28 Mayıs 2014 Çarşamba

HALÛK TARCAN; HABER TURK’ta Orhan ÇEKİÇ Cemil KOÇAK TARTIŞMASI

HABER TURK’ta Orhan ÇEKİÇ, Cemil KOÇAK TARTIŞMASI
Senelerdir izlediğimiz HaberTurk’ta, özel olarak, pek muhterem Murat Bardakçı beyefendinin programlarında Türk kültürüyle ilgili değerleri değersizleştirme ve hattâ  alay edilme gayreti içinde sunulduğunu izlemekteyiz.
Bir örnek: Sn. Bardakçı, Etrüsklerin Türk olmadığında ısrar ediyordu. Fakat Etrüsklerin Türk olduğu, Ön-Türk kültürünün kökende olduğu AİTALİA’da (Ata Halkı Ülkesi, İtalya) Etrüsklerin %97 Türk olduğu AİTALİA’lılar tarafından ifade edilince sesini çıkaramamıştır.
Son kez bir Sayın dilci Profesörün ki Asya Türkçeleri’ni bilmediğini sanıyoruz, Ön-Türk kültürünü reddeden  yayınını vermiş fakat bu  profesörlerle K. Mirşan’ı karşı karşıya getirmemeye gayret etmişti; yakında, hazırlamış olduğumuz yanıtları da yayımlayacağız…
22 Mayıs 2014 tarihindeki Haber Turk yayınında ise Prof. Cemil Koçak ile Doçent Orhan Çekiç’in, Atatürk dönemiyle ilgili iddialarını, tartışmalarını izledik. Bu konuda bizim de bazı yaşadıklarımızı ve bildiklerimizi yaymayı millî görev sayarak Saygın Doçent Orhan Çekiç’ten çok şey öğrendiğimiz için onun da yanında olacağız.
Profesör  C. Koçak’ı tanıyoruz; Sözcü gazetesinde çıkmış olan bir habere göre demiştir ki, “Yarbay Mustafa’nın Çanakkale zaferiyle uzak yakın bir ilişkisi yoktur. Zafer Alman generali Liman von Sanders’e aittir. İstanbul hükümeti  ve Alman generali, Yarbay Mustafa’yı  5-10 kişiyi bile yönetmekten aciz bularak gözden uzak kalsın, diye Gelibolu’ya göndermiş. Yarbay Mustafa döneminin en yeteneksiz askeriydi. Tesadüfler ve şansı yaver gitmeseydi, emekli olacak, kahve köşelerinde sürünüp gidecekti."  
Kendisini, Ulusalcı Gönüllüler olan bizler, mektuplarla protesto etmiştik, o ise  yanıtında, böyle şeyler demediğini, bu haberi yazan Sözcü gazetesine tekzip gönderdiğini bildirmişti, fakat Sözcü'de böyle bir tekzip hiç yayınlanmadı?!
Bir devlet  başkanı için –Atatürk olmasa bile- kahve köşelerinde sürünüp gidecek deyimi, bir profesörün inanılmaz bir seviye düşüklüğü içinde olduğunu gösterir.
Atatürk’ü değersizleştirme, İnönü döneminde Ticâni denen kara softaların dışarıdan gelen kışkırtmalar sonucu, Atatürk anıtlarına saldırısıyla başlamıştı. 
Biz, Koçak – Çekiç tartışmasına dönelim, tartışmadan bazı paragrafları cevaplandıralım:
Koçak: “….Sıkışık bir durumdu, bir yanda İngilizler ve Fransızlar Boğazlar'ı zorlarken daha işin başında savaşın kaybedilme ihtimali yüksek. Düşündükleri plan, şu: Eğer Boğazlar'dan geçerlerse ve İstanbul düşerse, gerilla savaşı başlatılacaktır. Enver Paşa daha Almanya'ya gitmeden bunlardan bahseder...Milli Müdafaa başlamıştır…Yenilmişsiniz, mütareke imzalamışsınız...Bir siper bile yapacak haliniz yok.”
YANIT: Yâni ben, “Ülkemizin kat’i olarak Ay’a gitmesi gerekir” dersem demek ki, Ay’a gitme projesi başlamıştır… Atalarımız ne demiştir? ”Lâfla peynir gemisi yürümez…”
Siper kazmaya gelince… Bu temsili cümle, İstiklâl Savaşı’nı düşünemeyen, Ülke’yi istilacılara teslim eden zavallıların kendilerini temize çıkarmak üzere ileri sürdükleri bahanelerini gösterir.
Aslında siper kazmak değil, savaş yapmak için ayakkabı değil, çarık bile yoktu. Silahlar 1876 tarihinden kalma idi. Ama, Atatürk’ün ileri görüşü, irâdesi ve Türk halkının (destan edebiyatı yapmıyorum) binlerce ve binlerce yıl zaman ve mekân içinde yoğrulmuş bir kinetik enerjisi, saklı enerjisi vardı, Atatürk buna, “sağ duyu” derdi ve gene Atatürk’ün, “bu milletle neler yapılmaz“ demesi bir destan cümlesi değil, Türk’ü, çeşitli cepheler ve imkânsızlıklar, ateşten gömlek içinde denemiş bir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri vardı; sarayda çürümüş saltanat bozuntuları, zaten Türk olmayan sultanlar ve onların pısırık paşaları yoktu… Bu millet siper kazmış, halkı onu elinden geldiğince giydirmiş, verebileceğini vermiş, Mehmetçik de İstiklâl Savaşı mucizesini Atatürk ve arkadaşları yönetiminde yapmıştı…Millî mücadeleyi düşünmekten aciz  bencileyin kişilerin milyarlarca lira değerindeki zenginliklerini bir ordu donatmak, onu savaşa hazırlamak gibi bir düşünceleri olabilirmi idi? Asla.. Onu ancak bu topraklarda doğmuş, bu toprakların ekmeğini yiyen, vatan sevgisiyle dolu halkımız  yapabilirdi… Yaşadığı zor hayata rağmen…
Koçak: “Bir yanda Ruslarla, komünistlerle anlaşıp, onlara "zaten bizim de sosyal amaçlarımız var, halk devleti kurmaya çalışıyoruz" diyeceksiniz, diğer yanda içeriye dönüp "İslam'ın şartlarının hepsini de maşallah yerine getiriyoruz" diyeceksiniz?! Sonra Kürtlere dönüp diyeceksiniz ki, "bu İngilizlerin kazığını sonra yersiniz. Bizimle olursanız, size özerklik vereceğiz", Fransızlara dönüp, "bu İngilizlerden dünya kadar kazık yiyorsunuz. Daha fazla direnmenin anlamı yok; bizimle anlaşın, gidin" diyeceksiniz?! Bütün bunları ve daha fazlasını başarabilmek, her babayiğitin harcı değil!"
 YANIT: Demek ki Koçak’a göre Atatürk İki yüzlü idi!
Atatürk –tüm dünyaca bilinir- sözünü  sakınmazdı, o haklı, yâni bilimsel, hukûki, tarihi değerde gerçekleri dimdik ifade ederdi, korkak ve iki yüzlüleri  kaçırtırdı...
“…İslâmın maşallah şartlarını yerine getiriyoruz” diyerek Koçak, kendine ait fikirleri Atatürk’e yamayarak onunla matrak geçmek istiyor…
Atatürk’ün İslâm karşısındaki tutumu: O, İslâmı  günahlâr/sevaplar silsilesi hâline getirmiş ve rayından çıkarmış, ham softa ve yobazlara karşı idi; esas iki yüzlü olan bu yobaz takımı, doğdukları, ekmeğini yedikleri ülkelerinin kendi cahil deyimleriyle, “gâvur takımına” teslim etmekte tereddüt etmemişlerdi. Ve Atatürk bunun için, “Ülkemiz bu cahillerin ülkesi olamaz” demiş ve halkın dinini iyi öğrenmesi için Kur’anı 1936’da Türkçeye tercüme ettirmişti. Atatürk’ün dine karşı davranışı bu idi…
Sn. Profesör, İftira etmeyiniz!  
Pelin Çift: Sizin kitabınızda var, Taha Akyol da söylüyor; bu isimlerin Atatürk'ün kafasındaki modernleşme projesini red ettikleri için ayrı düştüklerini. Fakat ayrılanlar bu suçlamaları kabul etmemekteler. Diyorlar ki, "Atatürk tek adam olmak için bizi dışarıda bıraktı. Ne dersiniz?
YANIT:   Atatürk önemli işler yapmaya hazırlandığında daima başkalarını dinlemiştir. Dinlemesini bilen kişidir… “Sarhoş sofrası” dedikleri sofrası, bir tartışma yeri idi.
1-    Fikirlerini almak için önem verdiği kişileri davet eder
2-    Hepsinin fikirlerini dinler, bazı fikirleri hemen kaydettirirdi
Anlatılır; bir akşam sofrasında arkadaşı ve yaveri Salih Bozok, uzayan bir tartışma sonucunda Atatürk’e dönerek, Balkan şivesiyle, “Abe Paşam! Eninde sonunda senin dediğin doğru olacaktır. Neden bunları dinlersin?”
Atatürk fena halde sinirlenerek, “Ya benden daha iyi düşünen varsa?” dedikten sonra Salih Bozok’a, “Çık dışarı” diyerek sofradan kovmuştur.
Atatürk dinlemesini bilen ve herkesi dinleyen ve yanlışın, sorunun nerede olduğunu kendi düşüncesi dışında da arayan bir kişidir. Bu konuda birkaç fotoğrafı bile vardır… Dedikodu ile bilim yapılmaz.
 Pelin Çift: K. Karabekir, "Milli Müdafaa'yı ben başlattım" diyor?
YANIT: İstiklâl Mücadelesi’nin ilk savaşını Kâzım Karabekir’in ordusu yapmıştır, doğrudur. Ama ona yapılmış, düzene sokulmuş bir programı uygulama emrini  veren TBMM Başkanı, Türk Milleti adına Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleridir.
Millî mücadele fikri Atatürk’ün kafasında daha Harbiye sınıflarında başlamıştır.
Fakat bu fikrin yürürlüğe geçmesi, Sivas ve Erzurum kongreleriyledir. Ve Atatürk bu kongreleri, rütbeleri Halife tarafından geri alındığından, sivil kıyafetle başlatmıştır. Bu onun, bu davaya ve kendine olan inancını gösterir.
Birlikte Millî Müdafaa mücadelesini yapmak için toplanılan ilk kongrede herkesin katılıp katılmayacağı sorusuna Kâzım Karabekir hemen cevap vermemiş, ancak bir saat kadar düşündükten ve kongre üyelerini beklettikten sonra, Atatük’e, “Emrinizdeyim, Paşam” demiştir.
P.Çift: Neden eski defterler karıştırılıyor? Herkesin de kafası karışıyor?
Çekiç: Öncelikle bunu kimin yaptığına bakmak lazım. Bunu yapanlar, reformları içlerine sindiremeyen kesimler.
YANIT: Bu kişiler Atatürk’ün çok ilerisini bile görmüş olduğunu akıl  edemeyen, günlük, basma kalıp düşünceler ya da hisler çerçevesinde kalan zayıf  kişilerdir. Örneğin, İstiklâl Savaşı’nda Atatürk’ün yanı başında olan Hâlide Edip ve kocası Dr. Adnan Adıvar, Halifeliğin kaldırılmasını kabul etmeyerek Ülke’yi terketmiş, kısır düşünceli kişilerdir. Bugün, Atatürk’ün 1930’larda ileri sürdüğü fikirlerin doğru çıktığını görerek onu daha iyi anlıyoruz…
P. Çift: (Koçak'ın kitabını okuyarak) Cemil hoca diyor ki, "Bu kadro çok iyi idi. Bu kadro olmasaydı, M. Kemal bu işi götüremezdi."
Çekiç: Ama Cebesoy öyle demiyor! O diyor ki, "Bizler olmasaydık, o yine götürürdü bu işi" diyor.
YANIT:  Çekiç kat’i bir kaynak vermiştir. Evet, gerçek tam da Çekiç’in söylediğidir! Eğer Atatürk olmasaydı, eğer Atatürk’ün ileri görüşü, iradesi olmasaydı bu kişilerin adlarını bile duymayacaktık. Eğer bu kişilerin adlarını biliyorsak, onlar Atatürk’ün bulunduğu ortamda yer almış, ya da Atatürk’ün emrinde çalışmış olmalarındandır; ortaya asla kendi devrimci düşünce ve iradeleriyle çıkmış değillerdi. Atatürk’ün iradesine tâbi olarak değer kazanmışlardı. Bir baş’a ihtiyaçları vardı. İçlerinde bir teki bile Millî Mücadele’yi önceden düşünmüş kişi değildi.
Koçak: Arkadaşları diyorlar ki," Onu yakından tanırız, tabiatı, alışkanlıkları, siyasi felsefesi, kendinden başkasını önemsememek üzerine kuruludur.....Zaten liderlik denen de, biraz böyle başlar. Yetkiyi aldı mı, bırakmaz. Kimseyi dinlemez. Başarılı olursa, tek adam olur. Gazi'nin tabiatı budur. En yakın dostu da en uzak düşmanı da onun böyle olduğunu söylüyor. Hepsinin ortak kanaati, bu yönde."
 YANIT: Atatürk, matematik zekâsı, çok ileriyi görme kabiliyeti ile üstün bir Lider idi.İnönü, “Atatürk çok çabuk düşünür, derhal analiz ve sentez yapar, sonucu hemen uygulardı” der. Bu niteliğini Çanakkale Savaşı’nda düşman karşısında kullanmış,  dağılan birlikler karşısında şaşırmamış, onları hemen toplayarak yeni bir yumruk hâline getirip düşman üzerine  salmış, düşman ise karşısında yeni bir taze kuvvet olduğunu zannetmişti… İşte bu,  Sn. Koçak’ın “kahve köşelerinde sürünür” demekle ne muazzam bir saçmalama ve hakaret misâli verdiğini gösterir.
Ve gene, gerçek lider olduğu için asla tek başına hareket etmemiş, Millî Mücadele her şeyden önce Millî Birlik ile kazanılabileceği için, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile harekete geçmiş, sonra bu Millî Kudreti Türkiye Büyük Millet Meclisi ile en yüksek seviyesine taşımış ve ancak ondan sonra TBMM Başkanı olarak yani, milletin iznini alarak Millî Mücadele’yi başlatmıştır.
Ne acıdır ki bazı akademisyenlerimiz  başta olmak üzere, bir çok kişi kavramları  birbirine karıştırmaktadır. Diktatörlük ve otoriterliğin ayni olmadığının farkında değildir.
Atatürk otoriterdir. Ama otoritesini gerçekten, bilimsel mantıktan ve tarihten alır.
Koçak: "Türkiye'de yapılmış olanın, Fransa ve Rusya'da yapılmış olan devrimlerle karşılaştırılabileceği kanaatinde değilim. Hatta bunun ne ölçüde devrim olduğu, tartışmaya açık. Hiç bir toplumu zorla, otoriteyle istediğiniz yörüngeye sokamazsınız. Sonuçta, gelinen noktada toplumlar geriye bakıp, "iyi ki bunlar olmuş" diyebilir. Huzurluysa. Türkiye toplumu böyle bir toplum mu?
ÇEKİÇ: Bence, evet!
YANIT: Sayın Koçak devrimleri şekil olarak görüyor. Yâni halkımız bir Bastil kalesi bulup oraya yürümemişse, o  devrim olamaz, öyle mi?!
Ya da Rusya’da olduğu gibi önce donanma, bahriye askerleri isyan edecek…
Her ülkede halk ıstırap çektiği, çektirildiği hâle göre cephe  alır, kendi bünyesine ve içinde bulunduğu şartlara göre hareket eder…
Sayın Koçak, tüm dünyanın önünde diz çöktüğü devrimleri, devrim olarak göremiyorsa herhalde görememek gereğinde bırakılmıştır. Zekâ ve bilgisi, Profesör seviyesinin Devrimlere şüphe düşürmesine izin vermemesi gerekirdi.
“…zorla, otoriteyle istediğiniz yörüngeye …”sözleri, genel bir iftira çerçevesi içinde kalmaktadır.  Gazi Paşa, Mllî Mücadeleyi önce Ülke’de dolaşarak halka anlatmış, onları ikna yolunu seçmiştir. Onun bu konuda çekilmiş fotoğrafları bile vardır.
Hiç bir zaman, “Emrediyorum! Millî Mücadele yapacaksınız“ gibi Sn. Koçak’ı gülünç hâle getiren bir davranışı yoktur. Tekrarlayalım: Önce kongrelerle, sonra da TBMM ile çalışmıştır.
Bunu da mı inkâr edeceğiz, muhterem Pofesör Koçak?
Koçak: "Bu işlere nasıl son verilir? Çok basit: Diyebiliriz ki, "Atatürk ulusal bir kahramandır, nokta!"
YANIT: Atatürk’ün sadece bir kahraman olmadığına tüm dünya politikacıları, tarihçileri, düşünürleri en üst değeri verirken Sayın Koçak’ın, İnönü döneminde başlatılan Atatürk’ü değersizlendirme görevini Ticânilerle birlikte yüklenmiş olduğunu düşünmek gereğinde bırakılmış bulunmaktayız.
Koçak: Hangi devrim tutmadı? Laiklik! Bugün sorunların kaynağı, bu!
Çekiç: Alternatifiniz ne?
Koçak: (Yine küçümseyerek) Çok basit: İnsanların inancına, dini davranışına, giyimine karışmayacaksınız. Bu kadar basit. Toplum hafızasında taşır, geçmişte neler olduğunu.
YANIT: Lâklik, bu  günkü sorunların kaynağı değildir. Sorun, hâricen getirilmiştir: Dış güçler ülkeyi parçalamak, Türk kültürünü, dilini, inancını yok etmek için Türk’ün binlerce yıl önce sahip olduğu kültürü yok etmek için onu sorun hâline getirmişlerdir.
Bugün lâikliğe karşı olanlar cahil bırakılmış ve bilgi eksikliklerinden sinsi bir şekilde faydalanılarak beyinleri yıkanmış olanlar, karşı olmaya itilmiş, bâtıl itikad’a sürüklenmiş, gereğinde, ödeme bile yapılmış  olan kişilerdir.
Dışarıdan gelen bu teşvik mükemmel bir sistemle çalışmış ve önce köy kalkınmasından dehşete kapınılmış ve Köy Enstitüleri’nin kapanmasını elde etmiş alçak ülkelerdir. Bunlar insan haklarından dem vuran haksızlık canavarlarıdır.
Lâkliği, okumuş bir kişinin reddetmesine imkân yoktur. Çünkü, Saygın Doçent Orhan Çekiç’in kat’i tarifini veriyoruz: Yönetenler  yönetme erkini ilâhi bir kaynaktan değil, halkın özgür iradesinden aldığı, bireylerin her türlü din ve vicdan özgürlüğüne sahip olduğu, yönetenlerin ise bu konuda her tedbiri almaktan sorumlu olduğu düzen.
Din'in tehdit olmaktan çıktığı ülkeler var, o ülkelerde adında hıristiyan sözcüğü olan bir parti iktidara geldiğinde, "İncil'i açacak, ona göre idare edeceğim" demez.
Koçak: Burada kritik cümle şu: "Orada din, tehdit olmaktan çıkmış"…
YANIT: Koçak  bu cümlesiyle, “ülkemizde din’in bir tehdit olarak ortaya çıktığını” kabul etmiş oluyor… Kendi kendisiyle tenakûza düşüyor, halk ağzıyla; bir söylediğini öteki tutmuyor...
Bu söz üzerine, Atatürk’ün düşüncesine dönüyoruz: Kara softalarla Osmanlı Döneminde Din’in rayından çıktığını, Ülkenin bu kafalarla yönetilemeyeceğini, bunun için de halkımızın dinini anlayarak, bilerek uygulaması için Kur’anı Türkçeye çevirttiğinin ne kadar  ileri bir görüş olduğu ortaya çıkmaktadır.
Atatürk’ü değersizlendirmek için çırpınan Koçak’ın gözünden kaçmış ya da üstü daima örtülmüş bir tek gerçeği hatırlatacağız ve bu gerçek Atatürk’ün üstün değerinin mihenk taşı olarak kafalara inmektedir... Malî dünyada bilinen bir prensip vardır: “Bir ülkenin büyüklüğü, parasının değeriyle ölçülür”…  Dikkat, Sayın Koçak:
Yaşadığım bir gerçektir: Atatürk öldüğünde 1 dolar, 110 kuruştu
(1,10 TL) Almanlar, Türk lirası satın alırlardı… Ya şimdi? Atatürk’ü kirletenlerin  vardığı nokta nedir?...1 dolar kaç tane yüz kuruş?!
Koçak:  Artık Türkiye'de hiç bir şey eskisi gibi olmayacak.
YANIT: Sayın Profesör, Türk kültürünün ve tarihinin derinliğini bilmemektedir. O da pek çok akademisyenimiz gibi, tarihin derinliklerine binlerce ve binlerce yıl önce ayak basmış olan atalarımızın zaman ve mekân örsünde
döğülerek –her zaman tekrar ettiğimiz- saklı enerji sahibi olarak, uçurumun kenarında bile olsalar, oradan dönmesini bileceklerdir. Her şey, Lâik Türkiye  Cumhuriyeti’nin rayına oturmasıyla eski hâlinden de daha ileride olacaktır; örneğin, samîmî  dindar kişiler, dînî duygulara sahip olduklarını, kara  çarşaflara örtünerek değil, bilgi ve mantıklarıyla, “Kur’an’daki İslâm’la”  ve Türkçeyle ifade edeceklerdir.
Halûk Tarcan
Bilimsel Araştırmacı-Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi / Sorbon 6’ncı Seksiyon- Paris

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Yeniden Kırım Sorunu; Prof.Dr.Anıl Çeçen - Ankara Kalesi

Yeniden Kırım Sorunu

Prof.Dr.Anıl Çeçen

Ankara Kalesi
                   Osmanlı  İmparatorluğunun  yıkılış süreci Kırım savaşı ile başlamıştır .Birinci Kırım savaşı dünyanın merkezi devletinin yıkılışına giden yolu açıyordu . Bugünlerde yeniden gündeme gelen ikinci Kırım savaşı süreci de , Osmanlı İmparatorluğu yerine kurulmuş olan merkezi devlet olarak, Türkiye Cumhuriyetinin yıkılışına neden olacak gibi görünmektedir . İngiltere ve Fransa sömürge imparatorlukları , yeryüzü kıtalarını bütünüyle ele geçirdikten sonra , dünyanın merkezi coğrafyasına yönelmişler ve böylece  on dokuzuncu yüzyıldaki bu gelişme sonucunda merkezi devlet olarak Osmanlı İmparatorluğunun çökertilmesi  sağlanmıştır . Kuzeydeki Rus İmparatorluğunun yavaş yavaş Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden güneydeki sıcak denizlere  doğru inmeye başladığı bir aşamada , İngiltere ve Fransa devreye girerek , merkezi coğrafyada batı üstünlüğünü tesis etmek üzere harekete geçmişlerdir . Tarihin tam bu aşamasında ,Rusların önünü kesmek üzere İngiltere ve Fransa imparatorlukları Osmanlı devletini Rusya’ya karşı savaşa zorlamışlar ve bu doğrultuda Osmanlı’ya kredi açarak ,bu büyük devleti borç batağına sürüklemişlerdir .Moskof düşmanından kendisini kurtarmak isteyen Osmanlı devleti ,batılı emperyalistlere kanarak oyuna gelmiş ve Kırım savaşına girmek üzere batılı ülkelerden borç para alarak savaşa girmiştir .Çöküş sürecindeki bir devlet olarak Osmanlı  böylece borç batağına sürüklenerek yarı sömürge konumundaki devlet durumuna düşürülmüş ve daha sonra da  borçların tasfiyesi doğrultusunda , Düyunu Umumiye rejimi uygulanarak imparatorluğun  tarih sahnesinden silinmesi  gerçekleştirilmiştir .
                 Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışından tam yüz yıllık bir zaman dilimi geçtikten sonra  yeniden Kırım sorunu ortaya çıkarılmakta ve bu doğrultuda , tıpkı Osmanlıya oynanan oyunda olduğu gibi  dünyanın merkezi devleti olan Türkiye Cumhuriyeti , Rusya Federasyonuna karşı  batı destekli bir senaryo ile kullanılmak istenmektedir .Tarih bilimi açısından  bir durum değerlendirilmesi yapılması gerekirse , birinci Kırım savaşının Osmanlı’yı yıkılışa götürdüğü gibi , ikinci Kırım savaşının onun yerini alan Türkiye Cumhuriyetini savaş süreciyle beraber  yok olmaya doğru götürebileceği  görülmektedir. Kırım sorunu geçmiş dönemlerde tam ve kesin bir çözüme kavuşturulmadığı için , her yeni dönemde farklı boyutlarda varlığını sürdürmüş , yeni dönemlere girilirken ,her zaman  uluslar arası hassasiyetini korumuştur . Merkezi coğrafyanın en değerli topraklarına sahip olan bu yarım ada ,tarihin her döneminde bir çekişme alanı olmuş ,dünyaya hükmetmek isteyen emperyal güçler bu yarımada üzerinde her zaman için bir hegemonya arayışına yönelmişlerdir . Asya ve Avrupa kıtalarının kesişme noktası üzerinde yer alan Kırım yarımadası , tarih boyunca göçlere sahne olmuş , doğudan batıya ya da batıdan doğuya göç eden kavimler tıpkı Balkanlar ve Kafkaslar’da olduğu gibi ,bu yarım ada üzerinden de geçmişlerdir .Bu yüzden Kırım hiçbir zaman tek bir devletin ya da milletin tam olarak kontrolu altında olmamış , aksine geçmişten gelen nüfus yapıları ile yeni ortaya çıkan devlet girişimleri bu yarımada üzerinde çekişmelere sürüklenmek zorunda kalmışlardır . Merkezi coğrafyanın diğer bölgeleri gibi Avrasya bölgesinin  göç yolları üzerinde son derece kritik ve stratejik bir konuma sahip olduğu için , dünya tarihinin her döneminde bir Kırım sorunu çeşitli yönleriyle yaşanmıştır . Dünya haritasının kuzey kısmını bütünüyle kapsayan Rusya ,ne zaman sıcak bölgelere doğru güneye inmeye kalksa , ilk olarak adım attığı yer Kırım olmuş ve bu yarımada üzerinden geliştirdiği savaş ve yayılma stratejileri ile batılı emperyalistlere karşı  sıcak denizlere doğru yol almıştır . Asıl hedef olarak Antalya’yı ele geçiremeyen Rus İmparatorluğu  Ortodoks bağlantısıyla  güney Kıbrıs’a yerleşmiştir .
       Son olaylar ortaya çıkana kadar Kırım yarımadasının statüsü  Ukrayna’ya bağlı bir özerk bölge olarak  sürüyordu . Ukrayna’dan başlayarak Karadenize doğru uzanan ve  Karadenizi Azak denizinden ayıran  büyük bir yarımada konumunda olan bu ülke günümüzde yeniden bir siyasal sorun olarak dünya gündeminde ön plana çıkmıştır . Karadeniz’in tam orta yerinde bulunan bu yarımada , hem Rusların hem de Ukraynalıların tatil beldesi olarak kullanılırken , son gelişmeler üzerine  çatışma bölgesine dönüşmüştür . Sovyetler Birliği döneminde ,hem Rusya hem de Ukrayna Kırım’dan eşit olarak yararlanırken hiçbir mesele ortaya çıkmıyordu . Ne var ki , Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine bu yarımada Ukrayna’da kalınca , Ruslar eskisi gibi bu yarımadadan yararlanamamışlar  ve bu yüzden zaman zaman sorun çıkartarak Kırım’a el koyabilmenin yollarını aramışlardır . Geleceğe dönük olarak hiçbir zaman Kırım üzerindeki haklarından vazgeçmeyen Rus devleti ,eline fırsat geçtikçe bu yarımadayı  istediği gibi kullanmış ve bir türlü Ukrayna’ya bırakılmasını hazmedememiştir . Ukraynalı bir Musevi olarak Kruşçev Sovyetler Birliğinin başbakanı olunca , Ukrayna devletinin kuruluş yıldönümünü bahane ederek I954 yılında Kırım’ı Rusya Federasyonundan alarak Ukrayna devletine vermiştir . Küresel dengelerin gündeme getirdiği Sovyetler Birliği gibi bir yapılanma içerisinden Rusların elinden alınan Kırım’dan Rusya Federasyonu hiçbir zaman vazgeçmemiş , ve son gelinen noktada ortaya çıkan yeni durumdan yararlanarak ve  bir oldu bitti yaratarak bu yarımadaya uluslar arası hukuku ve karşılıklı olarak imzalanmış olan uluslar arası antlaşmaları hiçe sayarak ,tarihten gelen  bir Türk yurdu olan Kırım yarımadasını  yeniden işgal etmiştir . Rusya’nın yeniden emperyal bir devlet olarak dünya sahnesine çıkmasına   bütün dünya ülkeleri protesto ederek  açıkça  karşı çıkmışlardır .
                Kırım tarihi incelendiği zaman , bu yarımadanın tarihin her döneminde çeşitli işgal ve saldırı olaylarına sahne olduğu ortaya çıkmaktadır . Türk asıllı kavimlerin orta Asya üzerinden gelerek batıya doğru göçler yolu ile büyük imparatorluklar kurmaları sırasında , önce Kimmerler , daha sonraları da  İskitler , Hunlar ,Avarlar ,Hazarlar,Kumanlar ,Kıpçaklar ve Moğollar Karadenizin kuzeyi ile birlikte Kırım adasının da sahipleri olmuşlardır . Hazar devletinin dağılmasından sonra , geride kalan  Türk boyları Altınordu  imparatorluğu çatısı altında bir araya gelmişler , daha sonraları da  Rusların ve Arapların saldırıları karşısında  Altınordu devleti çökertilince , ortaya bağımsız hanlıklar çıkmıştır . Bu aşamada bağımsız bir Kırım hanlığı kurulmuş ve böylece Türklerin Kırım ile tarihsel birlikteliği geleceğe dönük bir biçimde kurumsallaştırılmaya çalışılmıştır . 
               Hırıstıyan Rusların batıdan , Müslüman Arapların ise güneyden gelen saldırıları , Hazar krallığını dağıttığı gibi daha sonraki aşamada hem Altınordu imparatorluğunun hem de Kırım hanlığının  çökmesine yol açmıştır . On sekizinci yüzyılda güçlenen Rus Çarlığı  Kırım’ı  Çariçe Katerina  zamanında işgal ederek , bu yarımada üzerindeki Türk devleti olarak Kırım hanlığına son vermiştir . Ondokuzuncu yüzyılda Kırım üzerinde Rus ağırlığı artırılmış ve yarımadanın nüfus yapısını değiştirmek üzere kuzey bölgelerinden getirilen Ruslar , Tatarların yanı sıra Kırım’a yerleştirilmişlerdir . Birinci Dünya Savaşı sonrasında Rus Çarlığı çökünce , Kırım’da Tatarlar bir özerk cumhuriyet oluşturarak Sovyetler Birliği içinde yerlerini almaya çalışmışlar ama gene de Rus baskısından bir türlü kurtulamamışlardır . Savaş sırasında  yarımadayı kısa bir süre Almanlar işgal etmişler ama Sovyetler Birliği kurulunca geri çekilmişlerdir . İkinci dünya savaşı sırasında  Hazar bölgesini   fethetmeye yönelen Hitler orduları önce Kırım’a gelmişler  ve bu yarımadaya yerleşerek ,Volga kıyılarında yapılan  Stalingrad savaşlarını yürütmüşlerdir . Bu aşamada Almanlar ile işbirliği yapan  Tatarlar, diğer Kafkas kavimleri ile birlikte işgalci Rus emperyalizmine karşı Alman gücünden yararlanarak , daha bağımsız bir düzen peşinde koşmanın cezasını Stalin rejiminin sürgün uygulamaları ile  ödemek zorunda kalmışlardır . Yarım milyona yakın bir Kırım nüfusunu Ruslar ülkenin değişik bölgelerine dağıtarak , zorunlu bir göç uygulamasıyla  Tatarları soykırıma tabi tutmuşlardır .
                Sovyetler Birliği’nin dağılması üzerine ortaya çıkan yeni durumda  Rusya gözünü Kırım yarımadasına dikmiş ve bu doğrultuda baskılarını artırmıştır . Birinci Dünya Savaşı döneminden kalma Rusların askeri üsleri Sivastopol kıyılarında varlığının korurken , Rus Komünist Partisinin üst düzey yöneticilerinin yazlık  villaları ya da Rusça  adıyla Daçaları  Kırım’ın sahillerinde geniş alanlara yayılmış ,böylece Ruslar yarımada üzerinde hem askeri hem de kitlesel ağırlıklarını artırmışlardır . Sosyalist rejim sırasında beş yüz bin civarında Kırımlı Türk yarımada dışına çıkartılırken , ülkenin nüfusunu değiştirmek üzere  zengin Ruslar’ın  bu ülkeye yerleşmeleri devlet politikaları ile desteklenmiştir .İki asır önce Kırım’ı Türk hanlığının elinden alan Rus emperyalizmi  ,sosyalist rejim dönemini iyi kullanarak adanın toplum yapısını değiştirmiştir . Stalin gibi bir diktatörün uygulamaları ile Kırımlılar Kuzey kutbu civarında  yok edilirken , ülkenin ve devletin ileri gelenlerinin yarımadaya yerleşmeleri ve burada ev sahibi olmaları hem özendiriliyor hem de devlet politikaları ile destekleniyordu . Böylece ,yirminci yüzyıl boyunca bir milyon civarında Rus kökenli insanın Kırım’da kendine yer edinmesi gibi bir emperyal oluşum tezgahlanıyordu .Sosyalist dönemde parti yöneticilerinin elde etmiş olduğu avantajların daha fazlası ,küreselleşme döneminde öne çıkan Rus zenginlerine tanınıyor ve böylece yarımada tam anlamıyla bir Ruslaştırma operasyonu ile karşı karşıya getiriliyordu . Ülkenin geçmişi ile ve tarihi ile bütün bağları kesilirken , yeni getirilen Rus nüfus ile Kırım Rusya’nın tatil cenneti olarak yeniden yapılandırılıyordu . Başta Putin olmak üzere ,bütün Rus devletinin üst düzey yöneticilerinin  Kırıma yerleştirilmesiyle ,yarımada  kopmaz bağlar ile Rusya ile bütünleştiriliyordu . Ruslar adaya geldikçe geçmişten kalan Tatar Türkleri burada azınlık halinde kalıyordu .Türkler tarihten gelen yurtlarında azınlık durumuna düşürülerek Rus emperyalizmi tarafından  dışlanıyorlardı  .
                Yarımada aslında Ukrayna’ya özerk bölge olarak bağlı bir konumda olmasına rağmen Ruslar emperyal  tutumlarından vazgeçmeyerek  buraya özgürce gelerek yerleşiyorlar ve askeri üslerini de bölgedeki diğer nüfusa karşı bir güç faktörü olarak kullanıyorlardı . Aynı şeyi Ukraynalılar yapamıyor ve bu yarımadadaki Rus-Tatar çekişmesi karşısında etkinlik sağlayamıyorlardı . Hazar döneminden kalma bölgedeki  Musevi toplulukların bir kısmı da, Kırım yarımadasında yaşamayı tercih ediyorlar ve bu doğrultuda Ukrayna Yahudileri ile yakınlaşarak ,Rus emperyalizmine karşı ayakta kalmaya çalışıyorlardı . Kırımın çok kültürlü toplum yapısı , yarımadanın geleceği açısından bir çekişmeli ortam yaratıyordu . Ruslar ,Kırım’ı bir Rus ülkesi haline getirmeye çalışırlarken , Hazar döneminden bu yana Tatarlar ile birlikte hareket eden bölgedeki Musevi toplulukları da , Rus emperyalizmine direnerek  hem adadaki varlıklarını korumaya, hem de bu yarımadayı gelecekte  İsrail’in alternatifi olabilecek  bir çizgide  ikinci bir Yahudi devletinin ülkesi haline dönüştürmeye çalışıyorlardı . İsrail devletinin üçüncü kez dağılması riskine karşı , Rusya ve Ukrayna Yahudilerinin  Kırım’da bir yeni İsrail devleti kurma  plan ve projeleri ile hareket ettikleri ve bu yüzden de Ruslar ile zaman zaman karşı karşıya gelerek  çatışma içine girdikleri görülmektedir . Böylece Kırım üzerinde geleceğe dönük bir biçimde yeni bir siyasal düzen kurma doğrultusunda Yahudiler de , Tatarlar ve Ruslar arasındaki çekişmelere üçüncü bir taraf olarak giriyorlardı . Kırım halkının Hazar döneminden gelen farklı nüfus yapılanması nedeniyle , Yahudiler,Hrıstıyanlar ve Müslümanlar bu ülkede uzun yıllar birlikte yaşamışlardır ama tarihsel dönüm noktalarında  farklı dini gruplar arasında çatışma ve çekişme olayları yaşanmıştır .Tatarların bir kısmının Musevi olması  Yahudiler ile Tatarlar arasında yakınlaşma sağlamış ,böylece bu iki topluluk Rus  milliyetçiliğine ve emperyalizmine karşı dayanışma içerisinde direnerek , varlıklarını bugüne kadar  korumuşlardır . Ayrıca dünyayı yönlendiren Musevi lobileri içerisinde Hazar kökenli temsilcilerin  etkin bir biçimdebulunması da  Tatarların Ruslara karşı direnişinde önemli ölçülerde destek sağlamıştır . Ülkesel dayanışmanın uluslar arası alanda da destek bulması üzerine , Rus emperyalizminin yarımadayı bütünüyle Ruslaştırmasının önüne  geçilmiştir .
                Kırım sorunu  son dönemde Ukrayna’da yaşanan olaylar üzerine gündeme gelmiştir . Yarım yüzyılı aşkın bir süredir Ukrayna devletine bağlı bir özerk bölge olarak yönetilen Kırım yarımadasının  yeni dönemde bir Rus işgali ile karşı karşıya kalması  , Kırım sorununun  yeniden bir siyasal mesele olarak öne çıkmasına yol açmıştır . Birinci Dünya Savaşı sonrasında çizilmiş olan dünya haritasında bir tampon devlet olarak yer alan Ukrayna ‘nın  yavaş yavaş bu durumundan çıkarak , Rusya ve Avrupa arasında bir çekişme alanına dönüşmesiyle birlikte , Kırım’ın bu ülkeden kopması  gerçekleşmiştir .. Rusya’yı Avrupa’dan uzak tutmak için yaratılan bu büyük tampon devlet , soğuk savaş sonrasının sıcak çekişme ortamına daha fazla dayanamayarak , dağılmaya doğru pupa yelken bir gidiş sergilemiştir . Ülkenin doğu bölgesindeki Rus nüfusu kendi ülkesine bağlamak isteyen Rusya baskısını artırdıkça , ülkenin batısında yaşamakta olan Avrupa kökenli topluluklar, bir an önce Avrupa Birliği’ne tam üye olarak Rus çizmeleri altında ezilmekten kurtulmak için  çaba göstermişlerdir .Asıl hedefi  azalmakta olan nüfusunu Ukraynalı Ruslar ile artırmak olan Rusya devleti , ortaya çıkan olaylardan yararlanarak Kırım’ı kendisine bağladığı gibi ,ikinci adımda da   Rus çoğunluğun yaşadığı  Doğu Ukrayna bölgesini de yeni bir eyalet olarak Rusya Federasyonu çatısı  altına almaya yönelmiştir . Avrupa ile aradaki tampon kalkarken ,Rusya’nın daha fazla Avrupalı bir devlet haline gelmeye çalıştığı görülmüştür . Ruslar Avrupalı olmak için mücadele ederlerken , Asya kıtasına arkalarını dönmüşler , Rusya’nın Asya toprakları üzerinde yaşamakta olan Türk ve Müslüman topluluklarından uzaklaşma noktasına gelmişlerdir . Bu aşamada Kırım ters bir örnek olarak gündeme gelince , hemen bu ülkenin nüfus yapısının değiştirilmesine öncelik verilmiştir . Orta Asya ülkelerinde yaşamakta olan yarım milyondan fazla Tatar’ın Kırım’a dönmesine izin vermeyen Rus emperyalizmi , Kırım’ı Ruslaştırarak , Karadenizin tam ortasındaki   bu yarımada üzerinden güneye doğru yeni bir sefere  doğru yönelmiştir.
                Kırım halkı Ukrayna karışıklıkları üzerine ayaklanınca Rusya bu fırsatı değerlendirerek  yarımada üzerinde işgal hareketine kalkışmıştır . Rusların tarihten gelen saldırgan işgalciliğine karşı dünyanın her bölgesinde var olan Kırım göçmenleri harekete geçmişler ve Rusya’ya karşı bir çizgide lobi çalışmalarını sürdürerek , uluslar arası insan hakları protokollarını ayağının altındaki  çizmeler ile çiğneyen Rusya’ya karşı hür dünyanın tepkisini örgütlemeye çalışmışlardır . Tatarların bulundukları ülkelerde çeşitli gruplar halinde örgütlü olmaları ve özellikle büyük batı ülkelerinde güçlü lobilere sahip olmaları yüzünden , Ruslara karşı giderek yayılan bir tepki rüzgarı bütün dünya ülkelerinde  yayılmıştır . Hazar döneminden başlayan göçler ile Avrupa ülkelerinde  etkili bir yere sahip olan Tatar grupları , Birinci Dünya savaşı sonrasında Amerika kıtasında da örgütlenmeye  ağırlık vererek etkili  lobicilik uygulamışlardır . Rusya Federasyonu gibi güçlü bir büyük devletin emperyal saldırısına karşı dünya Tatar lobileri hızlı hareket ederek , batılı ülkelerin Rus devletine karşı  sert tepkiler göstermesinin önünü açmışlardır . Rus devletine karşı bir çok batılı devlet yaptırım uygulamasına giderken , özellikle ekonomik alanda Rusya’yı güç durumda bırakabilecek bazı ambargo kararlarının uygulanması da  gündeme gelmiştir . Avrupa Birliği ekonomik ilişkileri keserken , Nato , barış için ortaklık uygulamasını bir süre için durdurabilmiştir .Rusya üzerinden batılı ülkelere sevk edilen petrol ve doğalgaz  uygulamalarında da bazı ülkelerin tepkileri devreye girmiş ve Rusya’ya karşı alternatif ülke arayışları kamuoyunda tırmanmalar göstermiştir .Sosyalist sistem sonrasında çok kısa zamanda çok zengin bir ülke konumuna gelen  Rusya Federasyonu , geçmişten gelen emperyal politikalar ile bir yerlere gidilemeyeceğini , batılı ülkelerin gösterdiği  tepki ve amborgo uygulamaları ile   anlamak durumunda kalmıştır . Rusya’nın bazı uluslar arası birliklerden çıkartılması ya da uluslar arası protokolların uygulama alanının dışında bırakılması gibi, ağır düzeydeki tepki yapılanmaları , zamanla devreye girmiştir .
                 Dünya konjonktürü açısından Kırım sorunu ele alınırsa ,bugün yaşanmakta olan sıcak olaylar ile birlikte konuları değerlendirmek gerekmektedir . Geçen yıla kadar Orta Doğu’da  İsrail merkezli estirilen rüzgarlar , Suriye savaşı üzerinden  İran’a yönelik bir üçüncü dünya savaşı çıkartma  komplosuna dayanıyordu . Ne var ki , İslam dünyasına karşı açılacak olan bu savaşın arkasında  İsrail’in bulunması ve  hırıstıyan batı dünyasının böylesine  bir Siyonist plana alet edilmesi girişimleri karşısında , Vatikan  hırıstıyanlık açısından kutsal bölge olarak görülen Suriye’de bir savaşa girişmeyi uygun görmemiş ve bu durumun uzantısı olarak  Amerika Birleşik Devletleri Irak’da düştüğü hataya sürüklenmeyerek  Suriye savaşına kalkışmamıştır .Bir dünya savaşı isteyen büyük lobiler ,bu doğrultuda olayları tırmandırırken , ABD tam bu aşamada  Rusya Federasyonu ile  yeni bir diyalog oluşturarak  Orta Doğu savaşını önlemiştir . Bu durumda ,bir dünya savaşı arayışı içerisinde olan büyük finans lobilerinin ,yeni dönemde kuzey bölgesi üzerinden bir savaş konjonktürünü dünya  gündemine oturtarak amaçlarını gerçekleştirmeye çalıştıkları görülmüştür . Ukrayna’nın  dışarıdan gönderilen ekipler ile karıştırılmasıyla başlayan olaylar sonucunda Rusya Federasyonu için uygun bir ortam doğmuş ve Putin yönetimi  durumu değerlendirerek , Kırım bölgesini ilhak etme yoluna gitmiştir . Bir anlamda ,Kırım Rusya’ya ikram edilmiştir . Uluslar arası  gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan beklenmeyen durumdan Rus emperyalizmi yararlanmasını bilmiş ve güvenlik gerekçesi ile bu eski Türk yurduna asker sokarak olayları kontrol altına almasını bilmiştir . Rusya’nın denetimi altında Kırım önce bağımsızlık ilan etmiş ve daha sonra da gene Rusya baskısı ile  Moskova patronajı altındaki federasyona bir cumhuriyet olarak katılma kararı almıştır . Bir hafta içinde bütün bu gelişmeler hızla tamamlanarak ,Rus işgali öncesinde bin yıllık Türk vatanı olan Kırım yarımadası,  Rus emperyalizminin yeni  yaşam alanı olarak  kuzey hegemonyasının denetimi altına girmiştir .
                Kırım’ın bir Türk yurdu olmaktan çıkarak Rus ülkesi olması , Osmanlı imparatorluğunun zayıflamasıyla başlayan bir süreç olarak bugüne kadar gelmiş  ve  Türk asıllı Tatar nüfus her yol denenerek bu ada üzerinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır . Birinci Kırım savaşı sonrasında başlamış olan Ruslaştırma her geçen yıl daha da hızlandırılmıştır . Kırım tarihi inkar edilirken , jeopolitik bir hegemonya düzeni  bu yarımada üzerinde yaşayan topluma dayatılmıştır .Rusya’nın çeşitli bölgelerinden insanlar devlet desteği ile buraya getirilip yerleştirilirken , Kırım hanlığının uzantısı olarak bu ülkede yaşayan  Tatar Türkleri çeşitli baskılar uygulanarak kaçırtılmıştır . Savaş dönemlerinde soykırım benzeri girişimler Türklere yönelik tırmandırılmış , diğer  zamanlarda ise bilinen yöntemler ile bu bölgenin nüfus yapısı devlet merkezli değiştirilerek ,  Türk vatanı olan Kırım Ruslaştırılmıştır .İkinci dünya savaşı sırasında Alman ordularının Kırım’a girişini bir türlü unutamayan Rusya  bu durumun intikamını alırcasına Tatarları uzun süreli sürgüne göndermiştir . Stalin’in dağıtma operasyonu  Kırım Tatarlarını bir daha toplanamayacak bir duruma düşürmüş  ve Sovyet sisteminin  çöküşünden sonra bu ülkeye Tatar nüfusun hepsi dönememiştir . Rusya’da yaşamlarını sürdürmekte olan Tatarların ancak üçte biri dönme şansını elde ederken ,  Kırım nüfusu içerisinde ancak yüzde onbeşlik bir  ağırlık elde edebilmişlerdir . İki milyona yakın insanın yaşadığı bu ülkede yüzde onbeşlik bir nüfus ağırlığı ile yeniden Tatarların Kırım hanlığı dönemine geri dönebilmek mümkün görünmemektedir . Kırım’da yaşamlarını sürdüren Ukraynalı ,Polonyalı ve Musevi asıllı toplulukların da  varlığı dikkate alınırsa , gelecekte çok kültürlü bir nüfus yapısı ile Kırım’ın varlığını sürdürebileceği anlaşılmaktadır .Tatarların bütün boyları bir araya gelseler bile,  Kırım toplumunun yeniden Türkleştirilmesi mümkün görünmemektedir , ama  Moskova baskısı ile zaman içerisinde bütün Kırım nüfusunun Ruslaştırılabileceği de açık bir ihtimal olarak ortaya çıkmaktadır .   Başka ülkelerde yaşamlarını sürdürmekte olan Tatarların,  uzaktan   yürütülecek girişimler ile Kırım’ın Ruslaştırılmasını önleyemeyeceği de  son gelişmelerle açıkça ortaya çıkmıştır .
                Küreselleşmenin tırmandırıldığı aşamada , ABD  eski Sovyet alanındaki üç ülkede turuncu devrimleri destekleyerek Rusya’yı çevirme harekatına kalkışmıştı . Ne var ki , bu  durumu anında değerlendiren Rusya’da  hemen  yakın çevre doktrinini ilan ederek, eski Sovyet Cumhuriyetlerindeki geçmişten gelen haklarını koruyacağını ve  gerekirse bu ülkelere girerek ya da dışarıdan müdahale ederek, kendisine yönelik tehditleri önleyeceğini resmen ilan etmişti . Bir yanda ABD Ukrayna,Kırgızistan ve Gürcistan’daki turuncu devrimler ile Rusya’yı yeniden  kuzey bölgesine hapsetmeye çalışırken , Rusya kendisi için örülmekte olan yeni demir perdeyi  yıkıp atma doğrultusunda  yakın çevre doktrini ile geleceğe doğru hazırlık yapmaktaydı . Rusya’nın kararlı tutumu sayesinde önce Ukrayna’da, daha sonraları da  sırasıyla Kırgızistan ve Gürcistan’daki turuncu devrimler çökertilerek bu ülkelerde Rusya’ya yakın duran yeni iktidarlar işbaşına getiriliyordu . Kazakistan ve Özbekistan gibi ülkelerde   Sovyet döneminden gelen siyasal yönetimler desteklenerek korunuyordu . Eski çizgiden sapma gösteren Türkmenistan gibi ülkelerde ise yönetimler tasfiye ediliyordu . Rusya ABD ile turuncu devrimler üzerinden hesaplaşırken , Putin üç kez güney Amerika kıtasına giderek  Brezilya ,Venezuella  ve Bolivya rejimlerini Amerikan emperyalizmine karşı destekliyor ve böylece ABD’nin arka bahçesindeki geçmişten gelen hegemonyasına son verdiriyordu .Son dönemde Ukrayna’da yaşanan gelişmeleri ve bunun doğal sonucu olarak gündeme gelen Kırım’ın el değiştirmesi sürecini ,geçmişten gelen olaylar dizisinin yeni bir halkası olarak görmek mümkündür .
                Sovyetler Birliği döneminde yeraltından komünizmi batı ülkelerine ihraç edemeyen Rusya ,küreselleşme dönemine geçildikten sonra bu kez yer altından petrol ve doğal gaz ihraç ederek kısa zamanda dünyanın önde gelen zengin ülkesi konumuna geliyordu . Yeni aşamada , ısınmak için nükleer enerjiden vazgeçen Avrupa ülkeleri ısınma sorununu Rusya’nın yardımları ile çözmeye yöneliyordu . Bu nedenle , Ukrayna bir terminal ülke konumuna geliyor ve sürekli olarak Avrupa ile Rusya arasında kalarak petrol ve doğalgaz sorunun kilit ülkesi olarak öne çıkıyordu . Bu durumu affetmek istemeyen Rus emperyalizmi zaman zaman boru hatlarını kapatarak bazen da zam yaparak Ukrayna üzerinden bir Avrupa hegemonyası oluşturmaya çalışıyordu .  Avrupa kıtasının  üç misli büyüklükte bir geniş alanı kontrol eden  Rusya Federasyonu, batıya açılma döneminde Avrupa ülkelerindeki etnik çekişme ve çatışmaların etkisi altında kalarak sertleşme yollarına gidiyordu .Ciddi bölünme sorunları yaşayan İngiltere,Fransa,İspanya,İtalya ve Almanya gibi büyük Avrupa ülkeleri bu aşamada  Kırım meselesine uzak durmayı tercih ederek belirli bir tavır koymaktan kaçınmışlardır . Ukrayna’nın bölünmesini gündeme getiren Kırım sorunu , bir açıdan Avrupa ülkeleri için yeni bir kriter yaratırken , diğer yandan da Rusya gibi büyük bir devletin yeni emperyalist siyasetini öne çıkarıyordu . Kırım meselesi Avrupa kıtasını yeni dönemde kaşıyarak sarsıyor ve giderek sıcak bir noktaya gelen etnik çatışmalar ile bölünme konusunun yeniden düşünülmesi için bir fırsat yaratıyordu . Avrupa ülkeleri  Kopenhag Kriterleri doğrultusunda kendi bütünlüklerinin derdine düştükleri için  ,hem Ukrayna’nın bölünmesine hem de Rus emperyalizminin yeniden Kırım’ı işgal etmesine karşı çıkmayı  kendi üniter devletlerinin çıkarları açısından uygun görüyorlardı . Bu yıl içinde ,referanduma giderek ulus devletlerin çatısı altından kurtulmak isteyen İskoçya,Katalanya,Korsika,Padanya ,Flamanya ve Bavyera  eyaletleri   Kırım’ın Ukrayna’dan ayrılması karşısında sessiz kalmayı tercih ederlerken , yeniden Rus işgali altına girmesini ise kabül edemediklerini itiraf etmek zorunda kalıyorlardı . Kırım sorunu yeni ortaya çıkış biçimi ile ,dünyayı beş yüz yıl yönetmiş olan Avrupa kıtasını altüst ediyor  ve  batı uygarlığının beşiği olan bu bölgeden Kırım sorunu ile ilgili doğru dürüst bir ses, ya da yaklaşım  ortaya çıkamıyordu .Konunun sadece insan hakları ya da üniter  devlet bütünlüğü   gibi  tek yönlü bakış açılarıyla değerlendirilemiyeceği gerçeği , Kırım sorunu ile kesinlik kazandığı için , Avrupa ülkeleri gelişmelere seyirci kalmayı kendi çıkarları açısından uygun görüyorlardı .
                Kırım krizi , sadece siyasal gelişmeler açısından değerlendirilemeyecek ama aynı zamanda  uluslar arası hukuk açısından da ele alınacak  kadar önemli bir sorundur . İkinci dünya savaşının bitişi sırasında ABD,SSCB ve Büyük Britanya İmparatorluğunun  başkan ve başbakanları  Yalta Konferansı ile yeni dünya düzeninin kurarlarken , Kırım’da bir araya gelerek hareket ediyorlardı . İki dünya savaşı sonrasında kurulmuş olan yeni dünya düzeninin çıkış noktası da Kırım yarımadasıdır . Böylesine önemli bir ülke olan Kırım’ın bugünü ve geleceği  ,dünyanın  içine gireceği yeni yapılanma açısından önem taşımaktadır . Uluslar arası hukuk açısından Kırım sorunu ele alındığında ezici bir Rus baskısı yüzünden Kırım halkının özgürce hareket edemediği gerçeğini öncelikle  vurgulamak  gerekmektedir .Birleşmiş Milletlerin tekelinde olan kuvvet kullanma yolunun Rusya tarafından hiçbir uluslar arası karara dayanmadan  kullanılması , uluslarası alanda ciddi tepkilere yol açmış ve batı merkezli  bir Avrupa  Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri gibi  güçler bu durumu protesto ederek, Rusya’ya karşı ,hem G-8 grubundan hem de Barış için ortaklık birlikteliğinden çıkarılma yaptırımı uygulanacağı  resmen açıklanmıştır .Rusya’ya yakın çevreler de ABD’nin Kosova’ya müdahalesinin uluslar arası hukuka aykırı olduğunu , bu nedenle ABD’nin önce Kosova’daki emperyalist işgal düzeninden vazgeçmesi gerektiğini vurgulamışlardır . İnsani müdahale gerekçesinin  her zaman geçerli olamayacağı ,istenirse her an için böyle bir müdahaleyi gerektirebilecek  yapay koşulların yaratılabileceği öne sürülmüştür . Rusya’nın  Kırım konusunda ,ancak Birleşmiş Milletler sözleşmesinin 51. Maddesinde belirtilen meşru müdafa durumunda kullanılabilecek  kuvvet kullanma yoluna emperyal amaçlı olarak yönelmesi, bütünüyle çağdaş hukuk düzenine ters düşmekte ve bu yüzden geçerliliği tartışma konusu olmaktadır . Konu Birleşmiş Milletler çatısı altında ele alınarak genel kurul kararı ile bir sonuca bağlanmak durumundadır .
                Birleşmiş Milletler çatısı altında bütün üye ülkeleri kapsayan bir ortak güvenlik düzeni varken , hiçbir devlet güvenlik sağlama bahanesi ile bir başka ülkeye müdahale edemez ya da askeri işgal yoluna gidemez . Büyük devletlerin sınır komşusu olan küçük ülkelere yönelik bu gibi girişimleri bütünüyle hukuka aykırı olduğu için , Kırım sorununda Rusya tümüyle uluslar arası hukuka aykırı bir emperyalist hegemonyacı tutum izlemiştir . Birleşmiş Milletlere üye olan bütün devletler gibi Ukrayna devleti de hem iç işlerine karışılmama ,  hem  üniter bütünlüğünü koruma  hem de sınırlarına dokunulmama haklarına sahip bulunmaktadır . Rusya Fedrerasyonu emperyalist işgal girişimi ile  Ukrayna devletinin bu haklarını  görmezden gelerek açıkça uluslar arası hukuka aykırı davranmıştır.Rusya işgalci bir devlet durumuna düşerken , Kırım halkı açısından da bir self-determinasyon yolu ile gelecek belirleme  uygulaması hukuka uygun bir biçimde gündeme getirilmemiştir . Kırımlılar , Ukrayna’daki karışıklıkların etkisiyle hareket etmişler ve Rusya’nın baskıları ile federasyona katılma kararı almışlardır . Bölünmüş bir topluma sahip olan Kırım’da yeterli bir ulusal bilinç oluşmadığı için , küçük halk toplulukları büyük emperyalist Rusya’nın baskı ve yönlendirmeleriyle hareket etmiştir . Bu yüzden gerçek anlamda bir referandum yapılamamış ama  dış baskı ve tehditler yolu ile zoraki bir katılma kararı elde edilebilmiştir . Self-determinasyon hakkı ile burada ülke bütünlüğü ortadan kaldırılmış ve siyasal bağımsızlık hakkı ihlal edilmiştir . Kırımlılar Ukrayna çatısı altında sorunsuz ve güvenlik içinde yaşarken , birden dışarıdan kışkırtılan olaylar zinciri ile , bu ülkeden ayrılma ve emperyalist bir işgal ile başkasına katılma noktasına geldikleri için ,gelinen nokta tümüyle hukuka aykırı bir durum göstermektedir . Kosova’nın Sırbistan’dan koparılmasına benzer bir durum Kırım’ın Ukrayna’dan koparılması aşamasında yaşanmaktadır . Kosova’da emperyalist ABD kazançlı çıkarken , Kırım’da da bir başka emperyalist devlet olarak Rusya kazançlı çıkmaktadır . Kosova bugün ABD’nin bir eyaleti konumuna gelirken , Kırım’da Rusya’nın yeni eyaleti olmaktadır . Ukrayna’nın bir parçası olan Kırım’ın ,başkent Kiev’den izin almadan yaptığı referandum da hukuken geçersizdir . Birbiri ardı sıra yapılan bir çok işlem hukuken geçersiz olduğu için , Kırım sorununun Birleşmiş Milletlere taşınarak her yönü ile  tartışılması   ve  bu kurumun çatısı altında yayınlanmış olan uluslar arası hukuk belgelerine uygun bir çözüm üretilmesi gerekmektedir .

9 Mayıs 2014 Cuma

KESNİZANİ TARİKATI; Arif Neşet Caner

KESNİZANİ TARİKATI
Arif Neşet Caner
 Bu yazımda sizlere Ramazan Kurdoğlu'nun çok değerli bir çalışması olan;
"Hollywood ve Kabala'nın 13. Havarisi Evanjelizm (syf. 292-296)" adlı
kitabından sunacağım bir kesit; Türkiye'de olanlara da net bir ayna tutuyor:
ABD Irak'a vurduğunda, Irak ABD'ye adeta altın tepsi içinde teslim edilmişti.
Herkes "Esas savaş Bağdat'ta olacak" derken Bağdat savaşmadan teslim edilmişti. Tarih 10 Nisan 2003'ü gösteriyordu. Teslimatı yapan, gerçekte Irak'ta herkesin bildiği ama ortalıkta gözükmeyen KESNİZANİ tarikatıydı.
Tarikat "Körfez Savaşı"ndan sonra Saddam'ın etrafını örümcek ağı gibi sarmıştı. Saddam'ın karısı, çok güvendiği generalleri ve istihbarat kuruluşlarının başındakiler... 
Hepsi tarikat "müritleriydi."
KESNİZANİ TARİKATI, 
MOSSAD ve CİA tarafından Saddam'ı içten yıkmak,
Irak'ı kolayca teslim almak için organize edilmişti.
Saddam 33 yıllık diktatörlüğünde, birçok karşı ihtilal, suikast
vartalarını atlatmıştı. Ancak "tarikatın" metodu hepsinden farklıydı. Tarikatın"müritleri" Saddamın en yakınında olanlardı. Onun her hareketini, her adımını an be an tarikat şeyhinin oğlu Nehru'ya aktarıyorlar, sonra da bilgiler kuş olup,
MOSSAD ve CİA istasyonlarına doğru uçuyordu.
Şeyh Muhammed Abdülkerim Kesnizani, zikirden ziyade, siyasete meraklıydı. Müritlerine de Kur'an eğitimi yerine adını zikretmeden Kabala öğretilerini /mistizmini anlatıyordu.
Kesnizani tarikatı, baba Abdülkadir zamanı da dâhil Saddam'a bağlılıkta kusur etmiyordu. Kürt, Türkmen, Arap rejim muhaliflerini anında BAAS Parti istasyonlarına bildiriyordu. Şeyh Muhammed kitap yazmaktan da geri durmamıştı.
Tarikatın dönüşümü şeyh efendinin etrafındaki İslam âlimlerince, gerçekte MOSSAD ajanı hahamlarca hızlandırılmıştı. Şeyh'in kitabı, Kabala öğretilerini İslam mistizmi adı altında imanlı müritlerin beyinlerine ve kalplerine ince ince enjekte etmek için başucu kitabı
olarak kullanılmaktaydı.
Müritlere MOSSAD'ın hahamlıktan tövbekâr hocaları ders veriyordu.
Aslında tarikatın asıl hedefi Irak ordusuydu.

Öncelikle generaller ve subaylar Keznizani tarikatının müritleri haline getirildiler. Genelkurmay Başkanı, Genel Askeri İstihbarat Başkanı, Hava kuvvetleri Komutanı, hepsi Şeyh Muhammed Abdülkerim Kesnizani'nin ayağını öperek müridiler arasına girmişti.
Irak'ın acımasız El-Muhaberat'ının sivil-asker elemanları da tarikatın müritleri olmuşlardı.
Müridiler arasında bir isim vardı ki, Saddam'dan sonra BAAS'ın en kudretlisiydi: İbrahim İzzet El Duri. Duri bütün karanlık odaklarla ilişki kuruyor, Saddam'ın bütün pis işlerini organize ediyordu. Duri şeyhin ayağını öpenler arasına çoktan dâhil edilmişti.
Öte yandan Saddam'ın karısı Sacide Hayrullah, Saddam'ın kardeşleri Vatban ve Barzan ile oğul Uday da müridiler arasındaydı.
Birinci körfez savaşında Baba Bush, Bağdat'ı işgali reddetmişti. İsrail bu duruma çok bozuldu.
Irak hızlı bir şekilde parçalanmalıydı.
Gözüne kestirdiği Kürt tarikatı Kesnizani'lik üzerinden Irak'ın İslami hayatını da kontrol altına alacaktı. MOSSAD Kesnizani tarikatının önde gelenleriyle muhtelif yollardan temasa geçti ve ilişkileri hızla geliştirdi.
Irak Devleti'nin mekanizması içinde yer alanlar, medya mensupları uhrevi yollardan ikna edilemezlerse MOSSAD'ın cömertçe tarikata aktardığı dolarlarla ikna ediliyor, mürit yapılıyordu. Saddam'ın yatak odası dâhil, istihbaratçı müritlerden derlenen bilgiler oğul Nehru'da toplanıyor, Nehru'da bunları MOSSAD'a aktarıyordu.
Artık Saddam ve çevresinde neler olup bittiğinden Kesnizani tarikatı ve şeyhi vasıtasıyla MOSSAD anında bilgi sahibi oluyor ve gereği yapılıyordu. Tarikatın içine MOSSAD iyice yerleşmişti. Şeyh adına rahat rahat operasyon yapar hale gelmişti.
Kısaca, Güneyde Şii Müslümanlar Kuzeyde ise Türkmenlerin büyük çoğunluğu hariç sivil Araplar, Kürtler ile Irak devlet mekanizmasını elinde bulunduranlar Kesnizani tarikatı kullanarak MOSSAD ve CİA tarafından devşirilmişler ve psikolojik harbin kurbanı olmuşlardı.
Saddam en yakınlarının bile tarikat tarafından mürit yapıldığını, her hareketinin CİA ve MOSSAD'a ulaştırıldığını fark ettiğinde iş işten geçmişti.
Amerika, İngiliz birlikleri Irak'a saldırdılar. 
Güneyde müthiş bir dirençle karşılaştılar.
Dünya medyası, bu arada Türk medyası, akademisyen, emekli asker, strateji uzmanları asıl savaşın Bağdat ve çevresinde olacağını dile getiriyorlardı.
Hâlbuki Bağdat ve çevresi Saddam'ın askerleri tarafından hiçbir direnç gösterilmeden Amerikan askerlerine teslim ediliverecekti. Niçin böyle olmuştu?
Tarikat yoluyla Irak devlet mekanizması devşirilmişti. Şeyh Muhammed müritlerine Amerikan askerlerine direnmemelerini öğütlemişti. 
Şeyhin emrindeki mürit generaller vatanlarının bağımsızlığı için savaşmak yerine Şeyh Muhammed'in emrine uydular.
Bu arada İzzet El Duri de boş durmamış, Bağdat'ın Kuzeyini de o teslim etmişti Amerikalılara. Şeyhin isteğinde mutlaka bir keramet vardı.
Bağdat Bağdat olalı böyle bir şerefsizlik görmemişti.
Buraya kadar anlattıklarım muhtelif kaynaklarca teyit edilmiştir. 
En önemlisi Türk Milletinin ve devletinin "Kesnizani Tarikatı Operasyonu"ndan çıkaracağı bir ders var mıdır?
Dr. Ramazan Kurdoğlu'nun verdiği bu bilgiler, 
Türkiye'de hala uyuyanlara ders gibi bir uyarıdır.
Türkiye'de devlet mekanizmasını ele geçirenler, geçiremedikleri kesimlere savaş açanlar, 
Türk Ordusu'nu hedefe oturtanlar kim?
Ordu'nun kalbine girip en mahrem bilgileri ele geçirenler, devletin gizli bilgilerini"iddianame adıyla" ortalığa saçanlar... 
İletişim, Milli Eğitim, Polis İstihbarat Şube gibi önemli birimlerin ezici çoğunluğunu ele geçirenleri... Devlet mekanizması içinde kanserli bir hücre gibi METESTAS yapan dindar görünümlü örgütü herkes biliyor.
Onlar da Kuran okumuyor. 
Okudukları; tek kişinin adını taşıyan kitaplar içinde ne kadar Kabala öğretisi var bilmiyoruz.
Taraftarları gece gündüz bu kitapları hatmediyor. Kelimelerin tekrarı beyinleri esir alıyor. 
Efendileri Amerika'da. Onlar Amerika'da olmasını "hicret", yani Peygamberimizinsünnetini işlemesi olarak kabul ediyor. 
Dinler arası diyalogun öncüsü de olan Hoca efendilerinin
buyruğunu Allah'ın buyruğu gibi kabul ediyorlar.

10 Yıllık süre içinde gördük ki, hedef yaptıkları kurum ve kişileri bertaraf ederken hiçbir ahlaki kurala uymuyorlar. En ahlaksız yöntemlerle saldırıyorlar. Acımaları yok. 
Hedeflerine karşı imha edici bir silah gibiler.
Dr. Ramazan Kurdoğlu yazısında; "Tarikatın içine MOSSAD iyice yerleşmişti. Şeyh adına rahat rahat operasyon yapar hale gelmişti." Diyor. Türkiye'de cemaat görüntülü örgüt adına MOSSAD ve CIA ne kadar operasyon yaptı acaba? Bu yapılanmaya YILLARDIR izin veren, destek çıkan bütün kurum ve kuruluşlar gösterdikleri açık zaaf ve görev ihmalinden dolayı hesap verip yargılanmalıdır.
Bu yapıların Türk devletlerinde ve Türkiye'de açtıkları okul ve dershaneler aslındaMİSYONER okullarıdır.
Amaç küresel elite hizmet edecek "tek dinli- tek dilli-mankurtlaşmış" köle nesiller yetiştirmektir.
Bu durumu hala görmeyenler 
gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içindedir.
Tehlike görünenden büyüktür. 
Çürümenin ne kadar derinleştiğini anlamak için illa Türkiye'nin de savaşa girip Ankara ve İstanbul'u teslim mi
etmesi gerekiyor?
16 ADAMIZ EGE'DE YUNANİSTAN'A TESLİM EDİLDİ, YETMEDİ Mİ? TEHLİKENİNFARKINDA MISINIZ?
Saygılarımla,
Arif Neşet Caner
arifncaner@gmail.com

7 Mayıs 2014 Çarşamba

ERDOĞAN’A KARŞI YENİ BİR PARTİ CUMHURİYETÇİ DEMOKRAT TÜRKİYE PARTİSİ; Mehmet Arif DEMİRER

ERDOĞAN’A KARŞI YENİ BİR PARTİ
CUMHURİYETÇİ DEMOKRAT TÜRKİYE PARTİSİ
Mehmet Arif DEMİRER
MEHMET ARİF DEMİRER
Geçen hafta CNN TÜRK’ün Tarafsız Bölge Programında CHP’liler partilerini tartıştılar. İletişim uzmanı, gazeteci, Melda Onur CHP’nin halkla iletişim kurmakta sorunlar yaşadığını itiraf etti. Yerel yönetimlerden sorumlu genel başkan yardımcısı Gökhan Günaydın, sık sık rakamlar vererek 30 Mart seçim sonuçlarının başarısız olmadığını iddia etti. Ancak verdiği rakamlardan partinin % 21 ile % 28 arasında sıkışıp kaldığı anlaşıldı. Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin ise partinin hala daha seçmen adaylarını sol coğrafyada aramakta olduğunu açıkladı. Kendisini dinlerken ilk kez 1961, son defa ise 1991 yılında ziyaret ettiğim Sovyetler Birliği’nde sol felsefenin nasıl saman alevi gibi söndüğünü espirili bir olay ile anımsadım. 1961 yılında başta ABD olmak üzere kapitalist Batı’ya meydan okuyan Sovyetler Birliği’ni yakinen tanımıştım. Sovyet Rejiminin son günlerinde (Nisan 1991) Moskova’da otobüsle bir şehir turuna katılmıştım. Rehberimiz bir binanın önünde otobüsü durdurdu ve “Bakın, bu eski GOSPLAN binası. Eskiden bu binadan ekonomiyi planlamaya çalışırlardı” dedi, alay ederek. Sovyetler Birliği birkaç ay sonra yıkıldı, Berlin Duvarı’ndan iki yıl sonra.
Bizim sosyal demokrat politikacılarımız politikada hala daha sol ve sağ coğrafyalarının var olduğuna inanıyorlar. Oysa artık sol da yok sağ da. Var olanlar ise çok farklı:   
Oy için ağırlıklı olarak dine yaslanan partiler ve politikacılar. Örnek: Erdoğan. Ne demişti,               13 Nisan 2013 gecesi? “Bizim her meselede yegane referansımız Kuran-ı Meciddir.”
Oy için Cemaatlere göz kırpanlar, saygılı mesajlar gönderenler: Örnek tüm AKP’liler. Maddi çıkarları tehlikeye girince çark ederek ‘Paralel Devlet’ edebiyatına başladılar. Sanki çıkarlar aynı yönde iken bugün örgüt diye suçladıklarının devletin içinde yaptıklarını bilmiyorlardı?
Oy ve mevki için gömlek değiştirir gibi parti değiştirenler, bugün AK dediğine yarın kolaylıkla KARA diyebileler. Örnek: Soylu. 2009’a kadar DYP’li, Çiller yandaşı ve en son DP Genel Başkanı idi. Bugün bir zamanlar eleştirdiği AKP’nin Genel Başkan Yardımcısı.
Bugün partileri yok olan Merkez Sağ politikacıları ile % 30’u bir türlü aşamayan CHP’liler eğri oturup doğru bir hesap yapmalı ve bir gerçeği (‘Yegane Referansı Kuran’ olan kişinin Türkiye Cumhuriyeti’ni geri dönüşü çok zor olan yerlere götürmekte olduğu) görerek Sağ – Sol söylemlerini bir kenara bırakıp Merkez’de yeni bir parti oluşturmayı düşünmelidirler.
CHP, tarihinde bir kez olsun seçimle iktidar olamamıştır. Ancak Melda Onur’un itiraf ettiği bugün yaşanan iletişim sorunlarını Ecevit 1977 yılında % 41 oy alarak aşmış ona rağmen hükmet kurabilmek için Adalet Partisi’nden 11 milletvekili çalmak zorunda kalmıştı. Bugün için, 30 Mart seçimlerinde de görüldüğü gibi, CHP işlevini tamamlamış bir partidir.
Demokrat Parti ve ardılları ise parti olarak yok olmuşlardır. Ancak seçmenleri hala daha AKP’ye oy vermemek için bir alternatif arayışı içindeler. İşte o alternatif,  yeni bir parti, Cumhuriyetçi Demokrat TÜRKİYE Partisi olabilir. Bu sonuca nasıl vardım? Tarafsız Bölge programına katılan akıllı bir CHP’liyi, Muharrem İnce, dinleyerek. O programda Sayın İnce Yalova’da neler yaparak, CHP’nin % 5’lere kadar düşen oyunu % 44’e çıkardığını anlattı. Yaptıklarının özeti, Yalova’da CHP’yi de facto Cumhuriyetçi Demokrat TÜRKİYE Partisi’ne dönüştürmüş. Böylelikle CHP’nin oylarına DP oylarını da eklemiş. Bu kadar basit.
CHP 2015 seçimlerine kadar; Sayın İnce’nin Yalova’da yaptığını ülke çapında yaparak, DP’li siyasetçilerle Cumhuriyetçi Demokrat TÜRKİYE Partisini (CDTP) oluşturmazsa, Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti’ni kişisel denetimindeki AKP İslam Devleti’ne dönüştürmüş olacaktır.
CDTP; laik bir düzen içinde İslam dinine saygılı (ama yegane referansı değil), ATATÜRK’ün Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerine sımsıkı bağlı, çağdaş hukuk devletinden asla  sapmamaya özen gösteren bir parti olarak ülkeyi  sandık başında Erdoğan’dan kurtarabilir.                                        

6 Mayıs 2014 Salı

YÖK için 'Paralel' şikâyet haberi - (Ref: Politika - Star Gazete)

YÖK İÇİN “PARALEL” ŞİKÂYET!..

Balkan Üniversitesi, Avrupa Politeknik Üniversitesi, Avrupa Hukuk ve Yönetim Okulu (ESLG) adına avukatlar Atilla Tunçkale ile Rahman Özdemir YÖK Başkanı ve yöneticileri hakkında Görevi kötüye kullandıkları iddiasıyla soruşturma açılması talebi ile Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurdu.
Balkan Üniversitesi adına Milli Eğitim Bakanlığı’na şikâyet dilekçesi veren Avukat Rahmen Özdemir, dilekçesinde YÖK’un 5463 Sayılı Kanun Hükümlerini yok sayarak Türk öğrencilerin uluslararası ve Ulusal yasalarca güvence altına alınmış Eğitim haklarını kullanmaya engel olduğunu, böylece görevi kötüye kullanma suçu işlediğini belirterek, soruşturma açılmasını istedi.
Avukat Tunçkale dilekçesinde, Lizbon Sözleşmesi 1 Aralık 2004 tarihi itibariyle Türkiye dâhil, 39 Avrupa Konseyi üyesi ülke bu sözleşmeye imza koyduğu ve sözleşme 33 ülke tarafından resmi olarak onaylandığını hatırlatarak şu görüşlere yer verdi:
“Türkiye dünya ile özellikle Avrupa ülkeleri ile işbirliğini ilerletmek ve bir dünya ülkesi olabilmek amacıyla birçok Uluslararası Anlaşmaya imza atmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 5463 sayılı yasa ile kanunlaşan uygulama iç hukuk kuralı haline gelmiştir. Özellikle AB üyesi adayı Türkiye, Eğitim alanında da uluslararası standart ve uygulamaların dışında kalmak istememiş ve Avrupa Yükseköğretim Alanı içinde yer almak amacıyla Lizbon Anlaşmasını imzalayarak Bologna sürecine dâhil olmuştur.
YÖK hükümet programını hiçe saymakta
Kanun Koyucunun kanunu kabul etmekteki amacı tüm yükseköğrenim alt yapısını Avrupa standart ve normlarına uygun bir şekilde geliştirmek ve Yükseköğrenim kalite ve standardını yükseltmektir. Bir anlamda Avrupa ile bütünleşmiş ve buna göre Yüksek Öğrenim kurmayı amaçlamıştır. Uygulamada ise YÖK tam tersi bir tutum ve davranış izleyerek yasaları uygulamayarak anayasaya aykırı hareket etmektedir. Bakanlığınızın da Stratejik belgesinde ilan ettiğiniz şartları yani hükümet programını dahi hiçe saymaktadır.”
“Paralel yapı” kendi okulları dışındakilerin tanınmasını engelliyor
Avukat Tunçkale dilekçesinde “Yurt dışında yaşayan Türklere sahip çıkamaz isek tarih sahnesinden silinen bir toplum oluruz” iddiasında bulunarak şu görüşleri savundu:
“YÖK içinde yapılanan ve günümüzde ‘paralel yapı’ olarak nitelendirilen gruplar maalesef kendi okulları dışında başka bir eğitim kurumunun T.C. tarafından tanınmasını yapmayarak bu okullardan mezun Türk gençlerinin emeklerini ve varlıklarını yok saymaktadırlar. Bakanlık ve devlet olarak sizden talebimiz; bu kanun dışı uygulamalara son verilmesidir.”
Avukat Tunçkale, YÖK Başkanlığı European School of Law and Governance (ESLG) tanınma başvurusunu kabul ederek akreditasyonunu yapması gerekirken yapmadığı, keyfi uygulamalarla görevi kötüye kullanma suçu işlediğini ifade ederek, 2547 Sayılı Yüksek Öğretim Kanunu 53. Madde düzenlemesi gereği YÖK Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyeleri hakkında soruşturma açılması talebinde bulundu.
Avukat Rahman Özdemir’de “YÖK’un 2547 sayılı yasa ile kendisine verilen diplomaların denklik yetkisini TBMM’ce 5463 sayılı yasa ile de Türkiye’de de iç hukuk haline gelmiş Lizbon sözleşmesinin tarif ettiği Avrupa Yüksek Eğitim Alanında da (EHEA)  hukuk dışı olarak kullandığını öne sürerek suç duyurusunda bulundu.
TBMM adına denetim görevi
Balkan Üniversitesi, Avrupa Politeknik Üniversitesi, Avrupa Hukuk ve Yönetim Okulu (ESLG) Genel Koordinatörü 18. Dönem Milletvekili Yalçın Koçak ise, YÖK’un hukuk dışı uygulamaları karşısında Anayasanın ve TBMM İçtüzüğünün 167. Maddesi uyarınca denetim görevi sorumluluğu içinde Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Nabi Avcı’ye YÖK’un paralel yapı dışındaki okulları yok sayan uygulamalarına karşı şikayet dilekçesi verdi. Koçak dilekçesinde, YÖK’ün aleyhine bu yönde açılan mahkemeleri kaybettiği ve kaybedilen mahkeme giderlerinin kamu zararı olduğunu ifade ederek, soruşturma talebinde bulundu.
YÖK için 'Paralel' şikâyet haberi - Politika - Star Gazete

555K OLAYI NEDİR? TARİH TEKERRÜR EDER Mİ?,, VE 27 MAYIS'IN ÖTEKİ YÜZÜ!...

555K OLAYI 
(5. ayın 5’i, saat 5’de Kızılay’da buluşalım; 05 Mayıs 1960)
5 Mayıs 1960 tarihinde, Ankara, Kızılay'da Demokrat Parti aleyhtarı öğrencilerin yaptığı protesto eylemi. Adını 5. ayın 5. günü saat 5`te Kızılay'da gerçekleşmesinden alan eylem cumhuriyet tarihinin ilk "sivil itaatsizlik" eylemi olarak da anılır.
28 ve 30 Nisan 1960 tarihlerinde polisle öğrenciler arasında çıkan çatışmalarda iki öğrencinin hayatını kaybetmesi ülkedeki ortamı iyice germişti.DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen dönemin başbakanı Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında buldu.
Rivayete göre, o zamanlar öğrenci olan, şu anki CHP lideri Deniz Baykal, şair Cemal Süreya'nın aktardığına göre ise Vedat Dalokay, Menderes'in “Ne istiyorsunuz” sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp “Hürriyet istiyoruz” demişti. Menderes ise şu soruyla cevap vermişti: “Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet olur mu?”
21 Mayıs'ta bu kez Ankara'daki Harp Okulu öğrencileri iktidarı protesto için bir gösteri yürüyüşü düzenlediler. Artık ok yaydan çıkmıştı. Gerginlik doruktaydı. Bu arada Başbakan Menderes, bir açıklama yaparak Tahkikat Komisyonu'nu başlangıçta üç ay olarak öngörülen çalışmalarını tamamladığını, raporun yakında Meclis'e sunulacağını kamuoyuna duyurdu.
Yürüyüşten kısa süre sonra, 27 Mayıs 1960 tarihinde cumhuriyet tarihinin ilk askeri müdahalesi gerçekleşti.
***
555K NEDİR?
Önerge Darbeyi Getirdi
1959 yılı iktidar ve muhalefet arasındaki ilişkiler açısından son derece gergin geçmişti. Bu gerginlik 1960'a girildiğinde bir türlü yumuşamak bilmediği gibi daha da sertleşmeye yüz tuttu. 7 Nisan'da DP Meclis Grubu bir bildiri yayımladı.
Bildiride CHP'nin ülkedeki bütün yıkıcı grupları çevresinde topladığı, halkı orduyu iktidara karşı ayaklanmaya kışkırttığı öne sürüldü. Bu bildirinin ardından DP Meclis Grubu TBMM Başkanlığı'na muhalefetin eylemlerinin soruşturulması için bir önerge verdi.
Önerge 18 Nisan'da Meclis'te büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Yasaya göre bir Tahkikat Komisyonu oluşturulacak ve bu komisyon üç ay boyunca muhalefetin ve basının eylemlerini soruşturacaktı.
Öğrenci Olayları Tırmandı
Muhalefet ve basını soruşturmak için Tahkikat Komisyonu kurulması ülkede geniş yankı yaptı. Komisyon görevine başlar başlamaz, Ankara ve İstanbul'da öğrenciler protesto gösterileri düzenlediler. 26 Nisan'da İstanbul Üniversitesi öğretim üyeleri baskıları protesto ederken, 28 Nisan'da da öğrenciler merkez binada bir toplantı düzenlediler. Güvenlik güçlerinin toplantıya müdahale etmesiyle olay çıktı.
Üniversite içinde başlayan çatışma Beyazıt Meydanı'na taştı. Buradaki çatışmada Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz aldığı bir kurşun yarasıyla hayatını kaybetti. Olaylar nedeniyle Ankara ve İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildi ve gece sokağa çıkma yasağı kondu, ancak öğrencilerin gösterileri durmadı.
Parola Ters Tepti
30 Nisan'da İstanbul Sultanahmet Meydanı'nda düzenlenen protesto gösterileri sırasında Nedim Özpolat adlı bir başka öğrenci hayatını kaybetti. 28-29 Nisan gösterilerinden sonra bu kez DP yönetimi, 5 Mayıs günü saat 5'te , Ankara'da Kızılay Meydanı'nda bir gösteri düzenlemeye karar verdi.
Buna göre iktidar partisine mensup gençler, Kızılay Meydanı'nda, Meclis'ten çıkıp Çankaya 'ya gidecek olan Celal Bayar ve Adnan Menderes'i alkışlayıp destekleyeceklerdi.
Ama iktidara karşı olan gençler de plandan haberdar oldular ve 555K (5'inci ayın 5'inci günü saat 5'te Kızılay Meydanı'nda) parolasını geniş bir öğrenci kitlesine duyurdular. 5 Mayıs günü iktidara karşı olan gençler, Kızılay'a akın ederken, iktidarı destekleme amacıyla Kızılay'a gelen DP yanlısı gençler azınlıkta kaldı.
Saat 6 civarında meydana gelen Bayar ve Menderes burada çok büyük protestolarla karşılaştı. Hatta bazı göstericiler Menderes'i tartakladılar. Menderes bir gazetecinin arabasına binerek meydandan güçlükle uzaklaştırıldı.
Harp Okulu'ndan İlk İşaret
Ordu içinde de on yıllık DP iktidarına karşı alttan alta başlayan hareket, protesto gösterileri sırasında kendini açıkca belli etmeye başlamıştı. Özellikle 29 Nisan'daki gösteriler sırasındaki öğrenci-ordu dayanışması dikkat çekiciydi.
Ankara'daki 5 Mayıs gösterilerinden iki gün önce de Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes'e bir mektup göndermiş ve ülkenin içinde bulunduğu bunalımdan çıkış için bazı önerilerde bulunmuştu.
21 Mayıs'ta bu kez Ankara'daki Harp Okulu öğrencileri iktidarı protesto için bir gösteri yürüyüşü düzenlediler. Artık ok yaydan çıkmıştı. Gerginlik doruktaydı. Bu arada Başbakan Menderes, bir açıklama yaparak Tahkikat Komisyonu'nu başlangıçta üç ay olarak öngörülen çalışmalarını tamamladığını, raporun yakında Meclis'e sunulacağını kamuoyuna duyurdu.
Ancak bu açıklama darbecileri daha önce almış oldukları yönetime el koyma kararından vazgeçirmedi. Geniş bir kesim de ordunun yönetime el koymasını sabırsızlıkla bekliyordu.
Ve Asker Yönetime El Koydu
Menderes'in Tahkikat Komisyonu'nun CHP hakkında verilen önerge hakkındaki çalışmalarını tamamladığını açıklamasından iki gün sonra 27 Mayıs 1960'da başkanlığını Orgeneral Cemal Gürsel'in yaptığı ve Milli Birlik Komitesi adı altında toplanan bir subay grubu, emirleri altındaki askeri birliklerle birlikte Ankara ve İstanbul'daki bazı önemli yerleri ele geçirdi ve Türk Silahlı Kuvvetleri adına yönetime doğrudan el koyduğunu açıkladı…
27 Mayıs sabahı, Silahlı Kuvvetler adına radyodan yayınlanan bildiride, "Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgalarına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıştır" deniyordu.
Menderes İdam Edildi
Toplam 202 oturum yapılırken, binin üzerinde tanık dinlendi. DP'nin önde gelenlerinden 31 sanık ömür boyu hapis cezasına çarptırılırken, 418 sanığa altı ayla 20 yıl arasında değişen çeşitli hapis cezaları verildi. 123 sanık beraat etti. Beş sanık hakkında dava düştü.
16 ay boyunca Yassıada'da kalan Adnan Menderes, hakkında açılan 6 davadan birinde beraat ederken, diğerlerinden mahkum edildi. Yüksek Adalet Divanı Menderes'in de bulunduğu 15 kişiyi idama mahkum etti.
MBK bunlardan sadece Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun kararlarını onayladı. 65 yaşını geçmiş olan Bayar ile oy çokluğuyla ölüm cezasına çarptırılan öteki 11 sanığın cezaları ömür boyu hapis cezasına dönüştürüldü.
Polatkan ve Zorlu'nun cezası 16 Eylül'de, Menderes'in cezası ise kararın açıklanmasından bir gün önce intihar girişiminde bulunduğu için tedavisi tamamlandıktan sonra 17 Eylül'de infaz edildi.
38 kişiden oluşan Milli Birlik Komitesi üyelerinin 5'i general, 8'i albay, 7'si yarbay, 10'u binbaşı ve 8'i yüzbaşı idi. Komite, izleyen günlerde Türkiye'nin siyasi yaşamına egemen oldu ve 25 Ekim 1961'e kadar görevini sürdürdü.
***
Tarih tekerrür eder mi?
TAHA KIVANÇ (YENİ ŞAFAK)
"Türban yasağının medyadaki savunucuları hafta sonu karşıt eyleminin '222A' adıyla yapıldığını duyunca ayılacaklar mı acaba?"
Zihnime takılan bu soruya dün gazete sayfalarında cevap aradım. Bir-iki zaten demokrat yazar dışında, bugüne kadar kendisini 'demokrat' olarak tanıyalım diye yapmadığı numara kalmamışlar arasından 'ironi'ye dikkat çeken ve "Benden bu kadar" diyen tek kişiye rastlamadım. Demek ki, '222A' arkasından da benzer bir 'olay' gelse gıkları çıkmayacak...
Bizde 'tarihin tekerrür ettiğine' dair inanç tamdır. Rahmetli Mehmet Akif, "Hiç ibret alınsa tekerrür mü ederdi" diye sormuş ya, biz de kabulün gerçekliğine bir kez inanmışız. Bu sebeple de 'gez-göz-arpacık' gibi 'determinist' bir yaklaşıma sahibiz: 'Gerici bir ayaklanma' olarak yansıtılabilecek herhangi bir girişim, ardından karşıt kitle eylemleri ve sonunda da o meşum olay, darbe!
31 Mart vakası 'gerici ayaklanma' idi, ardından Hareket Ordusu İstanbul'a girdi ve iktidar el değiştirdi. Demokrat Parti'nin 'Tahkikat Komisyonu' kurması bir 'gerici girişim' sayıldı; ardından 28 ve 30 Nisan karşı kitle hareketleri ve '555K' olayı geldi, sonra da 27 Mayıs oldu... Dizin 28 Şubat'a kadar uzatılabilir: Televizyonlardaki görüntüleri 'gerçek' sayıp 'bir dakika aydınlık' eylemleri yaptılar, 28 Şubat gerçekleşti...
Şimdi de aynı dizinin tekerrür etmesi bekleniyor. 27 Mayıs'ın '555K' eyleminin benzeri olarak sahneye konulan karşı kitle eylemi sonrası için geri sayıma başlayanlar herhalde vardır. '555K' eyleminden 22 gün sonra askerler yönetime el koymuştu 1960'ta.
'555K' eylemi nedir mi?
İlkokul sonrası başlayıp üniversite bitene kadar 'Devrim Tarihi' dersi okutulan Türkiye'de 27 Mayıs öncesinin en önemli olaylarından birini bilmeyenler çıkması tuhaftır, ama yine de normal karşılamamız lâzım. Bazı noktaları zihinlere sokmak için her yıl tekrarlatanlar, bazılarını da unutulmaya terk ediyorlar. '555K' unutulmaya terk edilenlerden...
İnternet ansiklopedisi Wikipedia '555K' olayını şöyle anlatıyor: "555K, 5 Mayıs 1960 tarihinde, Ankara Kızılay'da Demokrat Parti aleyhtarı öğrencilerin yaptığı protesto eylemidir. Adını 5. ayın 5. günü saat 5'te Kızılay'da gerçekleşmesinden alan eylem Cumhuriyet tarihinin ilk 'sivil itaatsizlik' eylemi olarak da anılır. 28 ve 30 Nisan 1960 tarihlerinde polisle öğrenciler arasında çıkan çatışmalarda iki öğrencinin hayatını kaybetmesi ülkedeki ortamı iyice germişti. DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen dönemin başbakanı Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında buldu. Rivayete göre, o zamanlar öğrenci olan, şu anki CHP lideri Deniz Baykal, şair Cemal Süreya'nın aktardığına göre ise Vedat Dalokay, Menderes'in 'Ne istiyorsunuz?' sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp 'Hürriyet istiyoruz!' demişti. Menderes ise şu soruyla cevap vermişti: 'Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet olur mu?' 555K eyleminden 3 hafta sonra 27 Mayıs İhtilali gerçekleşti."
Olayın pek çok görgü tanığı var, bazısı gördüğünü kitaplaştırdı da. Olayın üç aşağı beş yukarı Wiki tarafından aktarıldığı biçimde geçtiği söylenebilir. Menderes göstericiler içerisine girer. Kendinden emindir. Ancak orada toplananlar da ne yaptıklarını ve niçin yaptıklarını bilmektedirler. Karşılıklı restleşmeler yaşanır ve bir delikanlı başbakanın yakasına yapışır.
O delikanlının kim olduğu tartışmalıdır işte. Çoğu kişi "Deniz Baykal'dı" derken, başka isimler veren de çıkmıştır. Doğru veya yanlış, o olaydaki rolü Deniz Baykal'ı bugüne kadar izlemektedir.
50 yıl önce olan bir olaya ismi karışan birinin isminin bugün de pek farklı olmayan bir olayda anılmasındadır gariplik... '555K' eylemi ile '222A' eylemi arasında derhal kurulması beklenen süreklilik görüntüsünü sağlayan nedir sizce? Rakam ve harften oluşan bir şifre mi, yoksa Deniz Baykal ismi mi?
Bizde sürekliliği sağlayan başka benzerlikler de bulunabilir.
27 Mayıs öncesinde Türk basınında yeni filizlenmeye başlayan bazı isimler bugün ağır yazar konumundalar. Çoğu 80'li yaşlarını sürdürüyor, bazısı 80'ine merdiven dayamış durumda... Onların 27 Mayıs öncesi yazdıklarıyla bugün hâlâ korudukları sütunlarında yazdıkları arasında da müthiş benzerlikler bulunuyor. Kimleri kast ettiğimi herhalde anlamışsınızdır; okuyun yazdıklarını, gözlerinizi kapatıp 27 Mayıs öncesine zihinsel bir yolculuğa çıkın; evet, o zaman da benzer şeyler yazmışlardı...
Tarihi tekerrürden ibaret sayıyor bazıları. Evet, yakın zamana kadar öyleydi, tekerrür ederdi. 'Zamanın ruhu' ve 'egemen siyasi akıl' eskisinden değişik bugün. İnşallah avuçlarını yalayacaklar...
***
Yakın tarihimizin utanç veren olayları: 
27 Mayıs Darbesi, 1960
Ali Necati Doğan
Utanmasını bilmeyen bir millet, hata yapmaya mahkûmdur...
27 Mayıs Darbesi, 27 Mayıs 1960'ta yapılan ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinde gerçekleşmiş ilk askeri darbe olarak tarihe geçmiştir. Ayrıca 27 Mayıs Askerî Müdahalesi, 27 Mayıs İhtilâli ya da 27 Mayıs Devrimi olarak da anılır. 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti'nin ülkeyi gitgide bir baskı rejimine ve kardeş kavgasına götürdüğü gerekçelerini ileri sürerek Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde bir grup subay, 27 Mayıs 1960 sabahı ülke yönetimine bütünüyle el koymuş ve yönetimi kısa bir süreliğine sürdürerek önemli revizyonlara imza atmışlardır. Darbeye doğru ilerleyen süreçte ülkenin içine sokulduğu karanlık duruma rağmen hiçbir darbe çözüm olarak düşünülemez. Dönemin tarihsel seyri dikkate alındığında bu olumsuz akışı kabullenebilmek tabiî ki mümkün değildir lakin yapılması gerekenin darbe olmadığı tartışılmaz bir gerçektir. Bu darbe neticesinde 37 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi anayasa ve TBMM'yi feshetti, siyasi faaliyetleri askıya aldı, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes başta olmak üzere birçok Demokrat Partiliyi tutuklattı. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun, İstiklal Savaşı kahramanlarından Ali Fuat Paşa ve Kore gazisi Tahsin Yazıcı da tutuklananlar arasındaydı.
Milli Birlik Komitesi ülke yönetimini üstlendi. 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala'nın, eğer darbenin lideri kendisinden daha kıdemli değilse ordusuyla Ankara'ya yürüyüp isyancıları yakalayacağını söylemesi üzerine darbeden haberi olmayan Emekli Orgeneral Cemal Gürsel Milli Birlik Komitesi'nin başına getirildi. Bu darbenin daha sonraki yıllarda meydana gelen askeri darbelerden farkı, Türk Silahlı Kuvvetleri emir komuta zinciri içinde yapılmamış olmasıydı; nitekim dönemin Genelkurmay başkanı da yönetime el koyan askeri güçler tarafından tutuklanmıştı. Bu özelliğine rağmen kalıcı olabilmesi ve önemli değişikliklere imza atabilmesi son derece ilginç bir durum oluşturmuştur.
27 Mayıs Askeri Darbesinin nedenlerine gelecek olursak; 1950'li yılların sonlarına doğru ordunun DP iktidarından memnun olmadığını duyan Adnan Menderes'in çevresine "Ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim" dediği iddia edilerek ordu mensupları tahrik ediliyor olması gibi birçok neden sayılabilir. Lakin bu neden zaten ülkede yaşanılan baskı ve dikta yönetime dair oluşan tepkinin birikmesinin yanında zaten tüm anlamı ile rahatsız olan ordunun hareket almasında ki küçük bir etkidir. Yassıada Yargılamaları sırasında Refik Koraltan'ın avukatlığını yapan Hüsamettin Cindoruk, Mahkeme başsavcısının Menderes'e bu konuyu sorması üzerine Menderes'in “Efendim ben devleti idare ettim, yedek subaylık yaptım, kendi gücümü biliyorum. Bu ordu yedek subaylarla nasıl idare edilir. Bunu kim uydurmuş?” dediğini belirtmiştir. Kendisinin bu lafı söyleyip söylemediği kesin olarak bilinmemekle birlikte darbeyi hazırlayanların bu sözleri propaganda amacıyla kullandığı yönünde söylentilerde mevcuttur. Bu sözler 27 Mayıs'tan sonra da darbeyi meşrulaştırmak için kullanılmış mıdır bilinmez ama gerçekleşen bu darbeye dair ülkemizde hala net bir görüş yoktur. Bir kesim tarafından kahraman olarak anılan Demokrat Parti yönetimi, diğer bir kesim tarafından vatan haini olarak atfedilmektedir. Bu durumda darbeye dair birçok tartışmayı beraberinde getirmektedir.
Darbenin nedeninin Menderes hükümetinin uygulamaları ve çıkardığı yasalar olduğu, cunta yönetimi tarafından ileri sürülmüş, MBK; darbeyi, kardeş kavgasına son vermek ve bütün askeri darbelerde ileri sürüldüğü gibi laiklik ilkesine aykırı uygulamaları durdurmak için yaptığını belirtmiştir. Ayrıca kimi subaylar ve ülkenin önemli bir kesimi DP iktidarının Kemalist ve laik rejimi tehdit ettiğini düşünmekteydi. Bunların dışında, darbenin iktidarı geleneksel elit iktidar gruplarına (ordu ile siyasî bürokrasiye) vermek amacıyla yapıldığını öne süren kaynaklar da mevcuttur. Ayrıca başlangıç aşamasında sayılabilecek bir ekonomik kriz havasının da darbenin etkenlerinden olduğu belirtilmektedir.
Darbe öncesi döneme bakacak olursak DP anayasa ihlalleriyle suçlamaktadır. Adnan Menderes'in üniversite çevrelerine "kara cübbeliler" olarak hitap ettiği ve bunun yayınlanmaması için basına yasak koyduğu iddia edilir. Ayrıca diğer tüm olgularda olduğu gibi basın üzerinde yapılan yasaklama ve baskılarda zirveye ulaşmış, yandaş basın desteklenirken muhalif basın her türlü gayrı meşru yöntemle sindirilmiştir. Üniversite çevreleri ve bazı aydınlar ise ne yazık ki bukalemun misali iktidara yakın durmak maksadı ile tüm bu baskı ve dikta yönetim anlayışına destek verirler. İhtilalden bir ay önce İstanbul Üniversitesi'nde DP karşıtı bir eylem zorlukla bastırılır. Eylemi bastırmakla görevli askerlerin tutumu ordunun da DP'ye cephe aldığını göstermektedir. Bu olaya şahit olan Ali Fuat Başgil o an, gördüklerini şu şekilde değerlendirir; “Tamam dedim. Bu hareket orduya da sirayet ettiğine göre, artık Menderes Hükümeti gitmiştir.”
Tırmanan olaylardan ve huzursuz ortamdan muhalefet partisi CHP'yi sorumlu tutan Demokrat Parti'nin, 2 Ağustos 1958 tarihli bir Meclis grubu bildirisi şu şekildeydi:"CHP idarecileri, Meclis ve hükümetin meşruiyet ve istikrarını, şiddet yolu ile tahrip etmenin mümkün, hatta lazım olduğu kanaatini uyandırmaya müncer olacak, çok tehlikeli bir yola girmişlerdir"
Ayrıca dış politikada Menderes, iktidarının son yıllarında artık Marshall Planı kapsamında Amerika'dan daha fazla kredi alamadığını görülmüş ve Seydişehir Aluminyum ve İskenderun Demir-Çelik ve diğer sanayi projelerini kredilendirmek için Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya başlamıştır. Bu amaçla Sovyetler Birliği'ne üst düzey ziyaretler yapılıp, ülkedeki sanayinin gelişmesi için Sovyetlerle yatırım antlaşmaları imzalanma hazırlığı yapılmaktaydı. Nitekim, Demokrat Parti'nin devamı olan ve "Demokrat Partisinin C Takımı", "Hışımlılar" ve "Müfritler" adıyla anılan Adalet Partisi, darbeden yıllar sonra yapılan seçimlerde 1965 yılında tek başına iktidara geldiğinde, Adnan Menderes döneminde projesi yapılıp da kredi yokluğundan gerçekleştirilemeyen bu projeleri Sovyetler Birliği'nden alınan proje kredileriyle bitirmiştir. Bu duruma göre ihtilalin arkasında başta ABD olmak üzere Batılı devletler ve CIA’nin varlığı iddialarını ortaya atmıştır. Lakin Demokrat Parti döneminin tamamına bakılınca Türkiye’nin son derece şiddetli olarak ABD’ye yaklaştığı, ekonomik olarak tüm bağlantılarını ABD’ye bağladığı görülmektedir. Bugün ki ekonomik esaretin ilk halkaları Ogünlerde atılmış ve bu durum ülkenin aydın ve ilerici kesimleri tarafından son derece sert bir şekilde eleştirilmiştir.
Ülkeyi darbeye sürükleyen süreçte 27 Ekim 1957 seçimlerinin oldukça sert bir hava içerisinde yapılması da son derece etkili olmuştur. DP seçimler öncesinde yasal düzenlemeler yaparak, muhalefetin bütünleşerek seçimlere bir cephe halinde girmesini engellemiş seçimlerin sonucuna daha seçim olmadan müdahale etmiştir. Demokrasinin baskılarla sekteye uğratılması iddialara göre CHP'li seçmenlerin kütüklere yazılmaması ve bazı yerlerde sandıklarda seçim sonuçlarının bile değiştirilmesi ile devam ediyor. Seçim sonrasında Kayseri, Giresun, Çanakkale ve Samsun'da gösteriler yapılmış ve kavgalar yaşanmıştır. Gaziantep'te ise radyo ve gazeteler önce CHP'nin zaferini ilan etmiş fakat daha sonra "köyden gelen oylar" ile seçim sonucunu DP'nin zaferi olarak değiştirilmiştir. CHP'nin itirazı üzerine oy pusulaları Gaziantep Adliyesi binasına getirilmiş ancak Gaziantep Adliyesi oy pusulalarıyla birlikte yanmıştır. İsmet İnönü, bu usulsüzlükleri "Kütük Marifetleri" ve İçişleri Bakanı Namık Gedik'i de "Kütük Bakanı" olarak adlandırmıştır. DP hükûmeti bu "Antep hadisesi" haberlerinin yayınlanması daha öncesinde yasaklanan birçok yayın gibi yasaklamıştır. DP iktidar gücünü her daim iktidarın ve baskının devamını sağlamak için illegal bir şekilde kullanmıştır.
Seçim sonucunda ise DP oyların %47, 88'ini alarak yürürlükteki çoğunluk esasına dayalı seçim sistemi sayesinde 424 milletvekili çıkarmıştır. İsmet İnönü'nün başında bulunduğu CHP ise her türlü hile iddiasına rağmen %41, 09 oyla 178 milletvekilliği kazanmıştır. Seçim öncesi değiştirilen seçim sistemi ve seçim sürecinde yapılan illegal hareketler neticesinde temsili demokrasi işlevsiz bırakılmıştır. Seçimin diğer katılanları olan Cumhuriyetçi Millet Partisi ve Hürriyet Partisi ise dörder milletvekilliği kazanmışlardır. Muhalefetin toplam oy miktarı DP'yi geride bırakıyordu. Demokrat Parti, matematiksel olarak muhalefet partilerinin oyları karşısında azınlığın iktidarı konumundaydı. Seçimlerden sonra, siyasal ortamdaki gerginlik artarak devam etti. CHP yurt çapında destek görmeye başlamıştı. Bir önceki seçimde %35 olan oy oranını % 41'e yükseltmesi bunun göstergesiydi. Oysa DP 1954'te % 57 olan oy oranını % 47'ye düşürmüştü.
Darbeye götüren süreçte yaşanılan bir diğer olay ise Gizli komiteler ve Dokuz subay olayıdır. 1954'te İstanbul'da Dündür Seyhan ve Orhan Kabibay'ın kurduğu komiteye Faruk Güventürk, Ahmet Yıldız, Suphi Görsoytrak, Orhan Erkanlı ve Necati Ünsalan gibi genç subaylar katılmışlardır. Ankara'da ise Talat Aydemir, Millî Müdafaa Vekili Ethem Menders'in yaveri Adnan Çelikoğlu, Sezai Okan, Osman Köksal ve yandaşları ayrı bir komite kurmuşlardır. 1957'de de İstanbul ve Ankara'daki iki komite birleşmiştir.
Birleşik komite 27 Ekim 1957'de öngörülen seçimlerinde DP'nin kaybedeceğini varsayarak 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreninde zırhlı birlikler ile şeref tribünündeki DP'lileri tutuklayarak yönetime el koymayı planladı. Fakat seçimde DP kazandığı için darbe Şubat 1958'e ertelenmişti.
Bu arada 16 Ocak 1958'de komite üyesi Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu'nun ihbarı üzerine emekli Kurmay Albay Cemal Yıldırım, Kurmay Albay Naci Aşkun, Kurmay Albay İlhami Barut, Topçu Yarbay Faruk Güventürk, Piyade Binbaşı Ata Tan, Piyade Binbaşı Ahmet Dalkılıç, Piyade Yüzbaşı Kazım Özfırat, Piyade Yüzbaşı Hasan Sabuncu ve Kuşçu'nun kendisi başta olmak üzere 9 subay tutuklanmıştır. Yargılamalar sonucunda 8 subay beraat etmiş ve Kuşçu "iftira" suçundan mahkûm olmuş ve yapılan planlar rafa kaldırılmak zorunda kalınmıştır.
Tüm bu gelişmeleri takiben CHP'nin 1959 yılındaki XIV. kurultayında, ülkenin acilen ihtiyaç duyduğu bazı değişiklikler için çaba gösterilmesi kararlaştırıldı. "İlk Hedefler Beyannamesi" adıyla hazırlanan bildirinin, 1961 Anayasası'nın temelini oluşturduğu ileri sürülür. Bildiri metnindeki başlıklar şu şekildeydi:1. Eşit Muamele, 2. II. Meclis, 3. Anayasa Mahkemesi, 4. Nisbi Temsil Usulü, 5. Yüksek Hakimler Şurası'nın kurulması, 6. Memurlar Kanunu'nun düzenlenmesi, 7. Baskıdan uzak tutulan bir basın rejiminin kurulması, 8. Üniversite muhtariyeti, 9. Sosyal Güven ve Sosyal Adalet esaslarının teminat altına alınması, 10. Yüksek İktisat Şurası'nın kurulması
Ülkede tüm bu gelişmeler ve sancılar yaşanırken 17 Şubat 1959'da Menderes'in başkanlığında Londra'daki Kıbrıs görüşmelerine gelen Türk delegasyonunu taşıyan uçak Londra yakınlarında bir ormana düşer. Bu uçak kazasından Menderes'in yara almadan kurtulması iktidar ve muhalefet arasında bir yumuşamaya yol açsa da bu durum fazla sürmez. 1959'un Nisan ayında CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, Batı Anadolu illerini kapsayan bir geziye çıkar ve CHP'liler geziye "Büyük Taarruz" adını takarlar.
29 Nisan'da İnönü Trikupis'i esir aldığı Uşak'ı "Büyük Taarruz"un ilk durağı olarak seçmiş ancak oraya ulaştığında taşlı saldırıya uğrayıp, başından yaralanmıştır. İçişleri Bakanının emriyle İnönü'nün gezisini engelleyen Uşak valisi İlhan Engin'e muhalif basın 'İktidarın "Uşak" Valisi' demeye başlamıştır. Tabiî ki bu söylem basına birçok yasaklama ve engelleme olarak geri dönecektir.
Ayrıca İnönü, Manisa ve İzmir'den sonra 4 Mayıs'ta İstanbul'a gelmiş ve Yeşilköy Havalimanı'ndan şehir merkezine giderken Topkapı'da önce trafik müdürü tarafından durdurulmuş ve sonra halkın saldırısına uğramıştır. Polisler ve askerler müdahale etmemişlerdir. Ancak o sırada Binbaşı Kenan Bayraktar'ın emriyle askerler müdahale etmiş ve İnönü kurtarılmıştır. Tüm olayların spontane bir gelişmemi yoksa iktidar tarafından yapılan bir planın bir parçası mı olduğu taraflar tarafından hala tartışılmaktadır.
O yıllarda birçok ilde CHP-DP arasında olaylar patlak vermiştir. 1960 başlarında basında sansür artmıştı, gazeteler sansür nedeni ile beyaz sayfalarla çıkıyordu. Cezaevleri tutuklu gazetecilerle doluydu. 2 Nisan 1960'ta Kayseri'ye gelen İsmet İnönü'nün treni, vali Ahmet Kınık'ın emriyle durduruldu. Kendisine İnönü'nün Himmet Dede Demiryolu İstasyonu'nda trenin durdurulması ve yolunun kesilmesi için emir verilmiş Binbaşı Selahattin Çetiner, "Sizin yolunuzu kesmek ve sizin Kayseri'ye gitmenize engel olmaktansa intiharı tercih ederim" sözlerini söylemiştir. Olaydan sonra emekli edilmiş; ancak Danıştay Kararı ile göreve iade edilmiş, daha sonra orduda Generalliğe kadar yükselmiş, 12 Eylül Darbesi sonrası kurulan hükümette İçişleri Bakanlığı yapmıştır. Zorlukla yoluna devam eden İsmet İnönü'yü Kayseri'de 50 bin kişi karşılamıştır. Seçim öncesi meydana gelen bu olaydan dönemin Ulaştırma Bakanı sorumlu tutulmuş ve 27 Mayıs Darbesi'nden sonra hazırlanan 1961 Anayasası'na Millet Meclisi genel seçimlerinden önce Ulaştırma, İçişleri ve Adalet Bakanları çekilir(m. 109) maddesinin eklenmesinin sebebi olarak da bu olay gösterilmiştir.
Nisan 1960'ta TBMM'de gazete ve dergilerin "yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı" faaliyetlerini inceleyerek meclise bildirmek için Ahmet Hamdi Sancar başkanlığında kurulan Tahkikat Komisyonu meclis ile ilgili bütün neşriyatı yasaklayınca DP-CHP ilişkisi daha gerginleşmiştir. CHP'lilerin konuşmaları basına yansımadan elden ele dolaşmıştır. DP yönetimi bu konuşmalarını "İhtilal beyannameleri" olarak adlandırmıştır.
18 Nisan 1960 günü Mazlum Kayalar ve Baha Akşit'in CHP'nin "yıkıcı, gayrimeşru ve kanun dışı" faaliyetleri olduğu gerekçesiyle meclis araştırmasına açılması yolundaki önerge karşısında İnönü şöyle konuştu; “Biz demokratik rejim dedik, bu rejim kurulmuştur. Bu demokratik rejim istikametinden ayrılıp, baskı rejimi haline götürmek tehlikeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam. Şartlar tamam olduğunda milletler için ihtilal, meşru bir haktır. Bu tedbire teşebbüs eden baskı tertipçileri zannediyorlar ki: Türk Milletinin Kore Milleti kadar haysiyeti yoktur.”
CHP Genel Başkanı uyarılarını sürdürdü. 27 Nisan 1960 günkü TBMM toplantısında İnönü tekrar Tahkikat Komisyonu'nu hedef alınca Meclis, İnönü'ye oniki oturum toplantılara katılmama cezası verildi. Kararı protesto eden CHP milletvekilleri Meclisten polis zoru ile uzaklaştırıldı.
27 Nisan 1960'ta Tahkikat Encümenlerinin görev ve yetkileri hakkında kanun teklifi konuşmasını yapan İnönü'ye Afyon milletvekili Murat Ali Ülgen: "Kürsüden ihtilal beyannamesi okudun paşam" demiştir.
Bu ara iktidara karşı tepkiler artarken 28 Nisan'da İstanbul'da 29 Nisan'da Ankara'da çıkan öğrenci olayları şiddetle bastırılmış, bu şiddet insanların tepkilerine neden olmuştur. İstanbul'da çıkan olaylarda yaklaşık 40 öğrenci yaralanmış ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz polisin kurşunuyla öldürülmüştür. Bundan dolayı "Kanlı Perşembe" olarak anılmıştır. DP yönetimi bu illerde sıkıyönetim ilan etti. Öğrenciler hep bir ağızdan Gazi Osman Paşa'nın kahramanlığı için yazılan Plevne Marşı'nın değiştirilmiş hâli olan Olur mu böyle olur mu şarkısını söylüyordu: Olur mu, böyle olur mu? / Kardeş kardeşi vurur mu? / Kahrolası diktatörler / Bu dünya size kalır mı?
Bu olaylarda polisler "Kahrolsun diktatörler", "Hürriyet isteriz" sloganları atan öğrencileri dağıtmaya çalışmışlardır. Ancak "Türk ordusu çok yaşa" sloganı atan öğrenciler ile askerler arasında dayanışma yaşanmış ve askerler polislerin teslim ettikleri öğrencileri serbest bırakmışlardır.
Harp okulu öğrencileri bir yandan Atatürk Bulvarı'nda sessiz yürüyüş yapmış ve öte yandan 20 Mayıs'ta Türkiye'yi ziyaret edecek Hindistan Başbakanı Nehru'yu karşılamak için Esenboğa'dan şehir merkezine gitmek için aynı arabaya binecek olan Menderes'i Nehru'nun yanından kaçırmayı planlamıştır. Ancak yabancı misafir varken bu tür hareketlere girişmenin dış dünyaya karşı olumsuz etki yaratacağı kanaatine varılarak plan reddedilmiştir.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken 3 Mayıs 1960'ta Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel Milli Müdafaa Vekili Ethem Menderes'e bir mektup iletmiş ve Kara Kuvvetleri Kumandanlığı Karargâhına da veda mesajı göndermiştir. Gürsel'in veda mektubundan sonra liderini yitiren gizli örgüt, önce Genelkurmay İkinci başkanı Cevdet Sunay'a başvurmuş fakat olumlu yanıt alamayınca 1. Ordu ve sıkıyönetim Komutanı Fahri Özdilek'e başvurmuş fakat ne olumlu ne de olumsuz yanıt alabilmiştir. Orhan Kabibay Kore'den tanıdığı "argo bir adam" olan Kara Kuvvetleri Lojistik Başkanı Tümgeneral Cemal Madanoğlu'nu önermiş fakat Madanoğlu şu şekilde tereddütünü dile getirmiştir: ‘Ulan biliyorsun bende t……. var, kafa yok.’ Orhan Kabibay, düşünmek için 24 saat izin vermiş ve süre dolduğunda Madanoğlu şu yanıtı vermiştir: ‘Ulan, erkeklik öldü mü, örgütünüze girmeyi kabul ediyorum!’
Dönemin diğer büyük kitle olayı ise 555K diye anılan ve 5 Mayıs 1960 tarihinde, Ankara, Kızılay'da Demokrat Parti aleyhtarı öğrencilerin yaptığı protesto eylemidir. Adını 5. ayın 5. günü saat 5`te Kızılay'da gerçekleşmesinden alan eylem cumhuriyet tarihinin ilk "sivil itaatsizlik" eylemi olarak da anılır. 28 ve 30 Nisan 1960 tarihlerinde polisle öğrenciler arasında çıkan çatışmalarda öğrencilerin hayatını kaybetmesi ve Turan Emeksiz isimli öğrencinin ölmesi ülkedeki ortamı kutuplaşmaya sürükledi. DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen dönemin başbakanı Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında buldu. Rivayete göre, o zamanlar öğrenci olan, şu anki CHP lideri Deniz Baykal, şair Cemal Süreyya'nın aktardığına göre ise Vedat Dalokay, Menderes'in “Ne istiyorsunuz?” sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp “Hürriyet istiyoruz!” demişti. Menderes ise şu soruyla cevap vermişti: “Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet olur mu?” aktarılan bu anekdot farklı isimlerle özdeşik olarakta anlatılmaktadır. Bu olayın gerçekleşip gerçekleşmediği veya kimler arasında olduğu hala tartışılmaktadır.
Adnan Menderes, 28-29 Nisan ve 5 Mayıs olaylarından sonra üniversite hocalarını gençleri kışkırtmakla suçlamış ve onlardan "Kara Cübbeliler" olarak söz etmeye başlamıştır. Bu olay birçok kesimle sorun yaşayan Menderes’in akademik çevreye karşı olarakta artık sert bir tavır aldığının göstergesidir.
Millî Birlik Komitesi iktidarı
Alınan kararlar neticesinde Başkent Ankara'yı ele geçirmek için Tümgeneral Selahattin Kaplan komutasındaki 28. Tümen, Tuğgeneral Yusuf Demirdağ komutasındaki Zırhlı Eğitim Merkezi (Etimesgut), Süvari Yarbay Reşit Çölok komutasındaki 43. Süvari Alayı, Binbaşı Hakkı Bozkaya komutasındaki Tank Taburu (Harp Okulu arkası) gibi birliklerin ikna edilmesi ya da etkisizleştirilmesi gerekirdi.
23 Mayıs Pazartesi, harekât tarihi 25 Mayıs 1960 olarak kararlaştırılmış ve parolalar belirlenmiştir. Zamanında gerçekleşirse "Dündar Seyhan'ın oğlu sınıfını geçti.", ertelendiği takdirde "Dündar Seyhan'ın oğlu bütünlemeye kaldı." 27 Mayıs 1960 sabah saat 3.15'te piyade birlikleri ve süvari grubu, 3.30'da tanklar hareket etti. Saat 4.36'da Albay Alparslan Türkeş tarafından radyoda okunan ilk bildiri ile harekât bütün Türkiye ve dünyaya ilan edildi.
İlk olarak Tuğgeneral Yusuf Demirdağ evinden alınıp Harp Okulu'na getirilmiş ve nezarethaneye kapatılmıştır. Bundan sonra Refik Koraltan getirilmiştir. 2. Ordu komutanı Orgeneral Suat Kuyaş da enterne edilmiştir. Celal Bayar Çankaya Köşkunde Veteriner Tuğgeneral Burhanettin Uluç, Topçu Yarbay Abdullah Tardu, Kurmay Albay Sami Küçük tarafından gözaltına alınmıştır. Bu arada komite üyelerinden Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı komutanı Kurmay Albay Osman Köksal da yanlışlıkla içeriye kapatılmıştır.
Adnan Menderes Eskişehir'den Konya'ya gitmek üzere Kütahya'ya geçtiğinde Keşif Tabur komutanı Agasi Şen ve Binbaşı Muhsin Batur tarafından gözaltına alınmış ve Ankara'ya getirilmiştir. Darbenin ilk günü, Bayar, Menderes, Refik Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu ve Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur ve diğer hükümet üyeleri Harp Okulunda, tutulmuşlardır.
Cemal Gürsel, İstanbul Yeşilköy Askerî Havaalanı'ndan kalkan C-47 ile İzmir Karşıyaka Bostanlı'daki evinden alınıp saat 11.30'da Ankara'ya Harp Tarih binasına gelmiş ve saat 16'da radyoda konuşma yapmıştır.
27 Mayıs 1960’tan, seçimlerin yapılarak normal yaşama geçildiği 15 Ekim 1961 yılına kadar geçen süre, askerin Milli Birlik Komitesi (MBK) eliyle cunta olarak iktidarda olduğu dönemdir. Bu dönemde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin anayasal bütün hak ve yetkileri 38 subaydan kurulu MBK’nin eline geçmiştir. MBK ülkeyi yayımladığı tebliğlerle askeri cunta olarak idare etmiştir.
3 numaralı Tebliğ ile her türlü siyasi parti neşriyat ve faaliyetleri, gösteri yürüyüşleri ve her türlü toplantı yasaklanmıştır. MBK faaliyetlerinin aksamaması için telsiz ve telefon görüşmelerini kısıtlayan 4 ve 5 numaralı Tebliğlerden sonra, ordunun görevini açıklayan 6 numaralı Tebliğ yayımlanmıştır. 6 numaralı Tebliğin ilk fıkrasında, “Türk Ordusu bir kere daha tarihi bir vazife karşısında bulunuyor. Bu vazife; dâhilde memleketi buhran ve felakete sürüklemek isteyen hırslı politikacıların elinden kurtarmaktır” demektedir.
Aynı şekilde 13 ve 32 numaralı Tebliğlerde bu darbenin yapılış gerekçeleri şöyle yer bulmuştur; “Biz vatandaşları birbirine düşürecek bir kardeş kavgasını önlemek için bu işe giriştik”. “Milli İnkılâp, hiçbir şahsın, hiçbir zümrenin lehine yapılmış bir hareket değildir. Muhterem halkımızın, köylü ve işçilerimizin demokrasiye kavuşması, hak ve hürriyetinin teminatı, iktisadi kalkınması, ana prensibimizdir. Vatandaşların hususi işlerinde ve her türlü çalışma yerlerinde, kardeşlik duyguları ve huzur içinde bulunmaları esastır.”
27 Mayıs sabahı, Askerler; İstanbul Üniversitesi'nden Sıdık Sami Onar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Naci Şenşoy, Ragıp Sarıca, Tarık Zafer Tunaya, Hüseyin Nail Kubalı ve İşmet Giritli'yi askeri bir uçakla Ankara'ya getirmişlerdir. 28 Mayıs günü komisyona Ankara'da iştirak eden Muammer Aksoy, İlhan Arsel ve Bahri Savcı ile birlikte yeni bir anayasa taslağını hazırlamak için çalışmalara başlamışlardır. Başkanlığına getirilen Sıddık Sami Onar'ın adıyla "Onar Komisyonu" olarak anılmıştır.
Millî Birlik Komitesi, DP'liler hakkında daha sonradan büyük tartışmalara sebebiyet veren bazı haberler yaymaya başlamıştı. MBK, Demokrat Partililerin yurtdışına kaçarken yakalandığını ve beraberlerinde 12 uçak dolusu altın, mücevherat ve parayı kaçırmakta iken yakalandığını iddia etti. Komite ayrıca 28 Nisan - 27 Mayıs 1960 arasında yüzlerce gencin öldürüldükten sonra kamyonlarla mezarlıklara getirilip gizlice gömüldüğünü ve bir kısmının hayvan yemi yapılan makinelerde kıyılarak toz haline getirildiğini öne sürmüş ve bu gençler"Hürriyet Şehitleri" olarak adlandırılmıştır. 2 Haziran 1960’ta İstanbul Üniversitesi rektörü Sıdık Sami Onar, Üniversitesi Yönetim Kurulu'nun memleketi hürriyete kavuşturmak için şehit düşenler adına anıt inşa etmeye karar verdiğini açıklamıştır. 3 Haziran'da “MBK Hürriyet Şehitlerimizin tesbiti işine Silahlı Kuvvetlerimizin idareyi aldığı andan itibaren ehemmiyetle devam edilmektedir” diyen bir tebliğ yayınlamıştır. Fakat gençlerin cesetleri hiç ortaya çıkmayınca, 9 Haziran'da Sıddık Sami Onar “Naaşları belki bulamayacağız ama ölülerimiz vardır.” diye konuşmuştur. 10 Haziran'da 28 Nisan olayının kurbanı Turan Emeksiz, tanktan düşerek ezilen İstanbul Lisesi öğrencisi Nedim Küçükpolat, 27 Mayıs'ta kaza kurşunuyla ölen Harp Okulu öğrencisi Teğmen Ali İhsan Kalmaz, Ersan Özey ve Sökmen Gültekin'in naaşları Anıtkabir'deki "Hürriyet Şehitliği"ne nakledilmiştir.
MBK üyelerinin kimlikleri 18 Haziran 1960'ta açıklanmıştır. Yurt dışında bulunan gizli komite mensupları Dündar Seyhan, Talat Aydemir, Sadi Koçaş komiteye girmemişlerdir.
Milli Birlik Komitesi üyeleri
GÜRSEL, Cemal Orgeneral M.B.K. Başkanı. ACUNER, Ekrem, Kurmay Albay İstanbulda doğmuştur. 1935 yılında Harp Okulunu bitirmiş. Genel Kurmay Başkanlığında Şube Müdürü iken, devrim hareketine katılmıştır.
AKSOYOĞLU, Refet, Kurmay Yarbay, Üsküdarda doğmuştur. Genekurmay Lojistik Başkanlığında vazifeli iken devrim hareketine Ankara’dan katılmıştır.
ATAKLI, Mucip, Kurmay Yarbay, Erzurumda doğmuştur. Devrim hareketine Eskişehirde katılmış ve eski Başbakan Menderesin tevkifinde önemli rol oynamıştır.
ÇELEBİ, Emanullah, Kurmay Yüz. başı, Yalova’da doğmuştur.Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ERSÜ, Vehbi, Kurmay Binbaşa Erzincan’da doğmuştur. Ankara nümayişleri sırasında Sıkıyönetim Komutanı Namık Argüçün "vur" emrini dinlememiştir. Devrim hareketine süvari grup komutanı olarak katılmıştır.
GÜRSOYTRAK, Suphi Kurmay Binbaşı Ankara’da doğmuştur. Kore’de bulunmuştur. Harp Akademisi öğretmeni iken devrim hareketine katılmıştır
KARAMAN Suphi, Kurmay Yarbay, Bayburt’ta doğmuştur, Genelkurmay Personel Dairesinde iken devrim hareketine katılmıştır.
KAPLAN, Kadri, Kurmay Binbaşı, İstanbul’da doğmuştur. Devrim hareketine Ankara’da katılmıştır
KARAVELİOĞLU, Kâmil, Kurmay Yüzbaşı, Akseki’de doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
KOKSAL, Osman, Kurmay Albay, Selanik’te doğmuştur. Kore’de bulunmuş. Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı komutanı iken devrim hareketine katılmış ve eski Cumhurbaşkanı Bayar’ın yakalanmasında bulun muştur.
KUYTAK Fikret, Kurmay Albay, Ankara’da doğmuştur. Devrim günü Menderes ve Polatkan’ı hava alanından alarak Harp Okuluna getirmiştir.
KÜÇÜK Sami, Kurmay Albay, Dramada doğmuştur. 1954’te Tokya Askeri İrtibat Bürosunda bulunmuş, Madrit ataşemiliterliği yapmıştır. Devrim hareketinde fiilen bulun, muştur.
OKAN, Sefcai, Kurmay Yarbay, İstanbulda doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ÖZDİLEK, Fahri, Orgeneral, Bursada doğmuştur. Devrim hareketinden önce, İstanbul Sıkıyönetim komutanlığından bulunmuş, devrim hareketine İstanbulda katılmıştır. Devrimden sonra Millî Savunma Bakanlığı ve Başbakan yardımcılığına getirilmiştir.
ÖZGÜNEŞ, Mehmet, Kurmay Binbaşı, Kayseri’de doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ÖZGÜR, Selâhattin, Kurmay Binbaşı, Kayseri’de doğmuştur, Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ÖZKAYA, Şükran, Kurmay Binbaşı, Antalya’da doğmuştur. Devrim hareketi sırasında Davut paşa zırhlı tugayında bulunuyordu. İstanbul sonuçlarının çabuk alınmasında önemli rol oynamıştır.
TUNÇKANAT, Haydar, Kurmay Albay, Bandırmada doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
ULAY, Sıtkı, Tuğgeneral, İzmir’de doğmuştur. Mısır ihtilâli sırasında Kahire’de ateşemiliter olarak bulunmuştur. Harp Okulu Komutanı iken devrim hareketine katılmış ve Çankaya Köşkünü kuşatmıştır. Devrimden sonra, Ulaştırma ve Devlet Bakanlıkların, da bulunmuştur.
YILDIZ, Ahmet, Kurmay Binbaşı, Sürmene’de doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmış, devrimden sonra Basın Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğünde bulunmuştur.

YURDAKULER, Muzaffer, Kurmay Albay, İstanbul’da doğmuştur. Devrim hareketine fiilen katılmıştır.
MADANOĞLU Cemal, Korgeneral, Eşmede doğmuştur. 1924 yılında Harp Okulunu bitirmiş. 1954 yılında general olmuştur. Devrim hareketinin plânlaştırılmasında önemli rol oynamış 27 Mayıs 1960 günü, İzmir’de bulunan Cemal Gürsel’in Ankara’ya gelmesine kadar, Millî Komitenin başkanlığını yapmıştır. Komite üyeliği ile birlikte, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığını da üzerine almıştır.
AKKOYUNLU, Fazıl Binbaşı, Yozgat’ta doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
BAYKAL, Rıfat, Yüzbaşı, İzmir’de doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
ER Ahmet, Yüzbaşı, Akhisar’da doğmuştur. Devrim hareketine-fiilen katılmış, 13 Kasım 1961 de Komiteden affedilmiştir.
ERKANLI, Orhan, Kurmay Binbaşı, Kırşehir’de doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
ESİN, Numan, Kurmay Yüzbaşı, Biga’da doğmuştur. Devrim hareketinde Ankara’da vazife görmüş, 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
KABİBAY, Orhan, Kurmay Yarbay, Üsküdar7da doğmuştur. Devrim hareketine Ankarada katılmıştır. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
KAPLAN, Kadri, Kurmay Yarbay, İstanbul’da doğmuştur. Devrim hareketine Ankarada katılmıştır. 13 Kasım 1960 ta Komiteden affedilmiştir.
KARAN, Muzaffer, Binbaşı, İstanbul’da doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
KÖSEOĞLU, Münir, Binbaşı, Sakarya’da doğmuştur. Devrim sabahı İstanbul radyosunu ele geçirmiştir, 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
ÖZDAĞ, Muzaffer Kurmay Yüzbaşı, Pınarbaşı’nda doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
SOLMAZER, İrfan, Yüzbaşı, Gönen’de doğmuştur. 13 Kasım 1960 ta Komiteden affedilmiştir.
SOYUYÜCE, Şefik, Binbaşı, Sivas’ta doğmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
TAŞER, Dündar, Binbaşı, Gaziantep’te doğmuştur. Devrim hareketine Ankara’da katılmıştır. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiştir.
TÜRKEŞ, Alpaslan, Kurmay Albay, İstanbul’da doğmuştur. Kara kuvvetleri NATO Dairesinde şube müdürü iken devrim hareketine Ankara’dan katılmış Ankara radyosunda Türk Silâhlı Kuvvetleri adına ilk konuşmaları yapmıştır. Devrimden sonra Başbakanlık müsteşarlığında bulunmuştur. 13 Kasım 1960 tarihinde Komiteden affedilmiş, Delhiye müsteşar olarak gönderilmiştir.
BAŞTUĞ, İrfan, Tuğgeneral, Van’da doğmuştur. 1929’da Harp Okulunu bitirmiş.1956 da Korede bulunmuştur. Genelkurmay Personel Başkanlığında vazifeli iken devrim hareketine katılmıştır. Devrimden sonra Ankara valiliğine getirilmiş, 2 Eylül 1960 tarihinde bir otomobil kazasında ölmüştür.
Yassıada
27 Mayıs sonrasında Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan Adnan Menderes, hükümet üyeleri ve aralarında Milli Mücadele'nin önemli komutanlarından Ali Fuat Cebesoy'un da olduğu Demokrat Parti milletvekilleri, parti yöneticileri, asker ve bazı üst düzey kamu görevlileri tutuklanarak Yassıada'ya götürülmüşdür. Burada tutuklulara ağır işkence ve kötü muameleler yapıldığı iddia edilmiş ve tabiî ki bu hususta taraflar arasında büyük tartışmalara sebep olmuştur, neticede hala net bir fikir bulunmamaktadır, her iki tarafta olaylara kendi penceresinden bakmaktadır. Bu kötü muamele ve işkence neticesinde Cemil Keleşoğlu ve Namık Gedik'in intihar ettiği dahi ileri sürülmüştür. Hatta DP avukatlarından Hüsamettin Cindoruk, Namık Gedik'in intiharının dahi şüpheli olduğunu iddia ederek; Namık Gedik'in intiharında fiziki zorluk olduğunu savunmuştur.
Yassıada tutuklularından eski DP milletvekili Gıyasettin Emre, başına gelenleri şu şeklide anlatmaktadır; “Askerî havaalanında uçaktan indiriliyoruz. Sille tokat, tekme, küfür... Yemekte konuşamıyorduk. Konuştuğu için dayak yiyen çok oldu. Her sabah kumlu pırasa, akşam da taşlı fasulye veriyorlardı.”
Tutukluluk süresinde; Yusuf Salman, Lütfi Kırdar, Gazi Yiyitbaşı, Yümnü Üresin, Nuri Yamut ve Kenan Yılmaz hayatlarını kaybettiler. Fakat, 18 Haziran 2009 tarihli Ceviz Kabuğu programına internetten e-posta ile katılan O dönemin Harp Okulu öğrencilerinden Koray adındaki bir öğrenci şunları yazdı; “Namık Gedik kaçmaya çalıştı. Pencereden atladı. Fakat, pencere camlıydı. Camlar vücuduna sıçrayınca kanamaya neden oldu ve yaşamını yitirdi.”
14 Ekim 1960'ta başlayan Yassıada davaları, 11 ay 1 gün sürerken, 203 gün davalara bakıldı ve 872 oturum yapıldı. 19 davaya bakılırken, 1068 tanık dinlendi ve yargılamalar hükmün açıklandığı 15 Eylül 1961 tarihinde son buldu. Sivil ve askerlerden oluşan Yassıada mahkemelerinde yargılanan siyasîler; vatana ihanet, kamu fonlarının kötüye kullanımı, Kırşehir'in ilçe yapılması, meclis iç tüzüğünde yapılan değişiklik, Meclis oturumlarının yayına engel olunması, CHP'nin mallarına el konulması, Tahkikat komisyonu oluşturmak, hakim teminatı ve mahkeme bağımsızlığının ihlali gibi konularla toplam 19 dava açıldı, davalar anayasayı ihlal davasıyla birleştirildi.
Yassıada spor salonunda gerçekleştirilen davalardan birinin konusu ise 6-7 Eylül Olayları'nın DP hükümetince çıkartıldığına dair suçlamadır. Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Fuad Köprülü, İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, Emniyet müdürü Alaaddin Eriş, İzmir Valisi Kemal Hadımlı, Selanik başkonsolosu Mehmet Ali Balin ve diğerleri Selanik'te Atatürk'ün evinin bombalanması ve Rum azınlığın evlerinin yağmalanmasının organizasyonunu yapmakla suçlanıp, 5 ile 10 yıl ağır hapis, kamu hizmetlerinden sürekli men cezası istenildi. Savunma Türk hükümetinin tertip etmesi asla doğru değildir denilerek yapıldı. Bayar beraat ederken, Menderes ve Zorlu 6 yıl hapis, diğerleri 4 ay hapis cezası aldı.
Bir diğer dava "Bebek Davası"sı olup sanıklar Adnan Menderes ve Fahri Atabey'dir. Cemal Gürsel tarafından gizli celse olarak yapılması istense de açık olarak yapılmıştır. Ayhan Aydan'dan olan bebeğini Fahri Atabıyık'ı azmettirerek öldürtmek suçundan her ikisine 5 ile 10 yıl ağır hapis istenir. Ayhan Aydan ve Menderes dava sırasında ilişkilerinin ve bebeklerinin olduğunu fakat doğum sırasında öldüğünü belirtirler. Dava sırasında savcı bir kadın külotunu gösterip, kimin giydiğini ve başbakanlıkta unuttuğunu sorar. Adnan Menderes'in avukatı Burhan Apaydın'ın müdahalesi ile olay kapanır. Adnan Menderes’in kadın düşkünlüğü ve devlet kasalarında yer alan cinsel objeler Yassıada davalarında karşısına çıkacak ve halk nebzinde önemli bir imaj düşüklüğüne neden olacaktır.
Bir sonraki dava “Vinilex Davası”dır. Maliye bakanı Hasan Polatkan'ın şirkete usülsüz kredi sağladığı ve bunun üzerine 110 bin lira rüşvet aldığı iddia edilmiştir. Adnan Menderes ve Hasan Polatkan'ın nüfuzlarını kullanarak "Vinileks" firmasına Türkiye Vakıflar Bankası’ndan kredi verdirmekle suçlanmışlardır. Adnan Menderes tarafından kurulan bu Bankanın 27 Mayıs darbesine kadar Umum Müdürlüğü'nü yapan ve 1961 seçimlerinden sonra tekrar aynı Bankanın Genel Müdürlüğüne getirilecek olan Sabahattin Tulga yaptığı savunmada krediyi, suni deri imal ederek ithal ikamesi yapacak bu firmanın karlı olacağına inandıkları için verdiklerini; nitekim darbe sonrası işbaşına gelen yeni Banka yönetiminin de aynı firmaya ilave kredi vererek bu firmanın kredi limitini iki misli arttırdığını belirtmiştir. Mahkeme Menderes ve Hasan Polatkan'ı bu dava da suçlu bulmuştur. Polatkan 7 yıl ağır hapis ve memuriyetten men cezası alırken, şirket yetkilileri de ceza almışlardır.
Bu duruşmalarda açılan bir diğer dava radyo davasıydı. Adnan Menderes, bazı bakanlar ve Basın Yayın ve Turizm genel müdürü olan Altemur Kılıç hakkında radyoyu parti organı haline getirdikleri yolunda açılmıştır.
Mahkeme sonucunda Yüksek Adalet Divanı 15 sanığı idam cezasına çarptırdı. Celâl Bayar, Adnan Menderes, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan oybirliğiyle, eski T.B.M.M. Başkanı Refik Koraltan, eski Genelkurmay başkanı Rüştü Erdelhun, Agah Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Ahmet Hamdi Sancar, Nusret Kirişoğlu, Bahadır Dülger, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu, Zeki Erataman oy çokluğuyla ölüm cezasına çarptırıldı.
Sanıklardan Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan 16 Eylül 1961'de sabaha karşı, Adnan Menderes 17 Eylül 1961'de saat 13.30'da İmralı Adası'nda idam edildi. Dünyanın bütün ülkelerinde ceza muhakemesi kanunlarına göre idam cezaları sabaha karşı infaz edilirken Adnan Menderes'in cezasının infazında bu kuralın dışına çıkılarak öğle vaktinde idam gerçekleştirilmiştir. Bu durumun nedeni olarak, Zorlu ve Polatkan'ın idamlarından sonra, İngiltere Karaliçesi II. Elizabeth başta olmak üzere tüm Avrupa devletlerinin var güçleriyle Türkiye'ye baskı yapmaları gösterilir.
Zorlu, Polatkan ve Menderes'in dışındakilerin cezaları infaz edilmeyip, hapis cezasına çevrildi. İdamları durdurmak için ABD başkanı Kenedy'nin Ankara büyükelçisi Raymond A. Hare aracılığı ile Dışişleri Bakanı Selim Sarper'e bir mesaj ilettiği iddia edilir.
27 Mayıs sonrası
Ekim 1960'da Milli Birlik Komitesi 147 öğretim üyesini üniversitelerden uzaklaştırmıştır. Görevine son verilenler arasında Ali Fuat Başgil, Sabahattin Eyüboğlu, Yavuz Abadan, Nusret Hızır, Tarık Zafer Tunaya, Mina Urgan, Haldun Taner de vardı. Genelde bu tasfiyeler üniversite içinden gelen ihbarlara dayanıyordu. Kararı protesto etmek için Turhan Feyzioğlu, Sıdık Sami Onar, Fikret Narter ve Suut Kemal Yetkin gibi bir çok rektör ve öğretim üyesi görevinden istifa etmiştir. 1962 yılında çıkarılan yasayla öğretim üyelerine üniversiteye geri dönüş hakkı tanınmıştır.
27 Mayıs Darbesi'nde DP'liler Kürdistan Hükümeti tesis etmek üzere çalışmalar yapmakla suçlandılar. 31 Mayıs 1960'da Cumhuriyet gazetesinde MBK'nin bu konuyla ilgili çeşitli belgeler bulduğu ve Şeyh Said'in oğlunun DP iktidarı döneminde doğuda propaganda gezileri yaptığı iddia edilmiştir. Darbeden 4 gün sonra Doğu ve Güneydoğu'dan seçilen 485 ağa ve şeyhler Sivas Garnizonu (Kabakyazı)'nda bir kampa yollanmıştır. Bu konu hakkında Cemal Gürsel'in "ileri gelen 2500 Kürdü öldürelim" dediği iddia edilmektedir. Sivas'taki kamp 19 Ekim 1960 tarihinde çıkan 105 numaralı Mecburi İskan Kanunu ile boşaltılıp Milli Birlik Komitesi tarafından "55 ağa" DP'yi destekliyor iddiasıyla Antalya, Isparta, İzmir, Afyon, Manisa, Denizli ve Çorum'a sürülmüşdür.
Bu gelişmeler üzerine kanun 1962 yılında kaldırılmışdır. 1961 Anayasası'nda bir takım değişiklikler yapılarak, 1924 Anayasası'nın 3. maddesi olan "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" sözü "Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir" şeklinde değiştirilmişdir.
Ağustos 1960 – Şubat 1961 arasında Milli Birlik Komitesi tarafından emekliye sevkedilen 235 general ve yaklaşık 5.000 subay tarafından Emekli İnkılap Subayları Derneği kurulmuş ve orduya geri dönmeye çalışmışlardır. Bu derneğe bağlı emekli subaylar "Eminsular" olarak anılmıştır. En yüksek rütbeli üyesi olan Orgeneral Ragıp Gümüşpala daha sonra Adalet Partisi'nin genel başkanlığına getirilmiştir.
Milli Birlik Komitesi kuruluşundan itibaren karma ve heterojen bir gruptu ve kendi içerisinde bazı çekişmelere sahne oluyordu. Madanoğlu - Küçük grubu ile Türkeş - Kabibay grubu sık sık karşı karşıya gelmiş lakin herhangi bir vukuata sebep verilmemişti. Madanoğlu - Küçük grubu iktidarı bir an önce sivillere devretmeyi planlamıştır. Fakat Türkeş, Kabibay ve Erkanlı grubu reformların yapılmadan önce iktidarını sivillere devretmesine karşı çıkmış ve hemen sivillere devretmenin iktidarı Cumhuriyet Halk Partisi’ne teslim etmek anlamına geleceğini savunmuştur.Eylül ayının başlarında Türkeş, Kabibay, Erkanlı ve Dündar Seyhan, ihtilalin gayesine aykırı çalışan dört beş kişinin ülke dışına çıkarılmasını kararlaştırmışlardır. Türkeş, kararı uygulamak için hazır olduğu halde Kabibay zamana bırakmayı tercih etmiştir.İstanbul'da Muzaffer Özdağ'ın "Bab-ı Ali'den de geçeceğiz" demesi büyük yankılar uyandırmış ve Cemal Gürsel'in tasfiye kararı almasını hızlandırmıştır.MBK üyelerinden Muzaffer Yurdakuler, Seyhan tasfiye kararını arkadaşlarına anlatırken kulak misafiri olmuş ve diğer MBK üyelerine haber vermiştir.Karşı taraf erken davranmış ve Gürsel 13 Kasım 1960'da Alparslan Türkeş'e bir mektup göndererek Kurmay Albay Alparslan Türkeş, Kurmay Yarbay Orhan Kabibay, Kurmay Yarbay Mustafa Kaplan, Kurmay Binbaşı Orhan Erkanlı, Kurmay Binbaşı Şefik Soyuyüce, Kurmay Binbaşı Dündar Taşer, Piyade Binbaşı Fazil Akkoyunlu, Tank Binbaşı Muzaffer Karan, Deniz Kurmay Binbaşı Münir Köseoğlu, Deniz Kıdemli Yüzbaşı Rıfat Baykal, Kurmay Yüzbaşı İrfan Solmazer, Kurmay Yüzbaşı Numan Esin, Kurmay Yüzbaşı Muzaffer Özdağ ve Jandarma Yüzbaşı Ahmet Er olmak üzere çoğunluğu Türkçü subaydan oluşan 14 MBK üyesini emekliliğe sevkedip yurtdışındaki temsilciliklere danışman olarak tayin etmiştir.
Darbe sonrası gerçekleşen bir diğer önemli gelişme ise 27 Mayıs darbesinden 8 ay sonra 1961 yılında Osmanlı Devleti'nin subayların ihtiyaçlarını karşılamak için yarattığı fondan devredilerek 50 bin altınla kurulanOYAK olmuştur. Kurumun kuruluşu 3 Ocak 1961 kabul edilen Ordu Yardımlaşma Kurumu Kanunu'na dayanmaktadır. Üye olması zorunlu subay ve astsubayların maaşlarının %10'u ve yedek subayların maaşlarının %5'i her ay bu fona aktarıldı.
Bir başka gelişme ise darbeyi meşru kılmak adına gerçekleştirilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk tarafından konulan ve askerin siyasete müdahale etmesini kesinlikle yasaklayan mevcut 22 Mayıs 1930 tarih ve 1632 sayılı Askeri Ceza Kanunu dışında, 27 Mayıs'tan sonra 4 Ocak 1961 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu çıkarıldı ve Türk Silahlı Kuvvetleri daha sonraki darbe ve teşebbüslerini bu kanunun 35. ve 85. maddesine dayandırdı. 27 Mayıs İhtilali'nin Türkiye'de askeri darbelerin meşru olduğu intibasını yarattığı ve diğer askeri darbelerin yolunu açtığı yönünde iddialar bulunmaktadır.
Ayrıca 6 Haziran 1961'de ordu içinde Milli Birlik Komitesine muhalif olan general ve subaylar Silahlı Kuvvetler (SKB)'ni kurmuş ve sembolik başkanlığına Genel Kurmay Başkanı Cevdet Sunay'ı getirmişlerdir. SKB ordunun yönetimde kalmasından yanaydı ve parlamentonun açılmasına taraftar değildi. SKB, MBK tarafından Washington'a atanan İrfan Tansel'in bindiği uçağı yanlı jetler ile havada geri çevirerek Hava Kuvvetleri Komutanlığına tekrar getirilmesini sağlayacak kadar güçlenmiştir. Bu olay üzerine Cemal Madanoğlu görevinden istifa etti.
Tabiki Darbe sonrasının en önemli gelişmesi Kurucu Meclis ve 1961 Anayasası'nın Hazırlanması olarak karşımıza çıkmaktadır. 6 Ocak 1961'de MBK ve Temsilciler Meclisi'nden oluşan Kurucu Meclis kuruldu. Daha sonra Enver Ziya Karal ve Turhan Fevzioğlu başkanlığında Kurucu Meclis'e bağlı 20 kişilik bir anayasa komitesi kurularak yeni anayasa için çalışmalara başlandı.Yeni hazırlanan anayasada 1924'ndan farklı olarak halkçılık, devletçilik ve inkılâpçılığa yer verilmemiş, milliyetçilik ise Milli Devlet olarak değiştirilmiştir. İlk kez Sosyal Devlet ilkesi bu anayasa ile ortaya çıkmıştır. Adalet Partisi de resmi olarak yeni anayasanın 1924 Anayasası'na kıyasla "ileri bir adım" olacağını belirtmiştir. Ancak Adalet Partisi'nin desteğiyle "hayırda hayır vardır", "hayır deyin hayırlı olsun", "demli çay" ("hayır" oyunun renginin kırmızı olmasından) gibi sloganlarıyla "hayır" kampanyası yürütülmüştür. Hatta "Mr Referandum" adlı bir Amerikalının olduğu ve "evet" oyu vermesinin o Amerikalıya evet demek anlamına geleceği anlatılmıştır. 9 Temmuz 1961'de yapılan halk oylaması sonucu 1961 Anayasası %61.7 gibi bir evet oranıyla kabul edilse de, bazı akademisyenler ve uzmanlar %40'a yakın hayır oyunun oldukça anlamlı olduğunu ileri sürdüler ve yeni Anayasanın toplumun ciddi bir kesimi tarafından onaylanmadığını savundular. Lakin oluşturulan yeni Anayasa son derece özgürlükçü ve tüm temel ilke ile hakları koruma altına alan bir yapıda özellik arzetmekte idi. Baskıcı bir rejimin sebep olduğu darbe kendisine bu zemini hazırlayan gelişmelerin bir daha yaşanmaması için elinden geleni yapıyordu. Oluşturulan Anayasa bu açıdan takdire şayan bir özellik arzetmektedir.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken Adnan Menderes'in idamından üç hafta sonra yapılan seçimlerde yani 15 Ekim 1961'de Demokrat Parti'nin oy tabanının "mirasçıları" Adalet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi oyların % 62'sini alarak 277 milletvekili çıkarmışlardır. Buna karşı Cumhuriyet Halk Partisi 173 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu seçim "Menderes'in zaferi" olarak nitelendirilmiş ve ordu durumdan rahatsız olmuştur. 25 Ekim 1961'de 12. dönem TBMM toplandı ve askeri rejim sona ermiştir. Burda ki tepki Demokrat Parti yönetiminin 1955 sonrası uyguladığı dikta yönetime destek niteliğinde değil gerçeklerin yanı sıra abartılarıda içerisinde barındıran Demokrat Parti Yönetimine yapılan karalama kampanyalarına karşı olmuştur. Yassı ada yargı süreci başta büyük bir destek alan askeri darbeye olan sempatiyi yok etmiştir.
Ayrıca ordu içinde MBK kadar etkili olmaya başlayan SKB, seçimlerin millî iradeyi tam olarak yansıtmadığı ve yeni bir darbenin gerektiğini savunmuştur. 21 Ekim'de MBK'nın İstanbul kanadına bağlı 10 general ve 18 albay toplanmış ve en geç 25 Ekim'e kadar yönetime el koyacağını kararlaştıran "21 Ekim protokolü"imzalamışlardır. 22 Ekim'de MBK'nın Ankara kanadı aynı içerikteki "Mürted Protokolü" imzalamış, fakat SKB onursal başkanı durumunda bulunan Cevdet Sunay'ın müdahalesiyle protokoller askıya alınmış ve siyasi parti liderleriyle uzlaşma yolu tercih edilmiştir. Bunun için 24 Ekim'de Çankaya'da Ragıp Gümüşpala (Adalet Partisi), Ekrem Alican (Yeni Türkiye Partisi), İsmet İnönü (Cumhuriyet Halk Partisi), Osman Bölükbaşı (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi), Cevdet Sunay, Cemal Gürsel ve generallerin önünde Yassıada mahkûmlarına af çıkarılmayacağına, Emekli İnkılap Subaylar Derneğine bağlı subayların orduya geri alınmayacağına ve Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanı seçilmesi için çalışacaklarına dair protokolü imzalamışlardır.Ali Fuat Başgil'in MBK üyeleri tarafından ölümle tehdit edilerek adaylıktan çekilmesiyle 26 Ekim 1961'de yapılan seçimle tek aday Cemal Gürsel cumhurbaşkanlığına seçilmiştir.
Darbe süreci ve sonrası oluşan yönetim askerin darbeye ihtiyaç duymadan ülke yönetiminde etkili olabilmesini sağlamak için yeni oluşumlara imza atmışlardır. Ülkenin milli güvenlik politikalarının belirlenmesi amacıyla daha önce çeşitli kararname ve kanunlarla kurulan Yüksek Müdafaa Meclisi Umumi Katipliği ve Milli Savunma Yüksek Kurulu, 1961 Anayasası'nda Milli Güvenlik Kurulu ismiyle düzenlenmiş ve halen görevini yerine getirmektedir.
Darbenin meşrulaştırılması içinse Anayasa Nizamını, Milli Güvenlik ve Huzuru bozan fiiller hakkında kanun hazırlanıp, 5 Mart 1962'de kabul edilen 38 Sayılı Kanun'da darbeyi eleştirmenin suç olduğu vurgulanmışdır. Bu kanunun birinci maddesinin B bendinde şöyle denilmektedir; “27 Mayıs 1960 devrimini zedeleyebilecek şekilde: Bu devrimin neticesi olarak Yüksek Adalet Divanınca veya sair kaza mercilerince verilmiş ve kesinleşmiş olan karar ve hükümleri, söz yazı, haber, havadis, resim, karikatür veya sair vasıta ve suretlerle kötüleyenler veya üstü kapalı da olsa matufiyeti belli olacak şekilde kötülemeye çalışanlar veya mahkûm edilenlerin mahkûmiyetlerine esas teşkil eden fiillerini yahut şahıslarını övenler veya neticelenmiş hazırlık, ilk, son tahkikat veya infaz safhalarıyla ilgili resim, hatırat, röportaj yapanlar veya beyanat verenler hakkında bu kanunda belirtilen 5 madde gereğince Anayasa Mahkemesi'nde dava açılır” Bu davalardan birene örnek olarak Yeni Demokrat Parti genel başkanı Fuad Köprülü'nün, "af ancak bir haksızlığın tamiri olacaktır" sözleri üzerine açılan kamu davası gösterilebilir.
Dönemde oluşturulan bazı yapılanmalar ise Anayasa Mahkemesi, ( 22 Nisan 1962'de Anayasa Mahkemesi Kanunu kabul edilmiş ve 20 Aralık'ta çalışmalarına başlamıştır. Kurucu meclis; yasaların anayasaya uygunluğunu denetlemek üzere bir Anayasa Mahkemesi kurulmasına karar verdi.), Yüksek Hakimler Kurulu, Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye Radyo Televizyon Kumru, Cumhuriyet Senatosu, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu, İhracatı Geliştirme Etüt Merkezi, Milli Prodüktivite Merkezi, Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Darbe ile ilgili dönemin taraflarınca yapılan bazı açıklamalar ise şöyledir;
Celal Bayar (Cumhurbaşkanı):Ve yine hiç şüphe etmiyorum 27 Mayıs başarıya ulaşmamış ya da hiç yapılmamış olsaydı, ne ordu içinde cuntalar kurulacak, ne 12 Mart, 12 Eylül müdahaleleri yapılacak, ne de demokrasi dejenere edilebilecekti.
Cemal Gürsel (MBK lideri): Demokrat Parti'nin memlekete yaptığı en büyük kötülüklerden biri orduyu ihtilale zorlaması olmuştur.
Süleyman Demirel (Devlet Su İşleri Genel Müdürü):(1950) Devlete karşı, onların yönettiği devlete karşı kazanılmış bir zaferdi... Onların elinden devleti alma hareketidir. 1960, halkın elinden devleti alma hareketidir.
Bülent Ecevit (Cumhuriyet Halk Partisi Ankara milletvekili):60 İhtilali... Ve kaptılar, işte kendileri güya demokrasisinin bayraktarlığını yapıyorlar... Müdahaleci ekip. Fakat ne yaptılar; üniversiteden geçmeler, 147’ler olayı, arkasından Bab-ı Ali önünden geçeceğiz lafları derken birden, bir ülke ve kültür birliği projesi ortaya çıktı. Bunu biz orataya çıkardık. Dünyada görülmemiş bir totaliter rejim projesi, yani Nazi Almanyası'nda bile eşi görülmemiş bir proje.
ABD Dışişleri Bakanlığı İstihbarat ve Araştırma Dairesi'nin 1961 tarihli değerlendirme raporu:Türk Silahlı Kuvvetleri'nce yapılan kansız darbe, Türkiye dışında genellikle ağırlık taşıyan, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin apolitik olduğu ve ciddi bir siyasi bunalımda müdahale etmeyeceği yolundaki inanışı yıkmıştır.
Son söz olarak 1950’lerde demokrasiyi ve refahı vaad ederek iktidara gelen Demokrat Parti Yönetimi, 10 yıllıklık iktidarının özellikle ikinci döneminde verilen vaadleri tamamen unutarak baskı ve totaliter bir rejim uygulamıştır. Ülke hem ekonomik hemde sosyal olarak bir kaosa sürüklenmiş, taraflar kesin çizgilerle ayrılarak, bir taraf için sınırsız teşvikler uygulanırken muhalif kanat ise illegal bir şekilde engellenmiş ve açıklaması yapılamayacak yasaklamalarla karşılaşmıştır. Süreç içerisinde oluşan ekonomik olarak dışa bağımlılık, Atatürk ilke, inkılap ve devrimlerine karşı yapılan sekteler, muhalefete uygulanan baskı ve oluşturulan kumpaslar.... vb. neticesinde hem halkın önemli bir kesiminde hemde askeriyede büyük rahatsızlıklar oluşmuştur. Süreç olarak ele alanıcak olursa yönetimin yaptığı hatalar bu darbeye zemin hazırlamıştır. Lakin şunu unutmamak gerekir ki askeri darbe hiçbir zaman bir tercih değildir. Ülke kendi sorunlarını demokrasi aracılığı ile çözmek mecburiyetindedir. Zaten ülkemizde gerçekleşen iki darbede başlangıcı itibari ile halk ve aydın kesim tarafından desteklenirken sonraki süreçte bu destek tamamen yok olmuştur. Çünkü özgürlüğü, barışı ve refahı getireceğini vaad eden darbeler neticede önceki süreçten daha olumsuz bir hava yaratmışlardır. Kendi yaptıkları tercihleri meşru kılabilmek için dikta bir yönetim ile baskı rejimini ülke geneline yaymışlardır.
Unutmamak gerekir ki en kötü durumlarda bile Askeri darbe çözüm değildir, en kötü suçlarda bile idam kimseye hak veya ceza değildir ve kabullenilemez...
ALİ NECATİ DOĞAN
YORUMLAR: (2 Adet)
* Darbeler ülkemizi en az 30 yıl geriye götürüyor bizler bilinçli gençler olarak şuan bile ülkemizde yaşanan bazı olaylara objektif ve Atatürk zekasıyla yaklaşmalıyız ki olaylara kalıcı çözümler bulalım çünkü böyle olaylar yüzünden ülkemiz ilerleyemiyor. Belgin DASDEMİR

* Efendim, saygılarımla; Uzun uzun 27 Mayıs 1960 İhtilalini anlatmışınız. Kaleminize ve emeğinize sağlıklar dilerim. Ben de askeri darbelere ve idama karşıyım. 27 Mayıs 1960 İhtilali hak edilmemiş bir ihtilaldir. Buna katılıyorum. Ancak, bıçağın kemiğe dayandığı zaman ne yapılabilir ki? Saygılarımla... Recep ALTUN, 08.11.2009