30 Haziran 2016 Perşembe

ÇOK ÖNEMLİ BİR TESPİT: "ALİ BAYKAN YAZDI "BÜYÜK FOTOĞRAFI GÖRMENİZ İÇİN" BÜYÜK FOTOĞRAFI GÖRMENİZ İÇİN.."

ALİ BAYKAN YAZDI: 
"BÜYÜK FOTOĞRAFI GÖRMENİZ İÇİN"
IŞİD’in adını ilk duyduğumuzda 900 kişilik bir ana kuvveti Musul’a doğru ilerliyordu. Bu haber duyulduğunda Musul’da bulunan bütün halk ve bütün yabancı misyonlar hatta Irak ordusunun askerleri dahi, hem de ağır silahlarını dahi bırakarak, alelacele Musul’u terk etme telaşında idiler.
Bir tek Türk Konsolosluğu’na “Boşaltmayın” emri verilmişti.
Neden?
Çünkü Türkiye’yi yöneten irade IŞİD’in Türk misyonuna bir saldırı yapmayacağı düşüncesindeydi. Bu düşüncenin haklı bir tabanı vardı. Esad’a karşı savaşan ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) bünyesindeki El Nusra’ya silah ve mühimmat taşıyan Türk tırları işte bu El Nusra bünyesinden fışkıran radikal İslamcı IŞİD’in palazlanmasına imkan sağlayan askeri mühimmatın birincil kaynağı idi. Tayyip kulağına fısıldananlara inanıp yeni tasarlanan BOP coğrafyasında etkili bir aktör olacağı belli olan IŞİD’i sözünü sayan, kendi projelerine de taşeronluk yapacak, yönlendirebileceği bir silahlı güç olarak görüyordu. Taşlar yeniden dizilirken, ganimetler paylaşılırken  Tayyip de IŞİD üzerinden pastadaki payını büyütecekti.
Bu hiç olmadı denemez, neticede IŞİD’in el koyduğu kuyulardaki ve rafinerilerdeki ucuz kaçak petrolü kıyıya taşıyan Tanker kamyonların içinde büyük filo “dünür” Çalık’ın idi. Kıyıdan İsrail’e aktaran da oğul Burak’ın ve Bilâl’in tanker gemileri idi. Kazanç o kadar büyüktü ki, her iki seferden sonra filoya yeni bir gemi ekleniyordu..
Ta ki, “pastada benim de payım olmalı” diye Suriye’ye Esad üzerinden çöreklenen Rusya’nın, IŞİD’in el koyduğu bir rafineriyi ve dolum kuyruğu bekleyen tanker filolarını bombalamasına kadar işler iyi gidiyordu. Bombalanarak imha edilen rafineride Çalığın tanker filosu da vardı. Ne olduysa ondan sonra oldu; o güne kadar Hatay sınırımızın Suriye’ye burun yapan köşesini viraj almadan (2 dakikada) geçerek onlarca defa ihlal eden Rus uçakları arada bir nota vererek ikaz edilirken, Çalık’ın filosunun imha edilmesinden sonraki ilk ihlali yapan Rus uçağı (misilleme olarak) düşürüldü..
Dünür damat ekseninde bir ailenin kirli dolarları için Türkiye’nin başına büyük bir çorap örülmüş oldu.. Ardından yaşananlarda faturayı ödeyen Türk devleti ve Türk halkı oldu.. Antalya’yı bırakın bir yana, asıl Laleli öldü. Gümrüksüz ticaret ile Türkiye’nin en büyük ihracat kapısı olan “Bavul ticareti” bıçak gibi kesildi, devasa alacaklar Rusya’da kaldı, devasa firmalar iflas etti, sadece bölge esnafı değil, Türk ekonomisi çok büyük yara aldı. Bu durum ülkenin her tarafında yaşayanların işini düzenini olumsuz etkiledi, hayat standardını düşürdü..
Biraz başa  saralım filmi..
IŞİD 900 kişi ile Musul’a yürürken kalkıştan 8 dakika sonra o 900 kişinin üzerine bomba yağdırarak kumlara gömebilecek olan Türk F-16’ları neden havalanmadı. Güzergah çöl, Kandil gibi kayalık ve mağara değil ki saklansınlar IŞİD piyadeleri. Hepsini öldüremedik varsayalım, eş zamanlı havalana skorsky’ler bombardıman bitmeden yüzlerce ‘bordobereli’yi sahaya indirir, nihai temizliği de yapardı..
Neden yapılmadı ? Yapılsaydı Sam Amca’nın senaryosu bozulurdu çünkü.. Kendi de bir ABD taşeronu olan irade bu emri veremezdi elbet..
TERÖR ÖRGÜTLERİ EMPERYALİZMİN TAŞERONUDUR..
IŞİD de Taliban ve El Kaide gibi ABD’nin ürettiği, kendi senaryoları için kullandığı taşeron bir örgüttür. Gece karanlığında bile kızıl ötesi ışınlarla binlerce metre yükseklikten bir tavşanı bile görebilen, her hareketli hedefe güdümlü füzelerle nokta atışı yapabilen uçakların IŞİD’i  3-5 palmiye ağacından başka gölgesi olmayan çöllerde nasıl bulamaz da yok edemez? Böyle bir niyet yok çünkü. IŞİD’in dolaylı ABD desteği ile Türklerden ve Araplardan arındırarak insansızlaştırdığı bölgeleri, daha sonra görünür ABD desteği ile yandaş örgüt PYD işgal ediyor ve “Kürt toprağı” yapıyor. Maksat artık her IQ seviyesinin anlayabileceği kadar görünür oldu. Nihayetinde Türk topraklarından da pay isteyen bir taşeron Kürt Devleti. Aslında o da ahırinde Büyük İsrail’in “Vadedilmiş Topraklar”ı ( Arz-ı mevud) için “Emanetçi”.. Vakit Tamam olduğunda Büyük İsrail ile Büyük Ermenistan’ı Doğu Anadolu’da sınır komşusu yapmaktır hedef..
Ve bu süreç “11  Eylül” ile RESMEN başladı.
Açıkçası, ben de 11 Eylül’ün ABD’nin Ortadoğu’ya askeri müdahalelerine gerekçe olabilsin diye, dünyada kamuoyu oluşturmak üzere,  “kendi adamı ile kendi topuğuna sıktırması” olduğuna inananlardanım. Yaygın kanaat de budur zaten.. Kanıtlanamayacak olsa da.
Öyle “Komplo Teorisi” filan demeyin. Biz bunları okuyarak ve yaşayarak büyüdük. Benim yaşımdakiler hatırlar; Yunanistan’daki  “Cunta Yönetimi’ni CIA 10 yıl sonra “Evet, biz yaptık” diye açıkladı. Bizdeki “12 Eylül”ü ise daha başladığı günde “Bizim çocuklar” ifadesiyle itiraf ettiler..
Okuyanları azalmasın diye daha yazılabilecek olanları yazmayacağım..
Ama özetle bilinmeli ki, bu gün yaşadığımız musibetlerin birinci müsebbibi Tayyip’in hastalıklı ruh yapısıdır.. Kontrol dışı bir megalomanlık, kuşatılmış iradesi ile Türkiye’yi bir büyük bataklığa sokmuştur.
“Ayı ile yatağa giren tırmalanmış olarak çıkar..”
Tek kurtuluş ümidi, Türk Milleti’nin refleksi olan Ülkücülerin parangalarından kurtulması ve “Milli Devlet, Güçlü İktidar” ile emperyalizme direnmesidir..
Ne mutlu ki tünelin ucunda ışık görünmüştür. Azimle ışığa doğru yürümek zamanıdır..
Ali Baykan - 29.06.2016 13:22 –
http://www.yasarkiraz.com/news/-buyuk-fotografi-gormeniz-icin/

27 Haziran 2016 Pazartesi

BARBAROS HAYRETTİN PAŞA’NIN 470. ÖLÜM YILDÖNÜMÜ & Dr. Nejat Tarakçı - Deniz Tarihçisi ve Jeopolitikçi

BARBAROS HAYRETTİN PAŞA’NIN 470. ÖLÜM YILDÖNÜMÜ  
Dr. Nejat Tarakçı
Deniz Tarihçisi ve Jeopolitikçi
ntarakci@gmail.com
Giriş
Her ulusun gurur ve övünç kaynağı olan kişiler vardır. Bunlardan çoğunluğu yaşadıkları döneme damgalarını vuran, etkileri sınırlı kişilerdir. Bazıları ise gerek yaptıkları işler, gerekse fikir ve uzak görüşlülükleri ile evrensel ve uluslararası etkileri olan kişilerdir. Onların çoğu, bir yandan bulundukları ülkenin ve insanlık tarihinin akışını değiştirmiş, bir yandan da dünya mirasının temellerine büyük katkı sağlamışlardır. Atatürk bunlardan en başta gelenidir. Diğer bir değerimiz ise Türk denizciliği denince ilk akla gelen Barbaros lakaplı Hızır Hayreddin Paşa’dır.  Büyük denizciyi 470 yıl önce 1546 yılında kaybetmiştik.

Hayreddin Paşa Osmanlı Hizmetinde
Osmanlı siyasetine damgasını vuran zeki ve uzak görüşlü sadrazamı Pargalı İbrahim Paşa[1]  denizin mutlak efendisi olması için sultanın donanmasına gözü pek bir reis gerektiğini anlamıştı. Bu reisi, kuzey Afrikalı korsanların dışında bulamamıştı [2] 1533 yılında Hızır Hayreddin (Barbaros) Reis, Kanuni’nin yazılı bir emrini aldı.  Aynı yıl Ağustos ayı başında, Cezayir Filosu ve Levent gemileriyle İstanbul’a yelken şişirdi. Çanakkale’ye yaklaşınca, Cezayir Filosunu Cezayir’e, Levent Gemilerini korsanlığa göndererek, kendi malı olan 18 gemi ile Boğaz’dan içeri girdi. Marmara Denizi’ne girmeden önce Gelibolu’ya uğranarak, iki gün boyunca kadırgaların bakımı yapıldı. Daha sonra düzenli bir sıra halinde, sancakları ve bayrakları asılı dört yelkenli; korna sesleri eşliğinde Sarayburnu’na yönelip, tıpkı uçarak gelen arılar gibi, toplarla donanmış Haliç’e demir attı.[3]

Barbaros İstanbul’da
Barbaros’un İstanbul’da karşılanışı şahane oldu. Yalnız Akdeniz’i değil, Avrupa ve Afrika’yı titretmiş bu efsanevi şöhretin sahibini yakından görmek, onu sevgi ile kucaklamak için İstanbul halkı, sabahın erken saatlerinde sokaklara dökülmüş, denizin üzerine taşmıştı. Top sesleri ve gönülden kopan alkış tufanı, “Yaşa!” haykırışları arasında karaya ayak basan Barbaros, kendisine tahsis edilen At Meydanı’ndaki Derya Kaptanı Ahmet Bey’in sarayına gitti. Yalnız kendi gücü ile korsanlıktan krallığa yükselen ve sonunda saltanatını, istiklalini feda ederek Cezayir’i Osmanlı Devletine bağışlayan bu yaman adamı Kanuni de çok merak ediyordu. O nedenle, protokol kurallarının gerektirdiği belirli zamanı beklemeye dayanamayarak hemen ertesi günü Barbaros’u kabul etti. Barbaros’un saraya gidişi de pek şahaneydi. İstanbul halkı gene sokaklara taşmış, göz kamaştıran ve hayret uyandıran muhteşem kafileyi seyrediyor, alkışlıyordu.
Barbaros, Kanuni’nin Huzurunda
Kanuni, gözler kamaştıran bir ihtişam içinde tahtına gömülmüştü. Elbisesinin etekleri öpülmek üzere kasten ve itina ile yere serilmiş; vezirleri, paşaları, saray adamları tahtın etrafına sıralanmışlardı. Barbaros, etrafında 18 reisi olduğu halde tam bir vakar içinde ilerledi, Kanuni’nin eteğini atlayarak elini öptü ve teklifsizce karşısına oturdu. Etraftakilerin haset ve şaşkınlıklarına karşı, Kanuni, Barbaros’un samimiyetinden hoşlanmıştı. Ona iltifat etti, İspanya’ya, Doria’ya ait sualler sordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun Akdeniz’de takip etmesi gereken siyaset hakkında görüşünü öğrenmek istedi. Barbaros, bu soruları padişahı hayran bırakacak bir şekilde cevaplandırdı.[4] Barbaros’un asıl adı Hızır Hayreddin idi. Avrupalılar ağabeyi Oruç Reis'e kızıla çalan sakalı yüzünden Barbarossa adını vermişlerdi, Oruç Reis'in şehit olmasının ardından küçük kardeşi Hızır için kullanılan bu isim, Türkçeye Barbaros olarak geçti. Tüm Akdeniz’de Müslümanlar için Hayreddin (Dinin koruyucusu) olarak, Hıristiyan düşmanları için Barbaros (Kızıl sakal) [5] olarak ünlenen Hızır, önemli bir adamdı. Yedi dil bilen Hayreddin Paşa, cahil bir korsan değildi. Kardeşi Oruç kadar cesur ve dayanıklıydı; aynı zamanda mükemmel bir yönetici, olağanüstü bir stratejist ve kendi döneminin herhangi bir yöneticisi kadar yetenekli bir devlet adamıydı.[6]

Gerçek Bir Denizci Bulduk!
İbrahim Paşa ilk bakışta, 55 yaşında olmasına rağmen bu atik ve yaşlı adamda, bunca zamandır peygamberden dilediği adamı bulmuştu. Gerçek bir denizci bulduk! Onu hiç tereddüt etmeden filonun generali (Kaptan Paşa ve divan üyesi paşa) ilan edin diye yazmıştır padişaha. Halep’te yapılan divan toplantısında Barbaros Hayreddin Paşa’ya Beylerbeyliği unvanı tevcih olundu.  İstanbul’a döndüğünde Hızır Hayreddin Paşa, Süleyman’ın elinden bir imparatorluk alameti olan yatağan (kılıç) ve yeni generalin Osmanlı egemenliğinde olan tüm limanlarda ve bütün adalarda sahip olacağı mutlak gücün bir sembolü olan adalet asasını almıştı.[7] Bütün kış, İstanbul Tersanesinde ve bizzat Barbaros’un gözetimi altında gemi inşasına harcandı. Donanma denize çıkacağı zaman, 84 gemi hazır bulunuyordu. Hayreddin’in gemilerinden 18’i kadırga idi. Bunlardan beşi de arzuları ile devlet hizmetine girmiş korsanlara aitti.[8] Barbaros’un, Cezayir’den birlikte getirdiği yardımcıları ve danışmanları, İstanbul tersanelerini baştan sona yeniden düzenlediler. Gemi tasarımı, personel, eğitim, yönetim bakımından Türk filosunun kalitesini iyileştirdiler ve gelecek yıllarda Bab-ı Âli’ye yararlı bir model kurdular.  Bu dönemde, İstanbul’da Fransa’nın kâtibi olan Jean Chesneau, efendisi I. François’ya gönderdiği raporunda, Barbaros görevi almadan önce Türkler bazı korsanlar hariç, gemicilik sanatı hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Bir filoya tayfa bulmak istediklerinde Yunanistan ve Anadolu dağlarına gidip çobanları getirir, onları kadırgalarda küreklerin başına oturtur ve öbür gemilerin güvertelerinde çalıştırırlardı. Bu çok yetersizdi; çünkü ne kürek çekmeyi ne de gemici olmayı biliyorlardı, hatta denizde ayakta bile duramıyorlardı. Fakat Barbaros, derhal bütün sistemi değiştirdi diyordu. Amiral Juriyen de La Graviere daha sonra şu yorumu yapıyordu, Sistemi öyle değiştirdi ki, birkaç yıl içerisinde yenilmez unvanını kazandılar.[9] Barbaros 1534’te Kaptan Paşa olduktan sonra aklını Macaristan ve İran’a takmış Osmanlı dünyasına, yepyeni bir yayılma menzili getirdi. Kadırgaları siyah ve alçaktı böylece denizde, uzaktan görünmeden bekliyorlar, gece olunca sahile sürpriz saldırılar yapıyorlardı. Fransızlar ve Osmanlılar arasında Habsburg’lara karşı ittifak, karada hep belirsiz kalmış olsa da, Barbaros sayesinde denizde gerçekleşti. Kanuni devrinde, Barbaros Hayreddin Paşa’nın Kaptan-ı Derya olması ve Cezayir’in Osmanlı devletine bağlanması, Osmanlılara çok büyük olanaklar sağlamıştır.

Barbaros’un Osmanlı Yönetimindeki Etkisi
Kanuni’nin deniz siyasetinin planlanması ve yürütülmesinde Sadrazam İbrahim Paşa’nın etkisi yadsınamaz. Barbaros’un Osmanlı emrine alınması, divan üyesi yapılması ve fikirlerine itibar edilmesi onun ileri görüşlülüğü ve devlet adamlığının bir sonucudur. Kanuni’nin bu siyasetteki esas rolü ise son sözü söyleme hakkı olan bir padişah olarak, İbrahim Paşa ve Barbaros’a olan güvenidir. Bu yıllarda Osmanlı Devleti, Barbaros’un komuta ettiği Türk Donanmasını, en az Türk ordusu kadar önemli bir vurucu kuvvet olarak telakkiye başlamış ve siyasetini buna göre ayarlamıştı. 1800 yıllık bir geleneği olan ve dünyada birinci silahlı kuvvet sayılan Türk Ordusu yanında, donanmaya da aynı gözle bakılmaya başlanması, Osmanlı Devletinin tarihinde bir dönüm noktası sayılabilir. Ancak Pargalı İbrahim Paşa’nın 1536’da öldürülmesinden sonra Barbaros divanda yalnız kalmıştır. Protokolde vezirlerden sonra gelmesine rağmen, Barbaros, devletin en nüfuzlu şahsiyeti olmuştu ve bu nüfuzunu ölünceye kadar korudu. Kanuni’yi, deniz gücünün kara gücünden daha az önemli olmadığı hususunda ikna etti. Kanuni de, donanmanın devamlı bir gelişme içinde bulunması için Derya Kaptanından hiç bir şeyi esirgemedi. Barbaros öldükten sonra da bu deniz siyasetine bir süre daha devam etti. Buna rağmen, Türk tarihinin en büyük denizcisinin, hiç bir zaman vezir (Büyük Amiral) rütbesini alamadığı, o zaman derya kaptanlarına vezir rütbesi verilmemesi dolayısıyla bir gerçektir. Barbaros, hayatının sonuna kadar beylerbeyi (Oramiral) rütbesini taşımıştır. Kabul edilen, Osmanlı deniz siyasetinin temeli, Türk Donanması, dünyanın geri kalan donanmalarının toplamından daha güçlü olması ve daima aynı seviyede tutulması idi. Belki gemi sayısı bakımından değil, fakat teknelerin mükemmelliği, personelin eğitim ve disiplini, deniz topçusunun menzil üstünlüğü bakımından bu husus, 16. Asır boyunca gerçeğin ta kendisi oldu. Bu asırda Osmanlı filoları, blok halinde kocaman ordular taşıyacak güçteydiler. Bilindiği üzere, dünya tarihinde Osmanlı’dan sonra ancak iki devlet İngiltere ve ABD, aynı deniz siyasetini gerçekleştirmeye muvaffak olmuşlardır. 19. Asırda İngiliz Donanması, dünyadaki bütün donanmaların toplam gücünden üstün seviyede tutulduğu gibi, İkinci Dünya Harbi’nden sonraki yıllarda da aynı hususu ABD gerçekleştirmeye muvaffak olmuştur.

En Büyük Deniz Zaferimiz Preveze
27 Eylül 1538’de kazanılan bu zafer, strateji, taktik ve tekniğin eğitimli ve inançlı denizci personel sayesinde sadece Türk tarihinde değil,  aynı zamanda dünya tarihinde de bir dönüm noktasıdır. Barbaros’un stratejisi, açık deniz savaşlarında bir çığır açtı.  Preveze Savaşı’ndan tam 50 yıl sonra 1588’deki İngiltere-İspanya Deniz Savaşı’nda Sir Francis Drake ve 1805 yılında, yani Preveze’den 250 yıl sonra, Trafalgar’da Amiral Nelson aynı stratejiyi kullandılar.
Preveze, tüm Akdeniz’i Osmanlı hâkimiyetine açmıştı. Venediklilerin Preveze’den yanlarına kar kalan tek şey, yüzer kale olarak adlandırılan büyük kalyonlarının gösterdiği performanstı. Onları, değerini göstermek ve gereğinde kullanmak üzere bir tedbir unsuru olarak sakladılar. Türkleri kuzey Afrika’nın büyük bir bölümünün efendisi yapmış Barbaros, bu zaferle Orta ve Batı Akdeniz’de de egemenliğini kurmuş ve şimdi de, bir Avrupa donanmasını yenilgiye uğratarak, Süleyman’ın Yunanistan ve Levant’taki (doğu Akdeniz) konumunu güvenceye almıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun doruk yıllarının 1538 ile 1566’da Süleyman’ın ölümü arasında geçen yıllar olduğu söylenebilirse, bu itibarın büyük bir bölümü Barbaros Hayreddin Paşa’ya verilmelidir.

Barbaros Fransa’da
16. yüzyılda orduların ağırlıkları ile birlikte bir yerden bir yere en çabuk taşınma vasıtası gemilerdi. Bu nedenle binlerce mil uzunluğundaki Akdeniz’deki ittifakların ve yardımların çoğu deniz üzerinden sağlanmaktaydı. II. Bayezid 1492’de Endülüs’ten yükselen yardım çığlığına Kemal Reis komutasında bir filo göndermenin dışında bir şey yapamamıştı. Güçlü bir deniz gücü aynı zamanda Osmanlı’nın en önemli stratejik kozuydu.  Preveze sonrası 1541’de Avrupa’da bozulan güç dengeleri Fransa Kralı’nı, Hristiyanlığın baş düşmanı olarak kabul edilen Osmanlı Devleti’nden yardım istemek zorunda bırakmıştı. Fransa’ya yardım etmek üzere, Barbaros kumandasındaki Türk Donanması’nın 15 Mart 1543’de Fransa sularına hareket etti.  Türk Donanması, 154 parça gemiden oluşuyor ve forsalar dışında 30 bin asker taşıyordu.

Barbaros’a Muhteşem Karşılama
Osmanlı Donanması, 20 Temmuz 1543’de Lyon Körfezi’ne geldiğinde Fransa, Hayrettin Paşa’ya muhteşem bir karşılama töreni hazırlamıştı. Osmanlı Donanması, şehir halkını top ateşiyle selamladı. Türk gemileri yardımlarına geldiği için sevince gark olan Fransızlar, Osmanlı Kaptan-ı Deryasını görülmemiş törenlerle karşıladılar. Bütün Avrupa ise Fransızların Türklere olan beraberliğine son derece kızmıştı. Fransuva’nın ilk isteği Nice Şehri’nin geri alınması idi. Şehir, Şarlken’in kuvvetlerinin elindeydi ve zaten Barbaros, Fransa Kralı I. Fransuva tarafından Nice’i kurtarması için davet edilmişti. Nice şehri bombardıman edildi ve ele geçirildi.  Ancak kesin sonuç için harekâta baharda devam edilecekti. Ayrıca caydırıcı bir güç olarak Osmanlı Donanmasının kışı Fransa’da geçirmesi gerekliydi. Barbaros Fransa ile ek bir anlaşma yaparak ihtiyaçlarının karşılanması ve leventlerin maaşlarının verilmesi şartıyla kışı Fransa’da geçirmeye karar verdi. Toulon Limanı, kışlamak için en uygun yerdi.  Nisan 1544’te Osmanlı Donanması en azından Güney Fransa’nın işgaline engel olmayı başarmış olarak geri dönüyordu. O zamanın teknik olanakları dâhilinde ve bu kadar büyük bir askeri gücün lojistiği de düşünüldüğünde, Osmanlı Devleti’nin o dönemde gerçekten bir dünya devleti olduğu daha iyi anlaşılır. Bunu elbette ki, Barbaros’a borçluyuz. Kemal Reis’ten 56 yıl sonra Osmanlı merkez donanması ilk defa batı Akdeniz’e gelmiş ve bu Müslüman güç Hristiyanlığın kalbi Fransa’da sekiz ay kalmıştı. Osmanlı Donanması, caydırıcılık görevini de en iyi şekilde yapmış ve Fransa’yı Şarlken’in olası bir saldırısından korumuştur. Avrupa’nın doğusu ile batısını denizden birleştiren Osmanlı- Fransa ittifakı Osmanlı tarihçilerine göre Hristiyan birliğinin bölünmesi olarak nitelendirilirken jeostratejik gerçek, kıta Avrupa’sında yeni bir güçler dengesi yaratmasıydı.[10] Türk Donanması’nın kışladığı aylar süresince Toulon şehri, büyük bir donanmayı beslemek mecburiyetinde kalmıştır. Bazı kaynaklara göre ise, son zamanlarda Fransa Kralı ile Barbaros arasında meydana gelen anlaşmazlıklar nedeniyle fidye ödenerek, Barbaros’un Toulon’dan ayrılması sağlanabilmiştir. Gerçekçi perspektiften bakıldığında Osmanlı donanma varlığının ve 30 bin kişilik bir ordunun Fransa’nın güneyini sekiz ay süre ile işgal ettiği söylenebilir. Çünkü Fransa’nın Osmanlı Donanması üzerinde hiçbir tasarrufu ve söz hakkı yoktu.  Aksine, ekonomiden maliyeye, idareden adalete tamamen Osmanlıya ait bir olan bir sistem, Fransa topraklarında yerleştirilmiştir. Bu uygulama o döneme göre ilk defa iki ordunun fiili olarak bir araya geldiği ilk siyasi ve askeri ittifakı oluşturmaktadır. Bu yönüyle konunun Fransız kaynaklarından da incelenmesi uygun olacaktır. Türkler, müttefiklerine karşı iyi davranmışlar ve Toulon’dan bir dost olarak ayrılmışlardır.[11] Bu anı içi Fransa’da yapılan bir tablonun altında yer alan şiirin kıtalarından birinde şöyle yazmaktadır:

Ne hoş geliyor pupa yelken
Sıra sıra Türkler ile bu donanma
Barbaros ve ordusu hep birden koşuyor bize yardıma [12]

Barbaros’un Vefatı
İstanbul’da Beşiktaş’a yolu düşenler vapur iskelesinin hemen yakınında bir türbe görürler. Bu türbe 4 Temmuz 1546’da vefat eden Türk tarihinin en büyük denizcisi Barbaros Hayrettin Paşa’ya aittir.  Öldüğüm zaman beni denizin sesini duyacağım bir yere gömünüz!" dediği için Beşiktaş'ta ki bu yere defnedilmiştir. [13] Hayrettin Paşa yaşamında bir hayli sene bilfiil deniz ticareti, 7 sene kadar şanlı bir korsanlık, 16 sene Cezayir’de hükümdarlık ve 13 sene de Osmanlı İmparatorluğunun en parlak devrinde o devre layık şekilde Kaptanı Deryalık yapmıştır. 

Mezar Değil Denizciler Türbesi
Arkasında bıraktığı reisleri ve leventleri onu hiç bir zaman unutmadılar. Hayrettin Paşa’nın türbesi Osmanlı Donanmasının her sefere çıkışından önce ziyaret edildiği kutsal bir mekâna dönüştü. Donanmayı Hümayun, her sefere çıkışında, bütün toplarını kurusıkı ateşleyerek Beşiktaş’ta onun türbesi önünden gemi gemi, filo filo geçerek Marmara ve Akdeniz’e açıldı. Daha önce leventler, bölükler halinde gelip türbeyi ziyaret eder ve Fatiha okurlardı.[14] Osmanlı Devleti’nin kaptan paşaları da, hilatlerini Barbaros'un Beşiktaş'taki türbesinde giyerlerdi, bu törende dua edilir ve fakir fukaraya yemek verilirdi.

Vasiyetnamesi
Bu saygın denizcinin vasiyetnamesi de en az yaşamı kadar ilgi çekicidir.   Hayrettin Paşa, bütün malı, mülkü ve parasının eğitime harcanmasını vasiyet etmiştir.  Hayrettin Paşa’nın yalnız İstanbul içinde ve muhtelif yerlerde 15 adet irili ufaklı akarı vardı ki; bunların hepsini yalnız Beşiktaş meydanındaki 12 yatılı öğrencisi bulunacak medresesine gelir temin etmek üzere vakfetmiştir. Bu arada, Hayretin Paşa’nın kendi baba ocağı olan Midilli Kalesi içinde yaptırdığı medreseyi, hamamı ve çeşmeyi de unutmamak gerekir. Midilli Adası’na yapılacak ziyarette Türk izlerinin en çok bulunduğu yer olan heybetli Midilli Kalesinin mutlaka gezilmesi gereklidir. Hayrettin Paşa’nın Cezayir’de de bir hayli akarı olduğu,  onları da yine Cezayir’de yaptırmış olduğu cami ve çeşmelere gelir temin etmek üzere vakfettiği bilinmektedir. Hızır Reis’in Cezayir’de yaptırdığı caminin 1520 tarihli kitabesinde: Allah yolunda cihat edenlerin sultanı Hz. Hayreddin ki Türk soyundan ünlü emir Yakup’un oğludur yazmaktadır.[15] Yukarıda sayılanlardan başka, medresede yatılı bulunacak olan 12 öğrenci ile diğer gündüzlü öğrencilerin faydalanmaları için 20 cilt kitap da vakfetmiştir. Bundan başka gerek medrese ve müştemilatı ve gerekse sair akarları eskidikçe, elde mevcut akar kiralarının fazlası ile bunların onarılmasını.  Ve yine artacak olan paranın yarısı ile yeniden akarlar yaptırılmasını, diğer yarısının tekrar yarısı ile görevlerinde başarı gösterenlerin gündeliklerine zam yapılmasını ve geri kalanla da medresede okuyan öğrencilere diğer günlerde de yemek verilmesini vasiyet etmiştir.  Türbesi yerinde duruyor ama vasiyetinin yapılabilecek kısımları neden yapılmıyor?
Türbe Vasiyeti
Bugün Beşiktaş vapur iskelesi yanındaki türbesi etraftaki yüksek binalardan ve karmaşadan yeterince fark edilememektedir. Barbaros’un defnedildiği türbeyi ölümünden önce yaptırdığı vasiyetinden anlaşılmaktadır. Bugün aynı meydanda türbesinin yakınında Hayrettin Paşa’nın çok güzel bir anıtı bulunmaktadır.  Bu anıt, Barbaros Hayreddin Paşa’nın anısına 1943’te ünlü heykelciler Ali Hadi Bara ile Zühtü Müridoğlu tarafından yapılmıştır. Heykelin arkasında
Yahya Kemal Beyatlı’nın şu dizeleri yazılıdır:

Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki donanmayla seferden geliyor!
Adalar’dan mı? Tunus’tan mı, Cezayir’den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?

Barbaros’un bu yılki ölüm yıl dönümü 4 Temmuz 2016 Ramazan Bayramının arifesine denk geliyor. Büyük denizciyi minnet ve şükran ile anıyoruz.



[1] İbrahim Paşa, birkaç lisan bilen, tarih, coğrafya, harp tarihi konularıyla meşgul olan değerli bir devlet adamıydı.
[2] Jurien Graviere,  Doria ve Barbaros,  Profil Yayıncılık 2006 s.194
[3]  Graviere s.193

[4] Tevfik İnci Donanma Dergisi sayı 409 1954 s.20-21
[5] Bir rivayete göre, Hızır Reis, kızıl sakallı değildir. Ağabeyi, Oruç Reis’in intikamını alıncaya kadar sakalına kına yakmayı kararlaştırmıştır.
[6]  Bradfrod  s. 314
[7]  Graviere s.195-196
[8] Joseph von Hammer, Osmanlı Tarihi s.338 İkinci cilt. Milliyet Matbaası 1966
[9]  Earl Bradford Akdeniz İş Bankası Yayınları s.315
[10]  Ana Maria Carabias Torres, Türkler ve Deniz, Kitap Yayınevi 2007 s. 259
[11] Bu konu, Fransız kaynaklarından araştırılması gereken bugünkü Türk-Fransız ve Avrupa ilişkilerine katkıda bulunabilecek çok önemli bir olaydır.
[12]  H. Şehsuvaroğlu, Deniz Tarihimize Ait Makaleler Dz. K.K.1965 s. 14
[14] İnebahtı yenilgisi öncesi donanma sefere çıkarken ilk defa Barbaros’un türbesi ziyaret edilmemişti.
[15] Orhan Koloğlu, Türk Korsanları, Tarihçi Kitapevi 2012 s. 43

21 Haziran 2016 Salı

MAYA BOZUK VE BEDEL ÖDEYENLER!..., Araştırmacı, (İlâhiyatçı) Gazeteci-Yazar: CEMAL ÇALIŞKAN

BEDEL ÖDEYENLER VE MAYASI BOZUKLAR
Araştırmacı, Gazeteci-Yazar, İlâhiyatçı
Cemal ÇALIŞKAN
Türkiye bugün Osmanlının Lale devrinde yaşadığı görece bir refahı yaşamaktadır. Bugüne kadar iyi niyet taşları döşerek gelindi. Devleti yönetenler cehennem kapısına dayanınca bedel ödeyenlerin yardıma başvurdu. Ama bunun karşılığı babasız kalan çocuklar dul kalan kadınlar oldu. Bedel ödeyecek olanlar binlerce uyarı yapmalarına karşılık iktidar valileri kulak tıkamıştı. Çünkü onların kaybedecekleri bir şeyleri yoktu.
Yaşadığımız toplumsal yaşamda kansızlık yapan bunun karşısında da fedakârlık ve bedel ödeyenler Kuran ayetlerinde örnekleriyle bize bunlar anlatılmaktadır. Kuranda Bedel ödeyenlerin ön sırasında ”Hz. Meryem ve Firavunun hanımı Asiye validemizdir.”  Yer almaktadır.  Allah, Hz. Âdem’de sabır ve azim bulamadığını söyler. Ama biz bu yaratılış süreçte, azim ve sabrı şeytanda görmekteyiz. Bu sebeple Mevlana” En sadık, sözünden dönmeyen varlık olarak, şeytanı örnek görtermiştir. Yüce Allah’ın her türlü yumuşak tavrına karşı şeytanın inadını ve direnişini görüyoruz. İnsan şeytanda bile kendisi için örnek bulabilir.
            Allah şeytana “ sen benim ihlaslı kullarımı kandıramazsın” buyurmuştu. Şeytan sadece insanlarla kendi arasında adil olmasını istemiş Allah’ta ona istediğini vermiştir. Şeytanın yoldan çıkaramadığı insanlar “Elestü bezmendeki sözleşmesine sadık kalan insanlardır.
            Toplum olarak bizler, Kuranda anlatılan olaylardaki özü kavramadıkça oynanan oyunları çözemeyiz. Kullanılmaya devam ederiz. Kuran’da “ Lut ve Nuh aleyhiyhisselamın hanımları Kâfirlere örnek gösterilir.  Burada insanın iyi veya kötü olması için mensup olduğu kabile ve soyun hiçbir önemi yoktur. Atalarımız “Allah insanın kaderini iyi yazsın” derler. Acaba peygamber zevcelerini niye Kâfirlere örnek göstermiştir. Zamanımızda devleti parselleyenler çeşitli tarikatlara mensup olmak, görev almakta adeta referans alınır hale geldi. Devletin anasını bellediler. Rabbimiz peygamber zevcelerine” Hain sözcüğünü” kullanmıştır. Rabbe en yakın olan kul, peygamberlerdir. Bu iki hanım kocalarına hainlik yaptı, aile sırrını düşmanlarla paylaştılar.  
İnsan öz mayayı bozarsa, ondan her türlü şirretlik beklenir.  Bu maya bozuksa peygamber çocuğu ve Resul zevcesi olmak işe yaramaz.   Bu bozuk maya değişmiyor.  Akrebin soktuğu gibi iyilik yapan sahibini mayasının gereğini yaparak sokacaktır. Bunlar milletin düşmanlarıyla işbirliği yapar, halkın aleyhine çalışır, nimet verenlere nankörlük yapar. Hz. İsa peygamberin havarilerinden birisi, ufacık bir dünyalığa karşılık sahibini satmıştır. Allah ise, davanızı inancınızı az bir paraya satmayın buyurması anlamlıdır. Günümüzde ilahiyat mezunu olması, hafızı, hocası, hacısı, güzel Kuran okuyanı, vaiz edeni, siyasette, devlet kademesinde ve iş hayatında bir yerlere geldikten sonra gerçek mayalarıyla ortaya çıktıkları millete acılar yaşattıkları halk bedelini ödüyor. Buna şahit oluyoruz.
Günümüzde kendi ve aile geleceğini ülke geleceğinden fazla önemseyenlerin devletin ve makamların en üst kademlerine geçtiklerini görüyoruz. Bunların söyledikleriyle yaptıkları birbirinin tersi oluyor. Allah mayası bozuk olanlardan söz ederken “kayaların üzerindeki aldatıcı topraktan söz eder. Yağan yağmurla bu toprak yok olur, aslı olan taşa döndükleri bildirilir. Ayette böyle topraktan faydalı bir şey üretemez, sadece diken bitirdikleri bildirirler. Fatih Sultanı zehirleyenler, Atatürk’ün tedavisine yanlış teşhis koyan, hastalığı tedavi edilmez hale getirenler, mayası bozuklardır. Hz. Peygambere "vahiy kâtipliği" yapan sonra da mayası ortaya çıkınca küfre dönenlerdir. Bu mayası bozuklar basınıyla TV ile bir bütün kalemleriyle millet ve toplum aleyhine çalışma yapmaktalar. Sözleriyle topluma bir sihir etkisi yapıyorlar.
            Camide konuşulan sözlerin günlük yaşantıda karşılığı yok.  Konuştukları Kaf dağının arkasındaki masal kuşunu anlatır.  Bu bir kısır döngüdür, İslam âlemini maskaralık toplum hale getirdi, eski hikâye türü anlatılanlar. Cami ağzıyla konuşan siyasiler toplumda pirim yapıyor. Toplum ve siyasiler bir çürümüşlüktür.  Bu toplum, Kuranda ancak diken yetiştirir denir.  Nuh aleyhisselam “ Bu toplumun hepsini ya Rabbi yok et. Bunlar doğursalar bile sadece facir ve Fasık doğururlar” bedduasını yapar. Bu insanlar nerede bulunursa bulundukları toplumu yozlaştırırlar.  Her hacca gidenin hacı olmadığı gibi, her camiye gidenin de namazı olmaz. Yıllarca mektep medrese gören âlimlerin kitaplara hamallık, zenginler de mallarına hamallık yaptıkları görülmüştür. Kâinat ayetlerine gözlerini, gönüllerini ve dimağlarını kapatmalarının bir yararı olmaz. Kuran“ yapmadığınız şeyleri bir başkasının yapmasını niçin söylersiniz” uyarısını yapar.
Yüce Allah Meryem ve Firavunun karısı Asiye validemizi bedel ve fedakârlık ödeyenlere örnek gösterildi. İman ve dava yolu bedel ödemektir. Fedakârlık ve sabır gerekir.  Yobaz takımı kadınları erkeklerden aşağı görseler de Allah onları erkeklerin önüne çıkarıyor.  İnsanların akıllarına yatmayan bir olayla karşılaştıklarında ikiyüzlü ve iftiraya hazır oldukları anlatılır. Aynı konuyu Hz. Ayşe içinde yaptılar. Kuranda “ Allah doğrusunu bilir” dememizi emreder. Allah bir şeyi örnek göstermişse, onda önemsememiz gereken bir nokta vardır.

15 Haziran 2016 Çarşamba

(MHP'DE VE SİYASETTE) DEĞİŞİM OLMAZSA NE OLUR?.. Servet AVCI

DEĞİŞİM OLMAZSA NE OLUR?..
Servet AVCI
1. İlk seçimde MHP'siz bir Meclis oluşur... Ülkenin içinde bulunduğu mâlûm şartlara rağmen bu durum korkunç bir akıbet olur... Ondan sonra değişim olmuş olmamış hiçbir anlam ifade etmez... Kapıyı tekmeleyerek çalan o soruları tekrar soralım: Etrafınızda 1 Kasım'da MHP'ye oy vermemiş ama şimdi seçim olsa da versem diye kıvranan bir kişi (iki kişi değil sadece bir kişi) gördünüz mü? 1 Kasım'da MHP'ye oy vermiş ama bir daha seçim olursa kesinlikle oy vermeyeceğini hakaretler eşliğinde söyleyen kaç kişi gördünüz?
Vaz geçtik bilimsel anketlerden, el yordamıyla yapılan bu anketler bile kahredici bir yenilginin ayak seslerini kulaklarımıza sokuyor...
2. Bu tabloyu en iyi ölçen ve fırsat kollayan parti iktidar partisi... Uygun takvimi oluşturur ve ellerini ovuştura ovuştura kesinlikle erken seçime gider... 12'de 12 olarak tutturduğu seçim galibiyetleri dizisini 13'te 13'e çevirir... Kurultay salonunda kendi delegelerini, particilerini ve taraftarlarını mesaj dinlerken ayağa diken 'tek adam rejimi' tek komutla herkesi ayağa dikecek kudrete kavuşur... Artık anayasa değiştirme gücü de tek başına eline geçmiş bir siyasî organizasyon söz konusu olur...
3. Milliyetçiliği genelde soğuk, zaman zaman da düşmanca davranan bir yapı, şu hâlde milliyetçiliğe konjonktürel olarak ihtiyaç duyabiliyor... 'Tek adam rejimi'nin gerçekleşmesi hâlinde, bu ihtiyaç ortadan kalkacak, İnönü dönemleri de dâhil olmak üzere Türk milliyetçiliğine en uzak statü hayata geçecektir...
4. Zaten iktidar baskısıyla erimekte olan milliyetçi sendikaların ve memurların dayanma gücü tamamen zayıflayacaktır... İşe girme, işte baskı görmeme veya terfi etme gibi ihtiyaçlar tamamen iktidar insafına düşeceğinden, insanî gerekçeler adaletsiz iktidarı daha avantajlı kılacaktır... Milliyetçi organizasyon önce 'etkisiz eleman' pozisyonuna sonra da varlığı anlamsız hâle sürüklenecektir...
5. 2014 mahalli seçimlerinde, bir önceki seçimlere göre kazanılan belediye sayısında büyük bir gerilemeye yol açılmıştı... Zaten 2009'de seçilen belediyelerin 3'te 1'i bir süre sonra iktidar partisine geçmişti... Yerelde daralma daha fazla hissediliyor... Eğer değişim yaşanmazsa başta üç büyük şehir olmak üzere belediyelerin ezici çoğunluğu artık MHP'de olmayacaktır...
6. Yılların yorgun ve ezik kadrolarını yeni bir mağlubiyetten sonra yeniden motive etmek çok zorlaşacak, kenara çekilme eğilimi maalesef artacaktır... Siyasetin finansmanında da rolü olan taşralı orta ve küçük çaplı iş dünyasında ümitler azalacağından ayakta kalmanın şartı olarak, istemeyerek de olsa siyasetten uzaklaşma veya iktidara yaklaşma gibi istenmeyen yaklaşımlar görülebilecektir...
7. Milliyetçi sivil toplum kuruluşları, ülkenin geleceğine etki edebilmek ümidiyle, iktidarla daha yakın ilişki kurma ihtiyacı içine girebilecek, bunun meşru gerekçeleri eşliğinde bir yozlaşma yaşanabilecektir...
8. Tamamen 'gelecek kaygısı'yla nispeten daha az politize veya apolitik ailelerde çocuklarını milliyetçi kuruluşlardan uzak tutma gayreti artacaktır... Bu da zaten alttan akış sağlamada zorlanan yapıyı iyice zora sokacaktır...
9. Eğer değişim olmazsa, Türk milliyetçiliğini, siyasetten, ekonomiden, üniversiteden ve sosyal hayatın her alanından tasfiyeye iten korkunç gerçek çok daha verimli bir alana kavuşacaktır...
***
19 Haziran tüzük kurultayı bunun için sadece 'önemli' değil, tam anlamıyla 'hayatî...'... Çünkü değişimin alternatif yok... Değişime karşı çıkan parti yönetiminin milliyetçilere 12 yıla sığdırılmış 12 mağlubiyete ilk seçimde bir yenisini eklemekten öte sözü olamaz... Zaten yok...
Şimdi delegenin önüne tarihî bir fırsat geldi... Ya siyasî mukadderatını kendi eliyle inşa edip, şu kahredici çukurdan hareketini çıkaracak... Ya da istikrarlı bir şekilde gerileyen ve bu defa 'kesinlikle telafisi olmayan' bir mağlubiyete hazırlanan Genel Merkez'e onay verecek...
Değişimin alternatifi olsa onu tartışmak mümkün olabilirdi ama yok... Değişim yoksa 'ülkede tek adam rejimine yol vermek' var... Bu kadar basit ve yıkıcı bir gerçek bu... Allah'tan delegenin büyük çoğunluğu' kendisine tutunup yeniden ayağa kalkmak'la 'kendisini imha etmek' arasındaki seçimde birinciyi tercih etmiş durumda...
Çünkü görüyorlar, "Değişim olmazsa ne olacak da yeniden ümitleneceğiz?" sorusu karşısında parti içi muktedirlerin aciz ve ilgisiz kalışını... Ve onun için akılları ve yürekleriyle asılıyorlar kendi mukadderatlarına...

6 Haziran 2016 Pazartesi

Muhammed Ali’yi nasıl bilirdiniz?, CEMAL TUNÇDEMİR - Amerika Bulteni‏


Muhammed Ali, Vietnam’da savaşmayı reddettiği için 5 yıl hapse mahkum edilecekti.
Cemal TUÇDEMİR & Amerika Bülteni
25 Şubat 1964 gecesi bütün dünyanın gözü ve kulağı Miami’deydi. Boksun dünyadaki en popüler sporlardan biri olduğu günlerdi. Boksun en büyük ünvanı olan Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonluğunun sahibi Sonny Liston’a 22 yaşında Cassius Clay adında bir çömez meydan okumuştu. Bahisler, ‘tüm zamanların en büyük boksörü’ görülen Liston’ın 1’e 7 kazanacağı yönündeydi. Herkes, Liston’ın bu genci nasıl nakavt edeceğini görecek olmanın heyecanını yaşıyordu. İngiliz boks şampiyonu Henry Cooper, maçtan önce, ‘Liston ile sokakta bile karşılaşmaya çekinirim’ diyerek Clay’ın cüretine hayret etmişti. Muazzam kas gücü ile vurduğu yumrukları birçok boksörün kabusuydu. Maçları iki raunttan fazla sürmezdi genelde. Dönemin ünlü spor yorumcusu Lester Bromberg maçtan önce, ‘Patterson’daki boks karşılaşmasından uzun süreceğini söyleyebilirim’ öngörüsünde bulunmuş ve eklemişti: ‘Yani maç birinci raundun sonuna kadar sürer’. Los Angeles Times’tan Jim Murray ise, ‘Clay’ın Liston’ı yenebileceği tek şey sözlüktür’ diye yazarak, Ali’yi ‘çok konuşan bir hevesli’ gibi resmetmişti. New York Times’ın boks haberlerinden sorumlu kıdemli yazarı Jim Murray, maçı takip etmeyi bile kabul etmeyecek Miami’deki maça, kendi yerine, işe henüz yeni başlayan genç muhabir Robert Lipsyte’ı gönderecekti. Maçı takip eden 46 gazeteciden 43 üçü Lipston nakavtla kazanacak demişti.
Ringe ilk geldiklerinde daha maç başlamadan Ali’yi durdurmak güçleşmişti. ‘Bu gece birimiz burada biteceğiz’ diye bağırdı. ‘Korkuyor musun şampiyon?’ diye Lipston’un üstüne yürüdü. Bu davranışlarından dolayı daha maç başlamadan 2500 dolar para cezasına çarptırıldı. Ali sonradan o geceki bütün çılgınlıklarının strateji olduğunu itiraf edecekti: ‘Benden korkmayacağını biliyordum ama karşısında bir manyak olduğunu düşünmesi onu korkutacaktı. İtiraf edeyim o an ben de korkmaya başlamıştım. Ama maça çıkıp savaşmaktan başka bir şey yapamazdım.’ Ali’nin taktiği işe yaramıştı. Son derece öfkelenen Liston maçın başlamasıyla bir an önce Ali’yi devirmek için kontrolsüzce efor sarfetmeye başladı. Clay’ın 6’ncı raunda kadar dayanması herkeste şaşkınlığı daha da artırdı. Altıncı raund Muhammed Ali’nin raunduydu. Raunttan sonra köşesinde otururken gazetecilere doğru bağırdı: ‘Dünyayı şaşkına çevireceğim’. Bu bir rauntluk performans Liston’ın 7’nci raunta başlamasına engel oldu. Ali ringin ortasına yürürken bitkin haldeki Liston ağızlığını çıkarıp attı. Pes etmişti. Salon şoktaydı, kürenin her yerinde televizyon ve radyodan maçı takip edenler şoktaydı. Kimse bir şey diyemiyordu. Ringde yerinde duramayan Ali dışında. Tekrar spor yorumcularının koltuklarının önüne geldi: ‘Bütün yazdıklarınızı yiyin şimdi!’ diye bağırdı. Ringe döndü ve kariyeriyle özdeşleşecek cümleyi haykırmaya başladı: ‘Ben en büyüğüm! Ben en büyüğüm! Dünyayı salladım! Ben en büyüğüm!’
Birçok yorumcunun Clay’a hiçbir şans tanımamasının ana nedeni, onu ağır sıklet için oldukça hafif görmeleriydi. Tek avantajı vardı, hızlıydı. Ali gerçekten de bu avantajını kullanarak bir efsaneye dönüşecekti. Tüm maçlarında ellerini aşağıda tutup, başını rakibin yumruklarından hızlıca kaçırabilmesi asıl gücü oldu. Rakibi bütün gücüyle boşluğu yumruklarken dengesini kaybediyor ve ardından Ali’nin bitirici yumrukları geliyordu. Ringde sürekli hareket etmesi ve direnci onu yenmeyi olağanüstü zorlaştırıyordu. Spor yazarı Jimmy Cannon, Ali’nin boksun tüm anlayışını yerle bir eden tarzını, ‘Clay, ağır sıklek boksçusu gibi savaşmıyor. Tam bir çılgın. 90 kilo daha fazla ağırlıkla boks yapan bir tüy sıklet gibi.’ şeklinde yorumlayacaktı. Ali ise kendi stilini, ‘kelebek gibi uçar, arı gibi sokarım’ diye formüle edecekti. ‘Ben en büyüğüm (I’m the Greatest)’ sözünü de sonradan revize etti:
Ben sadece en büyük değilim. Çifte en büyüğüm. Sadece rakibimi devirmekle kalmam, onu hangi rauntta devireceğimi de ben seçerim’.
Zor günde dostunun yanında olmak
25 Şubat gecesi ringe yakın bir koltukta oturan ve maçı heyecanla takip eden siyah takım elbiseli adam, maç boyunca çok az kişinin dikkatini çekti. Oysa, maçtan sonraki günlerde maçtan çok konuşulacak şey Clay’ın onunla ilişkisiydi. Bu kişi Clay’ın akıl hocası haline gelen Malcolm X’ten başkası değildi. Clay, 27 Şubat günü ismini Cassius X olarak değiştirdiğini açıkladı. Amerika daha Liston’ı devirmesinin şokunu atlatamadan bu kez yeni şampiyonun ‘İslam Milleti’ adlı siyah ırkçısı oluşumun üyesi olduğunu öğrenmenin şokunu yaşamaya başladı. Cassius X bir ay sonra ismini bir kez daha değiştirdi. Tüm dünyanın ezberleyeceği yeni adını açıkladı: Muhammad Ali.
Muhammed Ali, şöhretin, servetin kapısının ardına kadar açıldığı o günlerde bu kapıları bir daha asla açılmamak üzere kapatabilme riskine rağmen, kim olduğunu ve neyi savunduğunu gizlemedi. Toplumun ve devletin hazzetmediği Malcolm X ile ve İslam Milleti ile yakınlığını terk etmedi. Boks endüstrisinin, ‘en azından ilişkini gizli tut yoksa bitersin’ tehdidine de aldırmadı. ‘Neysem oyum’ tavrından taviz vermedi. Ölümünün hemen ardından sosyal medyada en fazla dolaşan cümlesi olan ‘sizin olmamı istediğiniz kişi olmak zorunda değilim. İstediğim kişi olmakta özgürüm’ cümlesini işte o günlerde sarfetti. İslam Miletinden hazzetmeyen siyahi liderler de dahil bütün ülkenin yoğun tepkisi altındaydı. Howard Cossel gibi birkaç yürekli gazeteci dışında medya, haberlerinde adını ‘Muhammad Ali’ olarak değil Cassius Clay olarak yazıyorlardı.
O tarihi maçı izlemeye geldiği günlerde Malcolm X, İslam Milletindeki gücünü yitirmişti aslında. Grup sözcülüğünden alınmış medyaya konuşması tamamen yasaklanmıştı. Bu ırkçı oluşumdan kısa süre sonra tamamen kopacak ve ana akım İslam anlayışına geçecekti. Ancak Muhammed Ali, bundan dolayı Malcolm X ile bağını kopardı. İki dost sonraki süreçte sadece bir kez Gana’nın başkenti Akra’da bir otelin önünde karşılaştılar. Malcolm konuşmak istedi ama Ali, ‘Elijah Muhammed’e yanlış yaptın’ diyerek sırtını dönüp uzaklaştı. Malcolm birkaç ay sonra Harlem’de öldürüldü. Ali de 1975 yılında İslam Milleti organizasyonunu terkedecekti. Hayatının en büyük pişmanlığının Malcolm’a o günlerde sırtını dönmek olduğunu söyleyip durdu. Malcolm’a onun kendisi için ne kadar önemli olduğunu söyleyememenin ızdırabını hep taşıdığını sık sık anlattı. Tarihçi Randy Roberts, ‘Kan Kardeşler’ adlı kitabında Malcolm ve Ali’nin inişli çıkışlı dostluğunun öyküsünü oldukça etkileyici şekilde sergiliyor.
Savaşmayı reddeden bir vicdani retçiydi
Muhammed Ali, bir vicdani retçiydi. Askerlik çağındaydı ve ABD’nin Vietnam Savaşı gittikçe derinleşiyordu. Askerlik zorunlu hale gelmişti. 1966 yılında askere alınacak yükümlüler arasına dahil edilince, ‘Vicdani redçi olduğunu’ belirterek hiçbir savaşa katılmayacağını açıkladı. ‘Askerden kaçmak için değil savaşmak inancıma aykırı’ diyecekti.
Ali’nin hem de savaş zamanı, devlet politikasına açtığı bu bayrak ülkede büyük bir tepkiye neden oldu. ‘Vatan haini’ ilan edildi. 28 Nisan 1967 günü Houston Askeri Üssünde askere işlemleri yapılırken adı okunduğu halde ayağa kalkmayı reddetti. Emre itaatsizlikten tutuklandı. Aynı gün, New York boks komisyonu boks lisansını iptal etti ve ünvanlarını geri aldı. Diğer eyaletler de bunu takip etti. 20 Haziran 1967 günü jüri sadece üç dakikalık toplantı sonrası Ali’yi suçlu ilan etti. Ali’nin davası önce temyize ardından Yüksek Mahkeme’ye gitti. 1971’de Yüksek Mahkeme oybirliği ile Ali’nin mahkumiyet kararını kaldıracaktı. Ama bu arada Ali bir sporcunun en verimli çağı olan 25 yaşı ile 29 yaşı arasında yaklaşık 4 yıl ringlerden uzak kaldı. Pasaportu iptal edildi. Sürücü ehliyeti bile iptal edildi.
Bu süre zarfında başka bir şey daha oldu. Vietnam Savaşının, devlet yetkililerinin açıkladığı gibi kolay ve temiz bir savaş olmadığı ortaya çıktı. Resmi açıklamaların çoğunun yalan olduğuispatlandı. Gerçekler, ‘vatan millet edebiyatının’ içinde gizlenemeyecek kadar görünür hale geldi. Vietnam’dan binlerce askerin tabutu art arda geliyordu. Savaşa tepki ülke geneline ve her kesime yayıldı. Üniversiteler, sendikalar, dini gruplar savaş aleyhine protesto dalgası başlattı. Ali’ye kızanlar onun aslında ne kadar haklı olduğunu gördüler ve Ali’nin itibarı yeniden yükseldi. Ülke genelinde üniversitelere, sivil toplum kuruluşlarında konuşmaya davet ediliyordu. Hem Vietnam Savaşına hem de ırkçı ayrımcılıklara karşıtlığını daha da yükseltti. 1970’lerin başında yeniden ‘ulusal kahraman’ haline geldi ve ölünceye kadar da ülkenin tüm kesimlerinin saygısına sahip az sayıda Amerikalıdan biri olarak kaldı.
Yüksek Mahkemenin kararından bir ay sonra boks lisansı yeniden iade edildi. 8 Mart 1971 yılında New York Madison Square Garden’da bu kez Joe Frazier’ın karşısına çıktı. Hayatlarında hiç yenilmemiş iki boksörün ‘Yüzyılın Maçı’ olarak adlandırılan karşılaşması 35 ülkede canlı yayınlandı. Karşılaşmayı salondan izleyen gazeteci sayısı 760’tı. Maçtan önce ‘Frazier’ı Alabama Şerifleri ve Ku Klux Klan destekliyor ben varoşlardaki küçük insanlar için savaşıyorum’ dedi Ali. Rakipler 15 rauntta yenişemeyince hakem kararı ile Frazier galip ilan edildi. Hayatındaki bu ilk yenilgi Ali’yi durdurmadı. Zaire’de dünya ağır sıklet boks şampiyonu George Foreman’ı yenerek ünvanı geri kazandı. Foreman, 1989 yılındaki bir röportajında o günleri anlatırken, ‘’Muhammed Ali, o kadar hızlıydı ki, ışığı söndürüp yatağına girdiğinde oda henüz kararmamış olur’’ diyecekti. 1975’te Joe Frazier ile bu kez Filipinler’in başkenti Manila’da karşılaşmaya giderken sarfettiği, ‘’It’s gonna be thrilla, a chilla and killa, when I get the gorilla in Manila’’, Amerikan popüler kültürünün en ünlü cümlelerinden birine dönüştü.
ABD Başkanı Barack Obama, 2010 yılında USA Today için kaleme aldığı bir makalede Ali’den ne kadar etkilendiğini, ”aleyhinde korkunç düşmanlığa rağmen fırtınada yolunu kaybetmeyecek olağanüstü bir güce sahip’’ şeklinde kayda geçirmişti. Obama, Ali’nin vefatından sonra Cumartesi sabahı yayınladığı mesajda ise ‘gezegendeki her insan gibi çok üzgün olduğunu’ söyledi. Çalışma odasının vitrininde, Sonny Liston’ı yenerken çekilen o anıtsal fotoğrafın altında Ali’nin bir çift boks eldivenini de hala muhafaza ettiğini belirtti ve şöyle dedi:
‘Bir defasında ‘ben Amerika’yım’ diye kükredi; ‘Ben Amerika’nın tanımadığınız parçasıyım. Bana alışın. Siyahım, kendimden eminim, kendimi beğenmişim… Adım benim adım, sizin değil. Dinim benim dinim, sizin değil. Hayattaki hedeflerin benim hedeflerim sizin değil. Bana alışın!’
Ali’nin sadece ringlerde ve mikrofon başında bir usta olmaktan fazlası olduğuna dikkat çekti ABD başkanı ve ekledi:
”Doğru olan için de mücadele eden bir insandı. Hepimiz için mücadele eden bir insan. Martin Luther King’in de yanında durdu, Mandela’nın da… Kimsenin konuşmaya cesaret edemediği konularda ve kimsenin konuşmaya cesaret edemediği zamanlarda konuştu. Bu ona hem sağcılardan hem de solculardan çok düşman kazandırdı ve neredeyse hapse mahkum edilmenin kıyısına getirdi. Ama Ali buna rağmen geri adım atmadı. Onun zaferi, bugünkü Amerika’ya alışmamıza yardım etti.’’
Obama duygusal taziyesini, ‘’Muhammed Ali dünyayı silkeledi ve bu, dünyaya da hepimize de iyi geldi’’ diye tamamladı.
Muhammed Ali, sonradan, ‘tanrı bana kimin en büyük olduğunu göstermek istiyor’ dediği parkinson hastalığının pençesine düştü. Ama sesi, kısıldıkça daha gür çıkmaya başladı. ABD’de ve dünyanın heryerinde barışın, hukukun, özgürlüklerin yürekli bir savunucusu oldu.
Randy Roberts da,  ‘Kan Kardeşliği’ kitabında Ali’nin şahsında spor ve politikanın ilk kez bu kadar güçlü buluşmasına dikkat çekiyor:
‘Bir zamanlar spor ve politika tamamen uzak iki ayrı dünya gibi görülürdü. Sporcular, ırksal, ekonomik ve politik sorunları konuşmaktan özenle uzak dururdu. Muhammed Ali’den sonra bu kurgu bir daha asla aynı olmadı’
Eski bir boksörün ölümünün Hindistan’ın varoşlarından, Afrika’nın köylerine, Van’ın kahvehanelerinden İrlanda barlarına, Rocky dağlarından And dağlarındaki kasabalara, Sahra’dan Sibirya’ya kadar kürenin her yerinde aynı derecede yankı bulması, aynı derecede üzüntüye yol açmasının sebebi budur.
İyi bilirdik seni şampiyon. Helal olsun sana..!