Sayın
Uğur DÜNDAR Kardeşim,
Arena
Programınızı ve Sözcü Gazetesinde yayınlanan yazılarınızı dikkatle okuyor, özenle
takip ve gayretinizi takdir ediyorum. Bu güzel ülkede, yöneticiler tarafından
yapılan hata, ihmal, kusurları ve suiistimalleri “hak, adalet, hukuk ve halk
adına” verdiğiniz uzun soluklu mücadele sürecinde açıklıyor, yorumluyor ve bu
sayede beni ve benim gibi bütün vatandaşlarımızı uyarıyor, aydınlatıyor ve
bilinçlendiriyorsunuz.
Size
içtenlikle teşekkür eder, başarılarınızın devamını dilerim.
Ancak,
bugünkü nesil geçmişimizi pek bilmediği için, yaşanan olaylar ile sebeplerine
dair kanaat önderleri tarafından sürekli açıklanan, anlatılan ve yorumlanan
analizleri pek fazla önemsemiyor. Hatta algılamıyor, anlamlı bulmuyor ve
değerlendirmiyor bile! Zira onlar yakın geçmişimizde olup-biten
hadiselerden habersiz. Maksatlı bir biçimde yönlendirilmiş, beyinleri yıkanmış
ya da bir kültür baskısına maruz kalmış olabilirler.
Gerçek
şu ki: Eskiden insanlarımız birbirlerine bu kadar zarar vermezdi. Ülkemizde
barış, karşılıklı anlayış ve tolerans iklimi vardı. Bırakın şehirlerimizde
dükkânını kapatmadan Camiye giden esnafı; Köylerimizde bile evlerin dış kapıları
kilitlenmezdi, açıktı... Karşılıklı güven, itimat, saygı ve muhabbet çemberinde
yürüyen hayat çerçevesinde, neredeyse bütün kapılar çalınmadan içeri girilebilirdi…
Bugün
çelikten yapılmış kapılara dahi güven kalmadı.
Ülkemizde
yaşayanların kulakları var duymuyor, gözleri var görmüyor, burunları koku
almıyor. İnsanlar ağız ve dilleri olduğu halde, kendilerine reva görülen zulmü
konuşmaktan çekiniyor. Toplumla birlikte düşünerek söyleyecekleri sözlerinden
dolayı mahkemelerde sürünüp baskı altında yaşamaktan endişe ediyorlar.
Hâsılı
80 milyona yakın insanımız devletin başında oturan kişiden korkuyor.
Okuryazarlarımız
bile sağ, sol, Kürt-Türk milleti olarak bölünmüş durumda. Üstüne üstlük,
hükümet olan siyasi partiler de Türkiye’yi bölüyor. Sade vatandaş ne yapsın. Bu
ülkenin insanlarını başta dış devletler olmak üzere içerdekiler de dış güçlere
uyarak halkımızı bile bile birbirlerine düşman haline getirmiş
bulunmaktadırlar.
Ben,
TES-İş Sendikasının 10 yıl başkanlığını yapmış ve 1965 yılında İzmir, 1969
yılında Kayseri milletvekilliğinde bulunmuş bir kişiyim. Gerek çalışma hayatım
ve gerekse politika hayatım boyunca insanların bir arada, kardeşçe yaşamalarına
özen gösterdim, önem verdim. Bu uğurda, hiçbir ayrım yapmadan ve her hangi bir
parti farkı gözetmeden yıllarca devlete ve millete hizmet ettim. Sonuçta,
onurlu ve sorumlu bir vatandaş olarak, 1991 yılında başımdan geçen “ibretlik
bir olayı” sizlere anlatmak ve değerli kamuoyu ile paylaşmak istiyorum.
Biz
aile olarak Demokrat Partiliyiz. 1991 genel seçiminde bana Milletvekilliği
teklifi geldi. Ben de, önce memleketim Diyarbakır’a gidip, ortamı bir
yoklayayım, ondan sonra “ya evet veya hayır” derim diye düşündüm. Bu amaç ve
niyetle memlekete gittim. Önce, kendi köyümde durumu göreyim diye (doğduğum)
köyün kahvesinde 100 -150 kişinin bulunduğu ortamda konuyu açtım. İki dönem
İzmir ve Kayseri’den seçilerek Milletvekilliği yaptığımı anlattım ve “Bu sefer
kendi ilimden teklif yapıldı, ben de, önce sizlerin görüşünü almadan bir karar
vermek istemedim” dedim. Bu minval üzere bir saat kadar konuştum, açıklama ve
önerilerde bulundum. Kimseden ses çıkmadı. Oysaki başka zamanlarda köye
gittiğimde, bana gösterilen ilgi ve alâka muazzamdı. Şimdiki yaklaşım ve
davranış biçimi ile mukayese ettiğimde çok şaşırdım ve hayal kırıklığına uğrdım.
Kahveden
çıktık eve yöneldik. İki eniştem ve 8 genç yeğenimle eve vardığımızda onlara,
bu ilgisizliğin nedenini sordum. “Toplantıda 21 pkk’lı vardı. Onların yarattığı
baskı ve korku yüzünden kimse sesini çıkaramadı” dediler. Bir müddet sonra
istirahat etmek için odama geçtim. Yaklaşık 1 saat sonra Amcamın oğlu Hüseyin
misafirlerimiz geldi, diye beni uyandırdı. Sırtıma bir gömlek alarak salona
çıktığımda, karşı sedirde 4 silahlı kişi ile karşılaştım. Doğrusu biraz
irkildim, ama yapılacak bir şey yoktu. Kahvede beni dinlemişler. Salona
girdiğimde saat: 01.00’di. Benden çok genç olmalarına rağmen yerlerinden bile
kalkmadılar. Ben de karşı sedire oturdum. Usulen ‘hoş geldiniz’ dedim. “Bu
saatte geldiğinize göre bana bir sorunuz varsa sorunuz” dediğimde: “Siz daha
önce Kürtler için ne yaptınız ki şimdi aday oluyorsunuz? Ayrıca hangi partiden
aday olmak istiyorsunuz bilmek istiyoruz. Eğer Erbakan’ın partisinden
adaysanız, derhal buradan gidin! Değilseniz, o zaman konuşalım” dediler, ben de
cevaben: “Bugüne kadar aday olmadım ki, size nasıl cevap vereyim, bugüne kadar
kimi seçmiş iseniz bu soruyu onlara sorun” dedim.
Devamla:
“Ben buralıyım. Daha önce İzmir ve Kayseri’den milletvekili oldum. Ancak şimdi,
kendi memleketimden aday olabilmenin araştırmasını yapıyorum. Bu nedenle
buradayım. “– Kürt hakları için ne düşünüyorsunuz?..” Cevap: “Burada, bu evde
doğdum. İlkokula burada başladım sonra Ankara’ya gittim orada okuyarak ve
çalışarak kendimi yetiştirdim. Sonra TES-İş Sendikası Genel Başkanı oldum.
Derken, İzmir ve Kayseri milletvekili oldum. Oralarda kimse bana Diyarbakırlı
bir Kürtsün demedi. Dahası, her hangi bir aykırı soru veya hitapla da karşılaşmadım.
Ama ne yazık ki, şimdi kendi köyümde, doğduğum evde “Kürt haklarıyla ilgili
soruya” muhatap oluyorum!..
Verilen
cevap: “ –Sen T.C. leşmişsin.”
-Evet
ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Bundan dolayı da iftihar ediyor ve
kendimle gurur duyuyorum. Şimdi ben de size sorsam, siz bu ülkede doğmuşsunuz,
sizin nüfus cüzdanınızda T.C. olması gerekir. Eğer Nüfus cüzdanınız yoksa, bu
takdirde bana hitap edemez ve benden hesap soramazsınız dediğimde başka
konulardan soru sormaya başladılar. Konuşma, bu minval üzere yaklaşık 5 saat
sürdü. Daha fazla zamanınızı almak istemiyorum. Bu zorlu karşılaşmadan sonra
kendime soruyorum! Hangi akılla bu yola çıktım, bugün düşünüyor ve cevap
veremiyorum.
Sabah
olmuştu. Uyuyamadım. Köyün muhtarını çağırdım. Köyle ilgili bilgi vermesini
istedim. Akşamki olaydan sonra bana verdiği bilgi şöyle: Geçen gün köye 5 cemse
dolusu asker geldi. Bana, köyde 7 den 70’e kadar kim varsa çağır dediler. Bütün
köylüleri çağırdım, köyün meydanı doldu. Yüzbaşı konuşmasında dün bu köye
teröristler (PKK) gelmiş. Birinin evinde de yemek yemişler. Hanginizin evinde
yemek yemişlerse söylesin. Kimseden ses çıkmayınca, bu sefer “kim ki evinde
PKK’lıya kapısını açıp yemek yedirdi söylemiyorsa anasını, kızını …, ederim”
dedi. Peki, köylüden ve senden bir ses çıkmadı mı? Efendim çıkmadı. Sadece
‘haklısınız’ dedik. Daha, daha dedim. Muhtar, “bu sefer de beni sıkıştırıp
deşme beyim, çektiğim sıkıntı bende kalsın” dedi…
Köyden
ayrılarak ilçeye, Kaymakamın makamına gittim. Orada hâkim, savcı, jandarma
komutanı ve belediye başkanı ile bir araya geldik. “Maksadım sizi ziyaret etmekti,
köylerle ilgili sıkıntılarınız ve bu vesileyle sizlerin bu ilçede şikâyetiniz
var mı?” dedikten sonra, Jandarma komutanına hitaben; “Komutanım gece 12 den
sonra evinizin kapısı çalınsa ne yaparsınız, kapıyı açar mısınız?”Açarım dedi,
başınıza silahlı 4 kişi çıkarsa ne yaparsınız? Buyurun derim dedi. İşte dün
gece benim başımdan böyle bir olay geçti. Tahminen 16 -22 yaşlarında 4 silahlı
ile karşı karşıya geldim. 5 saat onlarla konuştum, beni tehdit ettiler, sizi
dağda misafir ederiz dediler. Benim ölüm çıkar dedim. Orada kaymakam, hâkim,
savcı ve belediye başkanı hayretler içinde beni dinledikten sonra, hemen şunu
ilave etmek gereğini duydum. Bizler ne yapıyoruz, köydeki muhtarın
söylediklerini anlattım ve dedim ki: “Gece PKK zulmü, gündüz güvenlik görevlilerinin
baskısı ve yaptırımı karşısında, vatandaş kime yaransın?...”
Bu
gördüklerim ve yaşadıklarımın tarihi 1991’dir.
O
tarihlerde teröristlerin sayısı 3-5 bin kişi olarak tahmin ediliyordu. Bugün
siz takdir ediniz, bunlara yandaş olmadığımız için 1994 tarihinde doğduğum 800 m2 kapalı ev alanında 85
baş küçük ve büyükbaş hayvan içinde olmak üzere diğerleri ile birlikte 11 ev ve
bir değirmen yakıldı, kül oldu. Bu durumun bilgisi geldiğinde; Sayın Süleyman
Demirel Başbakandı, Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı idi. İkisine de telgrafla
durumu bildirdim. Hiçbir netice elde edemedim. Bundan sonrasını siz takdir
edersiniz. Bir misal olarak bizim köyde elektrik var, içme suyu evlerde akıyor,
yolu asfalt, ipek böceği islim binası; Arazi sulama kanalları var. Şu anda
hepsi kapalı, hiçbir tarla ekilmiyor. 360 haneli köyde 30 -40 hane kalmış
durumda. Kalanlar da yaşlı olup, ömrünün son demlerini köylerinde tamamlamak
isteyenlerdir...
Sadece
bizim köyde yaşayanlardan 65 aile İzmir’e yerleşmiş. Bursa, İstanbul, Ankara,
Adana, Mersin, Antalya ve Muğla illerinde bu rakama yakın insanlarımız
kendilerine iş bulmuş veya iş kurmuş, evlerini almışlar, çocukları ilkokulda,
lisede okuyor. Üniversitede olanlar da vardır. Bunların tamamı hayatlarından
memnun… Bir kısım aileler de, Vanlısı, Batmanlısı, Siirtlisi ve Mardinlisi,
Orta Anadolu’ya ve Ege’ye, kendi evleri, aile/akraba çevreleri ve
memleketlerinden kaçarak gelmişler.
Bu
insanlar eğer bölücü olsalar batıya doğru gelirler miydi?
Şimdi
size söylemek istediğim bir düşüncemi ifade etmek, açıklamak istiyorum.
Bu
ülkede barış içinde beraber yaşayanlar: Alevi-Sünni, İsevi-Musevi, Kürt, Laz,
Arnavut, Boşnak, Çerkez, Türk, Arap, Ermeni, Yahudi, Rum, Elen ve buna benzer
sözlerin kullanılış biçimleri, insanları rencide edecek tarzda olmamalı?
İnsanlarımızı birleştirmekten çok, ayrıştırma amacı güden bu tür sözlerden
milletçe kaçınmalı ve sakınmalıyız. Ülkemizde faklı “ana dil, din, inanç,
mezhep ve lehçelerin varlığını” kültürel bir zenginlik olarak kabul etmeli ve
bu vatandaşlarımıza karşı çok hassas ve saygılı davranılmalıdır.
İşte
bu duygu ve düşüncelerimi, kendi yaşamımdan örnekler vererek size iletmek ve
aracılığınızla kamuoyunu bilgilendirmek istedim. Değerlendirilme şeklini,
bütünüyle sizin takdirlerinize bırakıyorum.
Selâm
ve saygılarımla.,
Enver TURGUT
Ankara: 17 Mart 2016
TES-İŞ Sendikası Genel Başkanı
13. ve 14 Dönem Kayseri ve İzmir Milletvekili
Demokratlar Kulübü Başkan Vekili
SEN-DER, Sendikacılar Derneği Başkanı
İletişim,
GSM: 0 532 367 23 77
İletişim, e.Mail: enverturgut06@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder