20 Kasım 2014 Perşembe

Sabık Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem: Ne Mustafa Kemal ATATÜRK'süz, ne de İslam’sız bir Türkiye düşünemem...

Ali Naili Erdem: Ne Mustafa Kemal ATATÜRK'süz, ne de İslam’sız bir Türkiye düşünemem...
 Demokratik Değerler Hareketi’nin düzenlediği toplantıda konuşan Milli Eğitim E.Bakanı Ali Naili ERDEM,” Hukuk ve Demokrasi canının istediği zaman inilecek, canının istediği zaman binilecek tramvay değildir. Demokrasi bir başkasına ihtiyaç duyulmak ile başlar. Ben bana yeterim egosu demokraside yoktur. Demokrasi sen varsan ben varım anlayışı ile başlar ” dedi.

Ali Naili Erdem şunları söyledi:
“ Ben 1947 Ankara Cebeci ocağını kuran üniversite talebesiyim. O tarihten bu yana da Türk siyasi hayatında dürüst ve namuslu kalarak Atatürk çizgisinde yürümüş bir insanım. 17 Temmuz 1920 ilk maraif şurası toplanır. Toplantıda hamınefendiler 3. sıradadır. Gazi Mustafa Kemal Atatürk devrin Milli Eğitim Bakanına neden hanımefendiler 3. sıradadır diye sorar ve o hanımefendiler birinci sırada yerlerini alırlar. Gazi o günkü konuşmayı yapar, “Yeni yetişecek nesil fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür olacaktır.” Peki ne oldu bu nesiller? Türkiye’de çare arıyor herkes. Türkiye’de çare Atatürkçü olarak kalabilmektir. Ben içinizde en yaşlı olan adamım, hiçbiriniz benden yaşlı değil, ben 89’u bitirdim. 20 sene parlamentoda kaldım, 5 dönem bakanlık yaptım. Türkiye bizim sevdamızdır. Ne Mustafa kemalsiz, ne de İslamsız bir Türkiye düşünemem. Gazi bana ne kadar yakın ise İslam da bana o kadar yakın ve Gazi’den yola çıkarak İslam’a dil uzatanlara ve Kur’an’dan yola çıkarak Atatürk’e dil uzatanlarla beraber olamam. Gazi Mustafa kemal Cumhuriyet dedi.
     Parlamentoda adamlar gördüm, mangal gibi yürekleri vardı ama beyinleri yoktu. Deryalar gibi akıllı olanlar vardı ama yürekleri çorak araziler gibiydi. Demokrasiyi yaşatmak mı istiyorsunuz; hem cesur hem akıllı adamlara ihtiyacınız var. Şu an itibarı ile size anlatmaya çalıştığım demokrasi sayısal bir kavram değildir. Demokrasi hukuksal ve ahlaksal bir kavramdır. Eğer orada hukuk yok ise, hukuka budalaların uydurması gözü ile bakılıyor ise,  ahlak benim kasamdır tabiri ile yaklaşılıyorsa, orda demokrasi yoktur. O demokrasinin içerisinde sorumluluk olacaktır, insan sevgisi olacaktır. Bugün Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu şey demokrasidir. Demokrasi canının istediği zaman inilecek, canının istediği zaman binilecek tramvay değildir. Demokrasi bir başkasına ihtiyaç duyulmak ile başlar. Ben bana yeterim egosu demokraside yoktur. Demokrasi sen varsan ben varım anlayışı ile başlar.
      1215 Magna Carta İngiltere, 1789 Fransız İhtilali, 1757 Amerika İstiklal Beyannamesi, Fransa’nın dünyaya hediye ettiği 3 önemli hazine vardır; özgürlük, eşitlik, adalet. Bunları arayında bulun Türkiye’de bakalım. Eğer bir yerde insanlar fikirlerini söyleyemiyorlar ise, sizler bir mezarlıkta yaşıyorsunuz demektir.
      Gazi Mustafa kemal fikir babam dediği Ziya Gökalp’e soruyor;  ‘Nasıl bir Türkiye?’.  Ziya Gökalp’in yazdığı formül şudur;  ‘Türk milletindenim,  islam ümemetindenim, batı medeniyetindenim. ‘. Formül budur.
      Peki nedir burada anlatılmak istenen şey; sırtınızı batıya dönerek yaşamaya kalkarsanız, çağdaş devlet olamazsınız. Meclis kürsüsünde Gazi şunu haykırır; ‘Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir.’. Türklük bir ırk meselesi değildir. Bir kültür meselesidir. Merhaba diyebilmek, sabahleyin simitçinin sesini duyabilmek, kapıdan geçen arkadaşınıza seslenebilmek, burası Muş’tur yolu yokuştur türküsünü dinleyebilmek,  Zeki Müren’den bir parçada birlikte ağlayabilmek Türklüktür.
      Bunları bir araya getirebilecek bir anlayışa Türkiye’de ihtiyaç vardır. Ne oldu, neden bozuldu?. İslam’da en büyük rütbe fikirdir. Ama bankalar mabed olalı, bizim insanımız paraya teslim oldu ve paranın açmadığı kapı kalmadı. Bir büyük talihsizliği yaşıyor Türkiye, para mı Türkiye mi sorusuna para diyor, para mı vatan mı sorusuna para diyor, para mı namus mu sorusuna para diyor, böyle bir noktaya getirdiler Türkiye’yi. Böylesine bir Türkiye’de demokrasiyi ayakta tutmaya mecburuz.    
       Demokrasinin bittiği gün bizde biteriz. Tek kapı, gireceğiniz kapı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde var olabilmektir. Sevgili Hasan onu yapmaya çalışıyor. 40 haramiler var onları ürkütmeden oraya girebilmek büyük bir mesele. Türkiye 1739 sayılı Temel Eğitim Kanununu çıkardığım zaman, bir şeyi anlatmaya çalıştım. Batı dünyasında konuşmadığımız lider kalmadı. Bunları size şunun için söyledim; her millet kendi kültürü ile yaşar. Eğer siz kendi okullarınızda, kendi insanınızı yetiştirmezseniz başka birinin devleti olursunuz.
      Fransız okullarında Japon gibi düşünen birisi yetişmez. Alman okullarında da Japon gibi düşünen yetişmez. Her millet kendi insanını yetiştirir. Hiçkimse beni yanlış anlamasın, darbeler Türkiye’yi altüst etmiştir. Ben her darbede içeriye giren arkadaşlardan birisiyim. Her darbe sonrasında birçok insan alkışlandı. Zincirbozan’da sevgili Deniz Baykal ‘Eğer 27 Mayıs tarihinde Ali Naili Erdem’in kapısının önünde bir hafta davul zurna zeybek oynatmasaydınız biz bugünlere gelmezdik.’ dedi. Çünkü birinin felaketini beklersen o felaket sana çark eder.  Öyle ise yapılacak şey, demokrasiyi ayakta tutmanın yolu, sivil ruhu egemen kılmak. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir diyorlar, öyle mi? Ben bunu bir keresinde söyledim, karşımda Bayındırlık Bakanı vardı o tarihte ‘Hakimiyet Allah’ındır’ dedi. Evet Kur’an’da öyle olduğunu ben de biliyorum ama sana siyasi iktidar kimde olacak onu anlatmaya çalışıyorum dedim.  Şahısta mı olsun, ailede mi olsun, sınıfta mı olsun, milletin kendinde mi olsun, deyince; ‘Millet senin kafanda teşekkül etmiş bir evhamdan ibarettir .’dedi. ‘Peki ne var, cemaat var, tarikat var.’ dedi.
     Sevgili güzel insanlar millet kavramını yok etme noktasına sürat ile gitmekteyiz. Osmanlı’da millet yoktu. Beni lütfen yanlış anlamayın, millet kavgasını Gazi Mustafa Kemal başlattı ve bize millet olma vasfını vermeye çalıştı. Aziz ve necip Türk Milleti bunu söylüyordu.
       Bir şeyin daha altını çizelim, büyük tarihçilerden biri; Osmalı çöküyordu diyor, Tanzimat’ın aydınları da Osmanlı’nın çöküşünü seyrediyordu. Şimdi de Türkiye’de aydınlar aynı şeyi yapıyor. Millet feleğinin kaderini aziz hanımefendiler beyfendiler aydınlar çizer. Bugün aydınlar suskun,konuşmuyorlar. Burada yaptığımız konuşmaların bir gün inşallah gökkubbede yerini almasını temenni ederim.
     Sevgili Hasan Korkmazcan çalışıyor. Allah yardımcısı olsun. Ben bir Atatürk sevdalısıyım, bir Türkiye sevdalısıyım, ben o rüzgarlarla büyüdüm ve büyüyorum. Biraz evvel söylediğim gibi haramdan uzak yaşadık, Allah’lı bir dünyada var olmanın kutsiyeti içindeyiz. Yapılan araştırmalara göre  yüzde 28 insan tarafsız şu anda. Demek oluyor ki bir boşluk var, bir beklenti var. Sandığa gideceksiniz, gitmekle de kalmayacaksınız, dostlarınızı tutacaksınız sandığa getireceksiniz. Bu yüzde 28 sizin arkadaşlarınız, bunları sandığa getirin. Demokrasinin yolu madem sandıktan geçiyor, sandığa sahip olunuz.
     Ben 46 seçimlerine Demokrat Parti’nin İzmir Kemalpaşa ilçesinden girdim. Pomak Köyü vardır, bir de Boşnaklar Köyü vardır. Ben o köyde seçime girdim. Köyün ağası geldi, ne yazıyorsunuz dedi, işte zabıt tutuyoruz dedik, yırt onu dedi. Yırttılar yaz oraya dedi 168 iştirak, 168 CHP. Döndü bana ‘ Halil Efendi’nin oğlu babana söyle benim ne dediğimi anlar o’ dedi.  Bir hafta sonra babam devlet memuruydu mahkeme baş katibi tayini çıktı, gerekçe neydi biliyor musunuz?
     Memurun oğlu demokrat olmaz. Ben oradan geliyorum hanımefendiler, beyfendiler. Şimdi sevgili Esat (Kıratlıoğlu) benim kardeşim, çok güzel şeyler söyledi, yolunuz aydınlık olsun. Yeni bir oluşumun içerisinde uğraşıyormuşsunuz, hayırlısı olsun. Ben sevgili Esat gibi sizlere sadece temennide bulunur, eksik olan veya ihtiyaç duyduğunuz fikirler olursa onlara da yardım ederiz. Onun dışında bizim aktif görev almamız, hele benim almam mümkün değildir.Ama sizi desteklemekten geri kalmayız.
     Ya Erdem neden böyle söylüyosun. 3 tane evladım var. Ne olur girersem biliyor musunuz? 3’ü de devlet memuru. Biz politikadan çoçuklarımıza çok çektirdik. Parlamentonun içerisinde gerçek bir milletvekili olarak haysiyetinizle ayakta kalmak istediğiniz zaman çektiğiniz ıstırabın ne olduğunu bilir misiniz?. Fevkalade zor. Ne gündüzünüz var, ne de geceniz, ne yemek saati, ne de tatil. Hiç birisi yoktu. Biz öyleydik çünkü bizi delege seçiyordu. Biz genel başkanların karşısında takır takır konuşurduk. Şimdi konuşamazsınız ki. 50-60 halkın meclisidir.60-80 delegelerin meclisidir. 80’den sonraki mecliste genel başkanların meclisidir. Genel başkana karşı çıkamazsınız. Çıkarsanız kapıya konulursunuz ve bunun adı demokrasidir. Demokrasi düşündüğünüzü rahatça söylemektir. Dostayevski harika bir roman yazmış. Diyorlar ki; Çar seni takdim edecek. Çar’ın huzuruna çıkıyor. Çar; ‘Dile benden ne dilersen.’ diyor. Dostayevski; ‘Suallerime cevap.’ diyor. Öyleyse demokrasiyi yaşatmak istiyorsak, birey şaheserdir.
      Kur’an baştan sona insandır. Bunları şunun için anlatıyorum, sevgili Hasan’ın ve sizlerin hepinizin yolunun aydınlık olmasını Cenab-ı Hakk’tan diliyorum. Size duamız eksik olmayacaktır, temennim eksik olmayacaktır,  sıkıştığınız anda tecrübelerimden yararlanmak istediğinizde amenna der destek veririm, başımın üzerinde yeriniz var.”

15 Kasım 2014 Cumartesi

ANKARA KALESİ; PROF. DR. ANIL ÇEÇEN

TÜRKİYE CUMHURİYETİ
100 YILLIK PARANTEZ DEĞİLDİR
                                                                      Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
              Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yıldönümü yaklaşırken, bazı ulus devlet karşıtı çevreler Atatürk’ün çağdaş cumhuriyet devletini yüz yıllık parantez olarak ilan etmeye başladılar. Dünyanın merkezi coğrafyasında kendi konumlarına göre özel çıkarları doğrultusunda plan ve programlar geliştirenler ile emperyalizmin çıkarları doğrultusunda belirli projelere angaje olarak, ortalık alanı bu gibi yaklaşımlar için hazırlamaya çalışanlar, Türk ulusunun bir ölüm kalım savaşı verdikten sonra ilan etmiş olduğu bağımsız halk cumhuriyetini, geçen yüzyılın başlarında ortaya çıkan dünya koşulları ve konjonktürünün dayatmış olduğu bir geçici bir siyasal yapılanma olarak görmekte ve bu doğrultuda uluslar arası konjonktür doğrultusunda açılmış bir parantez olarak ifade etmektedirler. Şeriat devleti peşinde koşan siyasal İslamcısından tutun da, küresel sermayenin militanlığına soyunmuş olan neoliberal gruplara kadar, geçici  bir parantez değerlendirmesi öne çıkarılmakta, cumhuriyetin yüzüncü yılına kadar gelemeden tasfiye edilmesi gerektiği vurgulanarak, bu doğrultuda artık bu paranteze bir son verilmesi gerektiği, açıkça dile getirilmektedir.
Yüz yıl önceki koşulların ortadan kalktığı öne sürülürken, o dönemin koşulları yüzünden açılmış olan parantezin, değişen koşullar dikkate alınarak kapatılmasının zorunlu olduğunu, bazı inançlı militan siyaset adamları her fırsatta söyleyerek, Türk devletinin geleceğini n olmadığını, artık bu tür bir devlet yapılanmasının merkezi alanda barınamayacağını bir  yıkıcı tez olarak siyaset sahnesine getirmektedirler .
            Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının, bu devletin geleceği ile ilgili olarak tasfiye kararı  almaya hakları olmadığı gibi , Türk ulusunun  dünyanın en büyük emperyalist güçlerine karşı büyük bir mücadele vererek  elde etmiş olduğu bağımsız bir devlet çatısı altında yaşama  güvencesini de  tümüyle ortadan kaldırmaya çalıştıkları görülmektedir . Herkesin hem etnik kökeni , hem de dinsel ya da kültürel kimliği birbirinden çok farklı olabilir . Herkes kendi kimliğine  veya çıkarlarına göre farklı devlet modelleri peşinde koşabilir . Siyasal hareketler ve örgütler bazen kendi devletlerini kurmak üzere yola çıkabilirler, ya da koşullar ayrı bir devlet kurmaya elverişli değilse, o zaman da var olan devlet yapısını kendi kimliklerine ya da çıkarlarına göre değiştirmeye  kalkışabilirler . Dünya tarihi  bu çekişmenin çeşitli örnekleri ile dolu olan bir devletler mezarlığı olarak görülebilir . 
            Her devlet  belirli bir aşamada dünya sahnesine çıkmış olabilir , daha sonraki dönemde koşullar değişti ise, o zaman da var olan devlet yapısını yeni ortaya çıkan koşullar doğrultusunda yeniden yapılanmaya zorlayan oluşum ya da  siyasal hareketler gündeme gelebilir . Bu gibi süreçlerde  halen var olan ya da   geçmişten gelen devletler ,kendilerini yeni koşullara uygun bir biçimde yenileyebilirse o zaman gelecek yüzyılda da yollarına devam edebilirler .Kendini yenileyemeyen ya da zaman içinde zayıf kalarak gücünü kaybeden devletler, hızla çöküşe  ya da dağılmaya doğru sürüklenmektedirler . Bu açıdan yeryüzü haritasında yer alan bütün devletler benzeri bir gelişme sürecinden geçmişlerdir . Tarihin ortaya koyduğu gerçekler açısından konu ele alınırsa , her devletin tarihin belirli bir aşamasında dünya sahnesine çıktığı , geçen zaman dilimi içinde kendini yenileyenlerin  başarılı devletler olarak yollarına devam  ettikleri , kendini yenileyemeyenlerin ise ,başarısız devletler olarak tarihin tozlu sayfalarındaki yerlerini istemeden almak zorunda kaldıkları görülmektedir .
            Türkiye’de cumhuriyet düşmanları Atatürk Cumhuriyetinin defterini  dürme doğrultusunda yüzüncü yıldönümüne gelmeden devletin tasfiyesini zorlarlarken ,bir de Türkiye’nin doğu bölgelerinde ayrı etnik ya da dinsel yapılanmalar üzerinden farklı devlet modellerini devreye sokmaya çalışan kesimler , Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde  ülkeyi kurtarmak isteyen son Osmanlı hükümetinin tehcir uygulamasını tersine çevirerek ,tehcirin yüzüncü yılında  tekrar Türk ve Müslüman kimliğinin dışında devlet yapılanmaları arayışı içine girenler , gene bir  parantezin kapatılmasından söz etmektedirler . Osmanlı İmparatorluğu sonrasında , Misakı Milli sınırları içerisinde güçlü bir ulusal  devletin ,ya da çağdaş  cumhuriyetin  yapılanmasını bir türlü  kabül edemeyenler , Türkiye Cumhuriyeti karşıtlığını  parantezcilik oynayarak sürdürmek istemektedirler .Bu doğrultuda  birinci dünya savaşı ile doğu Anadolu tehcirinin yüzüncü yıllına gelindiği aşamada  Türk devleti için parantez eleştirileri ve suçlamalarının sayısı artmakta ,her türlü yayın organında Türkiye Cumhuriyeti , merkezi alanda zorunluluklar nedeniyle ortaya çıkmış olan siyasal  bir parantez olarak açıklanmaya çalışılmaktadır .
Türk devleti açısından küçültücü ve aşağılayıcı bu tutum ve davranışların cumhuriyet düşmanlarının sözlerinde her geçen gün daha fazla yer alması karşısında ,Türk kamuoyunda bir parantez tartışması son aylarda giderek artmıştır . Başta Türkiye Cumhuriyeti başbakanı olmak üzere  siyaset sahnesinin diğer aktörleri de , Türk devletinin bugün gelmiş olduğu aşamayı bir parantezci yaklaşım çerçevesinde ele alarak anlatmaya çalışmaktadırlar . Uluslarası  ilişkiler alanında kariyer yapmış olan Türkiye’nin yeni başbakanı  , biraz kamu hukuku okusaydı ya da devlet olgusu üzerine birkaç kitap karıştırsaydı , Türkiye’nin geleceği ile ilgili olarak kasten çıkarılmış olan parantez tartışmalarına girmeyerek , ülkeye ve devlete zarar verebilecek bu tür tartışmalardan uzak  durmayı tercih edebilirdi .
Kasıtlı olarak parantez kavramını  Türkiye’nin geleceği doğrultusunda kullanan  kararlı kişiler ,yakın gelecekte Türkiye Cumhuriyeti gibi güçlü  ve çağdaş bir ulus devleti  orta alandan kaldırmak istedikleri için, parantez kavramını bilinçli olarak öne çıkarmakta ve bu kavramdan hareket ederek Türk devletinin kalıcı esas devlet olmadığını ve bu nedenle de ancak bir parantez durumu ile açıklanabilecek geçici bir statüye sahip olduğunu ,Türk kamuoyuna genel anlamda  benimsetmeye çalışan Türkiye karşıtları , Türklerin bağımsız devletini bir parantez kıskacı içine alırlarken ,  bu devletin aslında kalıcı olmadığını ve  tüm parantezler gibi geçicilik gösterdiğini ,Türk kamuoyuna  anlatmaya çalışmaktadırlar . Parantez kavramının her zaman için genel doğrunun dışına çıkan durumları ifade etmesinden yararlanmak isteyen cumhuriyet düşmanlarının , Türk devletini de genel doğru çizgisinin dışında kalan bir siyasal oluşum olarak tarih sahnesine çıktığını , normal duruma dönülme noktasına gelindiğinde bugün sınırları içinde Türk devletinin egemenlik düzeninin geçerli olduğu  Misakı Milli yapılanmasının, söz konusu  olamayacağını açıkça dile getirmekten  çekinmemektedirler .
Normal bir yazı düzeninde  nasıl normalin ötesindeki kelimeler ya da açıklamalar yazının içinde belirtilirken parantez içine alınıyorsa ,Türkiye Cumhuriyetinin varlığı da istisnai durum gibi düşünülerek ,geçicilik parantezi içinde  açıklanmaya çalışılmaktadır . Parantezci yaklaşım içinde Türk devletini ele alanlar , parantez olarak kabül ettikleri Türkiye Cumhuriyeti’nin geçici bir devlet olduğunu , bu nedenle hiçbir zaman kalıcılık iddiasında bulunamayacağını , tüm diğer parantez içinde belirtilen geçici durumlar gibi ,Türk devletinin  de tarih sahnesinde geçicilikten öteye gidemeyeceğini , her aşamada dile getirmekten kaçınmamaktadırlar . Siyaset biliminin ortaya koyduğu bilgiler doğrultusunda ,ancak başarısız olan ya da zayıf kalan devletler için geçicilik ya da  istisnai durum konumu öne sürülebilmektedir . Ne var ki , bütün devletler ,geleceğe dönük bir biçimde sonsuzluk iddiasına dayalı olarak kurulduğu için, her devletin içinde bulunduğu gerçek durum ve koşullar  genel olarak devletlerin geleceğini belirlemektedir . 
            Siyaset  bilimi açısından konu ele alındığı zaman , Oswald Spengler isimli bir bilim adamının medeniyetler teorisi olarak ortaya konulan kuramı doğrultusunda  değerlendirme yapmak gerekmektedir . Spangler’in teorisine göre , devletlerin hayatı da tıpkı diğer canlılara benzemekte  ve bu doğrultuda tıpkı diğer canlı varlıklar gibi doğmakta , büyümekte ve belirli bir süre yaşadıktan sonra ölmektedirler . Sosyoloji  ve siyaset bilimi teorisi açısından ,devletlerin de yaşayan diğer canlılar gibi böylesine bir var olma sürecinden geçtiği görülmektedir . Her devletin  önce  bir var olduğu ,bir en güçlü ve tepe noktada varlığını güçlendirdiği ama belirli bir zaman dilimi içinde de zayıflayarak güç kaybetme noktasına geldiği görülmekte ve bu aşamadan sonra da çöküş ve dağılma  oluşumları  ile devletler tarih sahnesinden çekilmektedirler . Yıkılan devletlerin ahalisi hemen yok olmamakta ,vatan topraklarını oluşturan ülke de bir toprak parçası olarak varlığını devam ettirdiği için ,aynı ülke üzerinde eski ahalinin yeniden örgütlenmesi ile eskisinden çok farklı doğrultuda yeni devlet yapılanmaları ortaya çıkabilmektedir .
Parantez kavramını kullanarak Türk devletini ele alanlar , bu tezleri dikkate alarak hemen bir devletin sonunu hızlandırılmış bir siyasal gelişmeler doğrultusunda hazırlayarak   ve sona erdiren örneklerden yararlanarak  bir devletin geleceği ile oynayabilmektedirler Devlet karşıtlarının iyi bildikleri bu durumları var olan devletlerin kurumları da aynı derecede iyi bildiği için ,parantez teorilerinden ya da yaklaşımlarından hemen sonuç çıkmamaktadır .  Devlet güçleri , değişen siyasal  ve sosyal koşulları iyi izleyerek önlemler almaya başladığı zaman , geçicilik suçlamasıyla öne çıkan parantezciler geri adım atma durumunda kalabilmektedirler . Aksi durumlarda ise , devlet yapılarının devlet düşmanları tarafından çökertilerek dağıtılma aşamasına sürüklenildiği ortaya çıkmıştır . Devletlerin büyüklüğü ya da güçlülüğü gibi kriterler ,siyasal yapılanmaların  devam edip etmemesi  ,ya da sona erip ermemesi gibi durumlarda etkin bir role sahip bulunmaktadır .
            Bir devlet yapılanmasının kalıcı olması ya da geçici olarak kalması gibi durumlar daha çok dünya konjonktüründeki gelişmelere göre belli olmaktadır . Bu noktada , bütün devletlerin dünya haritası üzerindeki yerinin jeopolitik açılardan gösterdiği  konum ile birlikte, büyük devletler arasındaki  hegemonya çekişmesi sürecinde  güç merkezleri arasındaki çekişmeler ya da  öne geçme gibi durumlar da  belirleyici olabilmektedir . Bu çekişme süreci içinde , devletler birbirleriyle rekabete kalkışırlarken,  hem kendilerini korumaya  öncelik vermekte hem de  diğer devletlerden öne geçerek  kendi çıkarları doğrultusunda  dünya haritasının belirli bölgelerinde  emperyal  hedefler  için  etkili olabilmektedir . Bu gibi durumlarda , bazen büyük devletlerin dağılmasıyla küçük devletler gündeme gelebilmekte, ya da bazen da bu durumun tamamen aksi bir yönde  bir devletin komşularını ele geçirerek bulunduğu bölgede daha güçlü ya da büyük bir yeni devlet  modeli yapılanması ortaya koyduğu görülebilmektedir .
Devletlerin parçalanmaları ya da komşuları aleyhine genişleyerek büyümeleri de , bölgesel ya da küresel güç merkezlerinin   yeni jeopolitik konumlarına göre belirlenebilmekte , bu gibi durumların kalıcı olabilmesi ya da kısa bir zaman dilimi sonrasında geçicilik göstermesi de gene  , siyasal güç  merkezleri arasındaki çekişmelere bağlı olduğu gibi , bunların dışında ortaya çıkan başka faktörlerin yansıması olarak da  farklı sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir . Bu çerçevede , bir devletin geçici bir parantez olarak belirtilebilmesi ,ya da geleceğe dönük olarak  sonsuza kadar yaşayabileceğinin ifade edilebilmesi  genel anlamda dünya düzeyindeki evrensel gelişmeler ile açıklanabilmektedir . Konjonktürel gelişmelerin ya da güç merkezleri arasındaki değişikliklerin küresel düzeyde çevreye yayılması ile, bir çok devletin kaderleri  belirlenebilmekte  ve bu doğrultuda  dünya haritası yeniden biçimlenmektedir . Devletler arası ilişkilerde hiçbir zaman tam anlamıyla eşitlik ya da istikrar sağlanamamakta ,bu yüzden de küçük ve orta boy devletlerin geleceği  devler arasındaki çekişmelerin gösterdiği  yeni durumların  etkinliği ile değerlendirilebilmektedir . İki yüzün üzerinde bir devlet sayısı ile dünya haritası değişkenliğe her zaman için gebe  bir durumdadır .
            Türkiye Cumhuriyeti , dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan  orta boy bir devlet olarak her zaman için evrensel alandaki güç merkezleri arasındaki çekişmelerin ya da  emperyal  projelerin hedefine aldığı bir ülkedir . Dünyanın merkezinde yer alan bir büyük devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun  yıkılması  üzerine ortaya çıkan otorite boşluğu alanında , Türk ulusunun bir var olma savaşı vermesiyle kurulmuş olan Türk devletinin ,varlığını koruyabilmesi ya da geleceğe dönük olarak yaşam süresini sonsuza kadar sürdürebilmesi için de, böylesine bir mücadele verilmesi gerektiği görülmektedir ,çünkü parantezci yaklaşımlar  ile Türk devletine ömür biçilmekte ve kısa bir zaman dilimi içerisinde bu ulusal siyasal yapının ortadan kalkacağı ya da kalkması gerektiği   açıkça ifade edilebilmektedir . İmparatorluklar devri devam ederken varlığını koruyabilen Osmanlı İmparatorluğu , ulus devletler çağına geçilmesi aşamasından sonra giderek zorlanmış ve bir Osmanlı ulusu yaratamadığı için, hem küçük küçük devletlere bölünerek Balkanizasyon sürecine alet olmuş hem de bu dönemin hemen ertesinde gündeme gelen Birinci Dünya Savaşında yenilerek teslim olmuş ve böylece devlet olma durumu da sona ermiştir . 
            Osmanlı İmparatorluğu varlığını sürdürürken , hiç kimse bu büyük devlet için parantez ifadesini kullanarak Osmanlı hegemonyasının geçiciliği iddiasında bulunmamıştır . Ne var ki , Birinci Dünya Savaşının sonucunda ortaya çıkan yeni  güç dengeleri içinde  Atlantik güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu bölgesine gelerek ortak bir hegemonya düzeni kurmaları üzerine ,Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden geri çekilirken , geride bıraktığı merkezi topraklar üzerinde bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti doğal bir sonuç olarak ,ulusal kurtuluş savaşı  zaferi sonrasında dünya haritası üzerindeki yerini almıştır .Osmanlı devleti hiçbir zaman  geçici bir parantez konumunda olmamış ama , cihan savaşı sonrasında değişen dünya koşulları çerçevesinde teslim olarak bitme aşamasına  zorla getirilmiştir .
            Osmanlı sonrası dönemde ,bu büyük merkezi devletin üzerinde egemen olduğu on milyon kilometre karelik geniş alan üzerinde, bütün büyük güçlerin yeni projeleri olmuş ve bu doğrultuda çekişmeler ikinci bir dünya savaşına kadar sürüp gelmiştir . İlk proje , üzerinde güneşin batmadığı büyük dünya imparatorluğunun patronu konumunda olan İngiltere’nin olmuştur . İngilizler  , geri çekilen Osmanlı devletinin hinterlandı üzerinde gene İstanbul merkezli bir büyük merkezi bölgesel yapılanma olarak Yakın Doğu Konfederasyonu adı altında  dörtlü bir federasyon modelini ,kendisinin merkezinde yer aldığı yeni bir siyasal yapılanma doğrultusunda düşünmüş ama gücü yetmediği için ve de Fransa ile tam olarak anlaşarak ikili bir merkezi modeli gerçekleştiremediğinden ,böylesine bir emperyal  bağımlılık  projesi hazırlayıcılarının  planları doğrultusunda gerçekleştirilememiştir .
Britanya İmparatorluğu merkezi alana tam olarak egemen olamazken , ortağı konumundaki ikinci emperyalist imparatorluk sahibi Fransa da istediği gibi kendisine bağlı bir büyük bölgesel yapılanmayı gerçekleştirememiştir . Birinci Dünya Savaşı sırasında büyük bir çöküş ile yıkılan Rus Çarlığı yerine bir sosyalist devrim sayesinde dünya sahnesine çıkmış olan  Sovyetler Birliği projesi de, dünyanın kuzey yarıküresinde bölgesel bir devlet yapılanması ile ortaya çıkarken  ,bu yeni güç merkezi yapılanmasının sıcak denizlere doğru yayılabilmesi doğrultusunda,  merkezi alanın tam ortasında yer alan Anadolu yarımadasını  da coğrafi bölgeleri esas alarak ,yedi ayrı devletçik olarak kendi oluşturduğu ideolojik birliğin çatısı altına alabilmeyi hedefliyordu . Bir anlamda Sovyetler Birliğinin de Anadolu topraklarına emperyal amaçlı bakması , Anadolu yarımadası üzerinde geride kalan Osmanlı ahalisi olarak Türkleri  tam anlamıyla ortada bırakmıştı . Kalıcı olması gereken bir büyük imparatorluğun  bir cihan savaşı sonrasında ortadan kaybolması üzerine, en az onun kadar güçlü olabilecek ve asırlar boyunca güçlü bir biçimde merkezi alanda  devlet olarak varlığını sürdürebilecek  bir yeni devlet olarak  Türkiye Cumhuriyeti ,Türklerin batılı emperyal güçlere karşı verdiği bir ulusal kurtuluş savaşı sayesinde  tarih sahnesine çıkıyordu .
            Yirminci yüzyıla girerken Avrupa emperyalizminin iki büyük devi olarak İngiltere ve Fransa dünyanın merkezi coğrafyasına el koyarak ,dünyanın merkezi imparatorluğunu dağıttıkları için  tam anlamıyla bir küresel hegemonya düzeni kurmayı hedefliyorlardı . Ne var ki , bu aşamada  artık Avrupa emperyalizminin rakibi olarak Amerikan emperyalizmi dünya sahnesine çıkarken , Japon savaşı ile çökertilen Rusya’da  ikinci bir çöküş Birinci dünya savaşı ile gündeme getirilerek , bu durumdan yararlanan yeni bir siyasal yapılanma sosyalist devrim görünümünde  uygulama alanına getiriliyordu . Orta Doğu’ya girmiş olan İngiliz ve Fransız emperyal güçleri tam Kafkaslar üzerinden Hazar  bölgesine doğru yöneldikleri aşamada ,Amerikan sanayicilerinin ve küresel sermayenin denetimi altındaki  New York borsasından sağlanan yüz milyonlarca dolarlık maddi destek ile , Troçki Moskova’da  Kızıl Orduyu kurarak  Sovyetler Birliğinin önünü açıyordu . Kızıl Ordu daha bütün Rusya’nın kontrolunu ele geçirmeden, Almanya destekli Osmanlı ordusunu Azerbaycan’dan çıkartmak üzere Kafkasya seferine çıktığı aşamada, İngiliz ve Fransız ordularının  Anadolu üzerinden kuzeye doğru yönelerek  Hazar bölgesine girmelerinin önü kesilmiş bulunuyordu.
Böylece , Birinci dünya savaşı sırasında cephelerde savaşmayan Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa devletleri birbirini yok ederken ,dünyanın gelecekte merkezi konumuna gelecek Hazar bölgesini  ideolojik bir yeni yapılanma ile yönlendirerek , Avrupalı emperyalistlerin bu bölgeyi ele geçirmelerini önlüyordu . Böylesine bir emperyal amaçlı operasyon ,geleceğe dönük Amerika ve Avrupa emperyalizmlerinin  çekişmeleri yüzünden gündeme geliyordu .  Karl Marks’ın öngörüsü ile çok gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşmesi gereken komünist ihtilal , Avrupa ve Amerika çekişmesi yüzünden dünyanın  kuzey yarıküresinde ve kırsal alanda yayılmış bir  bir köylü toplumunda dışarıdan ithal edilen  Bolşevik kadro sayesinde  gerçekleştiriliyordu . I871 Paris komününden ders alan kapitalistler , kendi gelişmiş ülkelerinde böylesine bir komünist ayaklanmayı önlemek üzere , hiç işçi sınıfının olmadığı bir kırsal alan ülkesinde  dışarıdan destekli ve manüplasyonlu bir  hareket ile  Komünist ihtilal yaratarak  , İngiliz-Fransız ortaklığının bütün dünyayı ele geçirmesini önlüyorlardı .
             İki dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri dünyanın hegemon süper gücü haline gelirken , Rusya’da kurulu bulunan Sovyetler Birliği sanki bunun dengeleyicisiymiş gibi gösterilerek , yer yüzü kıtalarını beş yüz yıl yönetmiş olan Avrupa’nın önde gelen emperyal güçleri  iki büyük kutbun arasına çekilerek hapsediliyorlardı . İşte böylesine bir süreç içerisinde ,kuzey yarıküresinde yer alan sosyalist blokun temsilcisi olarak Sovyetler Birliği’nin  güney yarıküresine inmesini ve sıcak denizlere çıkmasını önleyecek bir merkezi tampon devlete gereksinme duyulduğu aşamada , Anadolu halkı  ayağa kalkarak  bir ulusal kurtuluş savaşına yöneliyor ve bu doğrultuda bir mücadeleyi zafere ulaştırarak , çağdaş bir cumhuriyet devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti ni kuruyordu .
Sovyet ihtilali sonrasında  bir de Anadolu ihtilali Atatürk’ün önderliğinde  Türk ulusu tarafından gerçekleştiriliyordu . Yeni kurulan Türk ulus devleti sahip olduğu jeopolitik konumuyla , batı emperyalizmi ile  Doğu kutbu olan Sovyetler Birliği arasında yeni oluşan bir tampon ülke olarak devreye giriyordu . Rus jeopolitiği Antalya’yı kendi kızıl elması olarak ilan ettiği için , Türkiye gibi orta boy  bir devletin merkezi alanda bağımsız bir devlet olarak meydana çıkması ,  savaş yıllarında bozulmuş olan dünya dengelerinin yeniden kurulması doğrultusunda  katkı sağlıyordu .
Bu nedenle , bazı batılı ülkeler  Türklere bu coğrafya  da bağımsız bir devlet vermek istememelerine rağmen , karşı kutup olan Sovyetler Birliği’nin  güneye doğru yayılmasını önlemek üzere, Türkiye Cumhuriyetini bir tampon devlet olarak benimsemek zorunda kalmışlardır . Lenin ve arkadaşları batılı emperyalistleri Anadolu toprakları üzerinde görmek istemezken , Avrupa ve Amerika ülkeleri de Sovyetler Birliği’ni Akdeniz’de görmek istememiş ve bu  durumdan yararlanan Türk ulusu da , Osmanlı imparatorluğunun merkezi bölgesinde  bağımsız bir cumhuriyet devleti kurma şansını elde etmiştir .
            Anadolu toprakları üzerinde  Sevr haritasını çizerek Balkanizasyonu  Orta Doğu’ya taşımak isteyen İngiltere ile birlikte bütün batılı devletler  doğu blokuna karşı ortaya çıkan Türk devletini öncelikle bir tampon devlet olarak kabül ederek ,Türklerin  Anadolu topraklarından Orta Asya’ya doğru  sürülmesi operasyonunu bir süre için ertelemek  zorunda kalmışlardır . İşte böylesine bir tampon devlet oluşumu ile gerçek  emperyal planların ertelenmesi  projesine ,dünya dengeleri açısından bir yüz yıllık süre tanımışlardır . Batılıların son yıllarda Türkiye için bu yüz yıllık süre olgusunu bir parantez olarak ortaya atmaları , yüzüncü yıla gelinmeden Türkiye Cumhuriyetini haritadan silmeye çalışmaları nedeniyledir . Onlara göre , Sevr planının tamamen red edilmesi anlamına gelen Türkiye Cumhuriyeti projesi , kuzey bölgesinde oluşturulan  sosyalist blokun  yayılmasının önlenmesi için, benimsenmiş olan bir geçici uygulamadır ve Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bu yapılanmanın da ortadan kaldırılması gerekmektedir . Sosyalist blokun yaşadığı sürece , Türkiye Cumhuriyeti bir tampon devlet olarak merkezi alanı Ruslara kaptırmamış ve daha sonraki aşamada da Nato yapılanması Türkiye’ye taşınarak , Türk devletinin batı  ittifakının sınır karakolu konumuna gelmesine yol açılmıştır . Bu yüzden Türkler kendi ülkelerinde büyük baskılar altında yaşamak zorunda kalmışlar , daha sonraki aşamada da  Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte  Avrasya kıtasının bütün bölgelerinde ortaya çıkan sıcak çatışmalar , Türkiye Cumhuriyetini bir ateş çemberinin içine çekmiştir. Batılılar kuruluşuna yardımcı oldukları Sovyetler Birliğinin ömrünü  varolan dünya dengeleri  nedeniyle , yüz yıllık bir zaman periyodu içinde düşündükleri için , doğu ve batı blokları arasında yer alan Kemalist Türkiye’nin ömrünü de buna dayanarak belirlemeye çalışmışlar ve bu yüzden Türkiye için bir çok yerde yüz yıllık parantez   tanımlaması kasıtlı bir biçimde  dile getirilmiştir . Cumhuriyet yüzüncü yılına doğru yol alırken  ve bir asırı geride bırakırken , batılı emperyal çevreler artık yüz yıllık parantezin kapatılması gerektiğini açıkça dile getirerek, Türkiye Cumhuriyetinin tasfiyesine giden yolları açıktan desteklemektedirler.
Osmanlı devletinin tarihe mal olmasından sonra merkezi alanda gerçekleştirmeyi düşündükleri asıl projelerini bir türlü uygulayamadıkları için, bunların önünde koskoca bir engel olarak duran Türk devletini ortadan kaldırabilmenin arayışı içine girerek,  istemeden tanımak zorunda kaldıkları yüz yıllık paranteze bir son vermeyi hedeflemektedirler . İki öge arasında yer alan bir durumun ifade edilmesi olarak tanımlanan parantez kavramı, Türkiye ile ilgili olarak kullanıldığı zaman , yirminci yüzyılın başlarında  dünya haritasının ortalarında  yerini alan ,bir  siyasal yapılanmanın yirmi birinci yüzyılın başlarında ortadan kaldırılmak istenmesinin bağlantısını açıklamak üzere yeniden siyasal gündeme getirilmektedir . Yüz yıl öncesinin dünya dengelerinin  gündeme getirdiği Türkiye Cumhuriyeti gibi bir devlet modeline , soğuk savaş sonrasında hiç ihtiyaç bulunmadığını ve hele küresel ya da emperyalistlerin güdümündeki bölgesel projelerde kesinlikle böyle bir devlet modeline yer verilmemesini isteyen işbirlikçi ve mandacı çevreler , yüz yıllık parantezin kapatılmasını yüzleri kızarmadan talep edebilmektedirler .
            Bu yıl içinde yayınlanan bir kitapta ,Ermeni meselesinin kamuoyundaki tartışmacılarından birisiyle yapılan  söyleşiler gene “yüz yıllık parantez” başlığı altında  sunulmaktadır .Türkiye’nin doğu Anadolu bölgesinde bir Hrıstıyan devlet kurmak ve  Gregoryen Klisesinin hegemonyasını  binlerce yıllık Türk toprakları üzerine taşımak isteyen  gayrimüslim lobiler ,açıktan yüz yıllık parantez tartışmalarına kalkışarak , Atatürk’ün çağdaş ulus devletini tarihin tozlu sayfalarına geri göndermeye çalışmaktadırlar .Türk ulusunun ve devletinin kendisini yok edecek böylesine bir girişimin farkında olduğu ama uluslar arası hukuk ve demokratik rejimin gerekleri doğrultusunda hoşgörülü davranarak  barış içinde bir çözüm arayışı içine girdiği son dönemlerdeki gelişmeler ile iyice açıklık kazanmıştır .
            Yüz yıllık parantez olgusunu başlığına taşıyan kitap incelendiği zaman ,açılan parantez yüzünden  özgürlüklerin eksik kaldığı ve özgürlükçü dönüşümün yarım bırakıldığı ileri sürülmektedir . Türk milliyetçiliğinin diğer etnik kesimlerin özgürlüklerinin önünü kestiği  ve bu yüzden  özgürlükçü bir yapılanmaya gidilemediği ortaya konulmaya çalışılmaktadır . Türk ulusu ,yirminci yüzyılda yeni bir dünya düzeni kurulurken  ,yeryüzü haritasında yerini almaya çalışmış ama  toplumun diğer kesimlerinin  bu doğrultuda kendi yapılanmalarına gitmelerine izin verilmemiştir . Bir anlamda dolaylı bir Sevr haritası savunması olan kitapta , batı emperyalizminin Anadoluya Balkanizasyonu taşıması gerektiği  ve bu  doğrultuda tıpkı Balkanlarda olduğu gibi küçük küçük devletçiklerin Anadolu coğrafyasında Sevr haritası doğrultusunda oluşturulması gerektiği ,dolaylı yollardan ifade edilmeye çalışılmaktadır . Balkanlardaki küçük devletçikler benzeri yapılanmalar ile , Anadolu’da yaşayan çeşitli topluluklara kendi devletlerini kurma şansının tanınmasını savunan  gayrimüslim entelektüel  , Türk devletinin ulusal ve üniter yapılanmasına dolaylı yollardan karşı çıkmaktadır .
            Yüz yıllık parantezi konu alan kitabın son bölümünde başlık olarak parantezin kapanması ele alınmış ve  2015 yılına doğru gidilirken  , Anadolu’nun doğu bölgesinde yeniden bir Hrıstıyan yapılanmanın gündeme getirilmesi gerektiği açıkça vurgulanmaktadır . Birinci dünya savaşı sırasında Doğu Anadolu’da meydana gelen kendi devletini kurma mücadelesini Türkler ve Müslümanlar kazandığı için  , Misakı Milli sınırları içerisinde ulusal ve üniter bir devleti Türkler kurabilmiştir . Devlet kurma mücadelesini kazanan Türkler , bugün soykırım yapmakla suçlanmakta ve bu doğrultuda yabancı mahkemelerde yargılanarak mahkum edilmeye çalışılmaktadır . Toprak talebi ile birlikte ayrı bir devletin Türkiye’nin doğusunda tanınması ve bu doğrultuda  Türklerin  ülkenin doğu bölgelerinden geri çekilmesi açıkça talep edilebilmektedir .
Rusların sıcak denizlere inme hattı ile Fransızların Suriye’den Hazar bölgesine   çıkma hattı olan bölgede Büyük Ermenistan kurmak hayalleri peşinde koşanlar , Türkiye Cumhuriyetini yüz yıllık parantezin içine kapatarak , böylesine bir devletten kurtulabilmenin hesaplarını yapmaktadırlar . Batı ülkelerinin bir çoğunda alınan parlamento kararları ile Türkiye geçmişteki olaylar nedeniyle suçlanmakta  ,karşılıklı çekişme ve sürgünler sırasında  Osmanlı devletinin var olduğu unutularak , Osmanlı yönetiminin kusurları ve suçları Türk devletinin sırtına yüklenmeye çalışılarak, ciddi bir haksızlık yapılmaktadır . Osmanlı devletinden sorulması gereken hesabın Türkiye’den sorulması , tıpkı İsrail’in Romalılar döneminde sürgün edilmelerinin suçunu  zavallı Filistinliler’den sorması gibi  ortaya hukuka son derece aykırı bir durum yaratmaktadır . Osmanlı döneminden Türk devleti sorumlu tutulamayacağı gibi ,Roma imparatorluğu döneminde gerçekleşen sürgünün suçu da Filistin halkının üzerine yüklenemez . Uluslar arası hukuk böylesine çelişkili durumları ortadan kaldırabilmek üzere  günümüzde  yeni açılımlar yapmak zorundadır .
Türkiye Cumhuriyeti , ne tez , ne anti tez,ne de parantez değildir . İmparatorlukların tarih sahnesinden çekildiği bir aşamada ortaya çıkan çağdaş bir ulus devlet projesi olarak Türkiye Cumhuriyeti, günümüzde uluslar arası bütün kuruluşların hem kurucusu hem de üyesi  konumuyla  çağdaş uluslar ve devletler ailesinin onurlu bir üyesi olmaya çalışmaktadır . Bir çok engel ya da manüplasyon ile karşı karşıya kalan Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu  büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün  söylediği gibi,  ilelebet payidar kalabilmenin çabası içerisinde olduğu için, böylesine güçlü bir devleti yüzyıllık parantezlere sıkıştırmak mümkün değildir. Üç kıtaya yayılmış bulunan Türk dünyası ile çeşitli ülkelerde yaşamını sürdürmekte olan üç yüz milyonun üzerindeki Türk asıllı toplulukların Türkiye Cumhuriyetini parantez olmanın ötesine taşıyarak, her türlü parantez kıskacının aşılmasında, Türk devletinin en büyük yardımcısı olarak dünya sahnesinde yerlerini almaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti tez, antitez ya da parantez olmanın ötesine giderek, çağdaş bir sentez olarak, yeni dönemde bütün dünyaya örnek gösterilen bir devlet konumuyla öne çıkmaktadır. 

13 Kasım 2014 Perşembe

AKP İLE ANLAŞARAK TSK’Yİ KAFESLEDİK!...

AKP İLE ANLAŞARAK TSK’Yİ KAFESLEDİK!
Arif Neşet Caner
Utah Üniversitesi’nde konferans veren CIA’nın Türkiye uzmanı Henry Barkey, yapılan derin operasyonu “AKP ile anlaşarakTSK’yi kafesledik” sözleriyle yorumladı.
Bu şoke edici sözler, TBMM’de 2003 yılında 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden 25 gün sonra Utah Üniversitesi’ndeki “Felaket ile Flört: Türkiye- Irak-ABD” adlı konferansta söylendi. Kürsüye çıkan Barkey, 3 Kasım’da ilk kez bir İslami partinin iktidara geldiğini hatırlatarak şöyle dedi:
Yaptığımız görüşmelerde bize, ’AB’ye girmek ve demokrasi istediklerini, bunu kendileri için bir rönesans olduğunu’ söylediler. Türk Ordusu ise ABD’ye güvenmiyordu. Irak’a ABD’den bağımsız girmek istediler. Avrupa Birliği adaylık sürecinde müzakereler yoluyla orduyu çok sıkı bir kafese kapattık.
“AKP İLE ANLAŞARAK TSK’Yİ KAFESLEDİK”
CIA ajanı Barkey, 1 Mart tezkeresinin reddinden sonra ABD’de verdiği konferansta, “AKP liderleriyle anlaşarak Türk Ordusu’nu kafeslediklerini” anlatmış.
CIA’nın Türkiye uzmanı Henry Barkey’in, 2003’te 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden 25 gün sonra 26 Mart’ta Utah Üniversitesi’nde verdiği “Felaket ile Flört: Türkiye, Irak ve ABD” adlı konferansta, AKP lideriyle anlaşarak “Türk Ordusu’nu çok sıkı bir kafese kapattıklarını” söylediği ortaya çıktı. Barkey,AKP’nin, AB reformlarında ısrarlı tutumu ve ABD’nin Türkiye’ye gün vermesi için AB’ye baskı yapmasının “Türk Silahlı Kuvvetleri’ni kafesleme” planı olduğunu ifade ediyor.
“FELAKET İLE FLÖRT”
Barkey’in bu sözleri kullandığı dönemde Genelkurmay Başkanlığı koltuğunda Orgeneral Hilmi Özkök oturuyordu. Konferanstan 3 ay sonra, 4 Temmuz 2003’te de K. Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçirildi. İlerleyen yıllarda ise Ümraniye ve Balyoz gibi soruşturmalarla çok sayıda subay tutuklanarak adeta “kafes”leniyor. Konuşmasında, 1 Mart Tezkeresi’nin reddedilmesinden Türk Ordusu’nu sorumlu tutan Barkey, ABD’nin en büyük felaketinin Türk Ordusu’nun, “PKK terörü ve çıkacak karışıklıkta Türkmenleri korumak için” Kuzey Irak’a girmekte ısrar etmesi olduğunu, bu nedenle konuşmasının adını “Felaket ile Flört” koyduğunu anlatıyor. Barkey, tezkerenin reddiyle gerçekleşmeyen kuzey cephesinin sırf TSK’nın K. Irak’a girmesinin engellenmesi için düşünüldüğünü ifade ediyor.
KIZARLAR AMA UNUTURLAR
Tezkerenin reddinden sonra TSK’nin “Ne olursa olsun ABD’den bağımsız olarak K. Irak’a girmek” tavrında ısrarlı tutumunu sürdürdüğünü kaydeden Barkey, bunun engellenmesi için “AB’nin Türkiye’ye müzakere tarihi vermesi gerektiğini, müzakere tarihinin en büyük yararının Türkiye’nin dikkatini Irak’tan uzaklaştırmak” olacağına parmak basıyor. Barkey bu sürecinAKP hükümeti eliyle yürütüleceğini, AB reformları ile TSK’nın kafese kapatılacağını anlatıyor. TSK’nin Irak’a girmesi engellenirse bunun ABD için en iyi senaryo olacağını belirten Barkey, Türklerin başta çok kızacağını sonradan unutup ilişkilerin derinleşerek devam edeceğini söylüyor. Barkey, AKP ile yürütülen bu planın gerçekleşmesinin 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden daha önemli olduğunu da vurguluyor. Barkey, “Türk Ordusu’nu çok sıkı bir kafese kapattıklarını” açıkça söylediği konferansta 1 Mart tezkeresi öncesinde yaşananlar hakkında da çarpıcı açıklamalar da yapıyor.
TÜRKİYE’NİN KUZEY IRAK’A GİRMESİNİ HİÇ İSTEMEDİK!
Henry Barkey, Kuzey cephesinin açılmasına neden olacak 1 Mart tezkeresinin aslında Kuzey Irak’a girmekte ısrarlı olan Türk Ordusu’na karşı düşünülen bir önlem olduğunu da şöyle itiraf ediyor. “1 Mart tezkeresinin geçmemesinin tüm suçu Türk Ordusu’nda. Çünkü, İslamcı hükümet ile Türk Ordusu arasında çekişme vardı. Problemin önemli bir parçası Türk Ordusu’nun Amerika Birleşik Devletleri’ne güvenmemesiydi. Hâlbuki biz ’Bağımsız Kürdistan’ı’ desteklemiyorduk. İnanmadığımızı söylüyorduk. O yüzden bu konuşmanın adını ’Felaketle Flört’ koydum. Türk Ordusu, ABD’den bağımsız olarak Kuzey Irak’a girmek istiyordu. Ne olursa olsun! ABD’nin ise en son istediği şey buydu. Çünkü, Iraklı Kürtlerle Türk Ordusu arasında gerilim olacaktı. Zaten Kuzey cephesi bu tür sorunların ortaya çıkmaması için düşünülmüştü.”
ASKERLERİ, “GÜÇ” OLARAK GÖRMEK İSTEMİYORLARDI
AKP’nin değişim söylemine inandığını belirten Barkey, iktidar partisini, “Askeri, güç olarak görmek istemeyen, sivilleşmeden yana ve merkez sağ olmak isteyen bir parti” olarak tanımlıyor. Barkey, 2002’de iktidara gelen AKP hükümeti ve lideriyle “Türk Ordusu’nu sıkı bir kafese kapatma” temaslarını ise şöyle anlatmış: “İlk kez bir İslami parti tek başına iktidara geldi. O güne kadar Türkler, AB’ye temkinli yaklaşıyordu. İlk kez ‘AB’ye girmek ve demokrasi istediklerini’ söylediler. İlk kez bir Türk hükümeti, ‘AB’ye girmek istiyoruz, onların ölçüleri bizim için ölçü olur’ diyor. Bir İslamcı liderin Rönesans terimini kullanması bana çok belirleyici geldi. Çünkü AB’ye katılarak adaylık sürecinin Türkiye’yi daha fazla demokrat yapacağına inanıyorlar. 
BU DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİ İÇİNDE BİZ ORDUYU ÇOK SIKI BİR KAFESE KAPATTIK.
Bundan sonra asker, eskiden olduğu gibi her 10 yılda bir müdahale edemeyecek. Keyfince hükümetleri değiştiremeyecek. AB’ye adaylık süreci Türkiye’yi daha demokratik bir ülke haline getirecek. Bu süreç Türk Ordusu’nun tutumuyla darbe yedi. Şunu söylemeliyim ki; Kuzey Irak’ta bir çatışma bu süreci zaafa uğratır ve geriletebilir. Eğer; biz bu Saddam’ı umut ettiğimiz kadar çabuk devirirsek, Türk Ordusu’nun Kuzey Irak’a girmesini engelleyebilirsek, 1 Mart tezkeresi 1 yıl içinde unutulur. Türk hükümeti de reformlar yolunda devam ederse ilişkilerimiz iyileşmeye devam eder. Gelecek için umutluyuz. Türk Ordusu, Kuzey Irak’a girmelerinin hakları olduğunu söylüyordu. Ancak Başkan Bush, Türklere ‘giremezsiniz’ dedi.”
Saygılarımla,
Arif Neşet Caner
arifncaner@gmail.com

6 Kasım 2014 Perşembe

ATATÜRK’TE BİRLEŞMEKTEN BAŞKA ÇIKIŞ YOLU YOK; Dr. Sakin ÖNER

ATATÜRK’TE BİRLEŞMEKTEN BAŞKA ÇIKIŞ YOLU YOK                                Yrd. Doç. Dr. Sakin ÖNER (*)
Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Atatürk’ün fâni varlığının aramızdan ayrılışının 76. yıldönümünü idrak ediyoruz. Zaman ilerledikçe Atatürk’ün büyüklüğünü ve bize kazandırdıklarının değerini daha iyi anlıyoruz. O’nun gerçekleştirdiklerini ve düşündüklerini değerlendirdikçe, bizi ne kadar iyi tanıdığını, görüşlerinin ne kadar isabetli olduğunu, daha iyi kavrıyoruz. O zaman, diğer dünya liderlerinden tamamen farklı bir konumda olduğunu görüyoruz.
Atatürk, sadece Kurtuluş Savaşı’nı kazanan bir asker, Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran bir devlet kurucu, ilk cumhurbaşkanı, Türk milletini çağdaş uygarlığa taşıyan bir devrimci ve milletine devletini güçlendirecek ve ayakta tutacak hedefleri ve ilkeleri ortaya koyan bir önder, kendine özgü felsefesi olan bir düşünce adamı değildir. O, dünya liderlerinin bir veya ikisinin taşıdığı bu özelliklerin tamamını şahsında birleştirmiş, ender şahsiyetlerden biridir. O, bir taraftan genç Cumhuriyet’in sosyal, kültürel ve ekonomik gelişmesini sağlayacak devrimleri yaparken, diğer taraftan da milletini aklın ve bilimin rehberliğinde  “çağdaş uygarlık” hedefine yöneltmiş bir dünya lideridir.
            Atatürk, bu kişiliğe ulaşmak için büyük emek sarf etmiştir. Bilgi olmadan fikir üretilemiyeceğini ve uygulama yapılamayacağını bildiğinden, savaşırken ve hastalığı sırasında bile sürekli kitap okumuştur. Araştırmacı tarihçi Sinan Meydan, onun okuduğu kitaplar hakkında şu bilgiyi veriyor:
         879 tarih kitabı okuyarak, ‘Türk Tarih Tezi’ni geliştirmiş,
         535 edebiyat, 397 dil-dilbilim kitabı okuyarak ‘Yazı ve Dil Devrimleri’ni yapmış,
         197 siyasal bilimler kitabı okuyarak saltanatı, hilafeti kaldırıp cumhuriyeti ilan etmiş,
         195 güzel sanatlar kitabı okuyarak ‘Musiki ve Sanat Devrimi’ni gerçekleştirmiş,
         139 ekonomi kitabı okuyarak ‘Karma Ekonomik Modeli’ ortaya atmış,
         169 hukuk kitabı okuyarak ‘Medeni Kanunu’ kabul etmiş,
         104 pozitif bilimler kitabı okuyarak ‘Üniversite Reformu’nu yapmış,
         75 sosyoloji kitabı okuyarak ‘Halkevlerini’ kurmuş,
         101 eğitim öğretim kitabı okuyarak ‘Eğitim Devrimi’ni gerçekleştirmiştir.                                                                                     
Atatürk, hayatı boyunca Türk milletinin birlik ve beraberliği ile Türk vatanının bütünlüğünün korunmasına büyük özen göstermiştir.  Bu yüzden,  bugün, her zamandan daha fazla Atatürk’e ihtiyacımız vardır. Eserleriyle ve düşünceleriyle etrafında bütünleşebileceğimiz tek lider O’dur. Artık Atatürk, dil gibi, bayrak gibi, İstiklâl Marşı gibi, vatan gibi, bizi etrafında birleştiren ve bütünleştiren milli odak noktalarımızdan biri olmuştur. 
            Aramızdan ayrılışının 76. yılında, hepimizin, Atatürk’ün yaptıklarını, söylediklerini ve direktiflerini bir defa daha tarihin süzgecinden geçirmemiz ve yorumlamamız gerekmektedir. 2000’li yıllarda bizi güçlü, modern ve müreffeh bir Türkiye’ye ve “Bilgi Toplumu”nun etkin bir üyesi olmaya götürecek yol, Atatürk’ün ışıklı yoludur. Bize Türklüğümüzü hatırlatan, Göktürklerden sonra ikinci Türk adını taşıyan milli devletimizi kuran, modern çağın normlarıyla buluşturan büyük Atatürk’ü 76. Ölüm yıl dönümünde bir defa daha şükran ve minnetle anarken, eserlerine, düşüncelerine ve “Ne mutlu Türküm diyene” sözünde ifadesini bulan çağdaş milliyetçilik anlayışına milletçe sahip çıkacağımızı bir defa ifade ediyoruz.  
***
(*) Dr. Sakin ÖNER
Öğretmen, Yönetici, Şair -Yazar

Dr. Sakin ÖNER
Öğretmen, Yönetici
Şair -Yazar
5 Ekim 1947 tarihinde Denizli ilinin o zaman Çal ilçesine bağlı bulunan Dedeköy (Baklan) bucağında doğdu. Bugün Dedeköy (Baklan) adıyla Denizli’ye bağlı bir ilçedir. Babası Emniyet Komiseri Celalettin Öner, (1922-16.12.1970) annesi Denizli’nin Honaz ilçesinden ev hanımı Ulviye Öner (Akkuş)’dir. 1951-1953 yılları arasında Dedeköy (Baklan)’da dedesinin ve babaannesinin yanında kalmıştır. İki yıl köy ortamında kalan Öner, burada kırsal kesimdeki Türk insanının yaşantısını, gelenek ve göreneklerini, zengin halk kültürünü tanıma imkânını bulmuş ve bu döneme ait izler şiirlerine ve yazılarına yansımıştır.
ÖĞRENİM HAYATI
1953’te yeniden evlenen babasının yanına gitti. Babasının 1954’te Manisa’nın Kırkağaç kazasına tayini çıktı. 1954-1955 öğretim yılında Kırkağaç İlkokulu’nda ilköğretim hayatına başladı. 1955 yılı Şubatı’nda Manisa il merkezine babasının ataması çıktı. İlkokul 1. sınıfın ikinci dönemini Manisa-Murat Germen ilkokulu, 2. sınıfı Necatibey İlkokulu ve 3. sınıfı Fatih İlkokulu’nda okudu. 1957 yılının yazında Afyon ilinin Sandıklı ilçesine tayinleri çıktı. İlkokul 4. ve 5. sınıfı da Sandıklı-Ali Çetinkaya ilkokulu’nda okudu.
1959-1960 Öğretim yılında Sandıklı Ortaokulu’nda ortaokula başladı. Babası, 1960 yılında Komiserlik imtihanını kazanıp bir yıllığına Ankara’ya kursa gidince, ailece Bandırma’da hava astsubayı olan dayısının yanına gittiler. 1960-1961 öğretim yılında ortaokul 2. sınıfı Bandırma Şehit Mehmet Gönenç Lisesi orta kısmında okudu. 1961 yılında Komiser Muavini olan babasının Van’a atanması üzerine Van Atatürk Lisesi’nin ortaokul 3. sınıfına kaydoldu. Liseye de aynı okulda 1962-1963 öğretim yılında başladı ve Lise 2. sınıfı da aynı okulda okudu. 1964 yazında Yozgat’a tayinleri çıkınca lise son sınıfı, Yozgat Lisesi’nde okudu.
1964-1965 Öğretim yılında liseden mezun olan Öner, 1965 Haziranında girdiği Üniversite Giriş sınavı sonunda birinci tercihi olan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandı. Burada öğretimini sürdürürken bir günlük gazeteye (Babıâli’de Sabah) muhabir olarak girdi. Geçimini sağlamak amacıyla girdiği bu iş istikbalinin yönünü değiştirdi. 1966 yılında Bugün gazetesine teknik sekreter olarak transfer oldu. Bu arada Hukuk Fakültesi’nden ayrıldı. 1967’de yeniden girdiği Üniversite Giriş Sınavı sonucunda bu defa birinci tercihi olan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü kazandı. 1967-1972 yılları arasında bu bölümde okudu. Bu süre içinde dergicilik, kitapçılık ve yayıncılık yaptı. 1972 yılı Şubat ayında mezun oldu.
Bu arada 16.12.1970 tarihinde babası Celal Öner, Isparta ili Uluborlu ilçesi Emniyet komiseri iken vefat etti. Mezun olunca, büyük erkek evlat olarak ailesine sahip çıkmak amacıyla doğum yeri olan Denizli iline öğretmen olarak tayinini istedi. Tayini çıkıncaya kadar Işık Mühendislik Fakültesi Öğrenci İşleri Şefi olarak iki ay (Nisan-Mayıs 1972) çalıştı.
1981 yılında doktora çalışmalarını başlatan Öner, 1987 yılında doktora yeterlik sınavını verdi. İdari görevleri nedeniyle bu çalışmalara uzun süre ara verdi. Daha sonra doktora çalışmalarına yeniden hız veren Öner, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Prof. Dr. Mustafa Özkan’ın danışmanlığında “Tanzimat Dönemi’nde Dil ve Edebiyatta Milliyetçilik” konulu tezini tamamlayarak 2003 yılında Türk Dili ve Edebiyatı Doktoru oldu.
MEMURİYET HAYATI
Dr. Sakin ÖNER
Öğretmen, Yönetici
Şair -Yazar
Sakin Öner, 29 Mayıs 1972 tarihinde Denizli Lisesi Edebiyat Öğretmeni olarak memuriyet hayatına başladı. 17.02.1973 tarihinde Denizli ilinin Acıpayam ilçesi Darıveren bucağında Fidan Oymak ile evlendi. 1975 yılı Temmuz-Ekim ayları arasında İzmir-Bornova’daki Topçu Taburu’nda kısa süreli askerlik görevini yaptı ve Topçu Asteğmen olarak terhis oldu.
Askerde iken İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü’ne Müdür Yardımcısı ve Edebiyat Öğretmeni olarak tayini çıktı. 14.11.1975 tarihinde üç yıl öğretim süreli ve ortaöğretim öğretmeni yetiştiren bu okulda Tahakkuk Müdür Yardımcısı ve Türkçe Bölümü Öğretim Görevlisi olarak göreve başladı. Türkçe Bölümünde Yeni Türk Edebiyatı, Kompozisyon ve Eski Türk Edebiyatı dersleri okuttu. 08.08.1977 tarihinde ilk çocuğu dünyaya geldi. 25.04.1978 tarihinde isteği dışında, siyasi nedenlerle Sinop Lisesi’ne tayini çıktı.
Kısa bir süre Sinop Lisesi’nde çalışan Öner, çalışma şartlarının uygun olmaması ve ailesinin İstanbul’da kalması nedeniyle, çok sevdiği meslek hayatına Mayıs 1977 tarihinde istifa ederek ara vermek zorunda kaldı. 01.06.1978-01.01.1980 tarihleri arasında İstanbul’daki günlük siyasi haber gazetelerinden Hergün Gazetesi’nde önce Haber Müdürü, dokuz ay sonra da Yazı İşleri Müdürü olarak görev yaptı. 16.05.1979 tarihinde ikinci çocuğu dünyaya geldi. 01 Ocak 1980 tarihinde yeniden öğretmenlik mesleğine dönmek üzere tayinini istedi. Tayini çıkıncaya kadar büyük düşünür ve yazar S. Ahmet Arvasi’nin kurduğu Türk Gençlik Vakfı’nın müdürlüğünü yaptı ve bu vakfın yayın faaliyetlerini yürüttü. 23.03.1970 tarihinde İstanbul Kız Lisesi’ne depo öğretmeni olarak tayini çıktı. Buradan 07.04.1980 tarihinde İstanbul Şehremini Lisesi’ne Edebiyat Öğretmeni olarak atandı. Bu okulda 03.07.1981’de Müdür Yardımcısı oldu. 13.12.1982’de İstanbul Pertevniyal Lisesi’ne Edebiyat öğretmeni olarak tayini çıktı. Bu okulda 23.08.1983’te Müdür Başyardımcısı oldu. 05.12.1984’te de İstanbul Behçet Kemal Çağlar Lisesi’ne Müdür olarak atandı.
27.06.1987 tarihine kadar bu lisede müdürlük yaptıktan sonra İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’ne Müdür Yardımcısı olarak tayini çıktı. Burada Basın ve Halkla İlişkiler, Sosyal Hizmetler ve Protokol bölümlerinden sorumlu Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı.
16.10.1992 tarihinde Vefa Lisesi Müdürlüğü’ne atanan Öner, bu tarihten 28.06.1995 tarihine kadar bu görevini sürdürdü. 29 Haziran 1995 tarihinde ikinci defa İstanbul Milli Eğitim Müdür Yardımcılığı görevine atandı. Bu görevde; Basın ve Halkla İlişkiler, MLO (Müfredat Laboratuar Okulları), Program Geliştirme ve Protokol birimlerini yönetti.
01.07.1998 tarihinde Vefa Lisesi camiasının umumi isteği üzerine ikinci defa Vefa Lisesi Müdürlüğüne atandı. Bu görevi süresinde; 19 Ağustos 1999 depreminde hasar gören iki tarihi okul binasının deprem takviyelerinin yaptırılarak yeniden eğitime kazandırılması, okul birimlerinin ve donanımının tamamen modernize edilmesi, çağdaş eğitim teknolojisinin kazandırılması ve derste etkin kullanılması, multimedya destekli eğitime geçiş, okul müzesi yapımı, yurt genelinde lise öğretiminin dört yıla çıkarılıp Anadolu Liselerinin Hazırlık Sınıflarının kapatılmasından sonra, okul statüsünün yükseltilerek beş yıllık (Hazırlık+4 yıl) on liseden biri haline getirilmesi gibi çalışmaları İstanbul ve Niğde Üniversitelerinde yapılan eğitim tarihindeki yeri ve önemi konusundaki iki yüksek lisans tezine bilgi ve doküman katkısında bulunma, Vefa Lisesi kuruluşlarının ve mezunlarının da desteğiyle başarı ile sonuçlandırdı. Vefa Lisesi’nin tarihinde en uzun süre görev yapan müdür (ilk müdürlüğüyle birlikte toplam 15 yıl) olarak bu okuldaki görevini 18.08.2010 tarihinde tamamladı. Bu tarihten itibaren İstanbul (Erkek) Lisesi Müdürlüğü görevini yürütmektedir.
Bu arada 2005 yılında Milli Eğitim Bakanlığınca ilk defa uygulamaya konulan öğretmenlik kariyer basamakları uygulamasında, en yüksek puanı alarak kendi alanında “BİRİNCİ” sırada BAŞÖĞRETMEN unvanını kazandı.
EDEBÎ HAYATI
Sakin Öner’in edebiyatla ilgisi, 1957 yılında Afyon ilinin Sandıklı ilçesinde Ali Çetinkaya ilkokulu’nda 4. sınıfı okurken başladı. Sınıf arkadaşlarından Mete Öner (daha sonra ODTÜ Mühendislik Fakültesinde öğretim üyesi oldu. Halen ABD’de öğretim üyesi olarak bulunuyor), kendisini kitap okuma, şiir yazma ve dergi çıkarma konularında yönlendirdi. Aziz Nesin’in o tarihe kadar çıkan bütün mizahi hikaye ve romanlarını okudu. Nebioğlu Yayınlarından yayınlanan Bütün Dünya dergilerini muntazam takip ediyordu. Ayrıca ilkokul 1. sınıftan itibaren eve alınan Milliyet gazetesinin haberlerini, köşe yazarlarını ilanlarına kadar okurdu. Mete Öner’in kuzeni Ahmet İnam (halen ODTÜ’de Felsefe Profesörü) da katılmasıyla sınıfta üç kişilik bir edebiyatçılar grubu oluşturdular.
O zamanlarda kullandığımız defterler ya saman kağıt, ya da ikinci üçüncü hamur kağıttı. Birinci hamur kağıt çok kıymetli olduğu için dosya kağıdı olarak sadece ödevlerde kullanılırdı. Babası da ödevler için bir top birinci hamur dosya kağıdı alır, ihtiyaç olunca ihtiyacı kadar verir, gerisini saklardı. Fakat Öner, dergi çıkarmak için, kağıt paketini babasının sakladığı yerde bulur ve bir kısmını alırdı. O kâğıtları ortasından ikiye katlar ve dergisi gibi yapardı. Gördüğü dergileri taklit ederdi. Derginin yazarları, kendinden başka Mete Öner ve Ahmet İnam’dı. Bu dergide şiirler ön plandaydı, ayrıca haberler, yazılar, yararlı bilgiler yer alırdı. İsmini hatırlayamadığı resmi güzel olan bazı sınıf arkadaşları da derginin boş yerlerine resim yaparlardı. Bu yeni başlayan edebiyat ve dergi merakı, bir gün kâğıtların azaldığını gören babasının dikkatini çekti ve kısa bir sorgulanmadan sonra gerçek ortaya çıktı. Hem kâğıtları izinsiz alıp israf ettiği ve hem de ders çalışmayıp boş işlerle uğraştığı için babasından güzel bir dayak yedi. Bu olay, Öner’in dergicilik hevesini kursağında bıraktı, fakat şiir yazma isteğini frenleyemedi.
a. İLK ŞİİRİ
Sakin Öner, ilk şiirini 1957 yılında, ilkokul dördüncü sınıfta iken yazdı. “Gurbet” başlıklı bu şiir aynen şöyleydi:

Gurbetteyim bugünlerde
Geziyorum sahillerde
Oturup ağlıyorum
Hicran dolu bahçelerde

Sızlar gizli yaralar
Gönlümde hatıralar
Günler geçerde sonra
Yaşlar gönlüme dolar

Ayrı düştüm sıladan
Kan damlıyor yaradan
Gurbet ayırma beni
Yurttan, eşten ve dosttan.

Öner, yıllar sonra, on yaşındaki bir çocuğu, bu koyu melankiye, bu derin gurbet ıstırabına sürükleyen duygunun ne olduğunu kendi kendine sordu. Simasını hatırlayamadığı annesinin ilk çocukluk yıllarında ölümünden sonra, çocukluğunun ilk anılarının oluştuğu Dedeköy (Baklan)’de, dedesinin ve babaannesinin yanında geçirdiği ve bütün köyün de sevgi ve şefkatiyle kendisini kucakladığı yılların, uzağında kalmanın hüznünün böyle bir şiirin yazılmasına vesile olduğu sonucuna vardı.
Öner’in çocukluk yıllarına ait ilginç bir anekdotu da, konuyla ilgisi nedeniyle belirtmekte yarar bulunmaktadır. Büyüklerin anlattığına göre daha henüz beş yaşında bir çocukken büyüklerin peşinden camiye gider, safa dururmuş. İmam, namazı kıldırmak için “Allahuekber” der demez, Öner de yüksek sesle “Feyzamet beni bekler” (Feyzamet, Öner’in dedesinin evinin zemin katındaki Feyzi Ahmet isimli terzinin halk ağzındaki adıydı, dermiş. Tabii bütün cemaat gülmeye başlar, namaz bozulur, “kerata yine yapacağını yaptı” denilip camiden kovalanır ve namaza yeniden başlanırmış. Köylünün hem kızıp, hem güldüğü ve yıllarca unutmadığı bu anekdotta Öner’in daha şiiri tanımadığı o yaşta, böyle kafiyeli bir söz üretebilmesi, belki de ondaki şiir yazma yeteneğinin ilk işareti sayılabilir.
b. DERGİCİLİK VE GAZETECİLİK MERAKI
Sandıklı Ali Çetinkaya İlkokulu’nu bitirip, 1959-1960 öğretim yılında Sandıklı Ortaokulu 1. sınıfına girince, kendisi ile birlikte edebiyata meraklı olan Mete Öner ve Ahmet İnam gibi iki yakın arkadaşından ayrıldı. Artık yalnız başınaydı ve şiire merakı had safhadaydı. Dergi çıkarma merakı yine depreşmişti. Bu defa Spor Kolu Başkanı olarak topladığı aidatlarla kâğıt alarak Nuri Bilgin(Prof.Dr. Ege Üniversitesi) ve Hasan Hüseyin Palan (daha sonra Avukat oldu) isimli arkadaşlarıyla bir dergi hazırladı. Ülke Yayınevi adıyla bir yayınevi kurduğunu düşünerek bu yayınevi adına mühür kazıttı. Öner, hazırladıkları bu dergiyi bastırmak için bir gün evden kaçıp, Afyon’a gidip, oradaki matbaalarla görüşüp, geç vakit eve dönünce, babasından edebiyat merakının ikinci dayağını yedi.
Ortaokul 2. sınıfa geçtiğinde, babasının Ankara’ya Komiserlik Kursuna gitmesi üzerine ailece Bandırma’daki dayılarının yanına gittiler. Deniz kıyısındaki nezih ve şirin görünümü, doğal güzelliği ve aynı zamanda eğitim düzeyi yüksek halkıyla modern bir ilçe olan Bandırma, Sakin Öner’deki şiir yazma arzusunu iyice kamçıladı. Bu arada, dayısının ve teyzesinin zengin kitaplığındaki kitapları peşpeşe yutar gibi okuyordu. Orta 2. sınıfı Bandırma Şehit Mehmet Gönenç Lisesi’nde okuyacaktı. Okulun adı ilgisini çekmişti ve Kore Savaşları’na katılan Bandırmalı Üsteğmen Mehmet Gönenç’in Kunuri savaşlarında, kendilerinden kat kat üstün Çin birliklerine uzun süre direndikten sonra kahramanca şehit edilişinin hikâyesini öğrenmişti. Bandırma’da 1962 yılı başında ilk yazdığı şiir, Şehit Mehmet Gönenç’in Ruhuna İthaf isimli şiirdir. Bu şiir, Gönenç’in vefat yıldönümü olan 28 Nisan 1961 tarihinde Bandırma-Ufuk Gazetesi’nde yayımlandı. Öner’in ilk yayımlanan şiiri budur. Öner’in matbaa ile ilk tanışışı da bu vesileyle olmuş ve bu ilişki ömür boyu devam etmiştir. Öner’in, Sandıklı’da yazdığı ilk şiiri olan “Gurbet” de bu gazetede ikinci şiiri olarak yayımlanmıştır.
c. MÜNEVVER ÖĞRETMEN
Bandırma’da onu asıl etkileyen ve edebiyat dünyasının büyüleyici atmosferine sokan kişi iseTürkçe Öğretmeni Münevver Yardımsever oldu. Öner’de şiir yeteneğini gören bu öğretmen, her dersine onu tahtaya kaldırıp bir şiirini okutarak başlardı. Girdiği sınıflarda birer Türkçe yarışma ekibi oluşturan bu öğretmen, kendi sınıfında Öner’i yarışma grubunun sözcüsü yapmıştı. Münevver Öğretmen haftada bir gün öğlenci olan sınıflarını iki saat erken getirterek diğer Türkçe öğretmenleriyle birlikte Türkçe ve Edebiyat konularında yarıştırıyordu. Ayrıca, bibliyografya defteri tutturuyor ve her hafta bir kitap okumayı şart koşuyordu. Öner, o öğretim yılında Varlık Yayınları’nın çoğunu okudu. Kendini doludizgin edebiyat dünyasında bulan Öner’in, birinci dönem sonunda karnesinde beş zayıfı vardı. Bu duruma, ders çalışmayıp kitap okumasının ve şiir yazmasının neden olduğunu düşünen annesinin tepkisi büyük oldu. Fakat atı olan Üsküdar’ı çoktan geçmiş, Öner, edebiyatın zengin dünyasına kendini kaptırmıştı. Türkçe Öğretmeni Münevver Yardımsever, Sakin Öner’in kilidini açmış, edebiyatın büyüleyici ortamına bırakıvermişti. Öğretim yılı sonunda Öner’in üç zayıfı vardı ve ikmale kalmıştı, fakat ellinin üzerinde kitap okumuştu. Hepsinin ötesinde şiire ve genel olarak edebiyata sevgisi tutkuya dönüşmüş ve bu konuda özgüveni artmıştı. Artık sadece şiir yazmıyor, güzel şiir okuyordu.
Bu arada aynı okulda Edebiyat öğretmeni olan, Atatürk şiirleri ve halk edebiyatı üzerindeki çalışmaları ve eserleri ile tanınan Haşim Nezihi Okay’ın da Öner’in şiir düzeyinin gelişmesinde büyük katkısı olmuştur. Okay, Öner’in kendisine götürdüğü amatör şiir çalışmalarını büyük bir ciddiyetle inceleyerek eleştirir ve değerlendirirdi.
d. EN BÜYÜK LABORATUAR: VAN
Sakin Öner için en büyük laboratuar, Van oldu. Babasının Van’a Merkez Karakolu Komiseri olarak tayininden sonra Öner, 1961-1962 öğretim yılında Van Atatürk Lisesi ortaokul 3. sınıfına nakil yaptı. Daha okula gider gitmez edebiyat alanında kendisi gösterdi. Artık, milli bayramlar ve törenlerin değişmez elemanı idi, okul adına günün anlamına uygun şiiri o okuyordu.
Van’da o zaman çok hareketli bir sanat ve kültür hayatı vardı. Çok faal tiyatro ve folklor etkinlikleri yapan Van Folklor ve Turizm Derneği, çeşitli yarışmalar düzenleyen Van Kültür ve Kalkındırma Derneği vardı. Dört matbaada dokuz günlük gazete yayımlanıyordu. Yeşil Van, Van Ekspres, İki Nisan ve Serhat Postası bunlardan bazılarıydı. Bandırma’da bulaşan matbaa mürekkebi, Öner’i kısa süre sonra bu matbaalara ve gazetelere çekti. Önce Öner’in şiirleri bu gazetelerde yayınlandı.
1962 yılı Mayıs’ında Van Kültür ve Kalkındırma Derneği tarafından yapılan Orta okullararası Şiir Okuma Yarışması’nda kendi yazdığı şiirle üçüncü oldu. Kendisine Necip Fazıl Kısakürek’in yeni yayımlanan Çile kitabı hediye edildi. O yarışmada Liselerarası Şiir Okuma Yarışması’nda bir öğrenci Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü şiiriyle birinci olmuştu. Bu şiirden çok etkilenen Öner, hemen şiiri ezberlemeye koyuldu. Bu şiirle bir yıl sonra 1963 Mayıs’ında yapılan Liselerarası Şiir Okuma Yarışması’nda “birinci” oldu. Bu şiirin Sakin Öner’in ruh ve düşünce dünyasının oluşmasına çok büyük katkılar yaptığını söyleyebiliriz. Artık Öner, Van Atatürk Lisesi’nde “şair” sıfatıyla tanınıyordu.
Ortaokul 3. sınıfta okul idaresinden izin alarak şahsı adına “Doğuş” adıyla bir duvar gazetesi çıkardı. Bu gazetedeki bütün yazı ve şiirler kendisine aitti. Lise 1. sınıfa geçtiğinde Okul Müdürlüğü, okulun Kültür ve Edebiyat Kolu Başkanlığına Öner’i getirdi. Okulun camekanlı büyük bir duvar gazetesi vardı. Artık onu o çıkarıyordu. Gazetede makale, deneme, röportaj, hikâye, şiir, haber, karikatür, bulmaca ve spor olmak üzere çok çeşitli türlere ve konulara yer veriliyordu. Onbeş günde bir değişen bu gazetede kendisine çeşitli haberler ve spor haberlerinde Cafer İpek, karikatür ve bulmacada da Metin Haldenbilen isimli bir arkadaşı kendisine yardım ediyordu. 1962 yazında Ağrı’da bulunan teyzesinin yanına gittiğinde orada yayınlanan günlük Mesuliyet gazetesi ile temasa geçti. Bu gazetede de “GÜN-KİN” isimli şiiri yayımlandı.
Lise 1. sınıfta iken 1963 yılında Sakin Öner Yeşil Van gazetesinde “Bahçemin çiçekleri” başlıklı bir sütunda “Bülbül” mahlasıyla günlük fıkralar yazmaya başladı. Mahlas kullanmasının nedeni, ailesinin bu tür çalışmalara, derslerini aksatacağı gerekçesiyle çok karşı olmalarındandı. İçindeki yazma aşkını frenleyemeyen Öner, takma isimle de olsa yazmayı sürdürüyordu. Artık yazma işini, gazetelerdeki kendisinden yaşça büyük ve deneyimli köşe yazarlarıyla polemiğe girmeye kadar götürmüştü. Bu arada Yeşil Van ve diğer gazetelerde sık sık şiirleri yayımlanıyordu. Bu arada Serhat Postası isimli gazetenin açtığı şiir yazma yarışmasında üçüncü oldu. Bir gün, yeni taşındıkları evin sahibiyle girdiği polemiği içeren “Ev, ev, yine ev…” başlıklı bir yazıya rastlayan babası, “Bülbül” mahlaslı yazıları onun yazdığını anladı. Fakat, hayret ki, hem fazla yüzgöz olmadı, hem de kızmadı. Belki de gizli gizli gurur duydu. Bu süreç, Van’dan Yozgat’a tayin oldukları 1964 yazına kadar devam etti.
e. YOZGAT’TAN İSTANBUL’A
Babasının 1964 yazında Yozgat’a tayin olması üzerine Öner, Lise 3. sınıfı Yozgat Lisesi’nde okudu. Öner, artık diplomanın kokusunu almıştı. Bu nedenle, şiir yazmayı sürdürse de, gazetelerde yayınlanmasına ara verdi. Derslerine ağırlık verdi. Yine de, şiir okuma yarışmalarında birinci oluyor, okulun Kültür ve Edebiyat Kolu faaliyetlerini yürütüyordu. En yakın sınıf arkadaşı Cemil Çiçek’ti. Daha sonraki yıllarda politikada bakanlığı, başbakanlığa kadar yükselecek olan bu arkadaşının bu konudaki potansiyelini o zamanlardan fark etmişti.
Öner, 1964-1965 Öğretim yılında Yozgat Lisesi’den mezun oldu ve o yaz yapılan üniversite giriş sınavlarında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini ön sıralarda kazandı. Mezun olduğu 6 Edebiyat D sınıfından o yıl aynı Fakülteyi 13 kişi kazandı. Öner, bunlardan biri olan Cemil Çiçek’le İstanbul’a geldi.
Sakin Öner, ailesinden, Van ve Yozgat’taki arkadaşlarından aldığı etkilerle milliyetçi ve maneviyatçı duyguları ağır basan, fikri ve siyasi hareketlerle ilgilenen, şiir ve esir alanında epey deneyim kazanmış bir genç olarak İstanbul’a gelmişti. Çatalca’da eşi Yüzbaşı olan teyzesinden başka İstanbul’da kimsesi yoktu.
Hukuk Fakültesi’ne Çatalca’dan her gün 05.30’da otobüse binerek geliyor, 1. sınıfı okuduğu bin kişilik Büyük Anfi’de ön sıralarda yer bulamıyor, bu da dersi yeterince dikkatli takip etmesine engel oluyordu. Çatalca’ya varışta erken kalktığı için yemekten sonra erkenden uyumak durumunda kalıyor ve dolayısıyla ders çalışamıyordu. Birkaç ay sonra Fatih semtindeki Denizli Yurdu’na taşınarak artık İstanbullu oldu.
İstanbul’a yerleşince biraz geçim sıkıntısı, biraz da gazetecilik merakı iş aramasına yol açtı. 1965 sonbaharında Hüseyin Avni Alpay ve Mehmet Emin Alpkan tarafından Babıâlide Sabah adıyla milliyetçi ve muhafazakâr günlük bir gazete yayımlanmaya başlamıştı. Genel Yayın Müdürü “Ergun Göre”, üç gün gidip gelip iş isteyen bu genci, belki de başından savmak için, Milli Türk Talebe Birliği’nde aynı gün peşpeşe düzenlenen Prof. Dr. Sabahattin Zaim ve Alparslan Türkeş’in konferanslarını takip edip haberini yapmak için gönderdi. O akşam gazeteye gelip haberleri verirken İstihbarat Şefi Hasan Kormazcan’la tanıştı. Daha sonra uzun süre milletvekilliği ve Meclis Başkan Vekilliği yapan Korkmazcan’a haberleri teslim eden Öner, ertesi gün haberlerinin aynen gazetede yer aldığını görünce çok mutlu oldu. Artık her gün habere çıkıyordu. Üniversite ve eğitim muhabiri olmuştu. Hata sonunda 75 lira haftalık verdiler. Bu aylık 300 lira demekti ve bir öğrenci için çok büyük paraydı. İki aylık Hukuk Fakültesi arık yavaş yavaş okulu asmaya ve gazetecilik mesleğine yoğunlaşmaya başlayacaktı. Yıl 1965, ayı Aralık’tı.
Öner’in birkaç ay sonra gazetede haberlerinin dışında röportajları da yayınlanmaya başladı. Taner Karahasanoğlu ile birlikte gençliğin sorunlarını ele alan bir köşeyi de yönetiyordu. Bu köşede arada sırada şiirlerine de yer veriyordu. Bu köşede yayımlanan “Ayasofya’da Bahar” isimli şiiri, Konya’da çıkan Yeni Ümit dergisinin arka kapağında da yayımlanmıştı. Bu gazetede en yakın arkadaşlarından biri, Gaziantep’ten milliyetçi mücadeleleri nedeniyle İstanbul’a gelmek zorunda kalan, günümüzün tanınmış gazeteci-yazarlarından Necdet Sevinç’ti. Bir diğer yakını da, kendisine ağabeylik yapan yazar Cavit Ersan’dı.
Mehmet Şevki Eygi 1966 sonbaharında Bugün gazetesini çıkarmaya hazırlanıyordu. Yeni kadroyu kurarken davet ettiği isimlerden biri de, Sakin Öner’di. Öner, bu gazeteye Teknik Sekreter kadrosuyla ve 650 lira maaşla transfer olur. Bu gazetede teknik sekreterliğin yansıra özel haberlerini ve röportajlarını da yayımlar. Gazetede yayımlanan bir haber dolayısıyla Eygi ile tartışan Öner gazeteden ayrılır.
Öner, bugün gazetesinden ayrıldıktan sonra altı ay Mümin Çevik’in sahibi olduğu Üçdal Neşriyat’ta sekreter ve musahhih olarak çalıştı. Bu arada, 1 Kasım 1966 tarihinde Ali Muammer Işın ve Ahmet Karabacak tarafından Millî Hareket adıyla Alparslan Türkeş’in lideri olduğu cumhuriyetçi köylü Partisi (CKMP)’ni destekleyen milliyetçi düşünceyi temsil eden onbeş günde çıkan dergi yayımlanmıştı. Bu derginin 15 Aralık 1966 tarihli 4. sayısında Öner’n “Bekamız İçin Birleşmeliyiz” başlıklı ilk yazısı yayımlandı. Ali Muammer Işın’ın ayrılması üzerine 8. sayıdan itibaren derginin sahibi Ahmet B. Karabacak oldu. Bu sayıdan itibaren Öner de, derginin Teknik Sekreteri oldu. Öner 48. sayıdan itibaren derginin Genel Yayın Müdürü oldu. Dergi, Eylül 1970’de yayımlanan 50. sayısı ile kapandı.
Millî Hareket Dergisi’nin Beyazıt’taki Beyaz Saray Çarşıları’nın bodrum katında 41 numaraydı. Bir müddet sonra burada Milli Hareket Yayınevi de kuruldu. Öner, burada fikri ve edebi yayınların satışını da yapıyordu.
1969 yılında kurulan Ülkü Ocakları Birliği’nin de Genel Sekreteri olan Öner, bu dönemde, Birlik tarafından konferansı kitap haline getirerek bastırdı. Erol Kılıç’ın başkanlığı döneminde de Birlik adına Ergenekon adıyla bir dergi yayımladı. Bu arada, Cavit Ersin’in Milli Ekonomi ve Ziraat, Mustafa Eşmen’in Türk Köyü ve Öncüler dergisinde fikrî yazıları yayımlandı.
Millî Hareket Yayınevi, 1970 yılında Cağaloğlu’na taşınınca Beyazsaray 41 numara Öner, Ergenekon adıyla bir yayınevini kurdu ve Alparslan Türkeş’in Genişletilmiş Dokuz Işık kitabını yayımladı. 1972 yılı başında Ömer Seyfettin’in “Milli Tecrübelerinden çıkarılmış Ameli Siyaset” isimli eserini Osmanlıca’dan yeni yazıya çevirerek sadeleştirdi. Bu çalışması Göktuğ Yayınevi tarafından “Amelî Siyaset” adıyla bastırıldı. Bu, Öner’in basılan ilk kitabıdır.
1972 Mayıs’ında Denizli Lisesi’nde öğretmenliğe atanınca Ergenekon Yayınevi’ni gençlere bıraktı. Denizli Lisesi’ndeki görevi sırasında sınıf ve okul gazetelerinin çıkarılmasına öncülük etti, Mevlana ve Âşık Veysel’le ilgili yazdığı senaryolar sahneye koydu, önemli şairlerimizin anma günlerini yaptı. Okula edebi ve kültürel faaliyetler yönünden bir hareket getirdi. Orada iken yazdığı Abdülhak Hamit Tarhan isimli biyografi çalışması, 1974’te Toker Yayınları’nca basıldı. Ömer Seyfettin’in “Türklük Mefkûresi” isimli eserini de Osmanlıca’dan yeni yazıya çevirerek “Türklük Ülküsü” adıyla 1975’te Türk Kültür Yayınları arasında yayımlattı.
1975 Kasımında İstanbul’a Atatürk Eğitim Enstitüsü Müdür Yardımcısı ve Öğretim Görevlisi olarak döndükten sonra, bir taraftan anarşinin at koşturduğu okulda düzeni sağlamaya ve derslere girmeye çalışırken, bir taraftan da edebî çalışmalarına devam etti. Burada görev yaptığı üç yıl içinde Ülkücü Şehitlere Şiirler (1975) ve Ülkücü Hareket’in Şiirleri ve Marşları (1976) isimli antolojileri, Arif Nihat Asya (1978) isimli biyografi kitabını, Müslim Ergül ve Osman Nuri Ekiz’le birlikte Eğitim Enstitüleri Türkçe Bölümü 2. sınıf Yeni Türk Edebiyatı (Servet-i Fünûn’dan Cumhuriyet’e kadar) isimli ders kitabını hazırladı ve yayımlattı. Ortadoğu gazetesinde de bazı edebi makaleleri yayınlandı. Bu arada, aralarında S. Ahmet Arvasi’nin de yer aldığı bu okulda görev yapan yirmi arkadaşıyla Dokuz Işık adıyla bir yayınevi kurdu ve bu yayınevi iki yılda on kitap yayımladı. Öner, şimdi geriye dönüp baktığında, her gün anarşik olayların yaşandığı arada öğretmenlerin ve öğrencilerin dövüldüğü ve yaralandığı hatta öldürüldüğü saat 08.00’den 24.00’e kadar devam eden bir mesai sırasınca bu kadar çalışmanın nasıl yapılabildiğine şaşırmakta, bunu gençliğine, davasına olan inancına ve heyecanına bağlamaktadır.
1978 yılı ortalarında, Sinop’a tayin olduğu ve orada anarşi nedeniyle güvenli bir çalışma ortamı bulamadığından çok sevdiği mesleğinden istifa etmek zorunda kaldı. Bu yıl içinde mezuniyet tezi olan Yusuf Akçura’nın Türk Yılı (1928)’nda yer alan Türkçülük isimli 128 sahifelik uzun makalesini Osmanlıca’dan yeni yazıya çevrilmesini, sadeleştirmesini, önemli kişi, kurum ve kavramlarla ilgili notları içeren çalışmasını Türkçülük adıyla Türk Kültürü Yayınları arasında yayımlattı.
Bu arada, hayatının üçüncü gazetecilik dönemi olan Hergün gazetesinde Haber Müdürü olarak göreve başladı. Gazetede, bir taraftan bu görevi yürütürken, bir taraftan da haftada üç gün “Ülkücünün Gündemi” isimli köşede güncel siyasi konularda fıkralar ve önemli olaylarda 1. sahifede imzasız yorumlar yazıyordu. “Öz Yurdumda Garibim” başlıklı yurtlardan atılan milliyetçi öğrencilerin dramını anlatan röportajı ile 1978 yılında Ülkücü Gazeteciler Cemiyeti’ne “En İyi Röportaj Yazarı” seçildi.
1979 yılında yine bu gazetede çalışmasını sürdürürken Toker Yayınları’ndan Nihal Atsız isimli biyografik çalışmasını, Su Yayınları’ndan Köy Enstitülerinden Eğitim Enstitülerine isimli araştırma kitabını yayımlattı. 1979 yılı başlarında gazetenin boşalan Yazı İşleri Müdürlüğü’ne getirildi. Dokuz ay bu görevi sürdürdükten sonra yıl sonunda öğretmenlik görevine dönmek için Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurdu. 1980 yılı Mart’ında İstanbul Kız Lisesi’nde depo öğretmeni olarak göreve döndükten sonra Nisan ayına da Şehremini Lisesi’ne atandı.
12 EYLÜL’DEN GÜNÜMÜZE
Sakin Öner 12 Eylül 1980 İhtilâli’den sonra, Şehremini Lisesi’nde Müdür Yardımcısı olarak yeniden idarecilik görevine başladı. Burada okulun Kültür ve Edebiyat Kolu çalışmalarını yürüttü. Doğa isimli bir okul dergisinin yayınlanmasına öncülük etti. Bu arada Eğitim Enstitüsü’nde iken hazırlamaya başladığı Kompozisyon Sanatı (Düzenli Konuşma ve Yazma Sanatı) isimli kitabı tamamladı. Bu kitap, 1981 yılında Veli Yayınları tarafından yayımlandı. Ortaöğretim ve Yüksek Öğretim kurumlarında ders kitabı olarak okutulan bu kitap, Öner tarafından ancak 2005 yılında güncelleştirildi ve genişletildi. Okulun Tiyatro Kolu’nu da yürüten Öner, 1981 yılında “Gün Işığı” isimli oyunla Milli Eğitim Vakfı 1. Tiyatro Yarışması’na katıldı ve başarı kazanıldı. Aynı yıl Veli Yayınları’ndan İmla-Noktalama ve Cümle Bilgisi, Örnek Açıklamalarla Atasözleri ve Özdeyişler isimli kitabını yayımlattı.
Şehremini Lisesi’nden sonra 1982 sonunda Pertevniyal Lisesi’ne atanan Öner, burada Müdür Başyardımcılığı ve Müdür Vekilliği görevlerini yürüttü. 1984 yılı sonunda da Sarıyer Behçet Kemal Çağlar Lisesi’ne Müdür olarak atandı. Bu yıllarda tamamen eğitim-öğretim konularında yoğunlaştığı için edebî çalışmalarına ara verdi. Sadece il çapındaki törenlerin senaryolarını yazdı, sunumları yaptı. İl yöneticilerinin tören konuşmalarının hazırlanmasına katkıda bulundu. Bu çalışmalar 1987 yılında Öner’i İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne Şube Müdürü olarak taşıdı. Basın ve yayın hayatın bilmesi ve ilişkilerinin iyi olması nedeniyle Basın ve Halkla İlişkiler Bölümü’nün başına getirildi.
İki yıl sonra Milli Eğitim Müdür Yardımcılığı’na terfi etti. Kendisine ek olarak Öğretmenevleri ve Sosyal Hizmetler Bölümü’nün sorumluluğu verildi. Beyoğlu, Sabancı ve Cankurtaran Öğretmenevleri’nin gelişmesi, Kızıltoprak Emekli Öğretmen Evi’nin Milli Eğitim’e intikali ve Burgazada Öğretmenevi’nin kuruluşu konusunda çalışmalar yaptı. Altunizade’deki metruk olan Adile Sultan Kasrı’nın restoresini ve tefrişini yaptırarak burasını İl Milli Eğitim Müdürü Turgut Akan’la birlikte Öğretmen Kültür Merkezi haline getirdi. Burada şair, yazar, ressam, müzisyen, fotoğraf sanatçısı, folklorcu ve tiyatrocu öğretmenleri opladı. Şiir dinletileri, açık oturumlar, paneller, konser ve tiyatro gösterileri düzenledi. 1992 Haziran’ında İstanbul Öğretmenleri 1. Kültür ve Sanat Şöleni’ni gerçekleştirdi.
1992 yılında Prof. İskender Pala ve Rakin Ertem’le birlikte Ortaokul 1.,2. ve 3. sınıflar için Türkçe ve Dil Bilgisi kitaplarını hazırladı. Bu altı kitap Deniz Yayınları tarafından yayımlandı. Beş yıl süre ile okutulan bu kitaplar eğitim camiasında büyük ilgi gördü.
1992 yılı sonlarında Vefa Lisesi Müdürlüğüne atanan Öner, 1995 yılı ortalarında tekrar İl Milli Eğitim Müdür Yardımcılığı görevine döndü. Basın ve Halkla İlişkiler Bölümü’nü yürütmeye devam ettiği bu dönemde Milli Eğitimin İçinden adıyla bir kurumiçi halkla ilişkiler dergisi çıkardı. 1997 yılında Vefa Lisesi’nin 100. kuruluş yılı anısına bir anı kitabı hazırladı. Bu kitap Vefa Eğitim Vakfı yayını olarak “Vefa Lisesi 125. Yıl Anısına” adıyla yayımlandı. 1997 yılı sonlarında seçtiği öğretmenlerle Milli Eğitim Bakanlığı’nın talimatıyla Lise 9., 10. ve 11. sınıfların Edebiyat, Kompozisyon ve Türk Dili kitaplarının yazımını sağladı ve editörlüğünü yapı. 2005 yılında da yeni öğretim programları ve tekniklerine göre hazırlan Lise 9. sınıf Türk Edebiyatı kitabının da editörlüğünü yaptı. Özlü Sözler isimli kitabı da1998 yılında Yuva Yayınları tarafından basıldı.
1998 yılı ortalarında yeniden Vefa Lisesi Müdürlüğü’ne dönen Öner, Kırk yılı aşkın bir süredir yazdığı şiirlerini topladı. Değerli Şairlerimiz Mehmet Zeki Akdağ, Ayhan İnal, Bestami Yazgan ve Yusuf Dursun’un beğenisi üzerine ilk şiir kitabını 2002 yılında İlk Dersimiz Sevgi adıyla yayımladı.
Sakin Öner, son olarak Vefa Lisesi’nin 13. kuruş yıldönümü münasebetiyle Edebiyat Öğretmenleri Hayri Ataş ve Hatice Gülcan Topkaya ile birlikte Vefa Lisesi 135. Yıl Anısına isimli kitabı hazırladı. Bu arada 2001 yılından bu yana Yeşil-Beyaz isimli okul dergisinin yayınlanmasına öncülük etti ve bu derginin her sayısında bir yazısı yer aldı.
12 Eylül 1980’den sonraki dönemde başta Güneysu, Türk Edebiyatı, Dil ve Edebiyat olmak üzere çeşitli dergilerde yazıları ve şiirleri yayımlandı.
ESERLERİ:
Osmanlıcadan günümüz Türkçesi’ne çeviriler:
1. Amelî Siyaset: (Milli Tecrübelerden Çıkarılmış Amelî Siyaset), Yazan: Ömer Seyfettin, Göktuğ Yayınevi, İstanbul 1972.
2. Türklük Ülküsü: (Türklük Mefkûresi); Yazan: Ömer Seyfettin, Türk Kültür Yayınları, İstanbul, 1975.
3. Türkçülük: (Türk Yılı, 1928 isimli yıllıkta yer alan Yusuf Akçura’ya ait 128 sahifelik makale, Sadeleştirme, biyografi ve notlar ekleriyle); Türk Kültür Yayınları, İstanbul, 1978. (Sakin Öner’in Prof. Dr. Mehmet Kaplan nezaretinde hazırladığı mezuniyet tezi olan bu çalışmanın daha sonra çeşitli yayınevleri tarafından taklidi basılmıştır.)
Antolojiler:
4. Ülkücü Şehitlere Şiirler, Dede Korkut Yayınevi, İstanbul 1975.
5. Ülkü Hareketin Şiirleri ve Marşları; Dede Korkut Yayınevi, İstanbul 1976.
Biyografiler:
6. Abdülhak Hamit Tarhan; Toker Yayınları, İstanbul 1974.
7. Nihal Atsız; Toker Yayınları, İstanbul 1979.
8. Arif Nihat Asya, Toker Yayınları, İstanbul, 1978.
Fikri Çalışmalar:
9. Ülkücü Hareketin Meseleleri; Toker Yayınları, İstanbul, 1977.
10. Köy Enstitülerinden Eğitim Enstitülerine; Su Yayınları, İstanbul, 1979.
Eğitim Tarihi Araştırmaları:
11. Vefa Lisesi 125. Yıl Anısına; Vefa Eğitim Vakfı Yayını, Cem Ofset, İstanbul 1997.
12. Vefa Lisesi 135. Yıl Anısına, (Hayri Ataş ve Hatice Gülcan Topkaya ile birlikte) Vefa Lisesi Yayın Kulübü Yayını No:1, İstanbul, 2007.
Şiir:
13. İlk Dersimiz Sevgi, Cem Ofset, İstanbul 2002.
Ders Kitapları ve Yardımcı Kitaplar:
14. Yeni Türk Edebiyatı II (Servet-i Fünûn’dan Cumhuriyet’e kadar) (Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü II. Sınıf ders kitabı, Müslim Ergül ve Osman Nuri Ekiz’le birlikte), Toker Yayınları, İstanbul 1978.
15. Kompozisyon Sanatı (Düzenli Yazma ve Konuşma Sanatı); 1. Baskı: Veli Yayınları, İstanbul 1981, Genişletilmiş 1. Baskı, Yuva Yayınları, İstanbul 2005.
16. İmla-Noktalama ve Cümle Bilgisi; Veli Yayınları, İstanbul, 1981.
17. Örnek Açıklamalarla Atasözleri ve Özdeyişleri, Veli Yayınları, İstanbul 1981.
18. Özlü Sözler, Yuva Yayınları, İstanbul 1998.
19. Ortaokul Türkçe 6.- 7.- 8. sınıf (Prof. Dr. İskender Pala ve Rekin Ertem ile birlikte): Deniz Yayınları, İstanbul, 1992.
20. Ortaokul Dil Bilgisi 6.- 7.-. 8. sınıf (Prof. Dr. İskender Pala ve Rekin Ertem ile birlikte): Deniz Yayınları, İstanbul, 1992.
Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı’nca lise öğretmenlerine hazırlatılan Lise 9., 10. ve 11. sınıflar Edebiyat, Kompozisyon ve Türk Dili derslerinin editörlüğünü yaptı. Yine Bakanlıkça 2005 yılında yapılandırmacı öğretim metodu ve yeni müfredat programına göre hazırlatılan Lise 9. sınıf Türk Edebiyatı Ders Kitabı’nın editörlüğünü yaptı.
SÖYLEŞİ
SAKİN ÖNER: “AHMET ARVASİ, ZİYA GÖKALP’İN ÇİZGİSİNDEYDİ”
Röportaj: Hüdavendigâr Onur
S.AHMET ARVASİ NASIL BİR KİŞİLİĞE SAHİPTİ

Türk-İslâm Ülküsünün Mütefekkiri S.Ahmet Arvasi 24 yıl önce 31 Aralık 1988 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Arvasi, çok yönlü bir şahsiyetti. Bir fikir ve dâva adamı olmasının ötesinde eğitimci, şair ve yazardı. Büyük bir idealist ve eylem adamıydı. Çok kültürlü gerçek bir entellektüeldi. Bir ‘Mektep adam’dı. Tavizsiz bir müslüman ve şuurlu bir Türk milliyetçisiydi.Ahmet Arvasi, bir misyon(amaç) ve vizyon(hedef) sahibiydi. Misyonu; Türk gençliğine ve milletimize “ilâ-yı kelimetullah” idealini ve Türk-İslâm ülküsünü benimsetmekti. Vizyonu ise, bu ideal ve ülkünün milli ruhla yetiştirilecek gençler eliyle dünyaya yayılmasına vesile olmaktı. Bütün ömrünü bu amaç ve hedef uğrunda çalışmayla geçirdi.Onun şahsiyetinin ağır basan yönü eğitimciliğiydi. Gerek 27 yıllık öğretmenlik hayatında, gerekse emeklilik hayatında eğitimciliğine ara vermedi. Gerek sivil toplum kuruluşlarındaki konuşmalarında, gerek gazete ve dergilerdeki yazılarında, gerekse evinde misafirleriyle yaptığı hasbıhallerde hep eğitimciliğini sürdürdü.Hiçbir konuda taassubu yoktu. Çünkü gerçek bir münevverdi. Doğu ve Batı düşünürlerinin hepsini okumuştu. Bütün fikir akımlarını ve ideolojileri, İslâm dinini, dinî ilimleri, dinler felsefesini, eğitim psikolojisini ve sosyolojisini iyi biliyordu. Medeni ve sosyal bir insandı. Her görüş ve yapıdaki insanı saatlerce sabırla dinler, görüşür, tartışırdı. Tartışmanın galibi her zaman Arvasi Hocaydı. Bu yüzden aşırı sol görüşlü öğrenciler onun dersine girmek istemezlerdi.”
AHMET ARVASİ’Yİ BİR EĞİTİMCİ OLARAK NASIL GÖRDÜNÜZ
Ahmet Arvasi’nin en belirgin vasfı, eğitimciliğidir. 1952 yılında başlayaneğitimcilik hayatı, resmi olarak 11 Haziran 1979 tarihinde Ümraniye Lisesi Rehberlik Öğretmeni olarak emekli oluncaya kadar devam etti. Aslında onun eğitimcilik hayatı, cemiyet ve ev hayatı içinde, vefat tarihi olan 31 Aralık 1988’e kadar devam etti. Toplumu ve özellikle gençliği, çağın ilmî ve teknolojik gelişmelerinden kopmadan, Türklük şuuru ve İslâm imanı ve ahlakiyle yetiştirmeyi meslek olarak benimsemişti. Eğitim Psikolojisi ve Eğitim Sosyolojisi gibi meslek derslerine giriyordu. Eğitim Sosyolojisi dersinin ders kitabını da yazmıştı. Bu kitabı bütün Eğitim Enstitülerinde okutuldu.1978 yılında Ecevit Hükümetinin bürokrasideki ülkücü kıyımından Arvasi Hoca da nasibini aldı, birçok arkadaşı gibi o da Atatürk Eğitim Enstitüsünden sürgün edildi. Sürgün edildiği okul, Kırşehir Lisesi idi. Okul, Kırşehir’de solcuların hâkim olduğu kurtarılmış bölgedeydi, çalışma imkânı yoktu. Ama Hoca, yiğitçe gitti, göreve başladı, fakat gerçekten çalışamıyacaktı. Duruma üzülen Vanlı hemşehrileri devreye girdi, daha önce başbakanlık yapmış olan hemşehrileri Ferit Melen’le görüşerek, Hocanın İstanbul’a tayinine yardımcı olmasını rica ettiler. Melen devreye girdi ve Hocayı İstanbul’a tayin ettiler.”Ahmet Arvasi Hoca emekli olduktan sonra eğitimciliğini üç ayrı kulvarda devam ettirdi. Bir yandan basındaki günlük yazıları ve kitaplarıyla halkımızı, bir yandan sivil toplum kuruluşlarındaki konuşmalarıyla gençleri ve yetişkinleri, bir yandan da evindeki sohbetlerle dostlarını ve öğrencilerini eğitmeye devam etti. Çok geniş bir kültür ve ilim sahibi idi. Onun için her konuda konuşabiliyordu. Etkili ve ikna edici bir anlatımı, çok güzel bir sesi vardı. Zeka fışkıran kapkara gözleriyle insanın içini okurdu.”S. Ahmet Arvasi’nin anlayışına göre, eğitim sisteminin temel amacı, bir bütün olarak fert ve cemiyetin mutluluğunu sağlamaktır. Bunu sağlayacak olanlar da, eğitimcilerdir. Ona göre eğitimciler, nitelikleri, bilgileri, yaşayışları ve uygulamalarıyla öğrencilerine örnek olmalıdırlar. Eğitimciler; mütevazı, şefkatli, sabırlı ve yumuşak huylu olmalı ve öğrencilere daima doğruyu öğretmeli ve göstermelidir. Branşlarında yeterli ve üstün olmalılar, sürekli kendilerini yenilemeye ve geliştirmeye çalışmalıdırlar. Vatan, millet ve devlet sevgileri yüksek olmalı, Allah sevgisi ve korkusu ile dolu olmalıdırlar. Eğitimciler, işlerini sevmeli ve idealist olmalıdırlar. Öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmeye çaba göstermelidirler. “
S.AHMET ARVASİ NEYİN KAVGASINI VERDİ
S.Ahmet Arvasi, gerçek bir Türk milliyetçisi idi. İslâm’ın meşru çerçevesi içinde Turancı denilecek kadar Türkçü ve milliyetçiydi. Türklüğü beden, İslâmiyeti ruh bilen bir milliyetçilik anlayışına sahipti. Hayatı, din ve milliyet gibi iki mukaddes varlığımızı karşı karşıya getiren dinimizin ve milliyetimizin düşmanlarına karşı mücadele ile geçmiştir. O, bu düşmanları durduracak tek reçete olarak da, felsefesini kendisinin oluşturduğu Türk-İslâm Ülküsü’nü görmüştür. Arvasi Hoca, milliyetçilik anlayışını şöyle özetlemiştir: “Ben, İslâm iman ve ahlâkına göre yaşamayı en büyük saadet bilen, Türk milletini iki cihanda aziz ve mesut görmek isteyen ve böylece İslâmı gaye edinen Türk milliyetçiliği şuuruna sahibim. Benim milliyetçilik anlayışımda asla ırkçılığa, bölgeciliğe ve dar kavmiyetçilik şuuruna yer yoktur. İster azınlıklardan gelsin, ister çoğunluktangelsin her türlü ırkçılığa karşıyım. Bunun yanında Şanlı Peygamberimizin “Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz. Kavminin efendisi, kavmine hizmet edendir. Vatan sevgisi imandandır” tarzında ortaya koydukları yüce prensiplere de bağlıyım.”Bu arada şu bilgiyi de aktarayım. Alparslan Türkeş’le Necip Fazıl’ı görüştüren ve aralarında bir gönül köprüsü kurduran da Arvasi Hocadır. Necip Fazıl, bu dostluk sonucu 1977 seçimlerinde MHP’nin İstanbul’daki mitingine katılarak konuşma yapmıştır.Ahmet Arvasi Hocanın milliyetçiliği, ahfâdından kalan bir mirastır. Ailesinin muhterem büyüklerinden Seyyid Abdülhâkim Arvasi Hazretleri aile mensuplarına şu vasiyette bulunmuştur: “Türk milleti, sahabe-i kiramdan sonra İslâmiyet’e hizmet eden tek millettir. İslâmın bayraktarlığını yapan bu millet gelecekte de bu hizmetini sürdürecektir. Onun için hepiniz Türk milletinin hizmetinde olup onun yükselmesi ve yücelmesi için çalışacaksınız”.
ARVASİ NEDEN TÜRK-İSLAM ÜLKÜSÜNÜ SAVUNDU
Arvasi Hoca, Türklerin İslâm’ın bayraktarlığını yaptığını ve bu görevin hâlâ bu millette olduğuna inanıyordu. Bu yüzden bu iki mukaddes varlığın birbirinden ayrı, farklı ve karşı varlıklar gibi gösterilmesine tahammül edemiyordu. Bu yüzden, 1965’te Sayın Ahmet Er’in radyoda yaptığı birseçim konuşmasında dile getirdiği ve uzun yıllar milliyetçi câmiada çok tutulan ve sürekli kullanılan “Türk-İslâm Sentezi” ifadesinden hiç hoşlanmadı. Çünkü, ona göre sentez, homojen olmayan nesnelerin bir araya gelmesiyle oluşur. Sentez analiz edilebilerek ayrıştırılabilen bir oluşumdur. Halbuki Türklük ve Müslümanlık etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bir bütündür. İşte bu sebeplerle Arvasi Hoca, 1970’li yılların başından itibaren, Türkiye’yi yüceltecek ve gençliğimize benimsetilecek düşünce sisteminin adını “Türk-İslâm Ülküsü” olarak koymuştur. Hoca, aynı gerekçeyle, “kültür mozayiği” sözünden de çok rahatsızdı. Arvasi, Türk milliyetçilerinin, Türk-İslâm ülkücülerinin dâvasının, Allah ve Resûlünün dâvası olduğunu, bunun da “îlâ-yı Kelimetullah” dâvası olduğunu ve kıyamete kadar süreceğini savunuyordu. Aksini iddia edenlerin, ya Türk milliyetçilerini tanımadığını, ya da bühtan ettiklerini söylüyordu.”Arvasi Hoca, İslâm’ın ve Türklüğün âşığıydı. Tarih boyunca bütün milletlerin putları, yani müşahhas ve maddi tanrıları olduğunu, halbuki Tanrının mücerret olduğunu söylüyordu. Bu konuda sık sık “Tarihte yontulmuş tanrısı olmayan bir millet vardır, o da Türk milletidir” derdi. Hem Müslümanlığı, hem Türklüğü ile iftihar ederdi. Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın bir yazısında dediği gibi, Arvasi Hoca, tıpkı 17. Yüzyılda yaşayan hemşehrisi müfessir Vanî Mehmet Efendi gibi düşünüyordu. Mehmet Efendi, yazdığı “Araisü’l-Kur’ân” isimli tefsir kitabında “Türkler, Kur’ân’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki, bu konuda tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur” der. Hoca sık sık “Oğuz’un çocukları” dediğinde gözleri ışıldar, sesi gürleşirdi.Arvasi Hoca, Mustafa Kemal Atatürk’e, son Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak saygı duyuyordu. Onun bu konudaki duygusunu, Savaştepe İlköğretmen Okulu’nda görev yaparken öğrencileriyle 23 Nisan 1962’de yaptığı Anıtkabir ziyareti sırasında Anıtkabir Özel Defterine yazdığı şu ifadede açıkça görmek mümkündür: “Cumhuriyetimizin kurucusu Aziz Atatürkümüzün manevi huzurlarında millî ruh ve Türk şuurunun bütün imanını yaşadık.” (M. Ozan Semerci, Hatıraların Aydınlığında Seyyid Ahmet ARVASİ, s. 196-197)
ARVASİ’NİN TÜRKÇÜLÜĞE VE TURANCILIĞA BAKIŞI NASILDI
Ahmet Arvasi Hocanın milliyetçilik anlayışı, bütün Türklük dünyasını da kucaklıyordu ve bir anlamda Turancıydı. Henüz 17 yaşında bir delikanlı iken (1949) yazdığı “Özleyiş” isimli şiirinde, onu maziye ve ecdâda âşık ve Türklüğün muhteşem çağlarına özlem duyan bir yaklaşım içinde görüyoruz:“Tuna neden köpürmüş, Kırım neden inliyor?/ Nerde parlayan kılıç, nerde o akıncı ced?/ Şimdi Hazar uzaktan feryadımı dinliyor/ Ayrıldı mı Kafkaslar yurdumdan ilelebet?/ Kıbrıs’ın ayrılışı derd oldu içimizde/ Barbarosun sesini kaybettik Akdenizde,/Adalar yabancıda, dinmez dertleri bizde/ Balkanımız vatandan ayrıldı mı nihayet?”Ahmet Arvasi Hoca, ömrü boyunca Türk milliyetçilerinin sınırlarımızın dışında kalan soydaşlarımızla ilgilenmelerini ve onların kurtuluşu için mücadele etmelerini istemişti. Onun “Turan”a sevgisini şöyle anlatabiliriz:Yıl 1960, mevsim ilkbahar. Savaştepe İlköğretmen Okulu öğretmen ve öğrencileri okulun bahçesindeki çınar altında halay çekiyorlar.Sırası gelen “Karadeniz üstünden horana bak horana” diyor ve buna kendi bulduğu kafiyeli bir cümleyi ekliyordu.Sıra Arvasi Hocaya gelince ek cümle olarak “Karadeniz üstünden Turan’a bakTuran’a” deyiveriyor. Kimse “Turan”ın anlamını bilmediği için şaşırıyorlar. Hafta boyunca girdiği bütün sınıflarda Hocaya Turan’ın ne olduğu soruluyor. O da dersin ilk 15-20 dakikasında, Komünist Rusya’nın Orta Asya’daki Türklere yaptığı zulmü anlatıyor. Türklük dünyasının hürriyete kavuşması ve Turan ülküsünün gerçekleşebilmesi için çok güçlü bir devletimizin olmasını, bunun için gençlerin çok okuyup ve çok çalışıp ülke kalkınmasında görev almaları gerektiğini belirtiyor.”Arvasi Hoca, ‘biyolojik ırkçılık’ın parçalayıcı ve bölücü bir karakter taşıdığını, ‘ictimaî ırkçılık’ın ise birleştirici ve bütünleştirici bir özellik taşıdığını belirtirdi. Kültürel anlamda soy birliği şuurunu taşıyordu. Bu konuda Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan ve Erol Güngör çizgisindeydi. Arvasi Hoca bir din âlimi kadar dinî bilgiye sahip olmakla birlikte din adamı değildi. Onun dinî ilimler alanındaki vukufiyetini, bir Müslümanın beşikten mezara hayatını ve 24 saatini, bir haftasını, bir yılını nasıl yaşaması gerektiğini anlattığı “İlm-i Hâl” isimli eserinde görmek mümkündür.
ARVASİ’NİN DOĞU ANADOLU’YA BAKIŞI NASILDI?
Ahmet Arvasi Hoca, Doğu Anadolu çocuğu olmasına rağmen bölgeciliğe ve bölücülüğe kesin olarak karşıydı. Fakat, Hocanın insanlar üzerindeki büyük etkisini ve çevrenin genişliğini gören devletin istihbarat kurumları, Doğu Anadolulu olması nedeniyle onu yıllarca “Kürtçü” diye takip ettiler. Bu durumu Hoca da biliyordu, rahatsız oluyordu, fakat bu rahatsızlığını mümkün olduğu kadar çevresine hissettirmiyordu. Bu durum, Hocanın Türk milliyetçiliği inancını hiçbir zaman zedelemedi. Yalnız birçok görev için “mesela Talim ve Terbiye Kurulu üyeliği gibi” önüne engel olarak çıkartıldı.12 Eylülden sonra MHP Genel İdare Kurulu üyesi suçlamasıyla tutuklanıp dört aya yakın askeri cezaevinde kaldıktan sonra suçsuz görülerek beraat ederek özgürlüğüne kavuştu. 1986 yılında bir gün Milli Güvenlik Kurulu, Doğu Anadolu gerçeğini anlatması için Hocayı Ankara’ya davet etti. Hoca davete icabet ediyor ve konuşmak için kürsüye geldiğinde haziruna, “Beni yirmi beş yıldır takipettiğiniz bir Kürtçünün, bir Kürt milliyetçisinin Doğu Anadolu hakkındaki görüşlerini dinlemek için mi, yoksa bir Türk milliyetçisinin görüşlerini dinlemek için mi çağırdınız. Önce karar verin, ondan sonra konuşacağım” diyor ve susuyor. Ortalık buz kesiliyor. Bir Orgeneral kalkıyor ve diyor ki: “Hocadoğru söylüyor. Biz kendisini yıllarca Kürtçü diye takip ettik, büyük hata yaptık. Devletim adına kendisinden özür diliyorum. Biz kendisini bir Türk milliyetçisinin Doğu Anadolu hakkındaki görüşlerini öğrenmek ve tavsiyelerini almak için davet ettik. Buyurun Hocam, sizi dinliyoruz”. Hoca bundan sonra bu konudaki görüşlerini açıklıyor ve konuşmasının sonunda: “Siz Doğu Anadolu insanına güvenmiyorsunuz. Ama bu bölgenin çocukları da en az diğer bölgelerdekiler kadar vatanseverdir. Vatanını, imanını, namusunu korur. Yeter ki, siz onlara güvenin, görev verin destek olun” diyor. Koruculuk sisteminin bu tavsiyeden sonra hayata geçirildiği söylenir.
TÜRK GENÇLİĞİ MAZLUM MİLLETLERİN ÜMİDİDİR
Arvasi Hocanın milliyetçiliğinin duygu ve iman ayağından başka bir de maddi ayağı vardı.Maddi ayağı, “muasırlaşmak”, yani çağdaşlaşmaktı. Hoca, Gökalp’in “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” çizgisindeydi. Hem Türk milliyetçisi, hem Müslüman, hem de çağdaş olunabileceğine, muasır dünyaya öncülük edilebileceğine inanıyordu. Ne pahasına olursa olsun, mutlaka ilmî ve teknolojik üstünlüğü ele geçirmemiz gerekiyordu. Hoca bu konuda şöyle diyordu: “Bu milletin en büyük özlemi nedir biliyor musunuz? Yabancılaşmadan çağdaşlaşmak. ”Türklük, Müslümanlık ve çağdaşlaşmak” birbirine zıt düşen özellikler değil, aksine çağdaş Türk-İslâm Medeniyetinin yeniden doğuşunu gerçekleştirecek şartlardır.” Hoca, Türk gençliğine, kendi kökünden kopmadan, kendi kültür ve medeniyetinin değerlerini kaybetmeden, Türkiye Cumhuriyeti’ni “dünyanın bir numaralı devleti” haline getirme ülküsüyle yetiştirilmesinin önemli olduğunu belirtmiştir. Arvasi, Türk gençliğinin, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik olarak yetiştirilmesini istemiştir.
SONUÇ
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Seyyid Ahmet Arvasi, İslâm dinini çok iyi bilen, yorumlayan ve yaşayan samimi ve tavizsiz bir Müslümandı, din adamı değildi. İslâmın meşru çerçevesi içinde şuurlu ve idealist bir Türk milliyetçisiydi. Aynı zamanda aydın ve entelektüel bir insandı, ilimde ve teknolojide çağdaşlaşmayı, her alanda güçlü bir devlete ve zengin bir millete sahip olmayı, milliyetçiliğin bir gereği olarak görürdü. Ama onun milliyetçiliği sadece Türkiye Türklerine münhasır değildi. Bütün Türk ve İslâm dünyası ile insanlık âlemini de kucaklayan birleştirici bir milliyetçilik anlayışına sahipti.