21 Ağustos 2017 Pazartesi

ALMAN AKLI (1-5 Tamamı) "Ömer ÖZKAYA" GÜNEŞ GAZETESİ YAZARI

ALMAN AKLI (1) 
Ömer ÖZKAYA (omerozkaya@gunes.com)
GÜNEŞ GAZETESİ YAZARI
Rus, İngiliz, Çin ve Türk aklıyla kıyaslanırsa Alman Aklı, uzak bir geçmişe sahip değildir, en fazla 1.700 yıllıktır. Özellikle ekonomiyi iyi bilir, askeri konulara aklı ermez. Bu sebeple iyi bir silah arkadaşı olamaz, olmamıştır. 
İntikam hırsı, Alman Aklı’nın en temel dinamosudur. En çoktan en aza doğru intikam almak istediği 5 ülke; İngiltere, İngiltere’nin yerini alan ABD, Fransa, İsrail ve Rusya’dır. Alman Aklı, intikam hırsıyla aklıselim-i kaybetti. İngiltere’den intikam alma arzusu gözlerini kör etmiş durumda. 
Alman Aklı, Ankara’nın; ABD’yle ittifakından ve İngiltere’yle ilişkilerinden rahatsız. İngiltere’nin inşa ettiği ve bugün çatırdamakta olan küresel düzenin ancak Ankara’nın desteğiyle tersyüz edilebileceğine inanıyor. Son yıllarda Almanya, Türkiye’ye ilişkin neredeyse bir senaryo üretim merkezi konumunda. 
Alman Aklı’nın en zayıf yanı, ekonomisinin ihracata bağımlı olmasıdır. Ucuz ama kaliteli bir üretim, Berlin’e ağır darbe olur. Uzak gelecekte uzaya yerleşmek, uzayın imkânlarından yararlanıp uzayı üs olarak kullanmak, Alman Aklı’nın planlarından biri. Ekonomisini ihracata bağımlılıktan kurtarma peşindeki Berlin’in umudu, nadir element bakımından zengin olan uzay. Plan, uzay madenciliği üzerine kurulu. Uzay madenciliği alanında sağlanacak üstünlük, Berlin’in rekabet gücünü artıracaktır. Dünya’da az bulunan hammadde zenginlikleri asteroitlerden elde edilecek. Avrupa Uzay Ajansı'nın eski başkanı Jean-Jacques Dordain’e göre de “Uzay madenciliği artık Jules Verne romanlarından çıkıp gerçeğe dönüştü, asteroitlere uzay araçları gönderip çıkarılan değerli minerallerin Dünya'ya döndürülmesi artık mümkün hale geldi.” (bbc, 4 Şubat 2016) 
 “Bilim adamları, Ay yüzey kabuğunda Dünya'dakinden çok daha fazla ve kolay ulaşılabilir, geleceğin pratik, ucuz ve güvenli yakıtı olarak görülen ve fosil yakıtların yerini alabilecek sınırsız füzyon enerjisinin elde edildiği nadir bulunan helyum-3 rezervleri olduğunu düşünüyorlar.” (Almanyanın Sesi- 9 Kasım 2008) 
Alman Aklı’nın, önem sırasına göre, ilk 15 önceliği şöyle: 
1- Almanya’nın ihracatının emniyetini sağlamak 
2- İthal edilen enerji ve ihtiyaç elemanlarının temin emniyetini sağlamak 
3- Enerjide dışa bağımlılıktan kurtulmak 
4- İngiltere’den intikam almak 
5- Uzay’da üs kurmak 
6- Ehemmiyetli ehemmiyetsiz demeden tüm dünyadan bilgi toplamak ve bunları arşivlemek 
7- Eğer istihbarat üzerinde olumlu etki yapacaksa, ilgili personelin istediği dine geçişine müsaade etmek ya da etmemek 
8- İsrail’den intikam almak 
9- Orta Asya’ya yerleşmek 
10- İstihbaratı yeniden yapılandırmak, operasyonel hale getirmek, teknolojiyle donatmak 
11- Ülkeye (Almanya) yabancı girişlerinin idaresini tek elde toplamak 
12- Uçlardakiler de dahil vatandaşlarını merkezde toplamak 
13- Uluslararası ilişkilerde itibarlı olmak 
14- Berlin’e uluslararası ilişkilerde hakemlik rolü kazandırmak 
15- Almanya’nın askeri yeteneklerini geliştirmek. 
ALMAN AKLI (2) 
Okyanus ve denizler ötesindeki bölgelerde kendine hayat alanı arayışları, küresel statükoya karşı koyuşları gibi sebeplerle İngiltere ve Fransa açısından “Alman Aklı” daima “dengeyi bozucu”, “barışın düşmanı” ve de “uluslararası bazı krizlerin müsebbibi”dir ve bu sebeple zapturapt altında tutulmalıdır. 
Her girişiminde denizlerin ve okyanusların dalgaları arasında kaybolan “Alman Aklı” için karadan uzanabileceği yerler; Balkanlar, Orta Avrupa ve Ön Asya, Türkiye, İran ve Mısır hayati önemdedir. 
“Alman Aklı”nın davranışları tıpkı dili gibi biraz kabadır, bir politikasını yürürlüğe koyarken kendisine bağlı iç ve dış basını, vakıflarını, dış temsilciliklerini ve iş adamlarını aynı anda sahneye kabaca sürerek fazla gürültü çıkarır ve bazen de suçüstü yakalanır, ama hem içerideki hem de dışarıdaki muhaliflerini hapset-tir-mek ya da öldür-t-mek yerine, onları sistemli bir kontrol ve engelleme ile etkisiz hale getirmek gibi bir akıl yolunu da takip eder. Sevdiklerini de, bazen onların da anlamayacağı birtakım yollarla, zengin ve nüfuz sahibi yapar, ufak tefek hataları yüzünden de bunların üzerini kolay kolay çizmez. 
“Alman Aklı”nın en nefret ettiği şeylerden biri, dahili sanayileşmenin teşvik edilmesidir, bunu teşvik eden her hükümet, Almanya’ya her gün methiyeler dizse, dostluk yeminleri bile etse Berlin’in düşmanıdır artık. Bu hal, bu politika terk edilinceye kadar devam eder. Eğer bu ülke ciddi bir pazar ise ayrıca, üretim ekonomisine geçebilme ve üretecekleri ile sınırları dışına çıkabilme potansiyeline de sahipse, Berlin açısından bu hükümeti devirmekten başka bir yol kalmamıştır, o andan itibaren o ülkedeki Alman makinası da hükümet aleyhine çalışmaya başlar. Bu arada farkında değillerdir ama pek çok ülke, “Alman Aklı”nın iktisadi etkisi altındadır.  
“Alman Aklı”, sanayi ve ticarette otoriter ve yön verici bir politika takip eder, pazar ülkelerde serbest piyasa ekonomisi sisteminin yürürlükte olması için dünyayı ayağa kaldırır ama kendisi kartel ve tekelcidir, kendisine tabi tröstleşmeleri korur. Daha geçenlerde “Beş büyük Alman otomobil imalatçısının yıllardır bir kartel bünyesinde motorlu araçların teknik ayrıntılarını birlikte kararlaştırdıklarının ortaya çıkmasıyla büyük bir skandal patlak verdi. AB Komisyonu, Daimler, BM, Porsche, Audi ve Volkswagen'in 1990'lı yıllardan beri teknik özellikler, tedarikçi firmalar ve küresel otomobil piyasalarıyla ilgili çalışma grupları kurarak bilgi alışverişinde bulunduklarından şüphelenildiğini duyurdu.” (Almanyanın Sesi, 27 Temmuz 2017) 
“Alman Aklı” için hedef coğrafyada bir Alman bankası ya da bir Alman konsorsiyumu kurmak, orada askeri üs yeri kapmak ve burada binlerce asker konuşlandırmak kadar kıymetlidir. 
İngiltere, Fransa, Rusya ve bugün de ABD’den izledikleri emperyalist politikalar sebebiyle nefret edilmesi, “Alman Aklı”nın işini zaman zaman kolaylaştırmıştır ve kolaylaştırmaktadır. Ancak bu, Berlin’in hem “Doğu’nun Dostu” görünmeyi ama aynı zamanda da kendi emperyalist politikalarını takip etmeyi bir dengede tutma ve bunu yutturma becerisine bağlıdır. 
ABD, İngiltere ve Rusya, çıkarlarına aykırı bir durum halinde, hedef ülkenin ordusunu sahneye sürüp siyasi idarecileri alaşağı etmede mahirdir. İşte bu nokta, gerekirse her ülkeye özel geliştirilmiş yeni ekonomik yöntemlerle barışçıl sızma yapma konusunda usta olan “Alman Aklı”nın en aciz olduğu noktadır, Almanya; Mısır, Türkiye, İran ve Ukrayna gibi verimli arazilerden bu yolla çıkarılmıştır. 
“Alman Aklı”, otoriter ve milliyetçidir, hayatın her safhasını ve her kurumu düzenlemeye, içerideki ve dışarıdaki aristokrasinin yönetimine önem verir. Parlamento göstermeliktir, aristokrasi ve onunla bütünleşmiş burjuvazinin görüşleri önemlidir. 
Basın, “Alman Aklı”nın emrindedir, önemsiz birkaç yayının dışında, Alman basınında devlet politikasının aksine hiç kimse görüş beyan edemez. “Alman Aklı”nın çatıştığı bir yabancı devlet-hükümet lehine kimse yazı yazamaz. Hiç bir parti, grup ya da sendika, egemen yönetici sınıfla ve yürürlükteki düzen her ne ise onunla çatışamaz, uzlaştırıcı ve düzeltmeci bir yol seçmek zorundadırlar, aksi halde hayat hakkı tanınmayacağını bilirler. 
ABD ortaya çıkıncaya kadar, İngiltere ve Fransa’dan nefret eden devletlerin, “ötekilerden farklı yeni güç” olarak gördükleri Almanya’yı askeri ve mülki teşkilatlarının ıslahı için davet etmeleri –mesela ilk Türk-Alman münasebeti, siyasi değil, askeridir-, Berlin’in istihbarat ve nüfuz elde etmesini kolaylaştırdı, bu girişimler, bankacılık, maden imtiyazı, yüklü silah ticareti ve teknik malzeme girişini de beraberinde getirdi. 
ALMAN AKLI (3) 
Alman ticareti, gittiği her yere, beraberinde Alman dili, kültürü, diplomasi ve ideolojisini de götürür. Alman Aklı’na göre, “Ekonomik propaganda ve ekonomik genişleme, kültür propagandası ve kültürel genişleme ile aynı zamanda yapılmazsa manasız ve yarım bir hareket olur. Kültür propagandası, ekonomik propaganda ile yalnız muvazi olarak değil, ona yol açarak yürür. Alman okullarına gitmiş veya hiç olmazsa Almanca dil dersi almış yahut Alman üniversitelerinde okumuş ya da Alman mallarının mümessil ve acentaları, hem geniş tesirli hem de ucuz propagandistlerdir. Alman nüfuz mıntıkası olacak memleketlerin genç nesillerine Alman kültürü vermeye muvaffak olunursa, uzun yıllar tahrip ve imha edilemeyecek bir eser yaratılmış olur.” (Kaynak: Alman devleti için hazırlanmış “Nüfuz Mıntıkaları Politikası / Kültür Politikası” başlıklı rapor. Nisan 1934 tarihli 48 sayfa bu rapor Türk istihbaratı tarafından ele geçirilmiş ve üst makamlara arzedilmiştir. Raporda, Balkanlar, Ön Asya; Türkiye, İran ve Mısır’a yerleşebilmek için takip edilmesi gereken politika ve metotlar ele alınmaktadır. Rapor Başbakanlık Arşivi’nde 030 10 231 558 9 nolu dosyada kayıtlıdır.) 
Alman Aklı, bir ülkede Alman nüfuzunun yerleşebilmesi için uygun ideolojik bir ortam yoksa, kendisi bu ortamın doğması için çalışır ya da var olan bir çalışmaya destek verir. 
Alman Aklı, Alman kimliğiyle giremediği bazı yerlere Macar kimliğiyle girmiştir. 
Yurtdışındaki Alman endüstri ve ticari yatırımları, Alman Aklı’nın kontrolünde ticari ve sınai yatırımlara aktif olarak katılan Alman bankalarının kuvvetli desteğine sahiptir. Ancak, müteşebbis ve banka, yurtdışında yapılacak her yatırım için Alman Dışişleri’nden “Bu yatırım, Alman dış politikasına ters değildir” yanıtını almak zorundadır. Alman Dışişleri Teşkilatı, Alman sanayii ve ticaretinin emrindedir. Her ülkedeki Alman misyonları, o ülkedeki gelişmelerin yanı sıra diğer ülkelerin bu ülkelerdeki özellikle etnik, arkeolojik ve ekonomik faaliyetlerini yakından takip eder, mümkünse ilişkilerini bozmaya çalışır. 
1900’lerin başında Batı’lı gelişmiş ülkelerin her biri, Doğu’da bir hayat alanına sahipti. Mısır’da İngiltere, Libya’da İtalya, Tunus’ta Fransa, Balkanlar’da da Avusturya ve Rusya hak sahibiydi. Türkiye/Osmanlı ise Alman Aklı’nca “Almanya’nın hayat alanı” olarak belirlenmişti. Çünkü Alman sanayinin hayati kaynakları olan hammadde, petrol ve pazar, Ön Asya’daydı, Berlin’in buralara uzanabilmesi, hem Alman Aklı’nın kontrolünde aynı zamanda hem de bölünmemiş bir Osmanlı’yla ancak mümkün olabilirdi. Osmanlı, Avrupa’nın endüstri ülkelerinin Asya ve Afrika’ya yayılma yollarının üzerinde oturuyordu. İngiltere ve Fransa, deniz yoluyla gidebilirdi ama Rusya ve Almanya, Osmanlı’dan geçmek zorundaydı. Berlin’in Osmanlı/Türkiye yanlısı görünmesinin arka planında bu hesaplar vardı. 
Alman askeri anlayışı, Alman ticareti kadar başarılı olamadı hiç bir zaman. Bu sebeple Almanlar için, “Almanlar, dünyanın teknik ve endüstriyel ihtiyaçlarının hammalıdır, dünyanın kaymağını ise onlar değil, silahı kullanmasını bilenler yer” denir. Mesela Balkan Savaşları’nda Türk ordusu nasıl ki Alman silahlarıyla donatılmış ve subayları da Almanlarca yetiştirilmişse, Sırp, Yunan ve Bulgar orduları da Fransız silahlarıyla donatılmış, Fransızlarca eğitilmişti. Hatta çarpışmalar esnasında da Balkan ordularının başında Fransız subayları bulunuyordu, tıpkı Türk askeri birliklerinin başında Alman subaylarının bulunduğu gibi. Bu sebeple “Balkan Savaşları aslında Almanya ve Fransa'nın; eğitim, silah ve nüfuz çarpışmasıdır” denir, galip çıkanın Fransa olmasına, Alman Aklı'nın askeri metotlarda başarısız olduğunun bir kez daha tekrarı gözüyle bakılır. 
Güçlü bir Türkiye, Selanik ve Karadeniz’e inmiş bir Almanya, İngiltere için en büyük düşmandı. Balkanlar’da, İstanbul, Viyana ve Berlin’den hiçbir eser kalmaması da, Rus Aklı’nın ürünüdür. 
Alman Aklı’nın Avrupa’daki düşmanı Fransa, dünyadaki düşmanı İngiliz’lerdir. 
Almanya-Avusturya-Macaristan-Osmanlı zincirinin kırılmadan Mezopotamya’ya kadar uzanması, bu hat boyunca inşa edilecek demiryolunun (İngilizlerin Süveyş Kanalı’na karşı Alman demir yolu kanalı – Basra’dan Doğu denizlerine uzanacak bir hayat damarı - İngilizler, Almanlar’ın Bağdat demiryolunun Basra Körfezi’ne inmesine mani olmak için Kuveyt’i himayelerine aldılar) mamül malları getirip, hammadde ve petrolü Berlin’e götürmesi planında olduğu gibi, Alman sanayisinin pazar, hammadde ve enerji sahalarına uzanacağı hat üzerinde bulunan ülkelerin siyasi-ekonomik istikrarı ve toprak bütünlüğü, Berlin’le ilişkilerine bağlı olarak, ya Alman Aklı’nın muhafazasında ya da tehtidi altındadır. 
ALMAN AKLI (4) 
Dünyada Türkler kadar farklı alfabe kullanan bir başka millet herhalde yoktur. Bu, Türklerin dünya üzerinde çok geniş bir coğrafyaya yayılmalarından, diğer kültür ve medeniyetlerle temas ve etkileşime açık olmalarından ve de onları etkileme arzusundan kaynaklanıyor olabilir. 
Dünyanın çeşitli coğrafyalarına dağılmış Türkler’in alfabe seçiminde, mensup oldukları din - İslamiyet’in kabulünden sonra Arap harflerinin kullanılmaya başlanması gibi- belirleyici olmuştur. İlk defa din faktörünü gözetmeden Türkiye Türkleri’nin Latin alfabesini kabulü, tek istisnadır. 
Alman Aklı ve hizmetindeki Alman entellektüeller, Anadolu’da Latin alfabesinin kabulü için de çaba göstermişler, alfabenin yazımı konusunda da Fransızlarla rekabet etmişlerdir. Sonunda yazım konusunda Fransızların önerileri kabul görmemiş, kelimelerin konuşulduğu gibi yazıldığı, Almanca’ya yakın Doğu Avrupa ülkelerinin yazım şekli esas alınmıştır. Sesli harflerin tamamı da Almanca’dan alınmıştır. Böylece “Yeniliklerle Türklerin Fransız kültür çevresinden uzaklaştıkları ve Almanya tarafından etkili olunan Doğu Avrupa çevresine girdikleri görülmektedir” (İstanbul’daki Alman Büyükelçiliği’nce yazılan 5 Kasım 1928 tarihli rapor - Innere Verwaltung Türkei, Bd. 1, R 78624).  
Alman Aklı ayrıca, Latin alfabesini Türkiye’yle aynı yıllarda kabul etmiş olan Azerbaycan, Özbekistan ve Türkmenistan’a Anadolu üzerinden uzanmak istemiş, ancak bu plan Ruslarca adı geçen ülkelerde alfabe değişikliğine gidilerek tersyüz edilmiştir. Eğer bu değişiklik olmasaydı Alman nüfuzu Orta Asya’da daha hızlı ve derinlemesine yayılabilirdi. Çünkü zaten “Osmanlı Devleti'nin müttefiki olduğundan Almanya'ya karşı büyük bir sempati besleniyor ve (Türkistan’ın) bağımsızlık mücadelesinde Almanların her türlü yardımı yapacaklarına inanılıyordu.” (ATAŞE Arşivi, Kls. 1854, Ds. 121, Fhr. 2 / 17) 
Nefret, kin ve peşin hüküm, kör eder, akıl tutulmasına sebep olur. Hiçbir önyargı ya da art niyet taşımadan, Almanya ve Türkiye’nin birbirini daha iyi anlaması ve bu iki ülkeye kurulan tuzakların farkına varılması düşüncesiyle kaleme almaya çalıştığımız bu seriyi hülasa edelim: 
Alman Aklı, eski günlere geri dönme arayışının açtığı kanaldan esir alınmak isteniyor. İngilizler, Alman Aklı’nı Orta Asya’dan çıkarmak istiyor. Orta Asya, Alman Aklı için uzak gelecekte çok gerekli. Orta Asya uzak gelecekte İngiliz’lerin nüfuz dairesinden çıkacak. Eğer Orta Asya olmazsa Alman Aklı’nın İngiliz’lerle baş etmesi neredeyse imkânsız. Orta Asya, Orta Doğu’nun kilididir, Orta Asya’da olmayan, Orta Doğu’da olamaz. Orta Doğu’da olmayan, dünyanın idaresinde söz sahibi olamaz.  
Orta Asya, Orta Doğu’nun uzun zamandır etkisi altında. Orta Asya, Orta Doğu’nun oyunlarında, açılması zor kilitlerin açılmasında etkili anahtardır. İngilizler, önce Orta Asya’ya yerleştiler, Orta Doğu’yu buradan kurguladılar ve bölgeyi en az dokuz anahtarlı (dokuz kördüğüm) bir kilitle kilitlediler. Bu kilidi açmak ancak Orta Doğu’ya dair şu dokuz anahtara sahip olmakla mümkün olabilir: 
1-Etnik kimlik anahtarı 
2-Mezhep ayrılıkları anahtarı 
3-Ahmedilik (Kadıyanilik) anahtarı 
4-Orta Asya anahtarı 
5-Ekonomik anlaşmazlıklar anahtarı 
6-Irkçılık anahtarı 
7-İntikam olayları anahtarı 
8-İstihbarat anahtarı 
9-İttifaklar anahtarı 
Alman Aklı, İngiliz’ler tarafından Orta Asya’dan çıkarılmak isteniyor. Eğer planlandığı gibi giderse, Rus’larla Almanlar karşı karşıya getirilecekler. 
ALMAN AKLI (5) 
Bilime, ekonomiye, teknolojiye, yani genel olarak insan kültürüne yüksek katkıları olan milletlerin aklının incelenmesi insanlık için önemlidir. Alman Aklı'na mercek tutmaya çalıştığımız bu yazı serisi, Türk bilim dünyasının bu alana girmesi için bir tetikleyici olursa maksat hâsıl olmuş olacaktır. 
Alman Aklı’nı ele alıp da Luthercilik’ten bahsetmemek olmaz. Almanlar, Katoliklik’le ölmüş olan Hıristiyanlığı, Protestanlık ile diriltmiş ve Martin Luther, tabiri caizse ikinci bir Hz. İsa olmuştur. Bugün Hıristiyanlık varlığını önemli oranda rasyonel Alman Aklı'na ve Luther’e borçludur.
Eğer Luther, başta kilisenin; para ile günah affı olmak üzere birçok ticarileşmiş ve din olmaktan çıkmış çürümüşlüğüne isyan etmeseydi, belki bugünkü gelişmişlik düzeyinde bir Avrupa olamazdı.
Luther başta Hıristiyanlık olmak üzere Avrupa’nın yeniden inşasına en büyük katkıyı sağlamıştır. Vatikan bugün İtalya’dan alınıp Almanya’ya taşınsa bu hak acaba ödenebilir mi, düşünmek gerek. 
Almanya, Avrupa’da en geniş prenslik ağına sahip millettir. Bu prenslikler aralarındaki rekabette, ayakta kalabilmek, öne geçebilmek ya da fark yaratabilmek için, birçok bilim, sanat, askerlik ve ticaret önderlerine sponsorluk etmiş, rönesans ve reform hareketlerinin alt yapısını hazırlamıştır. 
Felsefeye verilen önem ve Luthercilik, Almanya’yı diğer Avrupa ülkelerinden daha fazla adalet, merhamet, hak, hukuk üzerine düşünmeye ve bunların mücadelesini vermeye itmiştir. Bu durum Almanya’yı sömürgecilik arayışının önemli oranda dışında tutmuş, geciktirmiştir.   
İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz, Hollanda ve diğer ülkeler sömürge furyasına katılırken Almanlar arkeoloji ve kadim medeniyetlerin bilgilerini bulmaya yönelmişlerdir. Bu ise Almanya’yı bugün hala en önemli teknolojik yenilik yapan  ülkeler arasına girmesine sebep olmuştur. 
Almanlar bilgi, teknoloji keşfi, askeri strateji gibi olgular üzerine giderek Avrupa’da farklı bir statüye sahip olmuştur.
Alman Aklı, bilimi, teknolojiyi,  felsefeyi, ideallerini disiplinle harmanlayarak yeni bir konsept oluşmuştur. Bu konsept yaklaşık 300 yıldır Fransız, İngiliz, Hollanda gibi rakipleri ile yarışmış ve kendine önemli bir yer tutmuştur. 
Alman, Fransız, İngiliz, İspanyol, Portekiz, İtalyan, İskandinav ve Rus Aklı İle ilgili yapılacak yeni araştırmalar dünyaya bakış açımızı değiştirecek boyutlara sahiptir. 
Almanlar değişik milletlerin ve medeniyetlerin akıllarından, bilgilerinden ve kadim zamanların bilim mirasından nasıl yararlanılacağı konusunda hepimize bir örnektir. 
Avrupa’da ön plana çıkan milletler incelendiği zaman görülecektir ki; şu anki bilimsel, ekonomik, siyasal, askeri stratejik, askeri teknolojik seviye, tesadüfen elde edilmemiştir. Âdil olan Allah’ın çalışana verdiği gerçekliği sonsuz kereler Batı tarafından teyit edilmiştir. (bitti) 

8 Ağustos 2017 Salı

"IRAK’IN DERİN ÖRGÜTÜ KESNİZANİ", "EĞİTİM SİSTEMİMİZ VE ANAYASAMIZ GÖZDEN GEÇİRİLMELİ", "GİDİŞAT PEK İYİ DEĞİL" - Prof. Dr. ATA ATUN

IRAK’IN DERİN ÖRGÜTÜ KESNİZANİ
Prof. Dr. ATA ATUN
Artık ülkeleri ele geçirme teknikleri o denli gelişti ki, bir ülkeyi içten fethetmek, askeri harekat ile fethetmekten daha kolay, daha ucuz ve daha -insani- kayıpsız hale geldi.
1963 yılında katledilen John F. Kennedy, suikastten önceki son konuşmasında, bundan tamı tamına 54 yıl önce üst aklı ve vekalet savaşlarını aşağıdaki gibi tanımlamış;
"Dünyanın her yerinde devasa ve amansız bir gizli yapı tarafından durdurulmak isteniyoruz. Bu yapı nüfuz alanını genişletmek için örtülü araçlara dayanıyor: işgal yerine sızmaya, seçimler yerine ayak kaydırmaya, özgür tercih yerine yıldırmaya, gündüzün orduları yerine gecenin gerillalarına güveniyor. Bu öyle bir sistem ki ince ince örülmüş, çok etkili bir makinenin inşasına bolca insanî ve maddî kaynak tepiştirmiş durumda. Bu makine ise askerî, diplomatik, istihbarî, ekonomik, bilimsel ve politik operasyonları birleştirmekte. Hazırlıkları yayınlanmıyor, gizleniyor. Hataları manşete çekilmiyor, gömülüyor. Muhalifleri övülmüyor, susturuluyor. Hiçbir harcama sorgulanmıyor, hiçbir söylenti gazetede haber olmuyor, hiçbir sır ifşa edilmiyor."
Kesnizani de John F. Kennedy’in bahsettiği gizli yapının, bölgemizde PKK ile başlayan ve gittikçe gelişen vekalet savaşlarını uygulamakta çok başarılı olan Üst Akıl ve Dış Güçler tarafından yapay olarak yaratılmış tarikat görünümlü bir örgüt. Bu Üst Akıl ve Dış Gücün kimler olduğunu söylemeye gerek yok. Kim oldukları ve kaç tane oldukları zaten belli.
Kesnizani, Kürtçe’de "Ben hiçbirşey bilmiyorum" manasında olup, Süleymaniye civarında bir Kürt aşiretinin adı. Bu örgüt bizlere çok yabancı. Basınımızda veya da günlük hayatımızda faaliyetleri neredeyse hiç yer almadı ama gerçekte Saddam’ı deviren, Irak’ı içten kemirerek bitiren FETÖ benzeri bir kuruluş. Buna tarikat da diyebilirsiniz, örgüt de.
Amerikan tanklarının 9 Nisan 2003 günü Bağdat’a ellerini kollarını sallayarak bir tek mermi atmadan girmesinin perde arkasında Kesnizani yatıyor. Dönemin en gelişmiş MIG savaş uçaklarını ABDordusuna karşı kullanılacağına, çölün engin kumlarının altına gömülmesinin emrini veren de Kesnizani üyeleri Generaller.
Kesnizani Tarikatı’nın başı Şeyh Muhammed Kesnizani. Kesnizani’nin adları Gandhi ve Nehru olan 2 oğlu bulunuyordu. Gandhi 1980’li yıllarda meçhul bir cinayete kurban gitti. Kesnizani Şeyhi Muhammed, özellikle Körfez Savaşından sonra stratejisini tekrar gözden geçirip Saddam’a yöneldi. Saddam’ın karısı Sacide Hayrullah, maç kaybettikleri için futbolcuları falakaya yatıran oğlu Uday, Saddam’ın kardeşleri Vatban ve Barzan, Saddam’dan sonra gelen devletin ikinci adamı İbrahim İzzet El- Duri, Genelkurmay Başkanı Mareşal Ayat Fetih El-Rayi, Hava kuvvetleri komutanı Mareşal Hamid Shaban, Umumi Askeri İstihbarat Başkanı Mareşal Vefik El-Samahrayi ve istihbarat birimi El Muhaberat’m elemanları Şeyh Muhammed Kesnizani’nin ayağını öpüp tarikatın müridi olmuşlardı. Saddam’ın ağzından çıkan her kelime anında Tarikat Şeyh’inin oğlu Nehru’ya, oradan babasına, babasından da Üst Akıl’a gidiyordu.
Üst Aklın bir parçası Bağdat’ı işgal etmekten vazgeçince, diğer parçası kolları sıvadı ve Kuzeydeki Kürtlerle sıkı ilişkiler kurabilmek için Kesnizani vasıtası ile Irak’ı 3 parçaya bölmeyi başardı. Üst Akıl Güneyde Şii’lere, Merkezde Irak Devletini elinde tutsan Araplara ve Kuzeyde de Kürtlere kendi bölgelerinde kendi yönetimlerini kurdurdu. Her üç yönetim de şimdi Üst Aklın akıttığı Dolarlarla Üst Aklın uşağı olmuş durumda.
Bu üçlünün arasında, Kuzeydeki Kürt Yönetiminin bağımsızlığını ilan etmesi Üst Aklın ikinci yarısının, bölgede kendisine akraba ve destek olacak bir devletin kurulması işine gelen hedefi Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devleti kurulması…
Hep birlikte göreceğiz bu yöndeki gelişmeleri…
***
EĞİTİM SİSTEMİMİZ VE ANAYASAMIZ GÖZDEN GEÇİRİLMELİ  
Prof. Dr. ATA ATUN
Mağusa Lefkoşa yolu üzerindeki bir köyün ilkokulunda yaşananlar ibretlik boyutlarda.
Öğretmenlerimize kim öğretiyor bu bilgileri, kim veriyor bu “Çocuklarımızın beyinlerini yıkama stratejisini” gerçekten artık merak etmeye başladım.

2002 yılında, Annan Planı öncesinde Rumlardan yediğimiz sayısını unuttuğum bir kazıkla “Yakın Tarihimiz ile Soykırım yılları ve Kurtuluş Mücadelemiz” öğretim müfredatın çıkarılırken, Rumlar tarihlerinin tek bir kelimesini bile müfredatlarından çıkarmamıştı. Sonucunda, Rum tarafında ülkelerini seven, kendilerini yüzde yüz Helen (Yunanlı) addeden nesiller yetişirken, bizde de uzun vadede sonucunun alınacağı bir strateji ile KKTC’ye inanmayan, Türkiye düşmanlığını marifet sayan ve kendilerini Türk saymayan nesiller yetişmeye başlatılmıştı.

KKTC devletinden maaş alan ve çocuklarımızın kafalarına KKTC aleyhine gerçek olmayan bilgileri sokan eğitim sistemi ve elemanları gözden geçirilmelidir. Çocuklarımızı, kendi ideolojileri doğrultusunda ders saatinde zehirleyen kişiler de bu ülkenin eğitim sisteminde yer almamalıdır. İsteyen, meraklı olan, hodri meydan, çıksın siyaset meydanına ve aday olsun. Kazanırsa, kazanabilirse Meclise girer, kürsüden de ne isterse mertçe söyler. Gizli gizli dört duvar arkasında, öğrencilerin öğrenim hakkını suiistimal ederek kendilerine verilen görevi ihmal edip, müfredat dışına çıkarak çocuklarımızı kendi fikirleri doğrultusunda zehirleyen kişiler eğitim sistemimizden ayıklanmalıdır.

Hangi dersin içeriğinde "ben Rum tarafına geçtim. Orası çok güzel ve gelişmiş. Buradaki gibi çöpler yok. Yolları çok geniş. Ülkemiz birleştiğinde tüm kapılar açılacak, bizim burası da orası gibi olacak ama bunun için Rumlara toprak vermemiz gerekiyor. Onların toprağını aldık, hem onların nüfusu bizden çok" bilgisi var sorarım. Sınıftaki minicik çocuklarımızın beyinlerini bu tür yalan ve safsata ile zehirlemeye kimin hakkı var onu daha çok merak ediyorum.  

1950-1974 yılları arasında yaşadığımız soykırımdan bahsetmeyen, Türklere, içinde çocuk sütü ve maması dahil 38 farklı malın satışını yasaklayan Rumlardan bahsetmeyen, günümüzde yaşadığımız ambargoların 1963 yılında Rumlar tarafından başlatıldığını ve o günden beridir de ambargolar altında yaşadığımızı söylemeyen bazı kişiler, Rumları ve Rum tarafını övmeyi ve cazip göstermeyi marifet sayıyorlar. Belli ki bu yönde eğitilmişler, öğretilmişler, maddi menfaate bağlanmışlar ve çocuklarımızı da açıkça zehirliyorlar.

Niye okullarımızda Din dersi, bu konuda uzman olan İlahiyat Fakültesi mezunu kişiler tarafından verilmiyor da çocuklarımızı zehirlemeyi kendilerine işar edinmiş bazı kişiler tarafından veriliyor bunu da anlamıyorum. Din dersinde kendi dinimiz olan İslam ile ilgili içerikli ve doğru bilgiler vermek yerine "Hazreti” kelimesini kullanmadan “İsa Peygamber bu, Muhammed bu, diğer peygamberler de bunlar. Ama ben hiçbirine inanmıyorum. Allaha da inanmıyorum, ben ateistim" diyen bir kişi, dua bilmeyen, hayatında hiç camiye gitmemiş, namaz kılmayı bilmeyen, Fatiha süresini bile söyleyemeyen bir kişi, nasıl olur da dinle ilgili bilgi verir anlamak mümkün değil.

Anlayamadıklarımın yanında çok iyi anladıklarım da var; Mesela, İlahiyat Kolejine niçin karşı olunduğunu, niye yaz döneminde Kuran Kurslarının verilmesine karşı çıkıldığını, niye üniversitelerimizin Öğretim Öncesi ve İlkokul Öğretmenliği bölümlerinin açılmasına cansiperane bir şekilde karşı konulduğunu, niye Atatürk Öğretmen Akademisinin Lefke Avrupa Üniversitesi ile ortak eğitime başlamasına karşı çıkıldığını şimdi çok daha iyi anlıyorum. Yıllardır genç beyinlerin içine zehir akıtma, Türklükten uzaklaştırma, farklı bir kimlik kazandırma ve milli şuuru yok etmek uygulamalarının son bulmasını istemedikleri için canla başla karşı çıkıyorlar, önce 1987 yılında içeriği ve amacı değiştirilen, sonra da 15 Temmuz 1996 tarihinde tadil edilen bir yasanın arkasına sığınarak.   

Aklıma Lord George Nathaniel Curzon geldi. Avrupa Devletleri adına 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Anlaşmasının altına imza koyan İngiliz siyasetçi. Lozan Anlaşması imzalandıktan sonra İngiltere’ye geri dönen İngiliz Delegasyonu Başkanı Lord Curzon’a Avam Kamarasında, Temsilciler Meclisi üyeleri tarafından Türkiye ile anlaşma imzalayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin fiilen tanınmasının kapısını açtığı için sözlü olarak saldırılmış, fena halde aşağılanmış ve yerden yere vurulmuştu. Temsilciler Meclisinin tüm üyelerini aşağılayıcı konuşmalarını sabırla dinleyen Lord Curzon, konuşmalar bittikten sonra kürsüye çıkmış ve “Asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski şan ve şöhretlerine kavuşmayacaktır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinde söndürmüş bulunuyoruz” şeklinde cevap vermişti.         

Şimdi aynı oyun bizde oynanıyor. Evlatlarımız, gencecik beyinlerimiz, din düşmanlığı ile doldurulmakta, Milli şuurumuz ve Türklük benliği yok edilmekte ve KKTC ile Türkiye aleyhtarı bir nesil yetiştirilmesine çalışılmaktadır.  

Anayasamız acilen değiştirilmeli ve bu tür KKTC’ye inanmayan, Rumları şirin gösterip Anavatan Türkiye düşmanlığı yapan, çocuklarımızı dinimizden uzaklaştırmak için elden geleni ardına koymayan, Rum tarafından, AB’den ve ABD’den dernekler kanalı ile menfaat sağlayan tüm kamu görevlilerinin işine son verilebilmesinin önü açılmalıdır.  Zira, biz Kıbrıslı Türkleri yok edişe götürmenin zemini ustaca hazırlanmakta.
***
GİDİŞAT PEK İYİ DEĞİL
Prof. Dr. ATA ATUN
Kıbrıs konusunun ilginç bir aşamaya geldiği kesin.
Özellikle de Rum tarafında ne yapılacağına ve neler yapılması gerektiğine dair büyük bir karmaşa hakim. Rum liderlerin her birinin ağzından farklı bir ses, farklı bir yorum çıkıyor.

Crans Montana sürecinde BM genel Sekreteri Guterres’in sunduğu çerçeve anlaşmasını Rum siyasilerin kimi olumlu buluyor, kimi de olumsuz.

Gerçekte Rumların ve Yunanlıların, Guterres’in taraflar sunduğu çerçeve anlaşması içinde yer alan 6 maddenin birincisine “Garantiler, Garantörlük ve TSK’nın adadan çekilmesi” maddesini koydurması onlar açısından büyük bir başarı. Yıllardır kırmızı çizgi olarak belirtilen ve son 42 yıldır bırakın masaya konmasını, tartışılmasına bile izin verilmemiş olan “Garantiler, Garantörlük ve Kıbrıs adasındaki TSK’nın varlığı” şimdi maalesef BM’nin teklif ettiği çözüm öneri paketleri içinde yer almaya başladı.

Cumhurbaşkanı Sözcüsü Barış Burcu’nun KKTC’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bitmesi sonrasındaki ilk haftalar içinde yaptığı “Garantiler Tabu değildir” açıklaması, bugün “Garantiler, Garantörlük ve Kıbrıs adasındaki TSK’nın varlığı” konusunun masaya konmasına, tartışmaya açılmasına ve BM’nin Kıbrıs müktesebatı içinde yer almasına yol açtı. Artık bir daha bu üç konu BM’nin Kıbrıs müktesebatının dışına çıkarılamaz. Rumlar bu üç konuyu BM’nin müktesebatı içine çekmek için 42 yıl uğraştılar ve başaramadılar ama bizim Cumhurbaşkanımız ve Sözcüsü, karşılığında Rumlardan hiçbir taviz almadan, hiçbir kazanım elde etmeden sadece bazı kişi ve kesimleri memnun etmek amaçlı bu açıklamayı yaptılar ve şimdi biz bunun ağırlığı altında eziliyoruz.

Meraklıları, aramızdaki nesebi bozuklar, Rumları melek olarak tanıtmaya çalışanlar ve egemen ve özgür bir KKTC’de yaşamak yerine Rum idaresi altında azınlık olarak yaşamayı tercih edenler, hiç üşenmesinler ve 1950 - 1974 yılları arasındaki gazeteleri okusunlar. Söz konusu gazeteler KKTC Meclisinin internet sitesindeki gazete Arşivi’nden indirilebilir veya Lefkoşa Merkez Kütüphanesinde ve Girne’deki Milli Arşivinde de gazetelerin orijinallerinden okunabilir.      

Bugün KKTC’de 1958 yılında ve 1974 sonrasında Türkçeleştirilen yer isimleri, eski Rumca isimlerine dönüştürülsün demekten çekinmeyen nesebi bozukların Osmanlı döneminden kalan 384 yıllık yer isimlerinin 1950-1955 yılları arasında, Türklerin protestolarına rağmen yerel yönetimlerde çoğunluk oylarını oluşturan Rumlar tarafından nasıl değiştirdiklerini okumaları ve öğrenmeleri gerekmektedir.
  
1960 yılından beridir Uluslararası kurallara uygun olarak elimizde tuttuğumuz “Türkiye’nin garantörlüğü”, 1960 Anayasasının EK I, Madde 4.ünde yer alan “Türkiye’nin fiili müdahale hakkı” ve 1974 yılında adaya ayak basarak tüm Kıbrıslı Türklerin canını kurtaran ve aradan geçen 43 yılda güvenliğimizi sağlayan “ ürk Silahlı Kuvvetlerinin adadaki varlığı”nı hiçbir koşulda tartışmamamız ve değiştirmememiz gerekmektedir.

Böylesi bir değişikliğin sonucunda ne olacağını kestirmek güç değil. Canlı örneği Girit adasının durumu önümüzde. Merak edenler “Girit Faciası”nı okuyarak, KKTC’de  “Garantiler, Garantörlük ve Kıbrıs adasındaki TSK’nın varlığı” olmaması durumunda başımıza nelerin geleceğini net bir şekilde öğrenebilirler….       

1 Ağustos 2017 Salı

MERVE KAVAKÇI VE (İngiliz Ajanı/Ajan Provokatör) NAZIM KIBRISİ, Zahide UÇAR & MÜRTECİLER, YOBAZLIK VE KİMLİK PARÇALANMASI, Av.Prof.Dr.Nurullah AYDIN

MERVE KAVAKÇI VE NAZIM KIBRISİ
Merve Kavaçı…
Refah Partisi’nden vekil seçildi. Aslında Kavakçı bir projeydi.
Meclise türbanıyla, Nazlı Ilıcak’ın kolunda girdi. Vekillikten çıkarıldı. Şimdi birçok soytarı Kavakçı’nın başörtüsü nedeniyle vatandaşlıktan çıkarıldığını yazıyor. YALAN! Hem de ahlaksızca söylenen bir kuyruklu yalan. Kavakçı ABD vatandaşı olduğu ve bu durumu sakladığı için vatandaşlıktan çıkarıldı. Vatandaşlıktan çıkarıldıktan sonra, ABD’de Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde konferanslar verdi. Eski eşi Kafkas Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Cihangir İslam, KHK ile FETÖ üyesi olmaktan ihraç edildi.

Kendisi ABD vatandaşıdır. ABD Vatandaşı olan kişi ABD Anayasası’nı ve yasalarını iç ve dış düşmanlara karşı koruyacağına, ABD Ordusuna hizmet vereceğine yemin eder.Ve bu ABD vatandaşı hatun kişi, 3 Temmuz 2017 günü yeniden Türk(!) vatandaşı yapıldı. Sonra da alel acele Kuala Lumpur Büyükelçiliğine atandı.

Sizce bu hatun Büyükelçiliği sürecinde, Türkiye ve ABD çıkarlarının çatıştığı noktada, yeminine mi sahip çıkacak yoksa Türkiye’nin çıkarlarını mı koruyacaktır???mCHP vekilleri haklı olarak eleştiri yapıyor ama, eleştiriye hakları var mı???

Ülkemizde ikiyüzlülük kurumsallaştı. Çok yüzlülük geçer akçe oldu. Dürüstlük hem öksüz, hem yetimdir artık. İlkeli olmak diye bir kavramı hatırlayan yok. Hatırlatalım;

Baylar ve bayanlar, gerçeklere Fransız kalanlar, sözüm sizleredir.
Bu ülkede bir Maliye Bakanı var. Adı: Mehmet Şimşek. İngiliz vatandaşı. Yani, İngiltere Kraliçesi’ne bağlılık yemini etmiş bir kişidir Maliye Bakanınız. Londra’da küresel çeteye ait olan Merrill Lynch Bankası’nın başında otururken, AKP tarafından keşfedilip(!) Türkiye’ye getirildi. Dışarıdan bakan yapıldı. Hakkında birçok şaibe yazılıp-çizildi. Eşi yabancıydı. Bakan olduktan sonra boşandı. Türkiye Vatandaşı bir hanımla evlendi. O dönem ben ve bazı yazarlar bu konuyu yazdık. Eleştirdik. Mecliste karşı çıkan olmadı. Hatırladığım kadarı ile sadece Bahçeli, İngiliz vatandaşı olmasına değil, dışarıdan bakan atanmasına eleştiri getirdi. Ben de o eleştiriye, ikiyüzlülük olduğu için eleştiri ile karşılık verdim. Çünkü MHP’nin de içinde olduğu 57. Hükümet döneminde Derviş ABD’den ithal edilerek(!) bakan yapıldı. Ülkenin canına okudu.

İşte, halk bazı sözlere bu ikiyüzlülük nedeniyle itibar etmiyor. İtibar görmek için dürüst olacaksın. İlkeli olacaksın. Milleti salak yerine koymayacaksın. Eleştirdiğin konuda sabıkan olmayacak.Demem o ki, ABD vatandaşı Merve Kavakçı’yı ABD vatandaşlığı nedeniyle eleştirmek için, Kraliçesinin vatandaşı Mr. Şimşek’in bakanlığına da karşı çıkmak gerekir.Dün Mr. Şimşek’e hangi gerekçeler nedeniyle karşı çıktıysam, bugün de aynı gerekçelerle Madam Kavakçı’nın Büyükelçi yapılmasına karşıyım.

Kavakçı’nın bir resmi var. Şeyh Nazım Kıbrısi’nin önünde diz çökmüş, elini Kıbrısi’ye doğru uzatmış, avucunda bir şeyler var.Nazım Kıbrısi hakkında çok önce bir yazı yazdım. Kıbrısi İngiliz ajanı olarak bilinir. Kıbrıs Kahramanı Dr. Fazıl Küçük, Kıbrisi sohbet ederken teneke çaldırırmış. Kıbrısi İngiltere Prenslerinin sünnetli doğduğunu iddia eder. Bu iddia, Müslümanların Kraliyet ailesine güven duymasını sağlamak için yapılan bir propagandadır. Beyin yıkama yöntemidir. İngiliz ajanı Lawrence’in yöntemine ne kadar çok benziyor değil mi?

İngiltere Osmanlı’ya da tarikatlar vasıtasıyla girmiştir. Yüzlerce ajanını Nakşibendi, Kadiri, Rufai, Melami şeyhi, Alevi Dedesi olarak Osmanlı topraklarına salmış, bugün de ülkemizin başına bela olan Kuran dışı;

“Kadercilik” anlayışını yerleştirerek, müritleri tembelliğe alıştırmıştır. Uyuşturucu Baronu Hikmetyar’ın dizinin dibine çökenlerin, İngiliz İstihbaratı ile bağlantılı bir şeyhin dizi dibine çökenleri baş tacı etmesinden doğal ne olabilir ki? Şaşırmıyorum. Bataklık oluşurken bas bas bağıranlardanım. Hatta çığlık atanlardan biriyim. 2007 yılında “80 Yıllık Kin” başlığıyla yazdığım yazıya, “abartmışsınız” diye yorum yazan sarı basın kartı sahibi gazeteciye selam olsun.

Bataklık oluşurken bataklık kenarına sandalye koyup oturan, sivrisineklerin hücumuna uğrayacağını da bilmelidir. Sivrisinekler ısırmakla kalmaz. Sıtma da yapar. Ülkece sıtma hastalığına yakalandık. Titriyoruz. Ve zaman zaman sayıklıyoruz;

AB-D bizi kıskanıyor(!).. Kadılarımızı, ithal bakan ve büyükelçilerimizi kıskanıyor. Saman ithal edişimizi, “borç yiğidin kamçısıdır” deyip ülkeyi borç bataklığına sürükleyen yiğitlerimizi kıskanıyor. Memurun ve O..punun rüşvetini peşin veren Reza Zarrablarımızı kıskanıyor. Gizli banka hesaplarımızı, saraylarımızı, halkın HIYAR GİBİ soyuluşunu kıskanıyor. Ege’yi “Yunanistan’a bahşiş niyetine hibe eden bonkörlüğümüzü” fena halde kıskanıyor(!)… Hele her yağmurda şehirlerimizin göl haline gelmesini öyle bir kıskanıyor ki, sormayın gitsin…
Zahide UÇAR
 -------------
Atatürk'ü öğrenerek büyümüş bir çocuksanız, masal kahramanlarına ihtiyaç duymazsınız.
***
MÜRTECİLER, YOBAZLIK VE KİMLİK PARÇALANMASI

Yüzlerinde korku endişe, dillerinde atıp tutmalar olsa da İslam görünümlü yeni bir din kurdular. Bu yeni dinde, yalancılık, pişkinlik, hırsızlık, adaletsizlik, baskı, zülüm meşru görülüyor. Sapık inanç düşünce ve yaşam biçimlerine karşı olan herkesi ötekileştiriyorlar.
Anadolu’da bin yıldır oluşan kimlik parçalanıyor. Türk Milleti’ni oluşturan kardeşçe yaşayan etnik topluluklar birer birer ayrıştırılıyor. Türkiyelilik kavramı ile Türk Milleti’nin ortak dokusu altüst ediliyor İngilterelilik, Fransalılık, Almanyalılık oralarda konuşuluyor mu?

Kimliksiz kişiliksiz, kanı ve zihni bozuk tiplerin etkili ve yetkili konuma getirildiği Türkiye’de; kardeşlik köprüleri yüz yıl sonra bir kez daha parçalanmak isteniyor.

Osmanlının son döneminde Tanzimat ve Islahat fermanları ile halkların etnik damarları öne çıkarılmış, Balkan ve Ortadoğu halkları ayrıştırılmıştı. Şimdi de sahte İslamcı fasık kimliğe sahip tipler, liboşlar, kökeni belirsizler ihanet çalışmaları içindedir.

Bütün etnik kimlikleri birleştiren Ortak Türk Kimliği yok edilmek isteniyor.
Bu kimlik; ortak vatan, ortak tarih, ortak sanat, ortak sevinçler üzüntüler, ortak gelecek kimliğidir. Bu kimlik Türk Milleti kimliğidir.

Milletimiz diyorlar. Peki hangi millet bu? Gerçek kimliklerini İslam dini ile örttükleri için soysuzlar, kimliksizler zihin kirlenmesi yaratıyorlar. İnsanların ortak değerleri yerine ayrı olan konuların öne çıkmasına neden oluyorlar.

Birleştiren tek şeyin din olduğunu söylüyorlar. Ama o din’i de din olmaktan çıkaran icraatlarda bulunuyorlar. Yandaş Müslüman karşı Müslüman ayrımı yapıyorlar. Ruhlarında fesatlık var. Fitne bunların beslenme kaynağıdır. İslamcı ya da liberal kimlik altında gizledikleri, içlerinde barındırdıkları kinlerini, demokratlık, özgürlük kamuflajı altında kusuyorlar.

Amaç, hedef ve oyun; Bin yıldır oluşmuş ortak din, ortak tarih, ortak vatan, ortak kültür değerler bütünlüğünü parçalamak, üniter devlet yapısını değiştirmek içindir.

Bakın; konuşmalara, yazılanlara çizilenlere, batıl ilkel ortaçağ kalıntısı Arapçı hayalperestlere. Ne diyorlar, ne yazıyorlar ne karar alıyorlar? Açık değil mi?
Oyun karanlık odalarda; kirli ve lekeli zihinleri ile planladıklarını bu millete hazmettirmektir.
Türk Milleti bu oyuna düşecek mi düşmeyecek mi? Türk Milleti tarih boyunca benzeri ihanetleri bertaraf etmiştir.

Biz her zaman, her kesimi uyarıyoruz ve diyoruz ki; Zihinleri işgal edilmiş bir ülkeyi çelişkili nutuklarla, ayakta tutamazsınız. Zihinsel işgale karşı tedbir almak da her duyarlı insanın temel görevidir. Elbette bu görev, esas olarak siyasi iktidara aittir.
Medya ve yargı da işgal edilmişse, kim, nasıl ne şekilde alacaktır?

Bugün bu ülke sevdalıları, asimetrik bir psikolojik harekata maruz kalmıştır. Kendisini mi savunsun, yoksa dayanağı olan halkın zihninin işgaline mi dirensin? 
Halkın önemli bir bölümünün zihni işgal edilmişse, kendi ülkesinin bayrağına karşı çıkanlarla, bayrağı gönderde tutmak isteyenler arasında çatışma çıkar!

Aydınların görevi; her ülke aydının görevi ne ise odur. Zihni işgal edilmiş olan bu ülke çocuklarını, çarpık din ve çıkar esaretinden kurtarmak herkesin görevidir.
İnsanları, uyandırma, bilgilendirme ve aydınlatmada herkes sorumludur.

Makyavel; “Türkleri dışarıdan işgal etmeye kalkmayın, yenemezsiniz. Fakat bir defa içeriden ele geçirdiniz mi her şeyi kabul ettirebilirsiniz!” diyordu!

Demokrasi, özgürlükler, dini ve etnik kimlikler kullanılarak vatandaşların bir kısmının zihinleri işgal edilmiştir.
Yapılması gereken; karanlık odalarca ve yabancı istihbarat servisleri tarafından yetiştirilip unvan sahibi kılınan ve önemli makamlara getirildikten sonra Türkiye aleyhine çalışan kozaları, gerçek kimlikleriyle ortaya çıkarmak ve halka bunları tanıtmaktan geçmektedir.
Bu yapılırsa, zihinleri işgal edilmiş olanlara da şok tedavisi uygulanmış olur!

GüNüN SöZü: Temeli sağlam olan bina yıkılmaz, bilgili insan ise sarsılmaz.
Av.Prof.Dr.Nurullah AYDIN
31 Temmuz 2017-ANKARA