25 Mart 2016 Cuma

14 MAYIS MİLLİ BAYRAM OLSUN; ERKİN USMAN

14 MAYIS MİLLİ BAYRAM OLSUN
ERKİN USMAN
Bu ilginç, toplumsal isteğin çıkış noktasında "Demokratlar Grubu" var.
Topluluğun Genel Başkanı da Samet Ocakoğlu...
Peki şimdi, "Demokratlar Grubu" nedir?
"BAŞKAN SAMET OCAKOĞLU VE DEMOKRATLAR GURUBU" 
Kısaca yanıtlamak gerekirse, 14 Mayıs 1950 Türk siyasal hayatında bir dönüm noktasıdır.
14 Mayıs 1950, saf ve berrak bir milli iradenin gerçekleştiği gündür.
Bu milli hareketin 20l0'lu yıllardaki öncüsü de, gerçek Demokrat Partili bir ailenin son kuşağında yer alan Samet Ocakoğlu ile dava arkadaşları...
Ocakoğlu "Amacımız, merhum Başvekil Adnan Menderes ve çalışma arkadaşlarının şahsiyetlerini ve hizmet dönemleri ile sürdürülebilir politik uygulamaları hakkında maziden geleceğe ışık tutacak nitelikli ve seviyeli çalışmalar yapmak" diyor ve ekliyor:
"Amaçlarımız arasında hizmetleri ile milli hafızada yer etmiş olan devlet adamlarının hatıralarını yaşatacak etkinlikleri düzenlemek de yer alıyor. 14 Mayıs'ın milli bayram olarak ilan edilmesinin gerekçesinde de vefa duygusu var."
"Demokratlar Grubu"nda Ocakoğlu'nunu yol arkadaşları arasında Gökhan Karateke, Cihan Canuyar, Birgül Çelik, Ahmet Duymaz, Hakan Özen, Ahmet Durmaz var.
Yine Dedebaşı sorunu: "Burada kanun yok"
Burası Karşıyaka'nın vazgeçilmez köşelerinden biri. Yeşil-Kırmızılı camianın özellerinden...
Dedebaşı halkı bir aya yakın süredir, aniden ortaya çıkan bir trafik kapışmasını ibretle izliyor.
6100 numaralı sokağın sakinleri, arabalarını apartmanların çevrelediği boş alana bırakıyordu. Burası semtin bir mini otoparkı haline gelmişti ki, günün birinde buruda bir oto galerisi kuruldu ve huzursuzluk bundan sonra başladı,
Veli Çakmak isimli bir mahalleli diyor ki:
"Bu galeri her gün buraya 60-70 satılık arabayı getiriyor, bizim özel araçlarımıza yer kalmıyor. Evimizin, apartmanımızın önü, satılık araba vitrini oldu."
Ali Riza Özgün, "Karşıyaka Belediyesine başvurduk. Gerekli işlemlerin yapıldığını söylediler. Hiçbir gelişme olmadı. Adamlar belediyeyi takmıyor.
Polisi de... Şimdi, Bölge Trafik Müdürlüğünü göreve çağırıyoruz" diyor ve ekliyor:
"Burada kanun işlemiyor mu? Dedebaşı'nda huzur kalmadı."
"Bir Sevdadır Kemeraltı"
Geçen gün kapım çalındı. Kurye bir paket teslim etti. İçinden bir kitap çıktı. Başlığı "Bir Sevdadır KEMERALTI". Hem heyecan, hem de helecanla sayfalarını çevirmeye başladım. 1. sayfaya el yazısı ile bir not da düşülmüş:
"Mektep, spor, tüm hayatım boyunca değer verdiğim kardeşim Rıza SAYSEN'e 01.03.2016 Gürkan ERTAÇ."
Kitabın yazarı sevgili kardeşim Gürkan ERTAÇ'ı iyi tanırsınız. 1957'de Sabah Postası Gazetesi'nde başlayan gazetecilik serüveni ve aşkı tam 59 yıldır, bir spor muhabiri olarak hiç sönmeden devam ediyor. Bu yarım asrı aşan aydınlık mesleki yaşamında Ege Ekspres, Hürriyet, Günaydın ve Yeni Asır Gazetelerinin yanı sıra, SKY ve Ege TV kanallarına da katkılarda bulunmuş. Sevgili Gürkan ERTAÇ'ın ÇEŞME GÜNEŞİ Gazetesi'nde de köşesi var.
Sevgili Dost,
Türkiye'miz zor günlerden geçiyor. "Bir Sevdadır KEMERALTI", son olaylardan dolayı kararan ruhumu tedavi edici bir ilaç gibi geldi. Bu eseri bütün kalbimle öneriyorum. Okuduktan sonra, farkına varmadan gelip geçtiğiniz, dolaştığınız KEMERALTI'nı bir başka göz ile gözlemleyeceksiniz.
Hele İzmirli iseniz, yıllardır iş için, alışveriş için, gezmek için adımladığınız bu yörede neler yaşandığını daha iyi özümleyeceksiniz. Kemeraltı'na damga vuran nice değerleri hasretle, minnetle anacaksınız. Bazen hüzünlenecek, bazen de kitapta adı geçen kişi/ler ile aranızda geçen müşterek bir hatıranızı anımsayıp gülümseyeceksiniz.
Erkin USMAN & YENİ ASIR

24 Mart 2016 Perşembe

DEMOKRASİNİN VAZ GEÇİLMEZ YEDİ MADDESİ... Yalçın KOÇAK

DEMOKRASİNİN VAZ GEÇİLMEZ
YEDİ MADDESİ...
Yalçın KOÇAK
18. Dönem Sakarya Milletvekili
Akşam sabah insanlarımız metro, otobüs, garabet mahluk metrobüs ile eski CHP'nin tercihli yolunda  balık istifi seyahat ediyorsa, plaka ve araç vergisi ile yolun bedelini ödeyenler sıkışmış trafikte fuzuli benzin yakıp ülkenin dövizini, kendi zenginliğini heder edip bu çileye ses çıkarmıyorsa, Köyden gelen müteahhit ve belediye başkanlarının şehirden, şehirliden, medeniden adeta intikam alırcasına yaptığı emsalsiz rantçılığın hesabını soramıyorsa, şu aşağıdaki 7 sorunun yarısından demokrasimiz geçer not alamıyorsa, biz neden bahsediyoruz süratle kendimize çeki düzen vermenin, içimizi köşe, bucak temizlemenin, mahalli idarelere ve bürokrasiye çöreklenmiş hainlere çeteleriyle birlikte yol vermenin, bürokratik tahakküme dur demenin zamanı gelmişte geçmektedir.
Ya medeni hadari kendine gelir geleceğe sahip çıkar ya da bedevi bu ülkeyi perişan eder.
            Bu yedi soru; 1944 yılının 29 Ağustosunda London Times’da yayınlanmıştır. 
Hani şu sabahın 7 sinde kapıyı çalanın sütçü olduğundan emin olunan rejimin adı demokrasidir diyen, Monarşik İngiliz krallığından.  
Gel de kötü de emperyalizme, sömürü varsa dışarıdakilere, içeridekilere bu 7 madde. Bu yedi maddeli rejimin adı ne olursa olsun, altına aidiyet imzasını seve, seve koyarım.
            London Times'e göre Özgür bir Toplum için Vazgeçilmez Şartlar Nelerdir? Okuyalım.
1. İfade özgürlüğü, karşı çıkma özgürlüğü ve dönemin yönetimini eleştirme özgürlüğü var mı?
2. Halkın onaylamadıkları bir Hükümeti görevden alma hakkı var mı ve iradesini gerçekleştirebilecekleri anayasal yolların sağlandığı açık mı?
3. Yürütmenin şiddetinden, linç tehdidinden ve herhangi bir siyasi partiye bağlı herhangi bir kuruluşun tehdidinden uzak hukuk mahkemeleri var mı?
4. Bu mahkemeler, insan zihninde ahlak ve adaletin geniş ilkeleriyle özdeşleşen açık ve iyi düzenlenmiş kanunları uyguluyor mu?
5. Hem fakir hem zengin için, hem Hükümet görevlileri hem özel kişiler için tarafsızlık söz konusu mudur?
6. Kişinin hakları, devlete karşı görevlerine bağlı olarak korunuyor, açıklanıyor ve yüceltiliyor mu?
7. Ailesini geçindirmek için her gün zorluklar ve mücadeleyle para kazanan sıradan bir köylü ya da işçi, Gestapo gibi Nazi ve Faşist partilerin başlattığı tek bir partinin kontrolündeki acımasız polis teşkilatının bir gün karşısına çıkarak onu adil ve açık bir mahkeme olmaksızın götürüp esaret ve kötü muameleye maruz bırakacağı korkusunu taşıyor mu?..
            Bu yedi maddeye demokrasimizi nasıl ulaştırabiliriz sorumuz ve gündemimiz bu olmalı. İktidar ve muhalefet bu konuya yoğunlaşmalı, Anayasa ve Başkanlık sisteminden önce bürokratik sultanın burnunun sürtülmesi, yetki sınırları gerisine çekilmesi ve bu 7 madde için TBMM'de yasal düzenlemeler yapmalıdır.
            Yönetebilen ve hesap verebilen bir demokrasiye sahip olamadıysak bu 90 yıllık Cumhuriyet sevdamızda bir ahraz bir arıza var demektir. 
Almanya ve Güney Kore Cumhuriyetleri ve ekonomileri ortada, bizimki de meydanda: hangi kıstaslarla ölçelim ve biçelim. Bilen varsa beri gelsin. 
Süleyman Demirel, vefatından kısa bir süre önce çok doğru bir söz sarf etti; ''Türkiye yönetilmez, İdare edilir.'' Çıkarım yaparsak: Yönetmek isteyenlerin önü kesilir.
Anlayana...

17 Mart 2016 Perşembe

ENVER TURGUT, “13. Dönem İzmir ve 14. Dönem Kayseri Milletvekili, Gazeteci Uğur DÜNDAR’a ve Türk Kamuoyuna duyurmak için yazdığı Açık Mektup”

Sayın Uğur DÜNDAR Kardeşim,
Arena Programınızı ve Sözcü Gazetesinde yayınlanan yazılarınızı dikkatle okuyor, özenle takip ve gayretinizi takdir ediyorum. Bu güzel ülkede, yöneticiler tarafından yapılan hata, ihmal, kusurları ve suiistimalleri “hak, adalet, hukuk ve halk adına” verdiğiniz uzun soluklu mücadele sürecinde açıklıyor, yorumluyor ve bu sayede beni ve benim gibi bütün vatandaşlarımızı uyarıyor, aydınlatıyor ve bilinçlendiriyorsunuz.
Size içtenlikle teşekkür eder, başarılarınızın devamını dilerim.
Ancak, bugünkü nesil geçmişimizi pek bilmediği için, yaşanan olaylar ile sebeplerine dair kanaat önderleri tarafından sürekli açıklanan, anlatılan ve yorumlanan analizleri pek fazla önemsemiyor. Hatta algılamıyor, anlamlı bulmuyor ve değerlendirmiyor bile! Zira onlar yakın geçmişimizde olup-biten hadiselerden habersiz. Maksatlı bir biçimde yönlendirilmiş, beyinleri yıkanmış ya da bir kültür baskısına maruz kalmış olabilirler.
Gerçek şu ki: Eskiden insanlarımız birbirlerine bu kadar zarar vermezdi. Ülkemizde barış, karşılıklı anlayış ve tolerans iklimi vardı. Bırakın şehirlerimizde dükkânını kapatmadan Camiye giden esnafı; Köylerimizde bile evlerin dış kapıları kilitlenmezdi, açıktı... Karşılıklı güven, itimat, saygı ve muhabbet çemberinde yürüyen hayat çerçevesinde, neredeyse bütün kapılar çalınmadan içeri girilebilirdi…
Bugün çelikten yapılmış kapılara dahi güven kalmadı.
Ülkemizde yaşayanların kulakları var duymuyor, gözleri var görmüyor, burunları koku almıyor. İnsanlar ağız ve dilleri olduğu halde, kendilerine reva görülen zulmü konuşmaktan çekiniyor. Toplumla birlikte düşünerek söyleyecekleri sözlerinden dolayı mahkemelerde sürünüp baskı altında yaşamaktan endişe ediyorlar.
Hâsılı 80 milyona yakın insanımız devletin başında oturan kişiden korkuyor.
Okuryazarlarımız bile sağ, sol, Kürt-Türk milleti olarak bölünmüş durumda. Üstüne üstlük, hükümet olan siyasi partiler de Türkiye’yi bölüyor. Sade vatandaş ne yapsın. Bu ülkenin insanlarını başta dış devletler olmak üzere içerdekiler de dış güçlere uyarak halkımızı bile bile birbirlerine düşman haline getirmiş bulunmaktadırlar.
Ben, TES-İş Sendikasının 10 yıl başkanlığını yapmış ve 1965 yılında İzmir, 1969 yılında Kayseri milletvekilliğinde bulunmuş bir kişiyim. Gerek çalışma hayatım ve gerekse politika hayatım boyunca insanların bir arada, kardeşçe yaşamalarına özen gösterdim, önem verdim. Bu uğurda, hiçbir ayrım yapmadan ve her hangi bir parti farkı gözetmeden yıllarca devlete ve millete hizmet ettim. Sonuçta, onurlu ve sorumlu bir vatandaş olarak, 1991 yılında başımdan geçen “ibretlik bir olayı” sizlere anlatmak ve değerli kamuoyu ile paylaşmak istiyorum.
Şöyle ki:
Biz aile olarak Demokrat Partiliyiz. 1991 genel seçiminde bana Milletvekilliği teklifi geldi. Ben de, önce memleketim Diyarbakır’a gidip, ortamı bir yoklayayım, ondan sonra “ya evet veya hayır” derim diye düşündüm. Bu amaç ve niyetle memlekete gittim. Önce, kendi köyümde durumu göreyim diye (doğduğum) köyün kahvesinde 100 -150 kişinin bulunduğu ortamda konuyu açtım. İki dönem İzmir ve Kayseri’den seçilerek Milletvekilliği yaptığımı anlattım ve “Bu sefer kendi ilimden teklif yapıldı, ben de, önce sizlerin görüşünü almadan bir karar vermek istemedim” dedim. Bu minval üzere bir saat kadar konuştum, açıklama ve önerilerde bulundum. Kimseden ses çıkmadı. Oysaki başka zamanlarda köye gittiğimde, bana gösterilen ilgi ve alâka muazzamdı. Şimdiki yaklaşım ve davranış biçimi ile mukayese ettiğimde çok şaşırdım ve hayal kırıklığına uğrdım.
Kahveden çıktık eve yöneldik. İki eniştem ve 8 genç yeğenimle eve vardığımızda onlara, bu ilgisizliğin nedenini sordum. “Toplantıda 21 pkk’lı vardı. Onların yarattığı baskı ve korku yüzünden kimse sesini çıkaramadı” dediler. Bir müddet sonra istirahat etmek için odama geçtim. Yaklaşık 1 saat sonra Amcamın oğlu Hüseyin misafirlerimiz geldi, diye beni uyandırdı. Sırtıma bir gömlek alarak salona çıktığımda, karşı sedirde 4 silahlı kişi ile karşılaştım. Doğrusu biraz irkildim, ama yapılacak bir şey yoktu. Kahvede beni dinlemişler. Salona girdiğimde saat: 01.00’di. Benden çok genç olmalarına rağmen yerlerinden bile kalkmadılar. Ben de karşı sedire oturdum. Usulen ‘hoş geldiniz’ dedim. “Bu saatte geldiğinize göre bana bir sorunuz varsa sorunuz” dediğimde: “Siz daha önce Kürtler için ne yaptınız ki şimdi aday oluyorsunuz? Ayrıca hangi partiden aday olmak istiyorsunuz bilmek istiyoruz. Eğer Erbakan’ın partisinden adaysanız, derhal buradan gidin! Değilseniz, o zaman konuşalım” dediler, ben de cevaben: “Bugüne kadar aday olmadım ki, size nasıl cevap vereyim, bugüne kadar kimi seçmiş iseniz bu soruyu onlara sorun” dedim.
Devamla: “Ben buralıyım. Daha önce İzmir ve Kayseri’den milletvekili oldum. Ancak şimdi, kendi memleketimden aday olabilmenin araştırmasını yapıyorum. Bu nedenle buradayım. “– Kürt hakları için ne düşünüyorsunuz?..” Cevap: “Burada, bu evde doğdum. İlkokula burada başladım sonra Ankara’ya gittim orada okuyarak ve çalışarak kendimi yetiştirdim. Sonra TES-İş Sendikası Genel Başkanı oldum. Derken, İzmir ve Kayseri milletvekili oldum. Oralarda kimse bana Diyarbakırlı bir Kürtsün demedi. Dahası, her hangi bir aykırı soru veya hitapla da karşılaşmadım. Ama ne yazık ki, şimdi kendi köyümde, doğduğum evde “Kürt haklarıyla ilgili soruya” muhatap oluyorum!..
Verilen cevap: “ –Sen T.C. leşmişsin.”
-Evet ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Bundan dolayı da iftihar ediyor ve kendimle gurur duyuyorum. Şimdi ben de size sorsam, siz bu ülkede doğmuşsunuz, sizin nüfus cüzdanınızda T.C. olması gerekir. Eğer Nüfus cüzdanınız yoksa, bu takdirde bana hitap edemez ve benden hesap soramazsınız dediğimde başka konulardan soru sormaya başladılar. Konuşma, bu minval üzere yaklaşık 5 saat sürdü. Daha fazla zamanınızı almak istemiyorum. Bu zorlu karşılaşmadan sonra kendime soruyorum! Hangi akılla bu yola çıktım, bugün düşünüyor ve cevap veremiyorum.
Sabah olmuştu. Uyuyamadım. Köyün muhtarını çağırdım. Köyle ilgili bilgi vermesini istedim. Akşamki olaydan sonra bana verdiği bilgi şöyle: Geçen gün köye 5 cemse dolusu asker geldi. Bana, köyde 7 den 70’e kadar kim varsa çağır dediler. Bütün köylüleri çağırdım, köyün meydanı doldu. Yüzbaşı konuşmasında dün bu köye teröristler (PKK) gelmiş. Birinin evinde de yemek yemişler. Hanginizin evinde yemek yemişlerse söylesin. Kimseden ses çıkmayınca, bu sefer “kim ki evinde PKK’lıya kapısını açıp yemek yedirdi söylemiyorsa anasını, kızını …, ederim” dedi. Peki, köylüden ve senden bir ses çıkmadı mı? Efendim çıkmadı. Sadece ‘haklısınız’ dedik. Daha, daha dedim. Muhtar, “bu sefer de beni sıkıştırıp deşme beyim, çektiğim sıkıntı bende kalsın” dedi…
Köyden ayrılarak ilçeye, Kaymakamın makamına gittim. Orada hâkim, savcı, jandarma komutanı ve belediye başkanı ile bir araya geldik. “Maksadım sizi ziyaret etmekti, köylerle ilgili sıkıntılarınız ve bu vesileyle sizlerin bu ilçede şikâyetiniz var mı?” dedikten sonra, Jandarma komutanına hitaben; “Komutanım gece 12 den sonra evinizin kapısı çalınsa ne yaparsınız, kapıyı açar mısınız?”Açarım dedi, başınıza silahlı 4 kişi çıkarsa ne yaparsınız? Buyurun derim dedi. İşte dün gece benim başımdan böyle bir olay geçti. Tahminen 16 -22 yaşlarında 4 silahlı ile karşı karşıya geldim. 5 saat onlarla konuştum, beni tehdit ettiler, sizi dağda misafir ederiz dediler. Benim ölüm çıkar dedim. Orada kaymakam, hâkim, savcı ve belediye başkanı hayretler içinde beni dinledikten sonra, hemen şunu ilave etmek gereğini duydum. Bizler ne yapıyoruz, köydeki muhtarın söylediklerini anlattım ve dedim ki: “Gece PKK zulmü, gündüz güvenlik görevlilerinin baskısı ve yaptırımı karşısında, vatandaş kime yaransın?...”
Bu gördüklerim ve yaşadıklarımın tarihi 1991’dir.
O tarihlerde teröristlerin sayısı 3-5 bin kişi olarak tahmin ediliyordu. Bugün siz takdir ediniz, bunlara yandaş olmadığımız için 1994 tarihinde doğduğum 800 m2 kapalı ev alanında 85 baş küçük ve büyükbaş hayvan içinde olmak üzere diğerleri ile birlikte 11 ev ve bir değirmen yakıldı, kül oldu. Bu durumun bilgisi geldiğinde; Sayın Süleyman Demirel Başbakandı, Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı idi. İkisine de telgrafla durumu bildirdim. Hiçbir netice elde edemedim. Bundan sonrasını siz takdir edersiniz. Bir misal olarak bizim köyde elektrik var, içme suyu evlerde akıyor, yolu asfalt, ipek böceği islim binası; Arazi sulama kanalları var. Şu anda hepsi kapalı, hiçbir tarla ekilmiyor. 360 haneli köyde 30 -40 hane kalmış durumda. Kalanlar da yaşlı olup, ömrünün son demlerini köylerinde tamamlamak isteyenlerdir...
Sadece bizim köyde yaşayanlardan 65 aile İzmir’e yerleşmiş. Bursa, İstanbul, Ankara, Adana, Mersin, Antalya ve Muğla illerinde bu rakama yakın insanlarımız kendilerine iş bulmuş veya iş kurmuş, evlerini almışlar, çocukları ilkokulda, lisede okuyor. Üniversitede olanlar da vardır. Bunların tamamı hayatlarından memnun… Bir kısım aileler de, Vanlısı, Batmanlısı, Siirtlisi ve Mardinlisi, Orta Anadolu’ya ve Ege’ye, kendi evleri, aile/akraba çevreleri ve memleketlerinden kaçarak gelmişler.
Bu insanlar eğer bölücü olsalar batıya doğru gelirler miydi?
Şimdi size söylemek istediğim bir düşüncemi ifade etmek, açıklamak istiyorum.
Bu ülkede barış içinde beraber yaşayanlar: Alevi-Sünni, İsevi-Musevi, Kürt, Laz, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Türk, Arap, Ermeni, Yahudi, Rum, Elen ve buna benzer sözlerin kullanılış biçimleri, insanları rencide edecek tarzda olmamalı? İnsanlarımızı birleştirmekten çok, ayrıştırma amacı güden bu tür sözlerden milletçe kaçınmalı ve sakınmalıyız. Ülkemizde faklı “ana dil, din, inanç, mezhep ve lehçelerin varlığını” kültürel bir zenginlik olarak kabul etmeli ve bu vatandaşlarımıza karşı çok hassas ve saygılı davranılmalıdır.
İşte bu duygu ve düşüncelerimi, kendi yaşamımdan örnekler vererek size iletmek ve aracılığınızla kamuoyunu bilgilendirmek istedim. Değerlendirilme şeklini, bütünüyle sizin takdirlerinize bırakıyorum.
Selâm ve saygılarımla.,
Enver TURGUT
             Ankara: 17 Mart 2016
TES-İŞ Sendikası Genel Başkanı
13. ve 14 Dönem Kayseri ve İzmir Milletvekili
Demokratlar Kulübü Başkan Vekili
SEN-DER, Sendikacılar Derneği Başkanı
İletişim,  GSM: 0 532 367 23 77
İletişim, e.Mail: enverturgut06@gmail.com

9 Mart 2016 Çarşamba

Tek Parti Döneminde Ekmek Neden Karneyle Dağıtılıyordu?, Tıbbiyeli Hikmet

Tek Parti Döneminde Ekmek Neden Karneyle Dağıtılıyordu ?
Tarih biliminin temel disiplinlerinden zerre kadar nasibini almamış, tek amacı Cumhuriyeti, Atatürk’ü ve İnönü’yü kötülemek olan cahillerin sıkışınca gündemi, değiştirmek için en çok başvurdukları yalan tek parti döneminde halkın ekmeğe muhtaç olduğu, insanların yiyecek ekmek bulamazken zorla şapka giydirildiği yalanıdır. Diğer yalanlarında olduğu gibi yine sıfır bilgi, sıfır mantık, sıfır dürüstlük… Mesele sadece Cumhuriyeti kötülemek başka bir şey değil…
Tarih hakkında yorum yapıyorsanız bilmeniz gereken en temel kural olayların ve kişilerin yaşadıkları döneme göre değerlendirilmesi gerektiği kuralıdır. Bu kural olmadan olmaz. Misal milliyetçiliğin M sinin bile olmadığı 15. yüzyılda padişahlar neden Türkçü değildi diye soramazsınız. Bu soru kendinizi komik duruma düşürmekten başka işe yaramaz.
Cumhuriyetin kuruluşu ve ilk yıllarında yapılan icraatları değerlendirirken de bugünün durum ve koşullarına göre değerlendirirseniz gerçeklere ulaşmanız mümkün değildir. 1. Dünya savaşı ve ardından kurtuluş savaşında yaşanılan sıkıntıları bilmeden, Cumhuriyetin hangi yokluk ve yoksulluklarla kurulduğunu kavramadan tek parti dönemini doğru şekilde değerlendiremezsiniz.
1923 yılında Cumhuriyet ilan edildiğinde ülkede tek fabrika yoktur. Sivas’tan öteye demiryolu yoktur. Halkın yarısı salgın hastalıkların pençesindedir. Okuma-yazma oranı erkeklerde % 7 kadınlarda ise binde 8. Doktor yok hastane yok mühendis yok tarım yok. 12 yıl aralıksız süren savaşlar sonucunda evini, tarlasını, eşini, çocuğunu kaybetmiş bir halk… İşte Cumhuriyet’e Osmanlı’dan kalan miras budur ve ilk 15 yılda 46 fabrika kurulmuş, 3800 km yeni demiryolu ve 4000km devletleştirilen demiryolu ile toplam 7800 km demiryolu yapılmış, uçak fabrikaları kurulmuş, okuma yazma oranı % 20 lere çıkarılmış ve en önemlisi salgın hastalıkların kökü kazınmıştır. Eğer bugün Veremden, tifodan, koleradan ölmüyorsanız Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki sağlık devriminin başarısıdır. Hastane kuyruklarını bitirdik diyerek sağlık devrimi yaptığını zannedenler tek parti dönemindeki devrimlerin büyüklüğünü anlayamazlar.
Atatürk 1938’de ebedi yolculuğuna çıkıp aramızdan ayrıldığında işte böyle bir Türkiye miras bırakmıştı. Bu dönemde iç isyanların olduğunu, 1929 Dünya ekonomik krizinin dünyayı kasıp kavurduğunu da unutmamak lazım. 1938 yılında zengin olmayan ama üreten, geli,şen, gelecek için umut veren bir Türkiye vardır ve dünya ekonomik krizinden 10 yıl sonra Türkiye ikinci kez büyük bir sınav beklemektedir. 20. yüzyılın en kanlı, en zalim, yaklaşık 50 milyon kişinin hayatına mal olan 2. Dünya savaşı…
Savaş demek açlık demektir, yoksulluk demektir, ekmeğe muhtaç olmak demektir. Hele bu savaş dünya çapında büyük bir savaş ise ister katılın ister katılmayın savaşın olumsuzluklarından etkilenmemeniz mümkün değildir. Bu yüzden CHP zamanında ekmek karneyle dağıtılıyordu diye boş boş konuşmadan önce hangi dönemde dağıtılıyordu bunu bilmek lazım. Sadece bunu bilmek yetmez o dönemde dünyada durum nasıl bilmek lazım. Bunları bilmeden konuşmak kahve muhabbetinden öteye geçemez.
CHP dönemini anlatmadan önce gelin biraz geçmişe gidelim. Osmanlı döneminde savaş dönemleri nasıldı okuyalım. Karneyle ekmek dağıtımı sadece CHP döneminde mi olmuş yoksa geçmişte de bu uygulama yapılmış mı görelim. Hani tarihimizle yüzleşelim diyorlar ya buyurun size tarihle yüzleşme
Bilindiği gibi 1. Dünya savaşı Osmanlı’nın sonunu getiren büyük savaştır. Ayakta durmakta zorlanan imparatorluk şuursuzca savaşa sokularak yıkılmıştır.1914 yılında Osmanlı devletinin dış borcu 104.202.000 Osmanlı lirasıdır. Yıllık geliri 30.000.000 Osmanlı lirası olan imparatorluk, bunun 13.000.000 Osmanlı Lirasını borç taksitine ve faizine ödemektedir. Devletin nasıl bir çaresizlik içinde olduğunu anlayın… Bu şartlarda savaşa giren Osmanlı savaş başladığında Tekalif-i Harbiye komisyonları kurmuş, ordunun ihtiyacı için halkın mahsulüne tarlasına el koymuştur.
"Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte seferberlik ilan etmiştir. Ancak seferberliğin beraberinde getirdiği sıkıntılarla karşı karşıya gelinmiştir. Tarım alanında çalışan nüfusun – yüzde 80’i, askere alınmış, bu da tarımsal üretiminin azalmasına yol açmıştır. Ayrıca yurtdışından gelen tahıl ithalatı da savaş nedeniyle özellikle İtilaf Devletleri’nin Çanakkale Boğazı’nı kapatması ile sekteye uğramıştır. Örneğin savaştan önce İstanbul’da ithal edilen un miktarı 25 bin ton iken savaşın başlamasıyla 8 bin tona düşmüştür." ( Zafer Toprak, İttihad-Terakki ve Cihan Harbi: Savaş Ekonomisi ve Türkiye’de Devletçilik, Homer Kitabevi, İstanbul 2003 s.127)
Savaşa bu şartlarda giren Osmanlı zamanla sert önlemler almaya çalışmış ve bu doğrultuda şehirlerde ‘‘İaşe-i Umumiye erzak merkezleri" açılmıştır. Yani İnönü döneminde gerçekleştirilen karneyle ekmek dağıtımının aynısı.. Demek ki neymiş karneyle ekmek dağıtımı İnönü dönemine özgü bir durum değilmiş değil mi?
İaşe-i Umumiye İstanbul Erzak merkezine ait dağıtım fişleri
Savaşın olumsuz şartlarını her geçen gün daha fazla yaşayan halk zaman geçtikçe yiyecek bir lokma ekmeğe bile muhtaç duruma gelmiştir. Aşağıda vereceğim temel gıda ihtiyaçlarının fiyatlarına ait tablo o dönemdeki ekonomik sıkıntıları çok net bir şekilde gösteriyor. Bu rakamları çok dikkatli okuyun ve savaşın yıkıcı boyutunu anlamaya çalışın
Birinci dünya savaşı öncesi ve esnasında İstanbul’da bazı tüketim maddelerinin cari fiyatları (Yıllık ortalama kurus)
1914 yılında ekmek 1,25 kuruş iken 1918 yılına gelindiğinde 34 kuruş olmuş… Düşünün en temel ihtiyaç olan ekmeğin fiyatı 4 yılda yaklaşık 30 kat artmış. Sadece bu bile savaş döneminde çekilen kıtlığı göstermiyor mu?
"Örneğin serbest piyasada satılan ekmeğin fiyatı dört yıl içinde 27.2 kat, unun fiyatı 25.7, makarnanın fiyatı 30, sütün fiyatı 25.2 ve gazyağının fiyatı 93.3 kat artmıştır. Dikkat edilirse savaşın bitiminden hemen sonra fiyatlar düşme eğilimine girmiştir." (Vedat Eldem (1994), Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994 s. 50-51)
Osmanlı dönemindeki ekonomik durumu gördükten sonra İnönü dönemine geçebiliriz. Ne demiştik ? Savaş yokluk, açlık, kıtlık demektir. 2. Dünya savaşı ise 1. Dünya savaşından hem süre hem de yıkıcılık açısından daha büyük bir savaştır ve savaş başladığında Türkiye henüz 16 yıllık yeni bir devlettir. Böyle bir dönemde ekmekle karne dağıtılmasını geçin savaşa girmemek bile büyük başarıdır. 1. Dünya savaşında yapılan hata tekrarlanmamıştır. Çünkü devletin başında 1. Dünya savaşında ve kurtuluş savaşında savaşmış, milletin nasıl sıkıntılar çektiğini görmüş bir asker vardır. Bu yüzden savaşın ne olduğunu bilmeyenler İnönü’nün 2. Dünya savaşı politikalarını anlayamazlar
II. Dünya savaşı sırasındaki ülke ekonomisi, I. Dünya savaşı sırasındaki ülke ekonomisinden kuşkusuz daha iyidir. Ama Türkiye II. Dünya savaşına girmediği halde savaşın sıkıntılarını yakından hissetmiştir. Savaşa girme ihtimaline karşı erkek nüfusun büyük bir bölümünün silâhaltına alınması ülkedeki buğday üretimini düşürmüştür.(Haldun Gülalp, Gelişme Stratejileri ve Gelişme Ideolojileri, Yurt Yayınları, Ankara, 1983 s.35)
Ülkedeki un üretimi azalınca buğday tüketimini kontrol altına almak için 13 Ocak 1942 de ekmek karnesi uygulaması başlatılmıştır. Burada gözden kaçırılan husus savaş şartlarında yaşanılan bir dönem olduğudur. Çevrenizde büyük bir savaş varken dünyaya kayıtsız kalamazsınız. Yarın bir gün savaşa girseydik ordunun yemek ihtiyacı nasıl karşılanacaktı ? O zaman dünyada savaş varken sen niye önlem almadın demezler miydi ? Elbette derlerdi. O halde bu saçma duygu sömürüsü niye ? Karneyle ekmek dağıtımı her şeyden önce savaşa hazırlık için alınan bir önlemdir.
20 Aralık 1941 tarihli Ulus gazetesi
Karneyle ekmek alan bir vatandaş
2. Dünya savaşında dağıtılan ekmek karneleri
Peki şimdi şu soruyu soralım. 2. Dünya savaşında karne uygulamasını gerçekleştiren tek ülke biz miydik? Avrupa ve dünya çok refah içinde mi yaşıyordu ? Tabiki hayır. Eğer bir ülkede savaş varsa ne kadar güçlü olursanız olun hayatın güllük gülistanlık devam etmesi mümkün değildir. Her şeyden önce savaş olağanüstü bir durumdur. Böyle bir durumda üstelik savaşın tam ortasındaysanız hayat olağan devam edemez. İşte o dönemde dünyanın en güçlü ülkeleri olan ABD, İngiltere, Fransa ve diğer ülkelerden örnekler
2. Dünya savaşında İngiltere’de ekmek kuyruğunda bekleyen halk
2. Dünya savaşında İngiltere’de ekmek ve yiyecek karnesi örnekleri
İnönü ekmeği karneyle dağıttı diye saçmalayanlar 2. Dünya savaşı sırasında dünya devi İngiltere’de elbise ve ayakkabının bile karneyle dağıtıldığını biliyorlar mı acaba ? Hiç sanmıyorum
2. Dünya savaşında İngiltere’de elbise karnesi örneği
2. Dünya savaşında İngiltere’de ayakkabı karnesi örneği
Sadece İngiltere’de karne uygulaması olduğunu sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Dünyanın diğer büyük devletleri, Fransa, Almanya ve İsveç’te de temel ihtiyaçlar karneyle dağıtılmıştır
2. Dünya savaşında Fransa’da kullanılan karne örneği
2. Dünya savaşında Almanya’da kullanılan karne örneği
2. Dünya savaşında İsveç’te kullanılan karne örneği
Şimdi sıkı durun.. Dünyanın süper gücü ABD de bile savaş zamanında karne uygulaması yapılmıştır. İnönü bizi ekmeğe muhtaç etti diyenlere duyurulur
2. Dünya savaşında ABD’de yiyecek karnesi örneği
2. Dünya savaşında ABD’de petrol karnesi örneği
Osmanlı’nın 1. Dünya savaşındaki İaşe-i Umumiye Erzak merkezleri kurması,2. Dünya savaşında dünyanın süper gücü olan ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi devletlerin ayakkabıyı bile karneyle dağıtılması her savaşın ne olursa olsun devletleri zor durumda bıraktığını göstermektedir. Şüphesiz ABD ve diğer büyük devletler aç kaldıkları için karne uygulaması gerçekleştirmedi. Bu uygulama savaş şartlarında alınan bir tür önlemdir. Tıpkı Türkiye’de ekmeğin karneyle dağıtılması gibi… Bu yüzden İnönü zamanında ekmek karneyle dağıtılıyordu diye duygu sömürüsü yapmadan önce bir kez daha düşünün..
TIBBIYELİ HİKMET

5 Mart 2016 Cumartesi

Dikkate değer önemli bir yazı; Ahmet Doğan Şimşek., "BATI DÜZEN KURUCU ROLÜNÜ KAYBETTİ, Kanal A - Alper Tan"

BATI DÜZEN KURUCU ROLÜNÜ KAYBETTİ
Alper Tan
Kanal A Genel Yayın Yönetmeni Alper Tan, Batılı devletlerin, düzen kurmak amacıyla işgal ettikleri bölgelerde düzeni sağlamada başarısız olduklarını ve Suriye için de iddia ettikleri düzeni sağlayamayacaklarını yazdı. İşte Tan'ın o analizi:
Afganistan'daki Marksist hükümetin daveti üzerine Komünist lider Leonid Brejnev'in emriyle Sovyetler Birliği, 24 Aralık 1979'da Afganistan'a girmişti. Afgan mücahitler, Ruslarla 9 yıl savaştılar. Yenilen Sovyet askerleri 15 Mayıs 1988'de geri çekilmeye başladı ve 15 Şubat 1989'da büyük kayıplar nedeniyle Mihail Gorbaçov'un emriyle işgal sona erdi. 
Savaş sonrası Sovyet güçleri, resmi kayıtlara göre Afganistan’da 14 bin 453 askerini kaybetti. Muhtemelen ölen Rus asker sayısı gerçekte daha fazla. 451 Sovyet savaş uçağı düşürüldü. Afganistan hezimeti Sovyetlerin sonunu hazırladı. Afganistan’dan askerlerini çeken Gorbaçov döneminde SSCB darmadağın oldu.
Sovyetler, Afganistan'a girdiğinde, buranın Sovyetler’e bağlanacağı ve Rus toprakları olarak Hint Denizi’ne kadar inecekleri yazıldı, çizildi. Ama neticede SSCB Afganistan'dan kovuldu ve BİRLİK dağıldı. 
Bu defa 11 Eylül saldırılarını bahane eden ABD, 2001 sonbaharında Afganistan’ı işgal etti. ABD’nin buraya yerleşeceği veya “kuzey” “güney” diye ülkeyi ikiye böleceği yazılıp çizildi. ABD ve yandaşları da burada tutunamadı. Bu sefer dünyanın diğer süper gücü ABD ve diğer destekçileri de o garip Afganistan’dan tekme tokat kovuldu, zelil ve perişan edildiler.. 
Rusların, Amerikalıların, Avrupalıların... Kısacası Haçlı-Siyonist ittifakının küçümsediği işgal ettiği o Afganistan, zayıf ve fakir de olsa hala bütün olarak ayakta duruyor.. Milyonlarca şehit verse de bugün Afganistan süper devletlere mezar oldu.
Afganistan'da şu an bulunan tek askeri ve siyasi güç Türkiye'dir. Türkiye, resmen NATO adına orada ama tüm birlik ve komutanlıklar Türk askerinden oluşmaktadır. Başka yabancı güç kalmadı.
ABD Irak'ı işgal etti... Yıllarca, artık “ABD buradan çıkmaz ve Bağdat artık Washington oldu” denildi, “ABD, Türkiye’ye komşu oldu” denildi. “Kürtler ABD’ye bağlanıyor” diye konuşuluyordu. ABD, Irak’ta da tutunamadı. Çekildi, defolup gitti.. Gitti gitmesine ama yerini İran'a bıraktı. Tüm Irak'ı, İran denetimindeki Iraklı Şiilerin yönetmesini istiyordu. ABD zahiren İran’a düşmanmış gibi yapıyor ama Irak’ı, Tahran’a teslim etmeye yelteniyordu. Başbakan Nuri El Maliki bunun taşeronluğuna soyunmuştu...
Ama Irak Kürtleri ABD’ye uyup İran’a teslim olmadılar. Sünniler ise Saddam’ın generalleri, Saddam’ın istihbarat birimleri eliyle dünyayı sarsan işler yaptılar ve İran’a onlar da teslim olmadılar.. 
Yani işgalciler, Irak’ı da tam olarak arzu ettikleri gibi bölemediler. Herkesin kan, can, para döktüğü Irak'ta yine Sünni ve Kürt kesimler, ABD’ye veya İran’a değil aksine Türkiye’ye yaklaştılar. Bugün artık Irak Kürtleri, Ankara ile kader birliği yaptılar ve fiilen Türkiye’nin bir parçası haline geldiler. Eğer Irak, ABD’nin isteği doğrultusunda ilerde bölünecek olursa Kürtler de dahil özellikle Sünni halkın yakınlaşma veya birleşme konusunda hangi ülkeyi tercih edeceğini öğrenmek için müneccim olmaya gerek yok. Türkiye’nin Irak Şiileri ile de çok iyi ilişkileri var.
Şimdi gündemde Suriye var ve Suriye’nin de üçe bölüneceğinden söz edip masabaşı yeni “Sykes-Picot haritaları” yayınlıyorlar. Washington’da oturup yeni Suriye haritaları üretiyorlar. Şurdan şura Esad’ın olacak, burdan bura PYD’nin olacak. Kalanı muhalifler yönetecek. IŞİD de şurada duracak.. Ohh ne ala...
1991’de işgal ettiğinden bu yana Irak’a düzen getiremeyen, şekil veremeyen, 2001’de işgal ettiğinden bu yana Afganistan’da nizam sağlayamayan Amerika şimdi de Suriye’ye çeki-düzen getirecekmiş. Vay anam vay...
Washington’un üfürükten senaryolarını vahiy gibi görerek bu ülkede ve bu bölgede gelecek planı yapanlar kafalarına şunu soksunlar: 25 yılda Irak’ta, 15 yılda Afganistan’da düzen kuramayan ABD, Suriye’de asla düzen kuramaz, kuramayacak.. 
Yayınladıkları parçalanmış Suriye haritaları ABD’nin psikolojik savaşının bir yansımasıdır. Kaddafi’den sonra Libya’yı bölmek için de çok uğraştılar. Bölmek için Halife Hafter isimli işbirlikçi generali desteklediler. Ama beceremediler. 
Bundan sonraki haritaları işgalci güçler, işbirlikçi azınlıklar değil, toprağın sahibi olan halklar belirleyecekler. Çünkü artık halklar, sömüren istilacılara fırsat vermeyecek. Halklar işgal güçlerine ve ihanet şebekelerine karşı savaşlarını devam ettiriyorlar. Suriye’de devam eden savaş, işte böyle bir savaştır. İstikbal, sömürgecilerin, vesayetçilerin, güçlülerin değil, halkların ve halklarla beraber olan devletlerin olacaktır.
Bu nedenle Türkiye, dış siyasetini ülkelerdeki yönetimler üzerine değil, halklar üzerine inşa ediyor. Bu nedenle Türkiye, bugün yedi düvelle mücadele ediyor, yetmiş yıllık ABD-NATO macerasını çöpe atmaya hazırlanıyor.
Artık Türkiye olmadan bu coğrafyada hiçbir proje icra edilemez. Zemin bulamaz, tutunamaz. Ortadoğu’nun da İslam dünyasının da kalbi Türkiye'dir.. Güçlü devletlerin dünyayı paylaştığı ve yönettiği dönem artık bitmiştir. Yeni Dünya Düzeni, hakiki manada halkların irade ve tercihlerine göre şekillenen bir dünya düzeni oluyor.
Batı yüz yıl önce İslam coğrafyasına misafirliğe gelmişti. Gelirken eli boş gelmedi, fitne-fesat ve bombalarını hediye getirdi. Yüzyıl sonra şimdi Müslümanlar Batı'ya iade-i ziyarette bulunuyorlar. Herhalde eli boş gitmeyeceklerdir. 
Tehditkâr ve buyurgan üslupla Türkiye ve İslam alemine nizam vermeye çalışan Batı, bu günlerde ne oldu ise hümanistleşti. “Dünyamızı savaşla değil, barışla dizayn etmenin mümkün olduğu” telkin etmeye başladılar.
Şimdi oyunun kuralları değişiyor. Bundan sonra kuralları Batı değil, başkaları koyacak. Görünen köy kılavuz istemez. Umutsuzluğa gerek yok. “Gözü olana gün ışımıştır.”
Alper TAN // 01.03.2016