29 Ağustos 2014 Cuma

İskender Baydar : 'Duble yol' siyaseti de Erdoğan'ın elinde patladı"

Sonraki iletiİletilere dönİskender Baydar : 'Duble yol' siyaseti de Erdoğan'ın elinde patladı"
Geçen gün, “Litresi 90 lira olan rakının vergisi 50 liraymış. Sonra bu duble yollar nasıl yapılıyor; tabii ki benim, senin, bizlerin tükettiği dublelerle” şeklinde bir tweet attım.Çok beğenildi, çok da paylaşıldı.Tabii ki eleştiri de aldı.
Beni muhalif olmakla, hesap bilmemekle falan suçlayanlar oldu.Canları sağ olsun.Öncelikle bu ülke için taş üstüne taş koyandan Allah razı olsun diyelim, sonra da eleştirenlere derdimizi açıklamalarla, detaylı rakamlarla anlatalım.
Tabii ki anlamak isterlerse…
Vereceğim tüm örnekler için, en sağlıklı rakamlara ulaştığım yıl olan 2012 verilerinden ilerleyeceğim.
2012 yılında, dönemin Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, o güne kadarki AKP iktidarı döneminde, yani 2002-2012 yılları arasında 15 bin kilometre duble yol yapıldığını, bunun için de yaklaşık 43 milyar Türk Lirası harcandığını açıkladı.
Açıklama internette nal gibi duruyor, basit bir Google aramasıyla herkes ulaşabilir. Devletin sadece 2012 yılı için rakı, bira, şarap gibi alkollü içkilerden aldığı vergi tutarı 4,2 milyar Türk Lirası.Yıllık 4,2 milyarı çarp 10 yılla, neredeyse duble yollara harcanan paraya denk bir rakama ulaşıyor.
Kimseye daha çok için falan demiyorum, yanlış anlaşılmasın… Ama her fırsatta “Biz duble yol yaptık. Bu ülkede yolsuzluk olsa bu kadar duble yol yapılabilir miydi” falan diyenlere de duble yol yapmanın çok da büyük bir şey olmadığını, hele hele asla bir lütuf sayılamayacağını, üstelik bu yolların ve çok daha fazlasının benden, senden, ondan alınan vergilerle yapıldığını hatırlatmakta da fayda var.
Gelelim başka bir örneğe…
Depremden sonra halka kasılan, sonra da kalıcı hale gelen özel iletişim vergisinden 2012 yılında elde edilen vergi geliri 4,5 milyar lira…
Yine çarp 10 yılla, ediyor 45 milyar lira…
Yine senden, benden, ondan; sırf sen benimle, ben onunla iletişim kuruyorum diye kesilen özel vergiden elde edilen kazanç, 10 yılda duble yola harcanan 43 milyar Türk Lirası’ndan bile fazla.
Bizde örnek bitmez;
Bir de malum sigaradan alınan vergiler var.
Aynı yıl, yani 2012 yılında sigaradan elde edilen vergi ne kadar biliyor musunuz?Sıkı durun söylüyorum: 18,4 milyar lira.İki buçuk yıllık sigara vergisi 10 yıllık duble yola bedel.Allah bir memleketimize, bir de sigara içenlere zeval vermesin; ne diyelim
Bitmedi…
Sen, ben, o özel aracımızla ya da otobüsle, yapılan duble yolları kat edip işe, eve, tatile gitmek için yakıt alarak, yine sadece 2012 yılında devlete 43.5 milyar Türk Lirası akaryakıt vergisi ödedik.10 yılda duble yola yatırılan paranın tamamı, bir yılda akaryakıt vergisi olarak cebimizden çıktı…Bir Alman’ın 30 bin liraya bindiği otomobile, üzerindeki vergi yüzünden 60 bin lira sayıp sahip olmandan, yılda iki kere “Pul parası” adı altında vergi ödemenden söz etmiyorum bile…
Daha gelir vergisi, emlak vergisi, ıvır vergisi, zıvır vergisi, maaş eline geçmeden kesilen“Ben aldım oldu” vergisi, KDV’si falan var ki onlara hiç girmiyorum bile…
Özetleyecek olursak yapılan her hizmetin bedelini halk olarak biz ödüyoruz…Bu gelirleri en iyi şekilde yönetip hizmet üretecek siyasetçileri de oylarımızla bizler seçiyoruz.Sen, ben, o paramızla fırından ekmek almaya gitsek ve fırıncı her seferinde bize “O ekmeği senin için ben yaptım ulan! Kıymetimi bil, ben olmasam ekmek yiyemezsin sefil” diye çıkışıp takdir edilmeyi, pohpohlanmayı, “Padişahım çok yaşa” nidalarıyla şımartılmayı beklese, en fazla iki gün dayanıp üçüncü gün fırın küreğiyle girişiriz değil mi?!Fırıncının yaptığının aynısını; yine senin, benim, onun parasıyla hizmet üreten siyasetçilerin yapmaya ne hakkı var sence?!
Hele bir düşün istersen…
Haa; muhalefet neden çıkıp bunları adam gibi anlatmıyor diye soracak olursanız, o konuda tek bir şey söyleyebilirim:
Onlar sadece kaybetmeyi biliyor...
[UNITED-TURKS] İskender Baydar : 
'Duble yol' siyaseti de Erdoğan'ın elinde patladı [a45UyF587661-140829144658-03]

20 Ağustos 2014 Çarşamba

BÜYÜK ALTAY 100. YAŞINDA... ÖZCAN PEHLİVANOĞLU,

BÜYÜK ALTAY 100. YAŞINDA...
“Koşu bittikten sonra da koşan atlarız biz.” Sezai Karakoç
Şimdi nereden çıktı bu Altay meselesi diyeceksiniz! Haklısınız. Türkiye’nin onca meselesi üzerine konuşmak varken nereden çıkarttım bu Altay’ı, değilmi ?
Bir defa peşinen söyleyeyim ki; ben  Altay takımının taraftarıyım. Peki nasıl bu takımın taraftarı oldum onu da söyleyeyim. Benim neslim adeta bir futbol neslidir. Hele bir köylü yada işçi çocuğu idi iseniz; futbol, önünüzde oynanan  ve en kolay, tek uğraş olmuştur. Çocukların önüne atılan plastik toplarla da adeta bunun böyle olması istenmiştir. Bu sebeple futbol, icad olduğundan beri geçen yüz küsur yıllık bir sürede, ülkelerin siyasal yaşantısında ve sosyolojik yapılarının oluşmasında oldukça etkili olmuştur.
Oldum olası haritalara ve tarihe meraklıyımdır ve bütün Türk çocuklarına da meraklı olmalarını, her fırsatta tavsiye ediyorum. Haritalara bakınca Türk Dünyası’nın ve kaybedilen Türk Yurtları’nın inanılmaz büyüklüğünü çok daha iyi anlıyorsunuz.
Bir de “Türk Ruhu” üzerine doğmuş bulunduğumdan, bu merak ister istemez beni Türk coğrafyasına ve Türk tarihine yönlendirmiştir. Bir Türk köylüsü olan rahmetli babam, 6-7 yaşlarında kendisine yönelttiğim “biz Türkler nereden geldik?” sorularına çekingen ve ürkek bir sesle “Orta Asya’dan” diye cevap vermişti. Ben hem o zaman Milli Lig’de oynayan takımların isimlerine hem de haritalara bakarken ikisinde birden bulunan “Altay” ismine gözüm takılıvermişti. Tamam bulmuştum, benim gibi Asya’dan Anadolu’ya göç eden belki de Altay Dağları’ndan gelen Türklerin kurduğu takım Altay’dı ve ben de Altay’ı tutmalıydım. Nitekim de öyle oldu...
1914 yılında kurulan Altay, bu yıl yani 2014’te kuruluşunun 100.yılını kutluyor. Orhan Berent’te “Alsancak’ın Sakini Altay” adlı çok güzel bir kitap yazmış. Ben de geçen gün İzmir’de Kıbrıs Şehitleri  Caddesi’nde turlarken, bir kitapçıdan bu kitabı aldım. Okumaya başlayınca ne göreyim; benim hislerim gerçekmiş. Sevincimi görmeliydiniz...
Osmanlı’nın çöküş devresinde ve cumhuriyete doğru, Türk Milliyetçiliği temelli olarak kurulan kulübün adının “Ergenekon veya Turan” olması düşünülmüş ama “Altay” üzerinde karar kılınmış. Öyle ya; madem şehirdeki Rumlar kendilerini Yunanlıların ve İyonya’nın torunu sayıp Apollon gibi isimler seçiyordu da, Türklerin ne eksiği vardı!
 Gerçi şimdi  Grek Mitolojisinin kahramanlarının heykellerini diken, meydanlarını bunların sütunları ile süsleyen ve bulvarlara bunların adını veren sözde Atatürkçü ahmaklar var ama bu Altay’ın mücadelesine ve Türklerin tarihine halel getirmez...
O zamana kadar Müslümanlar arasında hiç duyulmamış bir isim olan Altay, güncel olan Türkçülük düşüncesini ifade eden isim olarak seçilir ve bir daha da günümüze kadar gelerek unutulmaz olur.
Altay’ın kuruluşunu, kurucularını, tarihini ve üye profilini bilmek demek aslında son yüzyılımızı daha iyi anlamak demektir. Türk Milliyetçiliğinin ırkçılığa dayanmadığını, aksine insanlığı ve yurtsever olmaları şartı ile bu topraklar üzerinde yaşayan tüm insanları, koşulsuz sevmek olduğunun, Altaylılıkta vücud bulduğunu görürsünüz.
Orhan Berent’te kitabında “Milliyetçilik statik değil, dinamik özellikler gösterir ve zaman içinde dönemin koşullarına göre yeniden değerlendirilip üretilir. Yahudi ya da Hıristiyan olmak Altaylılığa engel değildir. Çünkü Türkler ve diğer Müslümanlarla birlikte Yahudiler ve İzmir’deki  Levantenlerin büyük çoğunluğuda Yunan işgaline karşı çıkmış ve tavır almıştır. Bu yüzden Cumhuriyet döneminde, İzmir’deki gündelik hayatın içinde aktif rol oynayan bütün bu unsurların, Altay’da yer almaması düşünülemezdi.” diye bu durumu anlatıyor. Yani Türk Milliyetçileri’nin kurduğu Altay’la, memleketimizde yaşayan herkes bir gönül bağı kuruyordu!
Altay deyip geçmeyin! Altay boşuna ve tesadüfen kurulmuş bir kulüp değildir. Kurucularının arasında çok önemli isimler vardı. Bunlar mütarekeden sonra ve Milli Mücadele’de çok etkinlik gösterdi ve bir kısmı da 1923’ten sonra kurulan yeni devlette önemli görevler üstlendi... Hatta genç yaşında Altay’ın kaptanlığını üstlenen Hamit Aslan, 9 Eylül’de Fahrettin Paşa komutasında İzmir’e giren Türk ordusunda teğmen olarak görev yapıyordu.
Altay, Türk Milliyetçiliği düşüncesi ile İzmir’deki  Müslüman Türkler üzerinde bir katalizör görevi görmüştür. Şehre giren ordunun komutanı olan Fahrettin Paşa’ya “Altay” soyisminin verilmesi bile, Altay’ın ifade ettiği moral değerler üzerinde düşünmeyi gerektirir. Altay, ırkçılığa dayanan Hristiyan unsurların milliyetçiliği karşısında, eziklik yaşayan Türklerin şahlanışına vesile olmuştur. Altay kurulup faaliyete geçtikten  ve başarılar kazandıktan sonra Türklerdeki eziklik duygusu, yerini bir gurur tablosuna bırakmıştır. Eskiden beri küçümsenen ve köylü bir millet olarak nitelenen Türkler; Altay’la birlikte her şeyi başarabileceklerine dair inançlarını perçinlemişlerdir.
Anlattıklarımızdan anlaşılacağı üzere Altay, biz Türkler için bir spor kulübünden öte şeyler ifade etmektedir. Bu gün “Gavur İzmir” halen direniyorsa ve halkın arasında Fahrettin Paşa’nın 9 Eylül’de İzmir’e girişindeki ruh yaşıyorsa, bunda “Büyük Altay”ın bir nebze de olsa rolü vardır.
Günümüzün Türk Milliyetçileri; Altay ve benzerlerinin 1900’lü yılların başında itibaren, kuruluşlarındaki amacı, kurucularının hedeflerini, Cumhuriyet’e katkılarını, milletleşme ve demokrasi sürecindeki yerini çok iyi bilmeleri gerekiyor. Bunu öğrenirlerse “Büyük Altay”ı kuran ruha yeniden ihtiyacımız olduğunu da göreceklerdir.
Yine Orhan Berent’in sözleri ile noktayı koyalım: “Altay’ın şaşalı dönemlerini seyretmiş olmanın verdiği şımarıklıkla “Bunlar da geçer, elbet geri döneriz bir gün..” ceplerimde bayat çiğdem, ihtiyarlamış yüzümde cılız bir ümidin tebessümüyle... Bekliyorum. Bir gün mutlaka...” Bu da benden olsun: İnşallah!
Özcan PEHLİVANOĞLU
ozcanpehlivanoglu@yahoo.com

TÜRKLERİN ORTAK TARİHİ ÜZERİNE; Prof. Dr.Saadettin GÖMEÇ

Dünyanın en eski milletlerinden biri olan Türklerin tarihini yazılı ve arkeolojik kaynakların ışığında bugün itibarıyla M.Ö. 3.000’lere kadar götürmek mümkündür. Dolayısıyla Türkler neredeyse beşbin yıllık bir maziye sahiptir.
Bununla beraber günümüze değin tarihleri aralıksız bir bütün halinde sürüp gelen Türklerin 20. asrın sonuna kadar bir tane bağımsız devleti vardı. O da: Türkiye Cumhuriyetiydi. Yakın zamanlara değin bu Türk devletinin milli eğitim tarih programları Türkiye Cumhuriyetinin geçmişine yönelik bir seyir takip etmiş, birtakım siyasi nedenlerden ötürü bizden uzaktaki soyu bir, dili bir akrabalarımız hakkında milli eğitim müfredatlarımıza bir şey sokulmamıştı. Aynı şey onlar için de geçerliydi. Eski Sovyetler Birliğindeki Türklere, Türkiye ve onun halkı hakkında doğru-dürüst hiçbir bilgi verilmedi. Tanıdıkları da sadece eski komünist yazar ve şair artıklarından başka bir şey değildi.
Yıllar sonra Türkiye Cumhuriyeti Devletinin orta ve yüksek öğrenim okullarında cüzi de olsa Türkiye dışındaki Türklere dair konular veya dersler açıldı. Tabiî ki Sovyetler Birliği dağılınca buradaki soydaşlarımız da, yani Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan Türkleri de kendi kökenlerinin Türk olduğunu söylemeye başlayarak, eninde-sonunda bir kültür birliğinin sağlanması gerektiğini vurguladılar.
Herkesçe malûm olduğu üzere ortak kültür unsurlarının başında ise dil ve tarih gelmektedir. Öyleyse aynı milletin bir parçası olduğumuzu iddia ediyorsak, birbirimizin tarihlerini bilmek yanında belirli bir döneme kadarki geçmişimizi genç nesillere öğretmek zorunda değil miyiz? Tarihi bilmek insanın kendisini tanımasıdır. Bu bir milletin ortak ülkülerinin ve yol haritasının belirlenmesinde temel dayanak noktasıdır.
Durum böyle olunca, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetlerinin ve dolayısıyla Türkiye’nin müşterek bir tarih politikası ve tarih eğitimi ortaya koymaları gayet normaldir.
Bir beşeri ilim şeklinde tarif edilen tarih, tabi yollarla veya insanların marifetiyle gerçekleşen hadiseleri sebep ve netice bağı kurarak inceler. Geçmişi araştıran, yaşanılan zamanı kayıt altına alan ve buna bağlı olarak geleceği şekillendiren tarih, milletlerin hafızalarını uyanık tutmak için vardır. Bu vazifesi itibarıyla tarih insanların hayatında önemli bir konumdadır.
Bütün bunları bir kenara bırakıp, yine asıl mevzumuza dönecek olursak; doğudan batıya, kuzeyden güneye dünya Türklerinin tamamı açısından Türk tarihini bir bütün halinde düşünmek, ona felsefi yönden de bakmak demektir. Yani büyük bir çoğunluğu hala Anadolu ve Balkanlarda yaşayan Oğuzlar ile Asya’da kalan Kazak-Kırgız, Özbek, Uygur, Türkmen, Kıpçak boyları ayrı halklar gibi görülmeyip, bunların Türk denen çınarın dalları şeklinde algılanması şarttır. Dolayısıyla Türk tarihi anlatılırken, Atsız Beg’in de dediği gibi; “boy tarihi değil, millet ve devlet tarihi” esas alınmalıdır.
Malûm olduğu üzere geçmişte siyasi maksatla, bilhassa eski Sovyet coğrafyasındaki bütün Türk asıllı topluluklara hakikatte Türklerin küçük bir parçası olan Tatar adı verilip, bu isim yaygınlaştırılmaya çalışılmış; fakat Ruslar bu kez de Tatar adı altında tek bir millet ortaya çıkacağını görünce, ayrı ayrı kabile isimlerine dayalı etnik gruplar biçiminde Türkleri ayrıştırmayı düşünmüşlerdi. Türklerin siyasi ve kültürel durumları da buna müsaitti. Başkurt, Kazak-Kırgız, Özbek, Uygur, Tatar adıyla yeni kavimler ihdas etmek belki bir kısım Türk’ün de hoşuna gitti. Neticede bu günkü Türk Cumhuriyetleri de böyle ortaya çıktı. Türkistan, Rusların istediği şekilde parça parça olmuştu.
Türklerin tarihini inceleyenler, onların geçmişlerinin hiçbir milletinkine benzemediğini çok iyi bilirler. Dünyadaki pek çok halkın tarihi belirli bir coğrafyada geçerken, Türkler için durum hiç de böyle değildir. Eski dünyanın üç büyük kıtasında da bazen aynı anda görülen Türklerin tarihini yazmak veya nasıl sistemli bir hale getirmek meselesi her zaman ilim adamlarının kafasını meşgul etti.
Türk tarihi kim ne derse desin Çin’in kuzeyinde, Türklerin Ötüken dedikleri yurttan başlayarak, Doğu Avrupa’ya kadar kesintisiz bir yol izlemiştir. Durum böyle olunca Kırgız-Kazak, Türkmen, Özbek, Uygur ve diğer Kıpçak gruplarının tarihleri ancak bu ana yola çıkan birer ara yoldur.
Türk tarihinin Batılıların anlayışına göre oluşturulan çağlara bölünmesi meselesi de çok tartışılmıştır. Umumiyetle Avrupalıların kendi tarihlerini esas aldıkları bu tasnif çalışmasını, bizdeki eski tarihçiler olduğu gibi aktardıklarından birtakım sıkıntılar yaşanıyor. Bugün Türk tarihçileri hem bu hale karşı gözüküyorlar, hem de seneler evvel yapılan yanlışlıkları tekrarlamaktan geri durmuyorlar. Eğer Türk tarihi illa da bir çağ esasına göre ayrılacaksa, bu Türk Eski Çağı, Türk Orta Çağı, Türk Yeni Çağı, Türk Yakın Çağı vs. şeklinde olmalıdır. Tabiî ki bunların sınırlarının nerede başlayıp, nerede bittiği meselesini de uzman Türk tarihçileri halledecektir.
Bir diğer husus Türk tarihinin başlangıcıyla alâkalıdır. Her Türk halkı yaşadığı coğrafyayı esas tutarak bir tarih girişi yapıyor. Bu sebepten kendi kökleri o topraklarda olmasa da, kendisinden önce yaşayan birtakım toplulukları Türk tarihine mâl ediyorlar ki bu çok yanlıştır. Sadece Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan için değil, Türkiye Türklerinin tarihinin yazımı açısından da hatalıdır. Biz Anadolu Türklerinin Hitit, Frig vs. halklarla ne ilgimiz olabilir. Bunları Türk tarihini başlatırken anlatmak saçmalığın zirvesidir. Elbette onlar öğretilmesin demiyoruz, ama Türk tarihinin bir parçasıymış gibi çocuklarımıza öğretirsek kendi köklerimiz ve kültürümüzden öyle çabuk uzaklaşırız ki, ne olduğumuzun farkına bile varamayız. Dolayısıyla bağımsız Türk Cumhuriyetleri bulundukları coğrafyalardaki ilk ortaya çıkışlarını değil, Türklerin tarih sahnesinde görülmeye başladıkları topraklardan itibaren ki tarihlerini esas almalılar. Bu da Türk tarihinin bilinen ilk dönemi Hunlar devridir.
Bundan sonraki adım, 14. asra değin Türk tarihinin ana hatlarını belirlemek ve arkasından bu çağın peşinden gelen zamanların tanımını ve öğretimini yapmaktır. Yani Hunlarla başlayarak, Çingiz Hanlıların sonuna kadar Türk tarihi bir bütün olmalıdır. Zaten tarihi hakikatler de böyledir. Ancak Çingizlilerin inkıraza uğramalarının ardından bölünme ve parçalanmalar kendini önemli ölçüde hissettirir.
Her şeye rağmen bu ortak tarihin okutulacak ana konuları Türk Cumhuriyetleri ve hatta Türk topluluklarından meydana getirilecek bir tarih kongresi veya komisyonunda belirlenmelidir. Belki ilim adamları arasında farklı görüşler ya da sivri çıkışlar olacaktır, ama çoğunluğun fikri çerçevesinde bir milli tarih politikası Türk milleti için şarttır.
Elbette her Türk Cumhuriyeti kendi özel milli tarihini de genç nesillere aktarmak zorunda, fakat kendi varlığını diğer Türk halklarından ayrı tutmamalılar. Bütünlük kaybolmadan, bir milli tarih temelindeki eğitimlere özen gösterilmelidir. Ayrıca siyasi tarihlerin yanında yüksek Türk kültürü ve onun dünya medeniyetine yaptığı katkılar unutulmamalıdır. Ancak bu sayede geçmişimizle övünen, geleceğimize güvenle bakan bir nesil yetiştirilebilir.
Her Türk cumhuriyeti mutlaka kendi dışındaki Türk Cumhuriyetlerini de gençlerine öğretmelidir. Tabiî ki bunların büyük bir kısmı uzun yıllar Rus işgali altında yaşadıklarından bazı sorunlar ister-istemez çıkacaktır. Ne kadar iyimser olursak-olalım bugünkü Türk Cumhuriyetleri Rusya’dan korkuyorlar ve onun kendilerine yaptıklarını açık açık dile getirmekten çekinmekteler. Umarız bir gün tarihi gerçekleri, Rus şovenizminin yüzlerce yıl acısını çeken kardeşlerimiz rahat rahat ve serbestçe haykıracak duruma gelirler.
Bundan başka boyculuk ve soyculuk da Türk milleti için en büyük tehdit ve tehlikelerin başında geliyor. Ortak tarih ve kültür birliğinin teşekkülü, bir an önce bu kötü alışkanlıkları bir kenara bırakarak; aynı kök ve tarihten geldiğimiz asil Türk milletinin onurlu birer üyesi olduğumuzu hatırlayıp, güçlü bir şekilde yükselmek için çaba sarf etmekle gerçekleşir. Bu yüzden gün, eski kırgınlık ve tarihi düşmanlıkların artık unutulması zamanıdır.
Çoğumuzun yakından bildiği üzere Atatürk, 29 Ekim 1933 tarihinde, Cumhuriyet balosunda verdiği mülakatın bir yerinde şöyle diyor: “Bugün Sovyet-Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız! Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir, hazırlanmak lazımdır milletler, buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak! Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür! Bugün biz, bu insanlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur! Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; bizim, onlara yaklaşmamız gerekli. Tarih bağı kurmamız lazım. Folklor bağı kurmamız lazım. Dil bağı kurmamız lazım. Bunları kim yapacak? Elbette biz. Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor. Dilimizi, onların diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda, tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimimiz olması gerekli. Ortak bir mazimiz var, bu maziyi bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan başlattık! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli. İşte bunu sağlamak için de Türkiyat Enstitüsünü kurduk. Kültürlerimizi, bütünleştirmeye çalışıyoruz. Ama bunlar, açıktan yapılmaz. Adı konarak yapılacak işlerden değildir! Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir. İşitiyorum: benim dil ve tarih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız; Paşa’nın işi yok; dil ile tarih ile uğraşmaya başladı diyorlarmış. Yağma yok; benim işim başımdan aşkın. Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini de atmaya o kadar dikkat ediyorum. Bu yaptıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız. Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız”.
Atatürk’ün neredeyse 80 yıl önce gördüğünü, maalesef açılmasını istediği Türk Tarih Kurumu ve onun başına getirilenler bir türlü anlamak istemiyorlar. Her ne hikmetse son günlerde Türk tarihi ve kültürünü araştırmak, ilim adamlarına bu imkânları sağlamak, yüksek Türk kültürünü bütün dünyaya tanıtmak amacıyla dahi insan Mustafa Kemal Atatürk tarafından tesis edilen Türk Tarih Kurumu, bütün Türk Dünyasından temsilcilerin katılacağı Türk tarih kongresi veya şurası toplayacağı yerde, üzerine vazife olmayan işlerle zaman ve para harcamaktadır. Bu önemli müessesenin bütün Türk ülkelerinin milli eğitim bakanları ya da temsilcilerinin de katılacağı geniş kapsamlı bir ortak Türk tarihi toplantısı yapması başlıca görevidir. Bu kongre veya çalıştayda şimdilik bağımsız Türk Cumhuriyetlerinde Türk tarihinin ana hatlarının belirleneceği komisyonlar oluşturulmalı, kısa zamanda ortak tarih müfredatı ve konuları yazılmalıdır.
Mustafa Kemal’in: “Türk çocuğu atalarını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendisinde kuvvet bulacaktır” sözündeki derin manayı anlamak için çok geç kaldık.

14 Ağustos 2014 Perşembe

TARİHİ HAKİKATLER İbrahim ARVAS (2. Dönem Van Mebusu) (LOZAN MUAHEDESİNİN GİZLİ TARAFLARI)

TARİHİ HAKİKATLER
İbrahim ARVAS (2. Dönem Van Mebusu)
(LOZAN MUAHEDESİNİN GİZLİ TARAFLARI)
            Sulh için giden heyete katılan, basın mümessili Hüseyin Cahil Yalçın, Lozan’dan döndükten sonra, yazdığı bir seri makalelerde fikirlerini şöyle özetliyordu:

“Bu millet, Lozan muahedesinin acılarını 30 sene sonra tadacaktır.”
Heyette bulunan Rıza Nur ise, vasiyet mucibinde, geçen sene Londra’da neşredilen hatıratında (hatıratının neşrolunduğu zaman, İsmet paşa sağ ise, onu herhalde öldürün) diye vasiyet etmiştir. Mahmut Esat Bozkurt da, medeni kanunu, 3 madde ile Meclisten geçirdiği zaman, en kuvvetli mucip sebep ve dayanak olarak (bu kanunu Medeniyi İsmet Paşa Lozan Muahedesinde kabul etmiştir. Siz de, kabul etmek zorundasınız) demişti.
           O günkü Meclis zabıtları meydandadır.
Bunlar gösteriyor ki, Lozan muahedesinin iki yüzü vardır.
Birisi Millet Meclisine sunulan, açıktaki Muahededir.
İkincisi, gizli olan Lozan Muahedesidir.
Yukarıda bildirdiğim yazılarda anlatılan Lozan bu gizli Lozan Muahedesidir.
Lozan Muahedesi, İngiliz Lordlar kamarasında görüşüldüğü zaman, o zamanki hariciye nazırı ve İngiliz heyeti mürahhasa reisi bulunan Lord  (Gürzon), Lordlar kamarası azası tarafından şiddet ile tenkid edildi.
Dünya sahifesinden ve haritadan silinmiş olan Türkler’e, nasıl oldu da istiklal verdiniz diyerek türlü türlü tenkid edildi. 50 ye yakın hatip, bu hususta söz almıştı. Lord Gürzon, reise karşı, hatiplere birden cevap vereceğine ve hepsini dinledikten sonra konuşacağını söylemişti ve öyle yaptı. Hatiplerin hepsi konuşluktan sonra bir tomar evrak ile kürsüye gelen o zamanki İngilizlerin tarafsız gazetelerinin neşriyatından anlaşıldığına göre heyet reisi Lord Gürzon (Alevhilla’ne) söze başlayıp, özetle, şöyle demişti:
“Evet misterler. Onlara istiklal verdim. Fakat buna karşılık, tüm maneviyatı ellerinden aldım. İşte vesikalarım” demiş, her maddeye ait vesikayı ayrı ayrı reise vermiş ve kâtiplere okutmasını rica etmiştir. Dinlemek ile kanaat etmeyen arkadaşlara da, “lütfen hademeler vasıtası ile gönderin, onları incelesinler” demiştir.
Bu gizli mertebenin bir kaçını burada bildirelim:
Hilafetin kaldırılması, tevhid-i tedrisat (eğitim birliği) kanunu, yani bütün medreselerin kapatılması, şapka giydirilmesi, Latin harflerinin kabulü ki, bununla Kuran-ı Azimüşşan’ın mekteplerden kaldırılması ve okutulmaması sonucuna varılmıştır.
Kadınların memur, mebus ve avukat olması ve aile idaresinin erkeklerden alınıp kadına verilmesi, her içkinin ve fuhşun serbest bırakılması ve futbolun zararlı şekilde neşr ve tamimi ve bunlar gibi daha nice değişiklikler kabul edildi.
Bütün bu inkılâplar ile birlikte, Lozan muahedesinden 40-50 sene sonra Türkiye’de Müslümanlığın yasak edilmesi ve Hıristiyanlığın ilan edilmesi de, Lozan’da dikte ettirilen maddeler arasında idi.
Bunları gören Lord’lar kamarası azalarından yaşlı olanlar, kürsüye gelerek, Lord Gürzon’nun gözlerinden öpmüş ve af dilemişlerdir. Kendisinden küçük olanlar ve tenkid edenlerde, kürsüye gelerek Gürzon’un ellerinden öpmüş ve af dilemişlerdir.
Ondan sonra, 5 dakika, ayakta Lord Gürzon’u alkışlamışlardır.[1]
(1) [1] Tarihi Hakikatler İbrahim Arvas Fasıl 5 Sayfa 101
BİR HATIRLATMA, YORUM VE KATKI:
AKP'nin yandaş gazetecisi Ergün Diler ,Erdoğan'ın Lozan anlaşmasını yok sayacağını aylar önce açıklamış.Yani T.C tasfiye edilecek.(X FİLES, 14 AĞUSTOS 2014 PERŞEMBE – 18.08, AAA)
IŞİD terör örgütünün Sykes-Picot’u, PKK terörü Lozan’ı çöpe attığını söylerken,AKP genel başbakanı,Başbakan ve Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan'ın Lozan'ı çöpe attığını aylar önce yazmış.Bunun yapılabilmesi için İngiletere,Amerika,İtalya,Fransa,Yunanistan ve Ermenistan'la yeniden savaşa girilmesi gerekiyro.Erdoğan'ın bahsettiği BAŞKOMUTANLIK bu.Bu hastalık ruhlu insanlar Türkiye Cumhuriyeti Devletini yok ederken aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı makamı eliyle devletin idaresini İSLAM DEVLETİ yani ŞERİAT REJİMİNE geçireceklerini düşünüyor.bU HASTA RUHLU AKP YANDAŞI İLERİ DEMOKRASİ ZEKALILARININ GİZLİ gündemi artık ortaya çıkmıştır.Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığında Türkiye belkide uzun sürecek bir savaşa girecek.Ve SON TÜRK DEVLETİ AKP'YE OY VERENLER sayesinde yıkılacak.Sonra bu zübükler tıpkı Suriyeliler,Iraklılar,Libyalılar gibi kendilerine gidecek memleket bulamayacaklar.TÜRKİYE'DE önümüzde ki günler sıcak ve kanlı çatışmalara sahne olacak.ERDOĞAN'ın havuz beslemesi ERGÜN DİLER,Lozan'ın çöpe atılacağını hatta İstanbul'un Başkent yapılacağını A HABER'DE YAZ-BOZ programında anlatıyor.AKP VE ERDOĞAN'IN Türkiye Cumhuriyetini yıkma planı bundan sonra CUMHURBAŞKANLIĞIYLA DEVAM EDECEK.ERDOĞAn'ın BAĞIMSIZ KÜRDİSTAN'I NASIL İNŞA ETTİĞİNİ yazmaktan çekinmeyen YANDAŞ Ergün Diler'in o yazısı..
***
Aslında dünya için DÜN çok önemliydi! 
AK Parti’nin açıklayacağı CUMHURBAŞKANI adayının kim olacağı merak konusuydu!
En son Viyana, Paris ve Lyon gezisinde Başbakan Erdoğan’ın aday olacağına kesinlikle kanaat getirmiştim!
Belliydi!
Aynı gezide kimin BAŞBAKAN olacağını da gördüm! SIR değildi yani! Ama burası Türkiye! 24 saat çok uzun zamandı! Bu nedenle düne kadar bekledim!
Herkesin bildiği gibi Başbakan Erdoğan, 311 vekilin imzasıyla aday gösterildi!
Buraya kadar yazdıklarım bilinenler!
Ama bu aday göstermenin ve ardından Köşk’e çıkmanın altında yatan gizli gerçek ne?
Bizim bilmediğimiz ve bize anlatılmayan gerçek bu!
Bunu bilmediğimiz zaman ülkemizdeki asıl sorunun da ne olduğunu ıskalamış oluyoruz!
Bu saatten sonra herkes ezberlenmiş cümlelerle yorum yapacak!
Gazeteler, televizyonlar ortalama cümlelerle kirlilik yaratacak!
Ancak kimse doğruyu söyleyemeyecek!
Duyulması gerekenler, pas geçilecek!
Gelin o zaman yine biz bize dertleşelim…
Zaten sizden başka konuşacağım kimse de yok!
Sık sık söylediğim gibi Türkiye’deki türbülansların nedeni içerisi değildir!
Oyunu kuranlar dışarıda olup içerideki ayakçılarıyla sonuca gitmeye çalışır!
Sistem böyle işliyordu!
YABANCI emrediyor içerideki gönüllüler hemen harekete geçiyordu!
İşte dün ERDOĞAN’ın adaylığı açıklandığında bu sistemin sonuna gelindiği de ilan edilmiş oldu!
Artık Türkiye yepyeni bir sayfa açıyordu!
Abdülhamit’i hapse gönderip OSMANLI’yı yıkanlar, tarihimizi, dinimizi ve kendimize güvenimizi elimizden alanlar ilk kez yeniliyordu!
150 yıllık plan çöpe gidiyordu! İngilizler’in masada kurdukları tezgah çökerken, dün Kuzey Irak’ta bambaşka bir sayfa açılıyordu!
Erdoğan’ın Köşk’e çıkmasıyla Kuzey Irak’taki ÇIKIŞ birbirini tamamlıyordu!
İkisi de ANADOLU’yu esir alan anlayışın yıkılışını müjdeliyordu!
Önce BARZANİ’ye kulak verelim: “Son zamanlarda olan herşey bağımsızlığa ulaşmanın Kürdistan’ın hakkı olduğunu gösteriyor. Bundan sonra, bağımsızlığın amacımız olduğunu saklamayacağız. Irak şu anda fiilen bölünmüş durumda. Ülkenin yaşadığı bu trajik durumun içerisinde mi kalmamız gerekiyor? Bağımsızlığa karar verecek olan ben değilim.
Halktır. Bir referandum yapacağız ve bu aylar içinde olacak…”
Chatham House’larda yapılan ve Rothschild ailesinin desteğiyle onaylanan HARİTALAR tarihin çöplüğüne gidecek!
Bize biçilen elbise yırtılıp atılacak!
Barzani’nin Ankara’ya danışarak yaptığı bu çıkış çok önemli!
Bundan tam bir hafta önce ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Barzani’ye konuk oldu! Görüşme sonrası şunları söyledi: Bölünmüş bir Irak’ı kabul etmiyoruz. Irak’ın bütünlüğü için ABD üzerine düşeni yapacak. Maliki, başarısız oldu ve en kısa sürede gitmeli.
Washington bu sözlerle olaya farklı baktığını gösterdi!
Ama günlük yaşamayanlar için HAYAT daha anlamlıydı!
Türkiye’de çok önemli gelişmeler yaşanırken, Aralık 2012′de Neçirvan Barzani Time’a özel röportaj veriyordu! Çok kişinin hatırlamakta zorlanacağı söyleşide şöyle diyordu: “Türkiye bizim umut kapımız.
Eğer bu umut kapısı kapanırsa, Bağdat’a teslim oluruz ve hepimizin çıkarları tehlikeye girer. Özellikle belirtmeliyim tam bağımsız bir Kürdistan için fırsat olduğunu biliyoruz. Ancak buna Türk ordusunun da izin vermeyeceğini çok iyi biliyoruz.”
Yani Barzani ve Ankara olaya BARONLAR gibi bakmıyordu.
BARONLARIN sözlerinin üstüne ilk kez bölgede söz söyleniyordu!
Ama bunu gören ve anlayan çok kişi yoktu!
Barzani’nin sözlerinden bir hafta önce de Neçirvan, Ankara’ya gelip çok önemli görüşmeler yapmıştı! Belki de Barzani, BAĞIMSIZLIK ÇIKIŞINI bu nedenle yapıyordu!
Kim bilir!
Bölgede bunlar olurken yani KÜRT KARDEŞLERİMİZ bize gelirken, Erdoğan da KÖŞK için adımını atıyordu!
Bu faiz ve vaiz lobisinin mağlubiyetinin duyurusuydu! Ankara ve İstanbul’u MESKEN tutan LORDLAR KAMARASININ sırtının yere yapıştığının haykırışıydı!
Abdülhamit Han’ın intikamının alınmasıydı!
Cumhuriyet’i istedikleri şekilde kurduranlara atılmış en anlamlı goldü!
Kraliçe’nin adamı olmakla gurur duyanlara indirilen en büyük şamardı!
Bu Türkler’in tarih sahnesine çıkıp hem kendini hem kardeşlerini hatırlamasıydı!
Tarihin geri dönüşüydü!
Gururlu ve vicdanlı millet olan TÜRKLER’in “Artık bizsiz burada oyun kuramazsanız! Bizim istemediğimiz hiçbir şey olmaz!” mesajıydı!
En son geldiğinde Bursa YEŞİL CAMİİ’nde sandalyede oturup poz veren KRALİÇE’nin yenilmesiydi!
150 yıllık bir rövanşın alınmasıydı!
Hiç çıkarmadığı beyaz eldivenlerinin artık burada işe yaramayacağının ilanıydı!
Ekmeleddin Bey’e SPONSOR olup “Yürü arkanda biz varız!” garantisi veren dev Yahudi şirketlerin kündeye gelmesiydi!
Ne olacaklarına karar veremeyen CHP’nin, Kemal Bey’in ellerinde can verişiydi!
Değişim demekti bütün bu olanlar!
Sadece bir ADAY değildi ortaya çıkan! İngiliz sömürge imparatorluğunun pılını pırtını toplayıp buradan gitme zamanı gelmişti!
Bunun zamanı da 10 Ağustos’tu!
Bu nedenle Erdoğan gezisine SAMSUN ve ERZURUM’dan başlıyor! İKİNCİ KURTULUŞ SAVAŞI için asıl şimdi start verildi!
Ülke artık sonsuza kadar bizim olacak!
Erdoğan’ın karşısında Ekmeleddin Bey yok!
Kraliçe’yi yeneceğiz sandıkta!
Olay bu!
Gerisi teferruat!
Anlayanlar anlamayanlara anlatsın!
Lütfen! (PHA)

5 Ağustos 2014 Salı

YURTDIŞI SEÇMENLERİNE ZORLUK, HAKSIZLIK; ZULÜM VE İŞKENCE "SKANDALLI ve FİYASKOLU BİR SEÇİM"

YURT DIŞI SEÇMENLERİNE ZORLUK, HAKSIZLIK; ZULÜM VE İŞKENCE

"SKANDALLI ve FİYASKOLU BİR SEÇİM"
Anasayfa & Özel Röportajlar
YURTDIŞI SEÇMENLERİNE ZORLUK, HAKSIZLIK; ZULÜM VE İŞKENCE
"SKANDALLI ve FİYASKOLU 'Cumhurbaşkanlığı' BİR SEÇİM"
Tarih : 2014.08.04  19:16:14 
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin neden Konsolosluklarda değil de yalnızca 7 merkezde yapıldığını Merkel'e bir mektupla sorarak gerçeği ortaya çıkaran Remzi Uysal, Elbe Express'e konuştu. [Söyleşi: Mehmet Atak / Hamburg-Elbe Express]
Almanya'nın Schleswig- Holstein eyaletindeki Lübeck kentinde yaşayan ve 19 Mayıs Türkiye Gençlik ve Halk Kültür Derneği (TÜRGEM) Lübeck’in uzun yıllardır başkanlığını yapan eğitimci Remzi Uysal'ın, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin her Başkonsolosluk bölgesinde yapılmayıp da, T.C. vatandaşı seçmenlerin yüzlerce kilometrelik uzaklıktaki şehirlere gitmek zorunda bırakılması konusunda Almanya Başbakanı Merkel'e yazdığı mektubu ve aldığı cevabı  Elbe Express'te yayınlamıştık.
2006’da oy hakkı için dava açmıştım
Kendisine yönelttigimiz "Bu seçim üzerinde neden bu kadar duruyorsunuz, yurtdışından oy verme sizin için neden bu kadar önemli?" sorumuza Remzi Uysal şu yanıtı verdi: "TÜRGEM’i kurduğumuz 1989 yılından bu yana -yurtdışından oy verme konusu kuruluş amaçlarımızdan biri idi. Ben bu konuda 27 Aralık 2006 günü ankara 13. İdare Mahkemesinde "Yurtdışından Oy Hakkı" için bireysel dava açtım. Bu olay Türk siyasi tarihinde bir ilk idi. Bu nedenle konu halen de en önemli çalışma alanımızı kapsıyor."
Seçimlere katılımın düşük olması tam bir fiyasko
"Seçimler niçin 13 Başkonsolosluk bölgesinde yapılmıyor ?" sorusuna muhatap olan yetkililerimizin, "Bu bizim elimizde değil, Alman hükümetinin takdiridir. Seçim güvenliği nedeniyle bu karar alınmıştır" şeklindeki cevaplarından sonra, Merkel'in Remzi Uysal'a gönderdiği mektupta "7 merkezde sandık kurulmasını bizden Türkiye Hükümeti istedi" demesi, Türkiye açısından  tam bir skandal olarak nitelendirilirken, ilk tur seçimlere katılımın oldukça düşük seviyede olması ise tek kelimeyle fiyaskoydu.
Yurt dışında yapılan ilk tur Cumhurbaşkanlığı seçimleri dün  sona erdi ama, anlaşılan, bu sıcak Ağustos günlerinde yüzlerce kilometrelik yolu göze alamayan T.C. vatandaşları, "Seçim benim neyime" diyerek, işlerine güçlerine bakmışlar veya gölgelik yerlerde dinlenmeyi tercih etmişlerdi. Çünkü katılım beklenenin de çok altında kalmış bulunuyor. Yurtdışı Türkler´den sorumlu Devlet Bakanı sayın Emrullah İşler, YSK´nun uyguladığı bu randevu sisteminin çok katı olduğunu ve bu randevulu seçim sistemi ile yurtdışından oy kullanan vatandaşlarımızın katılımlarının 231 bin civarında kaldığını bugün (04 Ağustos) sabah haberlerinde açıklamış bulunuyor.
Bu konuyu ileriki günlerde detaylarıyla sizlere aktaracağız.
SKANDALI BİR MEKTUPLA ORTAYA ÇIKARAN REMZİ UYSAL ELBE EXPRESS'E KONUŞTU
Lübeck  „19 Mayıs Derneği“ (TÜRGEM) Başkanı Remzi Uysal, siyasi partilerin, anlı şanlı çatı derneklerinin, işadamları ile meslek temsilcilikleri, dini kurumlar ve gençlik teşkilatlarının aklından geçirmedikleri bir konuyu, medeni cesaretini de kullanarak bir mektupla Başbakan Angela Merkel'e sordu ve beklediği cevabı da 22 gün içinde aldı.
Olayın teferruatını, Uysal'la yaptığımız söyleşiden takip edelim:
- Sayın Uysal, bu mektup girişiminizden dolayı sizi kutluyoruz. Sayın Başbakan Merkel'e bu mektubu ne amaçla yazdınız ?
- Bazı temsilcilerimiz ve yetkililerimizin "7 Seçim Merkezi" konusundaki açıklamalarını inandırıcı bulmadım ve emin olmak istedim.
- Ne gibi açıklamalar?
- 3 Temmuz'da Hamburg Başkonsolosluğu´muzun verdiği iftara katılan Berlin Büyükelçimiz Sayın Hüseyin Avni Karslıoğlu'na "Niçin yalnızca 7 bölgede seçim sandıkları kuruluyor ?" diye sorduğumda, bana "Emniyet tedbirleri yönünden Almanya böyle istiyor" dedi. Kuzey Almanya İslam Toplumu'nun (BIG) iftar yemeğinde ise, benzer soruyu yönelttiğim Berlin Hükümetinin Uyum Bakanı Aydan Özoğuz da "fazla masraf oluyor" şeklinde bir cevap verdi. Aynı zamanda 18 Temmuz günü Hamburg Başkonsolosluğumuzda da Hamburg ve Schleswig-Holstein Eyaleti Türk dernek başkanları ile de yapılan Cumhurbaşkanlğı Seçimi konusunda yapılan bilgilendirme toplantısında da aynı konu gündeme getirildiğinde de aynı yanıtlarla karşılaştık.  Görüldüğü gibi, aynı mahiyetteki soruma karşı 2 değişik cevap almıştım.
- Ne tür bir mektupla yolladınız; normal mektup mu, taahhütlü mü, yoksa daha pahalı olan iadeli taahhütlü mü ?
- Normal mektup şeklinde gönderdim. Zaten Sayın Merkel'den bana gelen de normal mektup olarak gönderilmişti.
Almanya’da "Cevap verme" uygulaması var!
 - Peki cevap alıp alamama konusunda bir tereddüt yaşadınız mı ?
 - Kesinlikle hayır ! Çünkü Almanya'daki bürokrasi sistemini 30 yıldır çok iyi bilenlerden biriyim. Çünkü ben de bu ülkenin bürokrasi alanında tam 30 yıl çalışmış biriyim. Gerçekten de bu konularda çok sağlıklı işleyen "cevap verme" uygulaması var bu ülkede.
- Kaç gün sonra mektubunuz yanıtlandı ?
- Ben mektubumu 6 Temmuz 2014 günü yazıp postaya verdim. Cevabı ise
28 Temmuz'da, yani 22 gün sonra yazılmış. Normalde en geç 15 gün içersinde cevaplanır ama o sıralarda Sayın Merkel'in italya`da tatilde ve seyahhatte olması, işlerinin çok yoğun olması ihtimali sebebiyle bu geçikme yaşanmış olabilir. Kendilerine çok teşekkür ediyorum.

 Mektubu okuyunca allak bullak oldum!
- Mektubu alınca, o anda neler hisettiniz ?
- Çok mutlu oldum. Mektubun içeriği konusunda çok meraktaydım. Hemen en yakın bir kafeteryaya giderek kendime siyah bir kahve ısmarladım ve mektubu açarak, yavaş yavaş okumağa başladım. "7 merkezde sandık kurulmasını Türk hükümeti istedi" cümlesini okuyunca, bir anda kafam allak bullak oldu. Türk makamlarının gözlerimizin içine baka baka yaptıkları yanlış açıklamalar kulaklarımda çınladı ve sanki beynime kan sıçradı. Bir süre öylece kaldım.
- Kafanızı toparladıktan sonraki düşüncelerinizi de yansıtır mısınız ?
- Hem sayın Başbakanın talimatı tarafından mektubuma cevap verildiği, hem de Alman yetkililerin vatandaşın sorunlarına ilgi gösterip olumlu şekilde yaklaşımları, kısacası onları vatandaş yerine koymalarından dolayı çok çok sevindim.
Ama aynı anda da, her kademedeki Türkiye temsilcilikleri ve bazı politikacıların kandırmaca sözleri ve bahana yaratmalarından dolayı müteessir oldum. AKP hükümetinin yurtdışındaki vatandaşına kumpas kurmuş olmasından dolayı üzüldüm.
CHP bu seçimde pasif kaldı!
- Sizce niçin böyle bir yola başvuruldu ?
- AKP adayına oy vermeyecek seçmenlerin 7 bölgede sandık kurulması sebebiyle oy kullanmaya gitmekten caydırılması gibi bir mantık akla geliyor. Bu kararın alınmasında da AKP'ye göbek bağıyla bağlı kuruluşların ve de ihtimal yapmış olduklarını düşündügüm bir kamuoyu araştırmasının da etkili  olduğu düşünülebilir.
 - Sayın Uysal, sizin mektubunuz olmasa belki de açığa çıkmayacak bu "7 bölge isteği" konusunda Türkiye'deki muhalefet partilerinin ve onların yurt dışı bağlantılarının hiç sesleri çıkmadı gibi.. Özellikle de Almanya'daki CHP Birlikleri de belirgin bir araştırma yapıp, tavır koymadı. 2015 Şubat'ında da Genel Seçimler var. Ne diyorsunuz ?
 - Evet, "7 Sandık Merkezi" konusunda muhalafet partilerimiz ve Almanya'daki yandaş Sivil Toplum Kuruluşları maalesef pasif kaldılar. Kendi içinde bile asgari müştereklerde birleşemeyen çok horozlu ve sabahı erken yapan bir kümes hüviyetindeki CHP, yurt dışındaki bu ilk seçimimizde ne yazık ki pasif kaldı. Önümüzdeki seçimler için yeni bir yapılanma şart olmuştur.

1 Ağustos 2014 Cuma

Paralel yapı olarak adlandırılan yapılanma, siyaseten ortadan kaldırılmalıdır; çünkü iki cambaz bir ipte oynayamaz... Prof. Dr. Ali Demirsoy

Paralel yapı olarak adlandırılan yapılanma, siyaseten ortadan kaldırılmalıdır; çünkü iki cambaz bir ipte oynayamaz.
Prof. Dr. Ali Demirsoy

Fizikte dalgalar anlatılırken dalgaların aynı frekansta bir biri üzerine bindirildiğinde oluşturdukları yıkıcı gücü açıklayabilmek için çoğunluk şöyle bir örnek verilir: Bir asma köprüde, birçok kemanın aynı zamanda aynı frekansta ses çıkaracak biçimde yayları çekilirse, bir zaman sonra köprü yıkılır. Çünkü aynı frekansta oluşturulan dalgalar her nota vuruşunda belirli bir itme gücü meydana getireceği ve bir diğeri ile üst üste binerek güçleneceği için köprü neden yapılı olursa olsun yıkılır. Eğer farklı sesler çıkarılırsa, dalgaların bir kısmı diğer dalgalarla girişime uğrayarak söner ve yıkım önlenir. Bu fiziğin temel kurallarından biridir.
Aslında daha iyi anlayacağımız bir örnek daha var: Lazer aynı kaynaktan çıkan ışın demetlerinin paralel bir konuma getirilmesiyle oluşturulur. Doğal ışın kaynaklarında çıkan ışınların bir kısmı biraz erken ya da biraz geç çıktıkları için dalgaların şişkin oldukları yerlerde birbirlerini söndürürler. Böylece bu tip ışınlar çok uzaklara gidemez; yıkıcı etki de gösteremez. Eğer ışınlar aynı kaynaktan çıkıyorsa ve birbirine paralel bir düzenleme ile bir araya getiriliyorsa, bu ışınlar buradan Ay’a kadar saçılmadan gidebilirler; sadece birkaç kalem pilden enerjilerini alsalar bile, bir noktaya o kadar yoğunlaştırılabilirler ki, kalın demiri dahi kesebilirler. Yakarlar, yıkarlar; bu nedenle lazer göstergeçlerini retinamızı tahrip etmesin diye gözümüze tutmaktan kaçınırız. Lazer ışınları iyi işlerde de yıkıcı işlerde de başarıyla kullanılabilir. Bu niyete bağlıdır.
            Paralel ışınların fiziğin bir kuralı olarak aynı kaynaktan çıkması gerektiğini söyledik. 
Paralel yapılanmanın en önemli özelliği şu ya da bu şekilde ortak bir noktadan besleniyor ya da beslenmiş olmalarıdır. Şu anda Türkiye’de paralel bir yapılanmanın olduğu yetkililerce akşam-sabah söylenmektedir. Bu yapının koruyucusu ve akıl babası olarak da malum ülke gösterilmektedir. Doğru olmaması için bir neden gözükmüyor. Ancak şu anda yönetimin başında bulunanların, daha yönetime gelmeden, ayaklarının altına kırmızı halı serilerek Oval Ofis’te ülkesinin yetkililerinden uzak, emperyalist olarak bilinen bu ülkenin başkanı ile baş başa görüşmeler yapmış olması, şu anda gündemde olan paralel yapının diğer bileşeninin hazırlanması olarak akla gelmektedir. Çünkü paralel yapıda iki bileşen yan yana olmak zorundadır. Belli ki iki bileşen bir yerlerde senkronize edildi (uyumlu hale getirildi) ve belirli çevreler ve emperyalist ülkeler için tehdit olarak algılanan kuruluşların üzerine tutuldu.
Hiç kimsenin daha önce tahmin edemeyeceği bir biçimde, yıkılmaz, yanaşılmaz, eleştirilemez, kolay kolay alt edilemez kurum ve kişilerin üzerine tutularak yakıldı ve yıkıldı. Bunun siyaset tarihimizdeki ismi, başta bağımsız ülke özlemi içinde olan, terör için bizzat emek vermiş askeri zevata, kişilikli bilim adamlarına, yazarlara, sanatkârlara yönlendirildi. Bunlara çeşitli adlar takıldı: Balyoz, Ergenekon, Casusluk… Bu kurumların ve kişilerin belleri kırıldı. Bu yıkım için yasal zeminin hazırlanması yöneticilere, belge ve delil yaratılması ile yargılama süreçlerinin yürütülmesi öbür bileşene bırakıldı. Çok uyumlu bir çift olarak gerekli yıkımı yaptılar. Bunu tarih çok daha açık bir şekilde yazacaktır.
            Ancak yüzyıllar ötesinden gelen bir atasözümüzün gereği olarak bu paralellik uzun süremedi: İki cambaz bir ipte oynamaz. Sıcak kestaneler maşa kullanılarak sahneden uzaklaştırılmıştı. Öbür bileşen bu aşamadan sonra tehlikeli olabilirdi. Çünkü öbür bileşenin oluşturulma nedenini ve nasıl kullanılabileceğini en iyi kendisi (paralelin öbür bileşeni) bilebilirdi. Ne de olsa aynı memeden süt emmişlerdi. Bunun için öbür bileşenin düzeninin bozulması gerekiyordu. Dershanelerden başlayarak, atamalar, okullara baskınlar, iş yerlerinin sürekli denetimleri, cezalar, bu bileşenin içinde olduğu bilinen ya da varsayılan kişilerin görevlerinden uzaklaştırılması ve en üst yönetimin kürsülerden açık açık bu teşkilatın okullarına öğrenci verenleri tehdit etme, bankalarına devlet kaynaklarının esirgenmesi, yayın organlarına devlet reklam desteğinin kaldırılması ve onlarca önlem ile saldırı başlatıldı. Paralel bileşenin birinin cumhurbaşkanı, başbakanı, komutanı ve devleti oluşturan belirli makamlarda temsilcileri yoktu. Dolayısıyla gücü, sadece organizasyonu ile sınırlıydı; öbürünün gücü yasal konumu ve yetkili yerleri elinde bulundurmasından kaynaklanıyordu. Sancılı süreç böylece başladı…
            Paralel yapılar oluşturma, sanatta, ticarette, askeriyede, sosyal organizasyonda yararlı sonuçlar doğurduğu batı dünyasının kol kola girmiş ülkelerinde gözleniyor. Çünkü dinde yapmış oldukları reformlar ile bilimi ve analitik düşünceyi eğitimlerinin vazgeçilmez unsuru yaptılar. Ancak dogma ile yoğrulmuş, korkularla yetiştirilmiş ve her şeyi tehdit olarak gören toplumlarda bu paralellik –en fazla ortak kısa vadeli- çıkarları sürdükçe bir arada tutulabiliyor. Bu nedenle İslam ülkelerinin hiç birinde tüm çabalara karşın ortak bir strateji belirlenemiyor.  
Aslında böyle bir paralel yapının oluşturulmasına izin veren ve bu oluşuma yıllarca göz yuman hatta destek veren yönetimlerin ihaneti unutulur gibi değildir. Nitekim 27.07.2014 tarihinde bir zamanların Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un açıklamasına göre, “Paralel yapıdan bahsederek bugün bize yarın size” diyerek başbakanı uyarmasına karşın, paralel yapının savcısı olduğunu övünerek kürsülerde haykıran başbakan, ordunun değerli subaylarının, onurlu rektörlerin, parti başkanlarının, yazarların bir çeşit linç edilmesine ve feryatlara seyirci kalmış; ta ki paralel yapı başbakanın oğluna uzanana kadar.
Bir yıl önce, yönetimin tam kadro katıldığı törenlerde bu yapılanmaya övgüler dizilirken, bir yıl sonra nefret kusulması çoğu kişi için anlaşılabilir değildir. Birçoğu, bu nefretin, yönetimin başındakilerin ve çocuklarının söylenen ve görüntülenen yolsuzluklarını, bir zamanlar Balyoz ve Ergenekon davalarındaki yöntemlerle servis edilmeye başlanmasına tepki olduğu söylense de, iki cambaz bir ipte oynayamadığı için bu paralellik bozulmuştur. Geçmişte devlet kadrolarını ve kritik makamları ele geçirmek için aralarında su sızmayan bir ortaklık kurulmuştu. Eğitimde başarısıyla öne çıkan, siyasi bir yapılanma göstermeden devletin kadrolarını sinsi sinsi ele geçiren bir bileşen öbürünün işine çok yarayabilirdi; ne de olsa aynı ananın çocuklarıydı. Türbana özgürlük diye ortak bir sloganları da vardı.
Ancak devlet gücünü ele geçiren siyasi bileşenin (kanadının) bu kadrolaşmadaki bu ortaklığa gereksinmesi kalmamıştı; bu ortaklığı bir tehdit olarak görmeye başlamıştı. Türban devletin resmi giysisi durumuna geçince etkinliğini yitirmiş oldu; bunun üzerine taraflar hizmet sloganı ile gemiyi yürütmeye çalıştıysalar da. İki cambaz bir ipte oynayamadığı için, birinin bertaraf edilmesi gerekiyordu. Paralel yapılanma tanımı böyle ortaya çıktı. İşin ilginci bu ortaklığın ikizinden biri bu tanımı yaparak öbürünü yok etmeye çalışmasıdır. Çeşitli itham ve suçlamalarla, devlet baskısıyla bu birliktelikteki bir kesimin ışınlarının demet oluşturma gücü söndürülmüş olabilir; ancak öbürü hala tüm diriliğiyle, üstelik devlet olanaklarını arkasına almış olarak devam etmektedir.
Biz tekrar ışınlarımıza dönersek, lazer ışınlarının paralellik (ortaklık) bozulmadığı sürece sonsuza kadar aynı güçle iletildiğini biliyoruz. Ancak dalgaların birinde meydana gelen bir frekans farklılığı sönmelere neden olur. En önemlisi ise paralel olduklarında farklı bir ortamdan geçerken ya da bir kristal üzerine düştüklerinden aynen yollarına devam ederken, paralel ışınların birinde meydana gelen bir frekans değişikliği, onların yolunun ayırımına neden olur. Örneğin üçgen şeklindeki bir kristal üzerine düşen beyaz ışınların farklı renklere ayrılması gibi. Açıkça birlikte seyir eden bu ışınlar yolsuzluk ve rüşvet denen tarihi bir hesaplaşmaya rastlatılmasaydı yıkım yoluna devam edecekti. Ancak başbakana yakın kristalin üzerine düşmesiyle tayflarına ayrıldı. Renkler ortaya çıktı. Bu aşamada kim kimin paraleledir yorumu ya da tartışması yapmak da anlamsızdır.
Paralel yapı olabilmesi için bir birinin aynı olan iki dalganın aynı zamanda aynı ortamda bulunması gereklidir. Durum öyleydi. Buradaki en önemli araştırılması ve açığa çıkarılması gereken, bu paralel yapının frekanslarını farklılaştıran güç neydi? Hükümet ve devlet olamazdı. Çünkü zaten kol kola yıkıcı eylemlerini gerçekleştirdiler (idamla yargılanan yüzlerce insanın bugün dışarıda elini kolunu sallayarak gezmesi bunun çok açık kanıtıdır). Bu ışınlardan birinin ortadan kaldırılması gerekirdi; çünkü ikisi aynı ortamda sürseydi, fizikte girişim olarak bilinen sönme olayı ile her ikisi de ortadan kalkacaktı. Biri şu anda devletin olanaklarını kullandığı ve devletin resmi hükümeti olduğu için ayakta kalmalıydı. Dolayısıyla geçmişiyle, yaşanan ahlak, hukuk ve insanlık dışı uygulamalarıyla bu paralelliğin ortadan kalkması gerekirdi;  ölüm kalım savaşı böylece başlatılmış oldu. Ancak, bu paralel yapıyı (her iki ışını) tasarlayan, ülkemize musallat eden gücün kim olduğunu belli ki sadece başbakanımız bilebilir. Hiç kimse bu bakımdan muhalefetten bir açıklama bekleyemez ve onları da sorumlu tutamaz. Geçmişte talimatların Pennsylvania ya da Oval Ofisten alınmış olması durumun ahlaki ya da hukuki anlamını değiştirmez.
Dünya siyaset tarihine geçecek eylemleri de bu paralel yapı hengâmesinde öğrendik. Bir zamanlar hukuka, ahlaka, insanlığa, demokrasiye aykırı eylemler yaptığı söylenen insanlar; kaderin cilvesine bakın ki aynı yöntemlerle gözaltına alınıyor, sorgulanıyor, aynı hukuksal işlemlerden geçiriliyorlar. O gün çığlıkları ve yakınmaları duymayanlar; bu gün aynı çığlıkları kendileri atıyor. Paralellik en az bu eylem benzerliğinde sürüyor. Ne yazık ki hukukun, demokrasinin, insani değerlerin, vatan millet kavramlarının zayıflatıldığı bir ülkede insanlar sağır olurlar; haklıyla haksızı ayıracak erdemlerini yitirirler.
            Cumhurbaşkanı seçimlerinde, adaylardan birinin, Anayasamızda yazılı olmayan yetkilerin dışındaki yetkileri kullanacağını ve Anayasa gereği tarafsız olması gerektiği halde taraflı olacağını beyan etmesi, filtreleri yerle bir edilmiş eldeki senkronize gücün bu güne kadar olduğu gibi, bundan sonra da nasıl kullanacağının ipuçlarını vermektedir.
            Elinize bir lazer tüpü alın ve karanlığa tutun, sadece size yol gösterecek, sadece size yarar sağlayacak ince uzun bir ışık demetinin oluştuğunu göreceksiniz. Etkilidir; ancak çevresi hep karanlıktır. Tüm yetkileri hep elinde utmak isteyenlerin durumu böyledir. Elinize bir mum alın, ışığının uzağa gitmediğini görseniz de çevrenizin aydınlandığını göreceksiniz. Bu ışık sadece size değil herkese yol gösterecektir.         
            Dilerim bu ülkenin Atatürk’le başlayan, bilime, uygarlığa doğru yöneldiğimiz yolu, laik, bilgili, akılcı ve munis yöneticiler aydınlatır…
Prof. Dr. Ali Demirsoy

Paralel yapı olarak adlandırılan yapılanma, siyaseten ortadan kaldırılmalıdır; çünkü iki cambaz bir ipte oynayamaz. Ancak toplumun da öbür cambazın bir gün ayaklarını yere bastırması gerekir. O gün geldi…