdığını düşünen yoktur herhalde. Örneğin Başbakanımız Binali Yıldırım Bey, bu atamayı çok yerinde bulduğu için bizzat hanımefendiye kutlama mesajı yolladı biliyorsunuz. Kayınpederi tarafından bakan yapılan Berat Albayrak Bey’in de, Aliyeva’yı en iyi anlayanlardan biri olduğuna kuşku yok. O da şu sıralar bulunduğu Azerbaycan’da muhterem İlham Aliyev’i söz konusu atama nedeniyle kutlamayı ihmal etmedi.
"Tek adam" rejimlerinde olur bunlar. Çağlar aşıp gelen bir tutumdur bu. Eskimeyen bir tutum olduğu için de son derece "klasik" bir tavır aynı zamanda. Tabii günümüzün tek adamları eski zamanlara oranla daha "normal" atamalar yapıyorlar haklarını yemeyelim. Roma İmparatoru manyak Caligula, taparcasına sevdiği atı İncitatus’u yargıç (kimileri senatör der) olarak atamıştı, örneğin. Çok şükür hayvan dostlarımızın önemli devlet kurumlarında görevlendirildiği o çağlar geride kaldı.
Gerçek demokrasinin az olduğu ya da hiç olmadığı veya yok "Türk tipi", "Kazak tipi", yok"Rus tarzı" gibi önadlar eklenerek tanımlanan, coğrafyaya/memlekete özgü "demokrasiler"de tek adamların kimi icraatlarında bizim anlamadığımız kerametler kuşkusuz vardır.
Büyüklüğünü herhalde yıllar yıllar sonra anlayacağımız Türkmenistan’ın bir önceki Devlet Başkanı canım Saparmurat Niyazov ne büyük insandı. Ama bu büyüklüğünü nedense başkalarının kendiliğinden fark etmesini beklemek gibi bir huyu yoktu. Ülkesi insanlarının hepsinin önderi olduğu için soyadını "Türkmenbaşı" olarak değiştirmesi mütevazılık gibi görülmeyebilir ama ne yapsındı? Millet"çobansız" mı hissetsindi kendini?
Kendisini herşeyin kendisinde barındığına o kadar inanmıştı ki, memleketteki doktorlara Hipokrat’a değil kendisine yemin etmelerini emreden kanun çıkarmıştı örneğin. Bu değerli adamın kitap yazmasında da herhalde şaşırılacak bir taraf yoktur. Okuma mutluluğuna erişemediğim Ruhname adlı kitabı kuşkusuz çok mühimdi. Okuyan cennete gider dermiş. Okullarda ders kitabı olarak okuttu uzun süre. Ehliyet almak mı istiyorsunuz, Ruhname’yi ezberlemeniz yeterdi bunun için.
Ne yaptıysa milleti için yapmıştı Türkmenbaşı. Milletinin de onu sevdiğine inanırdı. Bir de böyle yanları var bunların, hayrettir gerçekten. Bu sevgiye(!) karşılık olarak adını iyice ölümsüzleştirsin diye ay isimlerini, değiştirip, Ocak ayına Türkmenbaşı adını verdi. Anasının adı da aylardan birine layık görülmüştü. 1948 depreminde yaşamını yitirmişti anne. 2003 yılına da annenin adını yani Gurban Sultan’ı adını verdi ülke parlamentosu. Ülkede üretilen parfümlerden biri de annenin adını taşıyor.
Kim ona kendini beğenmiş, kibirli derse kalbini kırarım. Bu değerli adam "bu televizyonlar beni övüyor, çok ayıp bir şey bu" diyerek, basın danışmanının maaşını kesmişti. Kendisinden en az söz eden yayın kuruluşlarına ödül vermişliği de vardır. Çok muhteremdi gerçekten.

Gelen de farklı değil

Emri hak vaki oldu, darı bekaya göç etti Türkmenbaşı. Yerine, vasiyeti üzerine, "gayrimeşru oğlu" olduğu da iddia edilen diş doktoru Kurbangülü Berdimuhammedov getirildi. Bu da çok değerli bir ademdir. Judoda, tekvandoda siyah kuşak sahibi, sokun bir gece kulübüne bir DJ’lik yapsın, bayılırsınız, o kadar iyidir bu alanda. Tam 35 kitap yazmış biri bu. Kitaplarından biri "Barış Müziği, Kardeşlik ve Dostluk Müziği" adını taşıyor. Başkent Aşkabat’taki Kültür Merkezi’nde düzenlenen törende, hükümet üyelerinin bakanların, kültür, sanat dünyasının temsilcilerinin, basın mensuplarının nihayet çok sayıda vatandaşın da katılımıyla tanıtımını yaptı kitabının. Tanıtım töreninde gerçekleştirilen konuşmalarda, Berdimuhamedov’un yeni eserinde ozanların Türkmen kültüründe ayrılmaz bir parçası olduğunu vurguladığını ifade ettiler. "Aziz Devlet Başkanı’nın kaleme aldığı bu eseri ile kültür ve sanatın dünya barışına önemli katkı sağladığını tüm dünyaya duyurduğunu" anlattılar. Eserden örnek parçalarda okudular. Türkmen ozanı ağabeyini düşmandan kurtarmak için eline silah yerine Türkmenlerin milli saz aleti olan dutarı alıyor örneğin.
Yakın zamanda, geçtiğimiz Nevruz Bayramı’nda yani, yeni bir kitap yazıp bunu hükümet mensuplarına hediye etti. Kitap çay üzerine son derece değerli bilgiler içeriyor. (Okumadım ama mutlaka öyledir). Ölene kadar devlet başkanı ilan edilen Berdimuhammedov’un insanüstü olduğuna inanılabilirdi, eğer bindiği attan düşmeseydi. Sırtından atmış at bunu. Bu asil hayvanların diktatör sevmezlikleri de pek bir enteresan doğrusu.

Tanrısı da kurtaramadı

Bizim coğrafyaya özgü değil tabii bu tek adam güzellikleri. Rafael Leonidas Trujillo Molina vardır, bilinir. 1961’e kadar ülkesi Dominik Cumhuriyeti’nin diktatörüydü. Kendine aşık bir zat olduğuna kuşku yok. Başkentin büyük meydanlarına "Tanrı ve Trujillo" yazılı panolar astırması biraz fazla tabii. Diktatörün, tek adamın kendisinden çok etrafındakiler pek bir ahlaksız olabiliyor, kişi ya da kurum fark etmez. Dominik’teki kiliselerde "Gökyüzünde Tanrı, Yeryüzünde Trujillo sloganları yazılıydı örneğin. Ayıptır yahu. "Gökyüzündeki Tanrı" da herhalde kendisiyle eşitlenmesine kızıp, suikastçilerinin işini kolaylaştırmış diktatörün. 1961’de öldürdüler muhteremi.
Bunların hepsi "öte alemlerce" seçildiklerine inanmışlar fena halde. Haiti’nin diktatörü François Duvalier ülkenin resmi dini olan Vodoo’nun en ulu kişisi ilan etmişti kendisini. Bunların bir de yok camii, yok kilise, yok tapınak yaptırmak gibi huyları da var. Türkmenbaşı çok camii yaptırmıştı. Fildişi Sahili diktatörü Félix Houphouët-Boigny’den söz ederler. Hiçbir zaman tam olarak dolmadığı söylenen dünyanın en büyük kilisesini yaptırmış: 7 bin kişilik.
Uganda’nın o sefil diktatörü İdi Amin (tam adı Haci İdi Amin Dada idi) ülkesini her diktatör gibi kanla, baskıyla yönetti, tüm zamanını sınır komşularıyla kavga etmekle geçirdi. Öldüğünde, çok sorunlar yaşadığı komşu Tanzanya’nın Devlet Başkanı "Afrikalı bir ananın doğurduğu en büyük hayvan"diye söz etmişti ondan. Böyle de sevilirdi(!).
Memleket onundu nasılsa, baktı ki Tanzanya’yla sorunları çözemiyor, eski boksördü bir de, Tanzanya cumhurbaşkanını kendisiyle, İngiltere’den bir hükümet yetkilisinin hakemlik yapması koşuluyla, boks maçına çağırdı. Kazanan sınırlarla ilgili iddiasından vazgeçecekti. Kabul etmediler tabii. Sonra devrilince, birkaç ülkeye "boks antrenörü" olarak iltica etmek istedi, almadılar. Suudi Arabistan, boks moks yapmayacaksın deyip bağrını açtı. Orada öldü zaten. Müslümandı bu. Ünvanlarından birini çok severim: "Topraktaki Hayvanların ve Denizdeki Balıkların Efendisi". Yahu ne adamdı.
Tabii Yahya Jammeh’den söz etmeden olur mu? Daha önce de yazmıştım bu zat hakkında. Adamımdır bu benim. 22 yıl ülkesini yönetti. Tuttu, "AIDS’e ilaç buldum" deyip, ne kadar HIV/AIDShastası varsa hepsine bu "ilacı" içirdi. Yüzlerce ölüden söz ederler.
Seçimler yapıldı geçenlerde, kaybetti haliyle. "Gitmem, yeniden seçim yapılsın" deyip tutturdu. Tek adamların ortak noktalarından biri de budur. Seçim beğenmediler mi, bir daha istiyorlar. Gören de seçimle başa gelmeye inandıklarını sanır. "Beni Allah getirdi, o götürür" dedi ciddi ciddi. Afrika Birliği, "şu kadar süre içinde ülkeyi terk etmezsen tepelerim" deyince kaçtı ülkeden. Afrika Birliği’nin askeri tehdidi "götürdü" yani sonunda. Giderken ülkenin tüm hazinesini de aldı yanına.
Uzağımızda değil bu tipler. Bir bakarsınız buluşuvermişiz.
Aman, ol gani seddar yüzümüze baksın.
"Hayır"lısı neyse, o olsun. (28.02.2017)

10 Şubat 2017 Cuma

TARİHİ, İLMİ, ORİJİNAL 'BAŞKANLIK SİSTEMİ' NEDİR VE NE DEĞİLDİR?. Cemal TUNÇDEMİR [Amerika Bülteni Türkçe Amerika Gazetesi] Mutlaka Okuyun

TANRI'NIN, AZGIN BİR TOPLUMA VERECEĞİ EN BÜYÜK CEZA!..
CEMAL TUNÇDEMİR [AMERİKA BÜLTENİ, Türkçe Amerika Gazetesi]
1968 yılında ABD Başkanı seçilen Richard Nixon, anayasal başkanlık yetkilerini en fazla istismar eden ABD Başkanı olarak tarihe geçti. 1972 yılında ikinci kez seçilmek için mücadele verdiği seçim kampanyası sadece meşru faaliyetlerden oluşmuyordu. Devletin imkanlarını kendisine seçim kazandırmak, muhaliflerini sindirmek için kullanmaya başladı. Bu eylemlerinden biri de Demokrat Parti’nin genel merkezine dinleme cihazı yerleştirtmekti. Seçimden yaklaşık 5 ay önce 17 Haziran 1972 akşamı Watergate İşhanında bulunan Demokrat Parti merkezine girmeye çalışan 5 kişi tesadüfen yakalandı. Nixon yönetimi tüm yetkilerini ve devlet imkanlarını istismar ederek konuyu örtbas etmeye çalıştı. Ancak iki kurumun, medya ve yargının ilkeli duruşu, devlet gücünü kişisel kariyer hizmetinde çekinmeden kullanan bu politikacıya dur diyecekti.
Nixon, Watergate skandalının patlamasından birkaç ay sonra 1972 Kasım ayındaki başkanlık seçimini çok açık bir farkla bir kez daha kazanmanın da verdiği özgüvenle, Watergate soruşturmasını yürüten hukuka ağır bir müdahalede bulundu. 20 Ekim 1973 Cumartesi günü gerçekleşen ve Amerikan tarihine ‘Cumartesi Gecesi Katliamı’ olarak geçen müdahalede, Nixon önce Adalet Bakanı Elliot Richardson’a, Watergate soruşturmasını yürüten ve bu soruşturma kapsamında Beyaz Saray Oval Ofis’teki konuşmaların tapelerini talep eden savcı Archibald Cox’u görevden alması talimatı verdi. Ancak Nixon’un kendi adalet bakanı anayasaya aykırı bu talimatı yerine getirmeyi reddetti. Bakanı görevden alan Nixon yerine atadığı Bakan Yardımcısı William Ruckelshaus’a verdi bu kez. Ancak Bakan Yardımcısı Ruckelshaus da anayasaya aykırı bu talimatı reddetti. Nixon, birkaç saat içinde onu da görevden aldı. Bütün gün Adalet Bakanlığı kadroları arasında savcı Cox’u görevden alacak bir yetkili araştıran Nixon, ancak bakanlık müşavirlerinden Robert Bork’a bunu yaptırabildi. Fakat bu son derece cüretkar anayasa ihlaline rağmen hukukun işlemesine yine engel olamadı. Çünkü soruşturmaya atanan yeni savcı Leon Jaworski de hukuk ve yasalardan yana durarak soruşturmayı derinleştirdi ve tapelerin derhal gönderilmesini istedi.
Kendi atadığı yargıçlara güvendi ama!…
Nixon’ın avukatı mahkemede, ‘Başkan, seçildiği 4 yıllık görev sürecinde Fransa Kralı Lui gibi dokunulamaz güce sahiptir. Ve bu konumu nedeniyle, azil mahkemesi hariç hiçbir mahkemeye hesap vermez’ savunması yaptı. ‘Bu yasaldır çünkü Başkan yaptı’ şeklinde formüle edilen bu mantık, bugün Amerikan politik ve hukuk tarihinin kara cümleleri arasında anılıyor. Yargıç Sirica, Nixon’un bu savunmasını reddetti ve tapelerin derhal mahkemeye sunulmasını talep etti. Nixon bu kez de ‘devlet sırrı’ gerekçesini öne sürdü ve Yüksek Mahkeme’ye temyiz başvurusunda bulundu. 9 üyeli Yüksek Mahkemenin 3 üyesini Nixon atamıştı bir üyesi ise eski bir mesai arkadaşıydı. Ancak hiç beklemediği bir karar çıktı. Yüksek Mahkeme oy birliğiyle ‘devlet başkanının mutlak sorumsuzluğu’ ve ‘devlet sırrı’ gerekçelerini reddetti ve Nixon’dan Oval Ofis tapelerini mahkemeye sunmasını istedi. Bu karar, ABD’de yargı bağımsızlığının en parlak örneklerinden biri olarak tarihe geçti.
Bir devleti demokratik bir devlet yapan unsurların başında görülen ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin fikir babası Montesquieu’dur. Kuvvetler Ayrılığının teoriden uygulamaya geçip kurumsallaşması ise tarihte ilk kez ABD Yüksek Mahkemesinin bir kararı ile oldu. Mahkemenin 1803 yılında, ‘Marbury v. Madison’ adıyla bilinen davada aldığı karar ABD’de yargı ile devlet başkanlığı arasındaki sınırları çizerek bugüne dek gelen uygulamayı başlattı. Dönemin mahkeme başkanı John Marshall, kararı açıklarken, ‘Amerikan devleti anayasal bir devlettir, şahıs kararları devleti değil’ diyecekti.
Amerikan anayasa yapıcılarının, yeni devlete şekil verecek 1787 Philadelphia Anayasa Kongresinde tartıştıkları konulardan biri de Yüksek Mahkeme üyelerinin ve federal yargıçların nasıl seçileceğiydi. Temel ilkeleri olan ‘denge ve kontrol’ sistemine uygun bir yöntemde uzlaştılar. Yargıçları başkan aday gösterecek, Senato adayları dinleyip sorguladıktan sonra onaylayacaktı. Senato onayı ile göreve başlayacak yargıca görevine başladıktan sonra dokunmak ise mümkün olmayacaktı. James Madison, ABD Anayasası ilan edildikten kısa süre sonra Anayasa’ya dahil edilecek ve sonradan ‘Haklar Bildirgesi’ diye anılacak ilk 10 ek maddeyi Kongre’ye sunduğu günlerde, 51’nci Federalist:
Makalede şöyle yazacaktı:
“Bağımsız yargı, kendisini bu hakların en öncelikli koruyucusu görecek. Yasama veya Yürütme gücünün bu haklara dokunmaya dönük her türlü girişimine karşı aşılmaz bir siper olacak. Anayasa tarafından ilan edilen temel haklara her el uzatıldığında direniş sergileyecek.”
ABD anayasasının yapıcılarından Alexander Hamilton ise Federalist Makalelerin 78’incisinde, “Yargı, diğer iki erkin yani yasama ve yürütmenin her türlü etkisinden bağımsız değilse ülkede özgürlük asla söz konusu olamaz” diye yazacak ve ekleyecekti:
“Özgürlüğün, yargı bağımsızlığından korkacağı hiçbir şeyi yok. Ama yargının devletin diğer iki erki ile birleşmesi halinde özgürlük korkması gereken her şeye sahip hale gelir.”
ABD’de hem Yüksek Mahkeme üyeleri hem de federal yargıçların bağımsızlığını korumak için, ‘ömür boyu görevde kalma’ ve ‘özlük haklarında aleyhte düzenleme yapılamaması’ garantisi getirildi. ABD’de, başkanın, Kongre’nin veya bir başka merciin bir hakimi verdiği karardan dolayı görevinden azletmesi, -ki devlette doğuracağı katastrofiye atıfla buna ‘nükleer seçeneği’ deniyor-, söz konusu bile olamaz. Yaklaşık 230 yıllık Amerikan tarihinde sadece 13 yargıcın Temsilciler Meclisinde azli yeterli oya ulaştı ve bunlardan da sadece 8’i Senato tarafından onaylanarak kesin azle dönüştü. Bunların da tamamı, yargıcın rüşvet aldığı veya yemin altında yalan konuştuğu gibi kesin ispatlanmış yasadışı fiilleri nedeniyledir.
Kendisini seçen politikacıya değil, hukuka bağlı
Bugün Amerikan federal yargısında bölge mahkemeleri ve bölge temyiz mahkemelerinde 874 federal yargıç görev yapıyor. Yüksek Mahkeme ise 9 üyeden oluşuyor. Bütün bu yargıçlar atandıkları görevde ömür boyu kaldıkları için, tek bir başkanın veya partinin ülkenin yargısına şekil verme şansı teknik olarak imkansızdır.
Yüksek Mahkemeye seçilen üyeler, kendisini seçen ABD başkanına mutlak bağlılık sergilemez. Yakın yıllarda kendi isteğiyle emekliye ayrılan Yüksek Mahkeme üyesi Jean Paul Stevens, “bir yargıcın kariyerinin politik yönü, adaylığının Senato’da onaylandığı gün biter, bitmelidir” diyerek Yüksek Mahkeme üyelerinin düşünce sistematiğini sergiliyordu. Bu durum birçok ABD başkanının mahkemeye kendi atadığı isimlerin aleyhlerinde kararlarıyla yüzleşmelerine nedendir.
Cumhuriyetçi Başkan Dwight Eisenhower’ın, “hayatındaki en ahmakça kararın” mahkemeye Earl Warren’ı ataması olduğunu söylemesi meşhurdur. 1950’li yıllarda mahkemenin başkanı da olan Warren dönemi, mahkemenin tarihindeki en özgürlükçü kararlarından bazılarını art arda aldığı bir dönem oldu. Eisenhower’ın mahkemeye atadığı ikinci isim olan William Brennan ise bu kararlarda Warrren’ın en büyük yardımcısı olurken, Eisenhower’ın da ‘ikinci en ahmakça kararı’ olarak tarihe geçti. Baba Bush’un mahkemeye atadığı David Souter da kısa süre sonra Cumhuriyetçileri kızdıran birçok karara imza atacaktı. George W. Bush’un atadığı ve halen Yüksek Mahkeme başkanı olan John Roberts da birçok davadaki oylarıyla Cumhuriyetçilerin tepkilerini çekiyor.
Yüksek Mahkeme üyelerinin katıldığı tek devlet toplantısı
Google’da ABD Başkanı Barack Obama’nın Yüksek Mahkeme üyeleri ile beraber göründüğü bir fotoğraf aradığınızda karşınıza çıkacak fotoğrafların neredeyse tamamı aynı mekanda çekilmiş fotoğraflardır. Çünkü Yüksek Mahkeme üyelerinin, başkan da dahil politikacılar ile bir araya gelmesi çok çok nadirdir ve sadece Anayasal törenlerde mümkün olmaktadır. Beraber yemek yemeleri veya seyahate çıkmaları ise düşünülemez. Roberts, Mayıs ayı başında Arkansas’ta yargıçlarla bir araya geldiğinde, “Sizden önceki 16 Yüksek Mahkeme başkanından aldığınız en önemli ders nedir” diye soran bir hakime, “En öncelikli ve önemli görevimin ABD’de kuvvetler ayrılığı ilkesinin devamını sağlamak olduğu” yanıtı verecekti.
Başkan Lyndon Johnson’ın 20 yıllık arkadaşı olan ve onun tarafından ABD eski Yüksek Mahkeme üyeliğine atanan Abe Fortas, başkanlık makamının, yasama (Kongre) aleyhine daha güçlenmesinin ülkenin ihtiyacı olduğunu ve anayasaya aykırı olmadığını dile getirince ABD’de kıyamet kopmuştu. Johnson’ın arkadaşı Fortas’ı mahkemenin başına geçirme planı, Demokrat ve Cumhuriyetçi senatörlerin ortak engeline takıldı. Kendisine seçen politikacıya vefalı davranmayı hukuka önceleyen Fortas’ın Yüksek Mahkeme üyeliği sadece 4 yıl sürdü. Bütün saygınlığını yitirdiği için mahkeme üyeliğinden istifa ederek ayrıldı.
ABD devletinin üç erkini bir araya getiren yegane toplantı, ABD başkanlarının her yıl Ocak ayında Kongre’de yaptığı ‘Birliğin Durumu’ konuşmasıdır. Yüksek Mahkeme üyeleri bu toplantıya ‘yargıç cüppeleri’ ile katılır. Ancak Yüksek Mahkeme üyeleri, yargıç kimliklerine ve tarafsızlıklarına gölge düşmemesi için konuşması boyunca ABD başkanını alkışlamazlar. Konuşmaya fiziksel bir tepki vermezler. Yargıçlardan Samuel Alito’nun, 2010 yılında Obama’nın konuşması sırasında bir Yüksek Mahkeme kararı ile ilgili eleştirisine “doğru değil” diye kendi kendine söylendiği kameralara yakalanmış ve bu 3 saniyelik görüntü ABD’de günlerce tartışılmıştı. Çünkü, devlet başkanı lehinde veya aleyhinde her jest ve davranışın siyasi bir doğası var ve bu mahkemenin tarafsızlığına gölge düşürür.
Mahkemenin eski üyelerinden Sandra Day O’Connor, mahkeme üyelerinin bu konuşmaya katılma geleneğine yönelik eleştirilere hak veriyor ve yargıçların ‘devletin birliğinin gösterildiği’ bu toplantıya bile katılmaması gerektiğini savunuyor. 2010’da kendi isteği ile emekli olan Jean Paul Stevens da, tarafsızlığa gölge düşürdüğü gerekçesiyle, bütün devlet erklerini bir araya getiren bu toplantıya gitmeyi bile reddediyordu. Son yıllarda Birliğin Durumu konuşmasına katılmayan Yüksek Mahkeme üyesi sayısı arttı. Obama’nın son yıllarında en fazla 6 üye katılır oldu.
Mahkeme üyelerinin çoğunluğunun katılmadığı son Birliğin Durumu konuşmaları ise Bill Clinton’ın son iki yılındaki Birliğin Durumu konuşmaları olmuştu. Monica Lewinsky skandalında yalan beyanda bulunmak ve böylece yargıyı engellemekle suçlanan Bill Clinton hakkında hem Temsilciler Meclisi’nde hem de Senato’da başkanlıktan azil süreci işliyordu ve öylesi bir süreçte yargıçların çoğu o durumdaki bir ABD başkanı ile aynı resme girmeyi tarafsızlığa aykırı buluyordu.
“Yargıç, çoğunluğun hoşuna gitmese de hukuktan yanadır”
Yargı bağımsızlığının bir başka göstergesi de, yargıçların kararlarını, toplumunun çoğunluğunun veya günün politik yönetiminin şiddetli tepkisini çekeceğini bilseler bile alabilmeleridir. ABD Yüksek Mahkemesinin eski başkanlarından William Rehnquist, yargının sadece devletten değil toplumdan da bağımsız karar alabilmesinin önemine dikkat çekerken şu sportif metaforu kullanıyordu:
“Yargı bağımsızlığı, bir basketbol maçında hakemin son saniyelerinde coşkulu taraftarının önünde ev sahibi takım aleyhine faul düdüğünü rahatlıkla çalabilmesidir. Şiddetli şekilde yuhalanacaktır ama o tribünleri dolduran kalabalığın istediği düdüğü değil, gördüğü faulün düdüğünü çalacaktır.”
Örneğin 1954 yılında Brown v. Board davasında ABD’de beyazların gittiği kamu okullarında siyah öğrencilerin kabul edilmemesi anayasaya aykırı bulunarak iptal edildiğinde karar, ABD’nin büyük çoğunluğunu oluşturan beyazlar arasında büyük bir tepki meydana getirdi. O tarihte, beyazların ezici çoğunluğu, siyahlarla beyazların aynı mekanları kullanmasını, toplumsal düzeni ve sosyal dokuyu bozucu, kargaşayı teşvik edici bir karar olarak görüyordu.
Federal hakimler ve Yüksek Mahkeme, 11 Eylül gibi bir terör saldırısı sonrası önüne gelen bazı ‘terör’ davalarında verdiği kararlarla da hem Bush yönetiminin hem de 11 Eylül travmasını henüz atlatamamış halkın çoğunluğunun tepkisine hedef oluyordu. Guantanamo’da tutulan terör şüphelilerinin açtığı Rasul v. Bush (2004), Hamdi v. Rumsfeld (2004), Hamdan v. Rumsfeld (2006) ve Boumediene v. Bush (2008) davalarının tamamında mahkeme, terör şüphelisi sanıkların adil yargılanma hakkının çiğnendiği gerekçesiyle Amerikan başkanı veya bakanları aleyhine karar verdi. 2008’deki Boumediene v. Bush davasının gerekçeli kararında mahkeme şöyle dedi:
“Ülkenin temel belgesi olan Anayasa bu şekilde bir yorumla bükülemez. Anayasa, Başkana ve Kongreye ülkeyi yönetme yetkisi vermiştir, Anayasanın ne zaman, nerede, kimlere uygulanıp, nerede, ne zaman kimlere uygulanmayacağına karar verme yetkisi vermemiştir. Devletin politik erkine böyle bir güç vermek, anayasal olmayan bir rejime yol açar.”
Yüksek Mahkeme, 1989 yılında da, “Texas v. Johnson” başlıklı davada da, yine kamuoyundaki yaygın görüşün aksine, “Amerikan bayrağı yakmanın kriminal bir suç olmadığına, ifade hürriyeti olduğuna” hükmedecekti.
Bağımsız yargının en önemli işlevlerinden biri de toplumda azınlıkta olanların, sevilmeyenlerin haklarını, çoğunluğa karşı korumaktır. Amerikan nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Hristiyan çevrelerin büyük tepkisine aldırmadan 1962 ve 1963 yılında art arda verdiği iki kararla “kamu okullarında dua yasağı” uygulamasını başlattı. Kamu okullarının yönetimlerinin (özel ve dini okullar bu kapsamda değil) öğrencilere, topluca dua yaptırmasını engelleyen bu karar, Müslüman, Yahudi, Hindu, Budist vb. azınlık öğrencilerin her sabah İncil’den pasajlarla derse başlamak zorunda kalmalarına engel oldu.
Eski yargıçlardan Hugo Black 1940 yılında, “mahkemeler, toplumun çoğunluğunun estirdiği her türlü rüzgarda, sayıca az ve zayıf oldukları için direnemeyecek azınlıkların korunağı olmalı” diyecekti.
“Anayasaya ‘yargı bağımsızlığı’ yazmak yetmiyor…”
‘Yargı bağımsızlığı’, bir devleti bir mafya çetesi organizasyonundan ayıran en önemli farktır. Bu nedenle de Anayasasında ‘yargı bağımsızlığı’ yer almayan devlet yok gibidir. Sisi veya Mübarek döneminin Mısır anayasasında da ‘yargı bağımsızlığı’ garanti altına alındı, Saddam’ın Irak’ında veya Beşar Esat Suriyesi’nin anayasasında da… Kuzey Kore’de bile Anayasanın 166’ncı maddesi ‘mahkemeler bağımsızdır’ der. Ancak uygulamada, yargıçların, devlet yönetimlerinden ve toplumsal baskıdan bağımsız karar alabilme garantisine sahip olduğu ülke sayısı çok azdır.
Birleşmiş Milletler’in Hindistan’ın Bangalore şehrindeki toplantısında kararlaştırıldığı için ‘Bangalore İlkeleri’ diye anılan yargı etiği ilkelerinin birincisinde yargıcın, yasama veya yürütme erki ile uygun olmayan ilişkilerden sadece uzak durması yetmez, yakın olduğu şeklinde bir izlenim bile vermemesi gerektiği vurgulanır. İşte bu temel hukuk kriteri gereği ABD’de yargıçlarla, görevleri ne olursa olsun politikacıları aynı karede görmek çok zordur.
“Ahmaklıkların en büyüğü…”
ABD’de Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında çeşitli politik konulardaki kutuplaşma oldukça yüksek düzeyde. Ancak her iki toplumsal kesimin de büyük çoğunluğu yargı bağımsızlığının hayati önemi konusunda görüş birliğine sahip. Cumhuriyetçi Partili hukukçu Bruce Fein ve Demokrat Partili hukukçu Burt Neuborne 2000 yılında beraber kaleme aldıkları, 
‘Yargıç Bağımsızlığı Hepimizi Neden İlgilendiriyor?’ 
başlıklı makalede şöyle yazdılar:
“ABD’deki yargısal bağımsızlığı, özgürlüğün, ülke huzurunun, hukuk devletinin ve demokratik ideallerin ana güç kaynağıdır. Cahil partizan yığınların yaygarasına kulak vererek Anayasanın bu paha biçilmez hazinesini kısa vadeli politik kazanımlar için çarçur etmek ahmaklıkların en büyüğü olur.”
Anayasaya yazmakla bırakılmayıp ‘gerçekte de uygulanan’ yargı bağımsızlığı bir toplum için hem en büyük talih hem de temel huzur kaynağıdır. Mülkün temeli budur. Aksi durum ise adeta bir lanettir.
ABD Yüksek Mahkemesinin gelmiş geçmiş en efsane başkanı olan yargıç John Marshall, 1829 yılında Virginia’da katıldığı bir toplantıda bunu şöyle dillendirecekti:
“Tanrının, azgın bir topluma vereceği en büyük ceza, yolsuz, cahil ve devleti yönetenlerinin emrinde bir yargıdır.”
AMERİKAN ANAYASASI NASIL YAPILDI?
CEMAL TUNÇDEMİR 
[AMERİKA BÜLTENİ, Türkçe Amerika Gazetesi]
Amerika’daki 13 koloninin, 4 Temmuz 1776’da İngilizlerden bağımsızlık ilan etmesinin üzerinden 7 yıl geçmişti. Henüz ABD kurulmamıştı. Gevşek bir bağla birbirlerine bağlı konfederal bir yapı vardı.   Kontinental ordunun başkomutanı general George Washington da herkesin dilindeki ‘askeri darbe’ söylentisini duymuş ve 15 Mart 1783 günü, New York Newburgh’da bulunan darbeci cuntanın karargahına şok bir ziyarette bulunmuştu.
Cuntanın başında Washington’un eskiden beri rakibi olmuş olan general Horatio Gates vardı. ABD ile İngiltere arasındaki savaş hali resmen devam ettiği için çoğu milislerden oluşan ordu dağıtılmıyordu. Askerler bağımsızlık ilanının üzerinden 7 yıl  geçmesine rağmen, Kontinental Kongrenin başarısız ve dağınık halinden şikayetçilerdi. Maaşları ödenmiyor, erzaksız zor kışlar geçiriyorlardı. Uğruna hayatlarını tehlikeye attıkları bağımsızlık bu muydu? Bu dağınıklık ve başıboşluğa son verecek tek bir yol vardı: Kongreyi ve gerekirse Washington’u devirip ülkede askeri bir rejim kurmak.
O soğuk Mart sabahı General Washington kendi askerlerinin karargahına habersiz davetsiz girerken, ülkesi tarihin kavşak noktasında duruyordu. Washington ya omuz omuza savaştığı silah arkadaşlarına sadık kalacaktı ya da çok inandığı cumhuriyet ve demokrasi rejimine. Odaya girdiğinde, subayların darbe toplantısı sürüyordu. Washington konuşmakta olan General Gates’in lafını kesti ve söz aldı. Subaylar bu müdaheleye sessiz kaldılar. Sonuçta Kontinental ordunun başkomutanı sıfatını taşıyordu.
Hitabetiyle meşhur Washington hayatında belki de ilk defa konuşmaya başlamakta zorlandı. Derken, tarihe Newburgh Konuşması olarak geçen ve insan soyunun yönetim anlayışında geldiği noktaya vurgu yapan konuşmasını yaptı. Subaylarına, tarihte hiçbir politik ve sivil sorunun askeri yöntemlerle ebeddiyen çözülemediğini anlattı, ‘’barışçı ve hukuka uygun her türlü davanızın yanındayım.’’ dedi ve kimsenin konuşmasına mahal vermeden onları kendi toplantılarıyla başbaşa bırakıp çıktı.
Konuşma karşısında, bazı subayların gözleri dolmuştu. Kontinental ordusu, işte o sabah maceraperest bir çapulcu takımı olmaktan çıkıp gerçek bir orduya dönüşmüştü. Washington o sabah askerleriyle beraber, ABD’yi bir diktatörlüğe kolayca dönüştürebilirdi. Askerler buna çok hazırdı ve yola çıktıklarında karşılarında duracak hiçbir güç de yoktu. Ancak Washington o dönüm noktasında tercihini tek adamlıktan yana değil, Cumhuriyet ve demokrasiden yana kullanmıştı.
Aynı yılın Kasım ayında İngiliz Krallığı ile ABD arasında Paris Antlaşması imzalandı ve ABD bağımsızlık savaşı resmen sona erdi. George Washington, Paris antlaşmasından 1 ay, askeri darbeyi engelledikten 8 ay sonra Aralık 1783’te, başkomutanlıktan istifa etti. Ülkesine 8.5 yıl hizmet, ordusuna komutanlık yapmıştı. Mount Vernon’daki evine gitti. Karısı Martha kapıda kendisini bekliyordu. Yeniden savaştan önceki işine çiftçiliğe döndü. Toprakla dolu münzevi bir hayatın içine kendini attı. Lafayette’e yazdığı mektupta şöyle söylüyordu:
Potomac Nehrinin kıyısında, kamusal hayatın bütün meşguliyetinden uzakta kendi incir ağacımın altında gölgelenen sıradan bir vatandaşım… Sadece kamu görevlerimden değil, kendimden de emekli oldum. Kalbimin tatmini yolunda sakince dolaşıyorum.
13 koloniden oluşan Amerikan halkı, yeni devlete iktidar olanakları vermekten çekiniyordu. İngilizlerden ve bir ‘kral’dan yeni kurtulmuşlardı. Zayıf ve gevşek bir devlet yönetimi istiyorlardı. Üstelik bu 13 koloninin her biri kendini bağımsız bir devlet olarak görüyordu. Hiçbirinin bir diğerine güveni yoktu.
Peki ne oldu, nasıl oldu da birbirinden pek de hazzetmeyen bu 13 koloni, savaş, askeri güç veya ekonomik kriz gibi hiçbir mücbir sebep olmadan gönüllüce bir araya gelip ortak bir devlet düzeninde anlaşabildiler?
George Washington’un istifasından sonra Amerikan devleti, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmesi gereken 3 zorlu yıl daha yaşadı. Ta ki 11 eylül 1786 yılında toplanan Annapolis Kongresine kadar. 13 eyaletten sadece 5’i temsilci gönderdi. Çok fazla bir karar alınamadı ancak çok çok önemli bir sonuç doğurdu. Kurultayın iki yıldızı Alexander Hamilton ve James Madison’un, ülkenin devlet sistemini ve kurumların yerini açıkça belirtecek bir anayasaya ihtiyacı olduğunda ısrarıyla bir anayasa kongresi toplantısı düzenlenmesi ve kolonilere davet çıkarılması kabul edildi. Bu karar yaklaşık 3 ay sonra sonuç verdi ve Kontinental Kongre, 21 Şubat 1787 günü, Mayıs ayında Philadelphia’da, yani 10 sene önce İngiltere’den bağımsızlık ilan ettikleri Kongre salonunda bir Anayasa Kongresi toplamayı kabul etti.
Ömrünün son demlerini Mount Vernon’daki münzevi hayatında geçireceğini sanan George Washington, bir kez daha ülkesinin çağrısının baskısı altındaydı. Israrları kırmayarak 28 Mart günü Kongre’ye katılmayı kabul etti.
Philadelphia’da anayasa baharı

Kongrenin toplanmasında en önemli rollerden birini oynayan henüz 35 yaşındaki James Madison, 3 Mayıs günü Kongre için Philadelphia’ya gelen ilk delege oldu. O geldiğinde bir tek zaten şehirde çalışan Pennsylvania delegeleri vardı. Madison’un en büyük korkusu, Anayasa Kongresi’nin resmi çalışmasını başlatacağı gün olarak ilan edilen 14 Mayıs günü gerçek oldu. Bir avuç delege hazırdı. Bu da toplantıya başlamaya yetmiyordu.
Ancak delegeler gelmeye başladı. Ve her biri kendi başına bir devlet gibi olan 13 koloninin 55 temsilcisinden oluşan Phildelphia Anayasa Kongresi, 25 Mayıs 1787 günü sessiz bir şekilde açılış oturumunu yaparak çalışmaya başladı.
Kurucu babalardan bir tek Paris’te olan Thomas Jefferson katılmamıştı. İşte bu 55 adam, sadece pazar günleri hariç, aylarca, günde bazen 15 saat süren toplantılarla bir imkansızı başardılar. 13 ayrı koloniden bir devlet çıkardılar. Yürütme, yasama ve yargı organı, erkler ayrılığı, kontrol ve denge sistemi özgün hatlarla belirlenen kurumlar hiyerarşisi tesis ettiler. Aralarından bunun için uğraşanlar oldu ama köleliliği yasaklayamamak gibi zaafları da oldu bu yeni devletin. Çıkarları farklı, hedefleri farklı, devlet anlayışları farklı bu delegeler, toplantılara başladıktan 3 ay 23 gün sonra 17 Eylül 1787 günü, Amerikan Anayasası üzerinde anlaştılar. Washington bir kez daha görevini yapmış olmanın gururuyla Mount Vernon’daki evine çekildi.
Amerikan Anayasasının kabulünden 1,5 yıl sonra 14 Nisan 1789 günü, yeni Federal Kongrenin genel sekreteri Charles Thomson, Washington’un Mount Vernon’daki evinin kapısını çaldı ve ona, 69 seçici delegenin her birinin oyunu alarak Amerika Birleşik Devletlerinin ilk başkanı seçildiğini tebliğ etti. Washington, yemin töreni için ABD’nin geçici ve aynı zamanda ilk başkenti olan New York’a davet edildi.
Ülkenin kurucu başkanı Washington, 8 yıllık başkanlığının ardından emekli oldu ve yeniden Mount Vernon’a döndü. İki yıl, yeniden normal vatandaş olarak yaşadı. Anayasa Kongresinden önce inzivada olduğu yıllarda, en büyük arzusunun 19’ncu yüzyılı görmek olduğunu söylemişti. Ancak 1799 yılının 14 Aralık günü, yani 19’ncu yüzyıla sadece 17 gün kala yaşamını kaybetti.
Amerikan Anayasası bir ‘mucize’ mi?
ABD Anayasasının yapılışı hakkında uzun yıllar en fazla referans gösterilen kitaplardan biri, Catherine Bowen’in 1966 tarihli ‘Miracle at Philadelphia (Philadelphia’da Mucize)’ kitabıdır. Adından da tahmin edebileceğiniz gibi, bu kadar bir birine zıt, bölük pörçük kolonilerin bir araya gelip tarihin en görkemli politik metinlerinden birini ortaya çıkarabilmeleri ve devlet sisteminin yapısı üzerinde uzlaşabilmelerini adeta bir mucize olarak nitelendirmekte. Aslında, Anayasa Kongresine giden süreçte bir sonuç alınabileceğinden şüpheli olan Washington da, Philadelphia Kongresi’nden sonra Lafayette’e yazdığı mektupta, ulaşılan neticeyi bir ‘mucize‘ olarak nitelendirmişti. Bowen kitabında, ‘’Mucizeler durup dururken olmaz. Her mucizenin uzun acılar içinde yapılmış duaları vardır.‘’ diye yazıyor.
Oysa Philadelphia Anayasa Kongresinin Pennsylvania devleti delegasyonundan Gouverneur Morris, Anayasa kabul edildikten sonra, ‘’Bazıları buna gökten inmiş muamelesi yapıyor.  Oysa ki bu metin 55 sade ve samimi adamın gayretlerinin ve samimiyetlerinin ürünüdür’’ diye konuşacaktı. Açıkçası bu çok daha sağlıklı bir bakış açısı. Bu 55 adamın her biri ötekinden farklıydı. Dahası her biri 13 ayrı devleti temsil ediyordu. Farklı sosyal, etnik, kısmen dini, sınıfsal arka planlara sahiptiler. Bir kısmı diğerinden pek de hazzetmiyordu. Örneğin, John Adams ve Alexander Hamilton, her ikisi de federalist olmasına rağmen birbirlerinden ölesiye nefret ediyorlardı. Ben Franklin, kölelik karşıtı söylemleri nedeniyle birçok kurucu babanın eleştirilerini çekiyordu. Thomas Jefferson, görüş ayrılıkları nedeniyle George Washington ile tüm iletişimini ölünceye kadar, Adams ile 15 yıl boyunca kesecekti. James Madison ve Hamilton devletin şekli konusunda ciddi görüş ayrılıklarına düşmüştü.
Ama hepsinin çok önemli bir ortak noktaları vardı: samimiyet. Toplumsal bir uzlaşma aramakta samimiydiler. Bir uzlaşmayı, laf olsun diye değil, gerçekten istiyorlardı. Kendileri de dahil kimsenin babasının malı gibi olmayacak, denetime açık, istismara mümkün olduğunca kapalı bir devlet istemekte samimiydiler. Hiçbirinin, kurnazlıklarla iktidar ve gücü kendi uhdesine geçirme art niyeti yoktu. İşte bu samimiyetin sonucunda ortaya çıkan Anayasanın başlangıç bölümü de şu muhteşem cümle oldu:
‘’Biz Birleşik Devletler Halkı olarak, kendimiz ve gelecek kuşaklar için daha mükemmel bir birlik oluşturmak, adaleti sağlamak, vatanımızda huzuru korumak, halkımızı savunmak, toplum refahını artırmak ve özgürlük nimetini güvence altına almak için, bu anayasayı tesis ediyor ve kabul ediyoruz’’
Tarihçi Richard Beeman da bu anayasanın yapılış hikayesini, ‘’The Plain Honest Men’’ adlı nefis kitabında, 1787 yazının Philadelphia’sına götürüyor bizi. Sadece Pennsylvania eyalet kongresinin salonundaki hararetli tartışmalara değil… 25 Mayıs’tan 17 Eylül gününe kadar 3 ay 23 gün boyunca akşamları gitikleri restoranlara, tavernalarda dönen kulislere, evlerdeki toplantılara, ağrıyan dişlere, yaşaran gözlere, öksürük nöbetlerine…
Bununla şu çok önemli noktayı göstermeye çalışıyor Beeman;
‘’Bu adamlar, yani Kurucu Babalarımız, elbetteki seçkin iyi yetişmiş insanlardı ama bazılarının da görmek istediği gibi yarı tanrı filan da değillerdi. Fanilerden oluşan bir heyetti bu. Amerikan Anayasasını bizim gibi faniler yaptı…’’
Herkesin haklarını ve özgürlüklerini, herkesin huzurunu, güvenliğini garanti altına alan gerçek bir anayasa için, yarı tanrı gibi davranan devlet liderlerinin varlığına, olağanüstü güçleri olan süper kahramanlara değil, samimiyete ihtiyaç vardır. Kimsenin bu anayasayı, kendi kişisel politik kariyerinin veya kabilesinin veya partisinin iktidarını tahkim etmek için bir truva atı olarak kullanmak gibi ucuz, pespaye kurnazlıklar peşinde olmadığı bir samimiyete…
Gerisi birkaç aylık iş…
BAŞKANLIK SİSTEMİ NASIL DOĞDU?
CEMAL TUNÇDEMİR [AMERİKA BÜLTENİ, Türkçe Amerika Gazetesi]
Hangi yazarımızdan okudum hatırlamıyorum ama 1990’lı yıllarda bir Amerikalı ile atışmasını anlatmıştı. Amerikalıya, ‘’biz Türklerin devleti kaç bin yıllık tarihe sahip, sizinki hepi topu 200 yıllık bir devlet’’ diye övünmeye kalkınca, Amerikalı şu düşündürücü soruyu sormuş; ‘’Bizim Anayasamız 200 küsur yaşında. Sizinki kaç yaşında?’’
Dünyada halen yürürlükteki yazılı anayasaların en eskisi olan ABD Anayasası, yeni devletin çerçevesini belirledikleri için ‘framers’ diye anılan 55 delegenin, Philadelphia’da 25 Mayıs 1787 gününden 17 Eylül 1787 gününe kadar 3 ay 23 gün süren toplantısı sonrası ortaya çıktı.
Amerikan Anayasası toplam 7 ana maddesi ve sonraki birkaç yılda eklenen 27 değişik maddesi (amendments) ile dünyanın en kısa anayasası aynı zamanda. 7 maddenin ilk üç maddesi, kuvvetler ayrılığı doktrinini kesin ve net hatlarla garanti altına alıyor. Anayasa yapıcıların, Philadelphia Anayasa Kongresi’nde en fazla tartıştığı konulardan biri de, ‘yürütme erkinin’ tepesinde yer alacak makamın, ismi ve yetkileriydi.
Çünkü farklı arka planlardan gelen bu 55 adamın da en ortak korkusu yeni bir ‘monarşi’ye zemin hazırlamaktı. Hepsi, İngiliz Kralı 3. George’tan da onun keyfi icraatlar yapan valilerinden de çok çekmişlerdi. Bu nedenle de devletin 3 erkini düzenlerken devletin merkezine, yürütme organını değil, yasama organını yerleştirdiler.  ‘Kongre’yi, yürütmenin başı olacak makama öncelediler. Amerikan Anayasası’nın birinci maddesinin yasamayı ve ikinci maddesinin yürütmeyi düzenlemesinin nedeni budur.
Connecticut delegelerinden Roger Sherman, yürütmenin başını oluşturacak makamın tek bir kişiye emanet edilmemesi gerektiğini savunanlardandı. ‘Kaç kişiyi bu göreve atayacağına Kongre karar versin’ teklifinde bulundu. New Jersey delegesi William Paterson da ‘yönetici’nin bir kaç kişiden oluşması gerektiğini savunuyordu. Virginia delegesi Edmund Randolph, yürütmenin başının tek kişiden oluşmasının kaçınılmaz şekilde monarşiye yol açacağını söyleyerek, farklı kolonilerden seçilecek 3 kişilik konsey önerdi. North Carolina delegesi Hugh Williamson da yürütmenin başının tek kişide toplanması halinde ‘seçilmiş kral’ gibi olacağını veya en azından kendini böyle hissetmemesinin mümkün olmadığını dile getirecek ve şöyle konuşacaktı:
‘’Bir kere seçildikten sonra kendisini ömür boyu devlet başında tutmanın yolunu araştırmaktan ve bunu sağladıktan sonra da halefinin, oğlu olmasını garantiye almaya çalışmaktan geri durmayacaktır.”
13 koloniden seçilen birer üyeden müteşekkil bir konseyin devleti yönetmesini de tartıştılar. Ancak Anayasa Kongresi’nin en aktif üyelerinden James Madison ve arkadaşları, yürütmenin başında bir komitenin olmasının işlevsiz olacağını, başarısızlıkta sorumluluğu kimsenin üstlenmeyeceği, komite üyelerinin farklı çıkarlar için mücadelesinin, yürütmenin başının her hangi bir icrai karar almasını engelleyeceği vb gerekçelerle, yürütmenin başında ‘tek bir kişi’ olması fikrini kabul ettirmeyi başardılar. Bunu oradaki 55 kişiye kabul ettirebilmelerinde hiç şüphesiz en etkili neden, kendisi de Anayasa Kongresi’ne Virginia delegesi olarak katılan George Washington’du. Çünkü eğer yürütmenin başı tek kişiden oluşacak olursa herkesin aklındaki tek isim oydu ve herkesin Washington’un o makama tiranlıktan uzak bir şekil vereceğine güveni tamdı.
Anayasa yapıcıların, başkanın en az 35 yaşında olması gerek şartını getirmelerinin nedeni de ‘hanedanlık’ oluşmasını engellemekti. O günün ortalama yaşam süresinde, çok az kişi oğlunun 35 yaşına geldiğini görecek kadar yaşıyordu. Yani devletin başına seçilecek kişi, bu anayasal engel nedeniyle yerine oğlunu getiremeyecekti.
Yürütmenin başında yer alacak tek kişinin nasıl seçileceği de uzun uzun tartışıldı. ”Halkın eğitimsiz olduğunu ve kolayca manipüle edilebileceğini” savunan delegeler Kongre’nin başkanı belirlemesi gerektiğini savunuyordu. Devletin başının doğrudan halk oyu ile belirlenmesi gerektiğini savunanlar da vardı. Bir ‘çoğunluk diktatörlüğü’ oluşması endişesi de tartışmalarda önemli yer tuttu. Çoğunluğun her zaman, evrensel hukuktan, herkesin hakkının gözetilmesinden veya farklı inançlardan olanların korunmasından yana olmayabileceği görüşü ağırlıktaydı. Sonuçta orta yol benimsendi ve ABD başkanının bugün artık sembolik hale gelen iki dereceli seçim yöntemi benimsendi. Yani, halk, tek görevi ABD başkanını seçmek olan meclisin (electoral college) üyelerini seçecek ve bu meclis de toplanıp ABD başkanını seçtikten sonra dağılacaktı.
Yürütmenin başı olacak kişinin ünvanı da günlerce tartışıldı. New York delegesi Alexander Hamilton, ‘’Governour of the United States’’ ünvanını önerdi. South Carolina delegesi John Rutledge, ‘His Excellency (Majesteleri)’ ünvanını önerdi. Ancak krallığı hatırlatan bu ünvanlar itibar görmedi.
‘President’ kelimesinin kökeni
Sonunda, 18’nci yüzyıl Amerikasında yaygın şekilde kullanılan ‘president’ kelimesinde karar kılındı. President sözcüğünün temeli olan Latince ‘praesidere’ kelimesi, ‘pre(ön) ve sedere (oturma) köklerinden geliyor. Ancak ‘önde oturan’ anlamına gelen 18’nci yüzyılın dünyasına göre mütevazı bu ünvan herkesi memnun etmedi. Anayasa Kongresi sırasında yurt dışı görevinde olduğu için bulunmayan John Adams, 1789’da yeni teşekkül eden Kongre’ye, ‘’kriket kulüplerinin, itfaiye kurumlarının bile bir ‘president’i var’’ diye yakınarak, devletin başındaki insana, ‘’devletin haşmetine yakışacak onurlu bir ünvan verilmesi gerektiği’’ önerisini getirecekti. James Madison yine sahneye çıkacak ve ‘’yönetici makamı ne kadar fazla mütevazı ne kadar daha fazla cumhuriyetçi olursa ulusal saygınlığımız o kadar büyük olur’’ diye karşı çıkacaktı bu öneriye. Thomas Jefferson’a yakın Senatör William Maclay ise Adams’ın devlet başkanına yüklediği anlamı, ‘putperestçe ve aptalca’ olarak nitelendirecekti. Adams’ın önerisi kimseden kabul görmedi. Adams, Washington’dan sonra, ‘haşmetmeab’ olmak yerine ABD’nin ikinci ‘president’i olabildi ancak.
Philadelphia Anayasa Kongresi’nden bir buçuk yıl sonra 14 Nisan 1789 günü, yeni Federal Kongre’nin genel sekreteri Charles Thomson, Washington’un Mount Vernon’daki evinin kapısını çaldı ve ona, 69 seçici delegenin her birinin oyunu alarak Amerika Birleşik Devletlerinin ilk başkanı seçildiğini tebliğ etti. Washington, yemin töreni için ABD’nin geçici ve aynı zamanda ilk başkenti olan New York’a davet edildi.
Washington, 8 yıllık başkanlığının ardından yeniden Mount Vernon’daki evine döndü ve iki yıl sıradan vatandaş olarak yaşadı. Kişisel tek hırsı, 19’ncu yüzyılı görmek içindi. Ancak 1799 yılının 14 Aralık günü, yeni yüzyıla sadece 17 gün kala hayatını kaybetti.
ABD başkanının gücü
ABD başkanının yetkilerinin sınırı, George Washington’dan Obama’ya kadar tartışılan bir konu olageldi. Bununla beraber kuvvetler ayrılığı veya ‘check and balance (denge ve kontrol)’ prensibi 200 küsur yıl sonra hala uygulanmakta. Başkan halkın iradesiyle belirleniyor ama Kongre de öyle… Senato ve Temsilciler Meclisi üyelerini de halk seçiyor. Sisteme rota çizen Yüksek Mahkeme’nin üyeleri ise başkanın aday göstermesi ve Senato’nun onay vermesiyle belirleniyor. Kendi istekleriyle emekli olmazlarsa ‘ömür boyu’ için seçildiklerinden, Kongre’nin de Başkan’ın da etkisinden bağımsız karar alıyorlar. Yani ABD Başkanı’nın karşısında her şeyden önce Kongre ve Yüksek Mahkeme gibi iki önemli kontrol mekanizması var. İfade özgürlüğünün anayasal teminatıyla(First Amendment), medyasının ve üniversitelerinin dünyanın geri kalanına göre görece özgürlüğü de ayrı bir denetim mekanizması getiriyor… ABD Başkanının istediğini yapabilecek gücü yok.
İkinci Dünya Savaşı’nın kudretli orgenerali Dwight Eisenhower halefi olarak ABD Başkanı seçildiğinde Harry Truman’ın, ‘Zavallı Ike, Oval Ofis’e oturacak ve ordudaki alışkanlığıyla emirler yağdıracak ama emirlerinin hiçbiri yerine gelmeyecek. Ordudaki gücünü özleyecek’ diye takılması bundandı. ‘Başkanken bütün yaptığım, etrafımdaki insanlara, ben söylemesem bile kanunen yapmak zorunda oldukları şeyleri yapmalarını söylemekten ibaretti’ diye yakınacaktı Truman. Bill Clinton da bir keresinde, ‘’başkan olmak mezarlık bekçiliği gibi. Altınızda epey adam var ama kimse sizi dinlemiyor’’ şeklinde bir şakayla yakınacaktı.
Elbette ki ABD Başkanlığı Truman’ın veya Clinton’ın karikatürize ettiği kadar sembolik bir makam değil. Güçlü başkanlar veya kriz zamanlarında bu makamın gücünü Anayasal sınırları zorlayacak derecede artırdığı da vaki. Ancak, bugün, dünyanın en güçlü devletini yöneten ‘Başkan’ Obama’nın kendi devleti üzerindeki otoritesi, parlamenter sistemle yönetildiğini düşündüğümüz Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanının devlet üzerindeki otoritesinin yanına bile yaklaşamaz.
Obama’nın 6 yıldır süren başkanlığının en önemli yasal düzenlemesi olan sağlık sigortası reformunu (Obamacare), ABD Kongresi’nden geçirmesi 1,5 yılını aldı. O da Kongre’deki muhalefet ile uzlaşma antlaşmalarına uygun olarak reformun ilk halinden büyük tavizler vererek… Diğer önemli seçim vaadi olan göçmenlik reformu ise ilk denemesinde başarısız oldu. İkinci girişimi ise yıllardır Kongre’den kabul görebilmiş değil. Anayasa gereği, Obama’nın Büyükelçiliklerden bakanlıklara, federal kurumların yöneticilerinden federal yargıçlara kadar aday gösterdiği her isim ancak 100 sandalyeli Senato’dan onay alırsa ‘atanmış’ sayılıyor. Senato onaylamazsa, Başkanın atadığı kişi görevine başlayamıyor.
Obama, Kongre, bütçeyi onaylamakta direndiği için 2013 yılında devletin kapısına kepenk vurmak zorunda kaldığında, ‘’ABD Başkanının Kongre’ye doğru olanı yaptırma gücü yok. Amerikan halkının var’’ diye çaresizliğini itiraf edecekti. Kongre üyeleri ise milletvekili seçilmelerinde, ne ABD başkanına ne de Parti yönetimlerine muhtaç olmadıklarından ikisinden de özgür tavırlar alabiliyor. Örneğin Obama’nın desteklediği bir yasal düzenlemeye karşı Kongre’de mücadele edenler arasında kendi partisinden milletvekili veya Senatörler de olabiliyor.
Anayasa Kongresi çalışmalarını bitirdiği gün Benjamin Franklin, Philadelphia Kongre Binasından çıkarken Elizabeth Powel adlı kadın yolunu keser. Konuşmaya tanık olan Maryland delegesi James McHenry’nin aktardığına göre kadın sorar:
”Doktor Franklin, bu kongreden sonra neyimiz var artık, monarşi mi Cumhuriyet mi?’‘
”Cumhuriyet” der Benjamin Franklin ve ekler, ”Tabii eğer sahip çıkabilirseniz”
***
BAŞKAN OLMAK YA DA OLMAMAK!… NEDİR BU MESELE?
CEMAL TUNÇDEMİR 
[AMERİKA BÜLTENİ, Türkçe Amerika Gazetesi]
“Maaşı güzel, üstelik işe yürüyerek gidebiliyorum” Eski başkanlardan John F. Kennedy işini bu şakayla tarif edermiş soranlara. Kennedy açık sözlü bir başkandı. Yalan konuşamıyordu. George W Bushdoğruyu konuşamıyordu. Obama ise, öyle görünüyor ki bu ikisi arasındaki farkı konuşamıyor. Kennedy, “Başkanlığa seçildikten sonra bizi en fazla şok eden, herşeyin, seçim kampanyası boyunca iddia ettiğimiz derecede kötü olduğunu görmemiz oldu” demişti. Aslında bu söz Obama’nın yaşadıklarını anlatmaya yeter. Öyle bir ekonomi devraldı ki 60 günde saçları ağardı.
1950’lerin müzmin kaybedeni Adlai Stevenson (-ki ayrı bir yazıyla size anlatmayı düşüneceğim kadar ilginç bulduğum bir politikacıdır-), “Bu ülkede, her çocuk başkan olabilir. Ve onların hayat boyunca karşılaşabilecekleri risklerden biridir bu” demiş. Demiş ama tam 4 kez de başkanlık için adaylık mücadelesi vermiş. Stevenson’un başaramadığını başaranHarry Truman belki de bu insani çelişkiye ironi olsun diye, “Yaptığım işi yapanların hiçbiri eğer mizah duyguları gelişkin olmasaydı bu işi yapamazdı” diye anlatır başkanlığı. Sahte gülücüklerden, bitmez tükenmez merasimlerden, hiç tanımadığı insanlara durmadan övgüler dizmekten, hiç tanımadığı insanlar tarafından durmadan övgüler dizilmekten yakındığı onlarca konuşması var Truman’ın. Baba Bush da başkanlıktan ayrıldığının ertesinde gazetecilere, sahte sevgiyle çevrili başkanlığı şöyle anlatmıştı: “Golf oynarken yenilmeye başlayınca anladım başkanlığın bittiğini“.
Politika bu, alışsan bırakamazsın, sen bıraksan o seni bırakmaz. Cumhuriyetçi Senatör George Allen, “Dünyada hiçbir iş Washington’da geçiçi bir iş sahibi olmak kadar kalıcı değil” dermiş. Yaşayan başkanlar da anayasal engelleri, eşleriyle, oğullarıyla ve yakın gelecekte muhtemelen kızlarıyla aşıp yine de ‘Pennsylvania Caddesi‘ndeki manzaralı eve dönmenin yollarını arıyor.
Başkanlardan bahsetmemin sebebi, haberiniz vardır, bir başkanlık seçimi daha yaşıyor olmamız. ABD 18’nci yüzyılda kurulmasına rağmen, 20’nci yüzyıl başına kadar hiçbir başkanı ülke sınırları dışına adım atmamış. 1901 yılında başkanlığa seçilen Theodore Roosevelt, ABD dışına çıkan ilk başkan ama o da Panama’ya gidiyor. Teddy Roosevelt aslında meraklı avcı ruhlu bir başkan. ABD içinde de çok dolaşıyor. Avcılığı seviyor. Tabiatı seviyor. New York Doğal Tarih Müzesi ile platonik ilişkisi de bu sebepten. İlk otomobil süren başkan aynı zamanda. İlk uçağa binen de o…
1’nci Dünya savaşı yıllarındaki başkan Woodrow Wilson, Atlas Okyanusunu geçen ilk ABD başkanı. Okuyan yazan kafa yoran bir başkan. Uzun süre birinci dünya savaşına girmemek için direnmiş, sonra girmesi gerektiğini düşündüğünde ise, bir entelektüele yakışır şekilde “estetik” bir gerekçe bulmuş; “Bütün savaşları bitirecek savaş” demiş. Tarih derslerinde öğretilen Wilson Prensiplerinin sahibi olması boşuna değil. Zaten görevi sırasında doktora derecesi sahibi olan ilk başkan.
Hepsi Wilson gibi değil, okuma yazmayla arası iyi olmayan ABD başkanı da olmuş. Aklınıza hemen o geldi ama değil, bir başkasından söz edecem. Abraham Lincoln, öldürüldüğünde ABD başkan yardımcısı olan Andrew Johnson kendini br anda başkan olarak bulur. Politikaya girmeden önce terzilik yapan Johnson, Beyaz Saray’da karısından okuma yazma ve aritmetik öğrenmiş. Azledilen ilk başkan da o. İcraatları sebebiyle ABD Başkanlık tarihçilerine göre gelmiş geçmiş en kötü Amerikan başkanı. ‘Eğitim şart’ diye söyleneceksiniz şimdi. Tam öyle değil. Johnson’ı “en kötü başkanlık” klasmanında en fazla zorlayan başkanlardan birinin “hem Harvard Üniversitesi hem de Yale Üniversitesi mezunu tek başkan” olması(evet bildiniz, W Bush), mevzunun diploma olmadığını gösteriyor. 18’nci yüzyılda doğan Thomas Jefferson 6 dil konşuyordu. 21’nci yüzyıla ve ‘küreselleşmeye’ girerken başkan olan Corci tek dili bile iyi konuşamıyordu. Mesele eğitim değil. İnsan isteyecek. Misal, üniversite mezunu olmayan 9 başkanı daha var bu ülkenin ki biri Abraham Lincoln.
Bugüne kadar gelen 43 başkanın tamamı, 7 etnik kökenden, İngiliz, Hollandalı, Alman, İrlandalı, Galli, İskoç ve İsveç kökenli. Obama, ilk ‘ortaya karışık’ olanı. Çekik gözlü Endonezyalı kız kardeşi de var, simsiyah Afrikalı akrabaları da. İrlandalı akrabaları da var Kızılderili akrabaları da… Zengin kudretli politikacı hiçbir akrabası yok. Fakir bir halk çocuğu olarak başkan olabilmesi, gerçekten insanlığın geldiği seviyeyi göstermesi açısından muazzam. Obama’nın, ülkeyi ele alış koşulları olarak en çok benzetildiği Franklin Delanor Roosevelt namı diğer “eF Di aR“, Obama’nın aksine kendinden önce gelen tam 11 başkanla kan bağına sahipmiş. ABD’nin 12 yıl başkanlık yapan tek başkanı olan FDR, aynı zamanda televizyona çıkan ilk ABD başkanıydı da… Beyaz Saray’da kitaplardan daha enteresan şeyler keşfeden Bill Clinton ise televizyonda yüzü kızaran ilk başkan oldu…
Ronald Reagan Hollywood’tan Beyaz Saray’a gelen ilk başkandı. Obama, jimnastiği bırakmazsa Beyaz Saray’dan Hollywood’a giden ilk başkan olacak. Başkan Yardımcısı ne yapar konuşmuştuk. Peki Başkan ne yapar? Cevabını, en orijinal başkanlardan biri olan Harry Truman veriyor:
"Başkan; Bütün yaptığı, insanlara, zaten yapmaları gereken işi öperek, överek ya da söverek yaptırmak olan bir halkla ilişkiler görevlisidir"
*** Cemal Tunçdemir‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz.

4 Şubat 2017 Cumartesi

"MÜZAKERE SONRASI KIBRIS", 18. Dönem Sakarya Milletvekili: Yalçın KOÇAK

MÜZAKERE SONRASI KIBRIS
Yalçın KOÇAK
Kısa bir hatırlatma;  Kıbrıs’ta tüm şer güçler Derviş Eroğlu seçilmesin diye uğraştı ve kim olursa olsun Eroğlu olmasın blok’u bu AKINCI denilen zatı seçti, ikinci turda bunda ittifak ettiler.
Bu eskinin Talat döneminin devamı gibidir ama “gelen gideni aratır” sözü de çok doğru bir laftır. Tezahür etmiştir. Kıbrıs’ta şimdi rey verenlerde dâhil destekte bulunanlar bu garabetten nasıl sarfı nazar edecekler, nasıl kurtulacaklar arayış içindedirler.
Çözümü illa ki vardır, tabi hukuk içerisinde kalmak kaydıyla ilgililer bir çözüm bulacaktır. Biz yinede aklımıza geleni paylaşalım. Dünya da ki Anayasa yapıcıları Anayasalara da yazmasalar da seçilmiş Başkan’ın nasıl değişeceği, geri çağırılacağı veya Emredici Vekâlete muhalefetten sebep nasıl azil edileceği konularında çalışmışlar çeşitli müktezalar (hukuki fikirler) üretmişlerdir. Birisinden bir yerden başlamak lazımdır. Bu işin AKINCI ile gitmeyeceği veya bizim istediğimiz yere yanaşmayacağı çok açıktır.
Kıbrıslı insanlarımıza Batı Trakya turları organize edelim; Hem de AB’nin gözü önünde Yunan’ın insafına bıraktığımız Batı Trakya Türklüğünün halini pür melalini bir gösterelim;

* Türk okullarının fiziki bakımsızlıkları,
* Öğretmenlerin yetersizlikleri,
* Okullarda ki müfredata ve Türk dili saatine müdahale,
* Türkçeyi hileli engelleme teşebbüsleri,
* Ekonomik izolasyon,
* Medeni bir şekle sokulmuş tehcir politikası,
* Vakıf mallarını (Arşivleri karartarak) gasp etmek,
* Yüksek emlak vergileri tahakkuk ettirerek Türk malları üzerine icrai tedbirlerle çökmek,
* Müftülük seçimlerine mani olmak,
* Müftüler meclisini oluşturmamak,
* Batı Trakya Türklüğünün hukuki özerkliğini tanımamak,
* Dini yapılarımızı Taverna, Meyhane gibi saygısızca kullanmak,
* Cami ve Medreselerimize bir çivi dahi çaktırmamak,
* Dernek tabelalarında Türk ismini kullandırmamak,
* Bölgede devamlı göç sebepleri çıkartmak,

Üyesi olduğu AB'ye göz göre göre yalan beyanda bulunup bizde Türkler değil, Müslümanlar yaşamaktadır, dilleri de Müslümancadır diyebilmektedir, arsız palikarya.
Neydi eskiden Kıbrıs ve Batı Trakya meselelerimiz birlikte düşünülürdü, aynı dergilerde birlikte okunurdu, birlikte tasarlanır, uygulanırdı.
Bu işlerin eski adamlarının seslerine kulak verelim Batı Trakya'dan Ahmet Aydınlı’yı dinleyelim, Yeşil Ada dergisinde haykıran Nevzat Karagil rahmetlilerin çizdiği yoldan gidelim. Bu güne değin bir arpa boyu yol alınmadıysa bu millet midir suçlusu, yoksa sorumlu diplomat, general okumuş rütbeli, cüpbeli allâmelermidir, işleri profesyonel dernekçilik olanlarmıdır, buyrun konuşalım?
Sayın Cumhurbaşkanımız artık savunma pozisyonundan çıkıyoruz derken ne demek istemiştir. Bu güne kadar bu bölgesel politikaların bu çıkmazlarda tıkanmasına sebep olan kişilerin erdem gösterip bu konumlarını boşaltmaları gerekmektedir. Kimlerin mesela Haymatloz geldiği bu ülkede han, hamam, apartman sahibi olmak için bölge siyasetini istismar eden dernekçi, siyasetçi, vakıfçı ve particilerin. Şimdilik sıfatlarıyla yetinelim, anlamazlarsa adlarını da yazarız. Yeter beyler Batı Trakyadan da Kıbrıstan da paradan başka bir şey düşünmeyen beyinlerinizin kumanda ettiği ellerinizi çekin...
Yunan ve Rum arsızdır (greek)’tir, hırsızdır, hep çalar, önce Teselya’yı (Bizim SILA'mızı) çaldılar, sonra Ege Makedonyasını, sonra Batı Trakya’yı ve en sonra Ege adalarını tek mermi atmadan bin bir entrika ile çaldılar, Kıbrıs’ta bir çöp dahi vermeyiz bu palikaryaya, o da durmaz mart kedisi gibi soysuzun hedefi bilinsin ki İstanbul’dur.
Bize düşen bu tavizler manzumesini, bu makarayı geri sarmak diplomasinin ve Kifayetsiz beyinlerin bıraktığı mecraları ele geçirmek, Anladıkları dilden konuşmazsak Genel Kurmay Başkanınızı tamamen bizim olan Kardak kayalıklarına çıkarmazlar. Bu komutanın bir cengaver pilotu yokmuydu dümeni kilitlenmiş uçağını kazara teröristlerin barındırıldığı ama Yunanın hep red ettiği Lavrion kampına düşürtemedi? Sizleri de Snu Tzu çarpacak beceriksiz beslemeler! Omuz haraketleri anlıktır, zamanlamasını kaçırdıktan sonra bir anlam ifade etmez. Saratoga, Muavanet meselesini ders olarak okumuyormusunuz yoksa?
Unutmayınız ki; tarih bir kez daha Akdeniz de çıkan doğal gazın Avrupa'ya nakli için Batı Trakya'dan geçme coğrafik mecburculuğu ile iki önemli meselemizin aynı platformlarda çözülmesini emretmektedir. Ben Pelask'ım MÖ 3 binde Sıla dediğim yere gelmişim, Greek 2 binde Moraya gelmiş. geldiği yer Mısır ve deniz, onu geldiği yere kadar kovalamaz bu politikaları işlemezsek biz SAKA'lara yazıklar olsun.
Biz unutsak da tarih unutturmuyor. Coğrafyamız, Kaderimizdir. 
Te Sıla bre, Teselya bekle er yada geç ama illaki geleceğiz...