11 Kasım 2019 Pazartesi

Dünya lideri Mustafa Kemal Atatürk'ün ebediyete intikal edişinin 81. yılını anarken.

EBEDİYETE İNTİKAL EDİŞİNİN SEKSENBİRİNCİ YILINDA GAZİ PAŞAMIZ ATATÜRK'Ü ANARKEN
ALİ KEMAL GÜL

A.Kemal GÜL
Üzerinde yaşadığımız cennet vatanımız atalarımızın bize en büyük emanetidir Onlar, Anadolu coğrafyasını vatan edinmek için ellerinden geleni yapmış, bu uğurda mallarıyla savaşmış ve asırlar boyu bu toprakları korumak için olağan üstü gayret göstermişlerdir. Müslüman Türk Milletinin düşmanları hiç uyumamış, hep sinsi emeller beslemiş, birinci dünya savaşında da bize, yedi cepheden saldırmış ve hemen anayurdumuzu paylaşmaya kalkışmışlardır.
Her zaman olduğu gibi bu asil millet, istiklal ve hürriyetini, vatan ve mukaddesatını korumak için; Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK önderliğinde şahlanarak, her türlü yokluğa ve olumsuzluğa rağmen büyük bir istiklal mücadelesi verip, namusu saydığı vatanını, düşman işgalinden kurtarmıştır.
Türk Milleti asırlardan beri hakim olduğu Anadolu topraklarında milli egemenliğini aynen korumuş, Türkiye Cumhuriyeti adıyla yeni bir devlet kurmuş ve 29 Ekim 1923 tarihinde de bunu bütün dünyaya ilan etmiştir.
Ülkemizin kurucu iradesinin başını çeken ATATÜRK’ÜN vücuda getirdiği ilke ve inkılaplardan en büyük eserimdir dediği Cumhuriyet, çoğunluk sistemine ve milli iradeyi temsil etme esasına dayanan, yaratılıştan insanlarda var olan çeşitli kabiliyetlerini ortaya koyabilmelerine, düşünce ve inançlarını serbestçe ifade edip yaşamlarına imkan veren, istişareye dayalı bir idare şeklidir.
Hiç şüphesiz bize düşen görev, cumhuriyet ruhunu gayesinden saptırmadan, devletimizi liyakatli ellerde yükseltmek ve bu mukaddes emaneti bizden sonraki nesillerle eniyi şekilde devretmektir.
Ne var ki verilen bu eşsiz ve başarılı sıcak savaşlar sonucu yaşadığımız coğrafyayı bize vatan yapan, bize bir ulus kimliği ‘’Türk’’ kimliğini kazandıran Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Gazi M. Kemal ATATÜRK’ÜN en büyük eserimdir dediği’’ laik cumhuriyet’’i ve ilkelerini benimsemiş, ulus devlet kavramını içselleştirmiş, Türk milletine mensubiyetiyle onurlanmış aziz milletimize karşı tarihte olduğu gibi günümüzde de sinsi tuzakların kurulduğunu millet olarak izlemekteyiz.
Arapçı İslamcı teröristler, Ümmetçi Peşmergeler; Türk Milleti'ni kimliksizleştirme, yok etme operasyonunu sürdürüyorlar. Öylesine ki beyinlerini ele geçirdiği işbirlikçi hainlerle, Türk Milleti'ne kurduğu tuzağı zevkle izliyorlar.
Bu hain odaklarca, Türk varlığını ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Atatürk tarafından belirlenen ‘’kuruluş felsefesinin’’temeli olan ‘’Türk Milliyetçiliğini’’sabote etmek, Türk Milletinin yılgınlığa, kendine güvensizliğe, hatta çaresizliğe sürüklenerek çökertilmek istenmesi karşısında Türk Milleti; kararlılık içinde yapılması gerekenleri yapacağından emin olmalıdır.
Türk Milleti; varlığını şekillendiren, tarihini, kültürünü, heyecanını, coşkusunu hissettirecek evlatlarının büyük dirilişine tanık olacaktır. Hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
Yeter ki, Türk Milletine düşmanlığı ile beyinleri iğdiş edilmiş, örümcek kafalı, bilgisiz, kültürsüz, ucubeleri Müslüman diye seçen halk bilinçlendirilebilsin.
Bunun için olmazsa olmazımız: Türk Genci şu ya da bu cemaatlerin, tarikatların ibadet adı altında uyuşturucu tuzağına düşerek kendini kullandırmadan, çağımızın artık özgürlük, çeşitlilik, liberal demokrasi, hukuk güvenliği gibi değerler olmadan ‘’orta gelir tuzağını’’ aşamayacağı noktasında bilinçlenmelidir.
Böyle bir çağda insanlarımıza, özellikle yeni nesillere ‘’falancaya’’ değil, ‘’filancaya’’ bağlanmalarını değil, bağımsız kişilik sahibi olmalarını, vicdanlarını geliştirerek hayatını kendilerinin tanzim etmelerini öğretmek zorundayız.
Din eğitiminde de eski usul ezber ve taklit yerine, İslam tarihinden ‘’kula kulluk etmeyen’’ örneklerle geliştirilen hür kişilik ve bağımsız düşünceli Müslüman tipi esas alınmalıdır.

Eğitim sistemimizde, İslamı kültürel arka planıyla bir hayat haline getiren ve uygarlıkla bütünleştiren anlayışları içerir felsefi, bilimsel, edebi, sanatsal çalışmalara ilişkin müfredat programlarına yer verilebilir.
Hür ve yaratıcı düşünceyle, bu coğrafyada ayakta kalmamızın, güçlendirilmiş demokratik kurumlarıyla ‘’gerçek demokratik rejimi’’le huzura kavuşabileceğimizin ön şartı olacaktır.
Atatürkçülük kavramı; ‘’ Emperyalist devletlerin Türkiye'yi paylaşma hareketine tepki olarak doğan; belirli sınıf desteğine dayanmayan, çağdaş uygarlık düzeyini hedef alan, ekonomik sömürü düzenini ret eden, akla ve bilime dayanan düşünce ve uygulamalar tarzıdır’’ anlayışında tanımlanır.
Türk Milleti asırlar sonra ATATÜRK le güldü; lakin iki gün önce Cuma namazında okutulmak üzere Diyanet Başkanlığının hazırlattığı hutbede bu önemli insana ‘’Allah rahmet etsin’’diyemiyorsa, bir ‘’Fatihayı esirgiyor sa… Ne denilebilir?
Atatürk, Cumhuriyetin daha 10. Günü Şeriye ve Evkaf Bakanlığını kurarken orada bir hassasiyet var. Orada dinin önemi üzerinde millete mesaj vermek istiyor. İlk Ankara müftüsü olan Rıfat Börekçi’yi Diyanet İşleri Başkanı olarak atıyor.ATATÜRK arkasından büyük Cumhuriyetin kuruluşunda Türkiye'nin manevi mimarı olarak Kur’an-ı Kerimin Türkçe mealini yaptırıyor Elmalılı Hamdi Yazır’a.;Kura’n’ın tefsirini tamamlatıyor.Cumhuriyetin ilk yıllarında dinin gerçeğini, doğrusunu öğrenme emrini buyruğunu ATATÜRK ehli olana veriyor. Daha kanun yok, yasa yok…
ATATÜRK ün ilk önemsediği konu din oluyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’na verdiği görev hem de bin lira avans veriyor o zaman için. Ülkenin ekonomik durumu sıkıntıdayken bu yaptığı İslama verdiği önemdir.
 ATATÜRK’ÜN İslam’a verdiği değerin ne olduğunu, bu milletin gönlünde yer ettiğini bir iki sözle aktaralım; ‘’Atatürk diyor ki; din önemli bir müessesedir, dinsiz milletin devamına imkân yoktur. Sözün bittiği yer. İnsan hayatının, toplum hayatının, sosyal hayatın her noktasında dinin var olduğunu beyan ediyor Atatürk ve onun için öncelikle bakanlığını sonra da başkanlığını kuruyor.
Atatürk ‘’, bizim dinimiz akla en yakın dindir. Onun için de son din olmuştur. Bir dinin doğal bir din olması için akla, mantığa ve bilme uyması gereklidir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.’’diyecekti.
Ve Atatürk, ‘’bir adam ki; memleketin ve milletin mutluluğunu düşünmekten çok kendini düşünür, o adamın değeri ikinci derecedir. Esas kıymeti kendine veren ve mensup olduğu millet ve memleketi ancak kendi kişiliği ile ayakta tuttuğunu zanneden adamlar, milletlerinin mutluluğuna hizmet etmiş sayılmazlar. Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler, milletlerini yaşamak ve ilerlemek imkanlarına kavuştururlar. Kendi gidince ilerleme ve hareket durur zannetmek bir gaflettir.’’ Diyecekti.
Evet; 10 Kasım 1938 de ebediyete intikalinin üzerinden 81 yıl geçmesine rağmen, neredeyse her dönemde Gazi Paşamıza düşmanlık için paçavra tetikçiler meydanlara salınsa da, her taarruz, her iftira ve her saldırıya rağmen, Atatürk askeri bir deha ve siyasi bir efsane olarak ayakta kalmaya devam ediyor. O efsane insan tüm haşmetiyle, Cumhuriyet gibi büyük bir eseriyle Türk Ulusunun kalbinde yaşamaya devam edecektir.
Bizlere bu cennet Vatanı armağan eden başta Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere bütün şehit ve gazilerimizi minnet ve rahmetle anmak ve onlara Yüce Yaratıcıdan mağfiret dilemek de bizim için bir görevdir; Ruhları şad mekanları cennet olsun.
Formun Üstü

6 Ağustos 2019 Salı

Emekli orgeneral Ergin Saygun'dan şok uyarı bu sıranın sonunda Türkiye var


SON ZAMANLARDA YAŞANILANLARIN ANALİZİNİ OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM.

Emekli orgeneral Ergin Saygun'dan şok uyarı bu sıranın sonunda Türkiye var

Orhan Selim Bayraktar tarafından ulusalhaber-ulusalajans’a gönderilmiş bulunan SAYIN ERGİN SAYGUN PAŞANIN AMERİKADAKİ 15 Temmuz 2019 tarihindeki KONUŞMASI’nı (Turkish Heritage Konuşması) aynen yayınlıyoruz.
Gerçekler çok güzel dile getirilmiştir.

Günaydın bayanlar ve baylar
Böyle seçkin bir topluluğa hitap etmem için yapılan davet’e teşekkür ederim.
Her şeyden önce, şu anda hiçbir resmi bir görev veya unvanı bulunmayan emekli bir asker olduğumu söylemeliyim. Size söyleyeceklerim, deneyimlerime, gözlemlerime ve açık kaynaklara dayanan kişisel düşüncelerimdir. Dürüst ve samimi olacağım;
Neden veya niçin sorularını pek çok defa duyacaksınız


Sunumumla ilgili ayrıntılara girmeden önce, bugünün önemi hakkında birkaç kelime söylemek isterim. ​
3 yıl önce bu gün Türkiye, Hükümeti devirmek, ya da daha beteri, tüm sistemi değiştirmek ve ülkenin kontrolünü ele geçirmek için kanlı bir girişimle karşı karşıya kaldı. Bu kalkışma yaklaşık 20 yıldır ABD’de ikamet eden Fetullah Gülen tarafından organize edildi.
Parlamento’da dahil olmak üzere birçok Hükümet binası bombalandı, diğerleri işgal edildi, üst düzey komutanlar rehin alındı ve güvenlik görevlilerinin ve sivillerin ölü sayısı 250'nin üzerindeydi.
Gülen 1999 yılında tıbbi tedavi için ABD'ye göç etti.
Pennsylvania'daki yerleşkesinden, Türkiye'de ve dünya çapında okullar, üniversiteler, ticari kuruluşlar, finansal ve medya şirketlerinin küresel bir imparatorluğunu yönetmiştir.
(graham fuller,) Kabil'deki eski bir CIA istasyon şefi, ABD göçmenlik makamlarının 2006'da onu sınır dışı etmeyi planladığı sırada Gülen'e bir referans oldu. Bir başka referans da (morton abramowitz) ABD'nin Ankara Büyükelçisi idi. Başkaları da var. Örneğin, bir Pensylvania senatörü (bob casey).
Niçin?
Okullarının sayısı belli değil ama sadece ABD’de 150'den fazla okuldan bahsediliyor, 60-70’i sadece Teksas'ta olmak üzere.
Gülenin hem demokrat hem de cumhuriyetçilerin seçim kampanyalarına katkıları bir süredir biliniyor, sadece Clinton Vakfı’na 500.000 $ve 1.000.000$ vermiştir.
Bu okullarda öğretmenler h-1b geçici göçmen vizesi ile çalışırlar.
1999 vaazında, takipçilerine aşağıdaki tavsiyelerde bulundu:
“Tüm güç merkezlerine ulaşana kadar varlığınızı fark ettirmeden sistemin kılcal damarlarına girmelisiniz.”
Ve takipçileri tam olarak bunu yaptı.
Soru; Fetullah Gülen’inABD’de neden böyle ayrıcalıklı bir statüye sahip olduğudur.
Neden; Türk hükumetinin iadesi için sayısız girişimleri ABD yönetimi tarafından reddedildi. Onu hangi amaçla kullanmak istiyorsunuz?
Fetullah Gülen’in ABD tarafından bir din adamı olarak gösterilmesi hatadır.
Bu konuya daha sonra farklı bir bağlamda geri döneceğim
Şimdi genel güvenlik sorunlarına değinmek istiyorum
Ortadoğu'dan başlayayım.,
Batı için, ama özellikle ABD için, orta doğu iki şey ifade eder. İsrail'in güvenliği ve enerji kaynaklarının güvenliği.
Ortadoğu'da ne olursa olsun bu iki pencereden görülmelidir.
İsrail'in güvenliği, varlığını devam ettirebileceği güvenli bir çevreyi gerektirmektedir.
Ortadoğu'da 25 ülke var ve sadece üçü Arap değil. Türkiye İran ve İsrail’in kendisi. Bölgede İsrail dostu bir devlet yok. Günümüzde Suudi Arabistan İsrail ile flört ediyor gibi görünüyor ama bu tam olarak ihtiyacı karşılamıyor.
1978 CDmp david anlaşması güzel bir denemeydi, ancak gereksinimi karşılamadı.
2012 yılında Türkiye'de kürecik Malatya'ya yerleştirilen NATO füze sisteminin bir parçası kılığında bir Amerikan radar istasyonu, muhtemel İran füzelerine karşı İsrail için radar koruması sağlıyor,
Ama yine de bu yeterli değildir.
Ayrıca enerji kaynaklarını güvence altına alacak İsrail ile geleneksel bağları olan ABD uyumlu bir dost ihtiyacı karşılayacaktır.
Kürtlerden daha uygun başka kim var.
Batı’nın, özellikle de ABD'nin yıllardır bağımsız bir Kürt devleti için çaba göstermesinin nedeni budur.
Suriye krizlerinin başlıca nedeni budur. Kürtlerin Akdeniz'e ulaşması için bir koridor sağlamak. ABD'nin kuzey Suriye'deki teröristleri silahlandırmasının ve donatmasının nedeni budur. ABD'nin binlerce kamyon dolusu silah ve mühimmatı pkk'ya ypg/pyd adı altında sağlamasının nedeni budur. Bunun artık o bölge’de var olmayan DEASH ile mücadele için olduğunu iddia ediyor.
​İsrail güvenliği için aynı derecede önemli olan düşmanlarını ortadan kaldırmaktır.
Kim onlar?
 Önce; İran. Ambargolar, ILSA, kotalar, ticaret yasağı vb. bu ülkeyi hapsetmek için.
​ikincisi Irak'tı. İki operasyon ve Irak'ın sonu.
​Sonra Mısır. Müslüman kardeşler seçilirlerse İsrail'e Cihad ilan etme sözü verdiler, seçildiler ancak birdenbire bir askeri darbe ile devrildiler.
Bunları Suriye ve Lübnan takip edecek.
Ve en son Türkiye. Başkan Trump, ekonomimizi yok edeceğini açıkça söyledi. Ccatsa tehdidi, Rusya'dan s-400s satın alırsak f-35 uçakları verilmemesi.
ABD kongresi Dışişleri Komitesi’nde 28 temmuz 2010'da Türkiye'ye f-35 savaş uçakları verilmemesi tartışıldı.  Bu İsrail için bir tehdidin ortadan kaldırılması için önemli idi. Günümüzde İsrail basını, İsrail'e yönelik tehdidin önemli ölçüde azalacağını iddia ederek Türkiye’nin f-35 programından çıkarılması kararından dolayı bayram ediyor.
Yani asıl mesele İsrail'in güvenliği, f-35 vs s-400 değil
Şimdi enerji güvenliği hakkında birkaç kelime
Körfez savaşı sırasında ABD, kuzeyden Türkiye üzerinden bir cephe açmak istedi. Türk Parlamentosu’nda ABD talebi siyasi olarak kabul edildi, ancak teknik olarak reddedildi. Ancak leigh Üniversitesi’nden Henry Berkay, ABD'nin kuzey cephesi arzusunun gerçek sebebini açıkladı
“Amerikan bakış açısıyla bakarsanız, Saddam'ı iki taraftan sıkıştırmak istediğimiz için değil, Kuzey Irakta Türklerden ve Irak'taki Kürtlerden önce iki büyük şehri ele geçmek istediğimiz için de Kuzey cephesini istedik. Musul ve Kerkük Kürt ellerine düşmemeli idi. Bunlar petrol açısından zengin iki şehir, özellikle Kerkük. “
​Enerji kaynaklarının güvenliği yeni bir şey değildir. 20.yüzyılın başına kadar gider.
1901'de İran ile 1961'de sona eren 60 yıllık bir dönemi kapsayacak şekilde bir anlaşma imzalamak için bölgeye ilk gelen İngilizler. Artı, para ve petrolün %12 belli bir miktar İran'a verilecek.
İngilizler ve Fransızlar, Almanya ile Osmanlı imparatorluğu arasında bir bağlantıyı önlemek istedi. Çanakkale ya da Gelibolu cephesinin açılmasının nedeni budur.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye, Ruslara karşı Almanlarla birlikte savaşmak için Galiçya'ya asker göndermiş, aynı zaman aralığında Osmanlı ordusu Azerbaycan’ı kurtarmak için Kafkasya’da savaşırken, Almanlar Rusları desteklemişlerdir. Amaç o bölgedeki enerji kaynaklarından Türkleri uzak tutmak
Birinci dünya Savaşı’ndan sonra, orta doğuda sınırlar Gertrude Bell adlı bir İngiliz bayan tarafından yeniden çizilirken sadece çok küçük bir yer, Habur kapısı Türklere bırakıldı.
Amaç gene aynıdır. Türkleri Ortadoğu'nun enerji kaynaklarından uzak tutmak.
Ve şimdi bugün. Doğu Akdeniz'de ABD ve AB, Türkiye'ye Doğu Akdeniz enerji kaynaklarından uzak durmasını söylüyor,
Sonuç olarak, bölgemizdeki tüm sorunlar esas olarak İsrail'in güvenliği ve enerji kaynaklarının güvenliği nedeniyle.
​Terörizm bir silah olarak kullanılır. Bu terör örgütleri Ortadoğu'nun ateşini tutmak için maşalardır. Ateşi onlar tutacak, onların elleri yanacak ki Batılı büyüklere bir zarar gelmesin.,
​ Hiçbir şey tesadüfen olmuyor. Ortadoğu'daki her hareket çok daha önce’den planlanmıştır.
Ortadoğu'da hiçbir ülke geleceği hakkında kendi karar alamaz. Kararlar hep başkaları tarafından alınır, Devletler kurulur, başındaki adamlar belirlenir. Her zaman böyle olmuştur ve bundan sonar da böyle olacaktır. 
​Ortadoğu batının arzularına göre şekillendirilmiş bir bölgedir:
Bölgenin yeniden tasarımı sırasında Batı, Ortadoğu'da yüzyıllardır hakim olan karmaşık etnik ve dini bölünmelere kesinlikle dikkat etmemiştir. Hatta güvenlik ihtiyaçları ve uygulamaları batılı güçler tarafından yaratılmıştır.
Arap baharı diye bir şey yoktur…
ABD Genelkurmay eski başkanı; Gen. Wesley Clark 'ın 2 mart 2007 tarihli bir konferansta şunları söylemiştir
“ABD beş yıl içinde yedi ülkeyi ele geçirecektir. Bu ülkeler Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali, Sudan ve İran’dır. “
Yakın geçmişte ve bu gün yaşadıklarımız ve yukarıdan beri anlatmaya çalıştıklarımın önemli bir kısmının sebebi bu sözlerdedir.
Yanlış bilgilendirme, Saddam’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu veya ABD büyükelçisi Saddam'a ABD'nin Irak'ın Kuveyt'e saldırmasına itiraz etmeyeceğine dair güvence vermesi gibi halkı ikna etmek için uluslararası konularda sık kullanılan bir araçtır.
Türkiye-ABD ilişkilerine biraz daha bakalım:
Her şeyden önce ABD Türk dış politikasının bağımsızlığından memnun değildir ve Türkiye'yi bölgedeki uzun vadeli ABD hedeflerine karşı kısa vadeli diş politika çıkarlarını geliştirmeye çalışmakla suçlamaktadır. Mısır, Suriye, terörizm gibi
Ve özellikle de İsrail.
Benzer şekilde, ABD Türkiye'yi bölgesel bir güç olarak görmek istememektedir. Her zaman bizim ile bölgesel girişimler arasında bir engel koymak için çalıştı. Balkan barış tugayı, Karadeniz güven arttırıcı önlemler toplantıları, Kafkas çalışma grubu vb. projelerde yaşadığımız gibi.
Neden?
ABD, Yunanlılar, Ermeniler, Kıbrıslı Rumlar ve tabii ki İsrail için bir sorumluluk hissediyor ve Türkiye'den onlara hiçbir zarar gelmeyeceğinden emin olmak istiyor.
Güvenlik ve güç dengesi tabiri caizse.
Niçin?
Muhtemelen güçlü Yahudi, Ermeni ve Yunan Lobileri’nin baskıları sonucu.
Türkiye sadece ABD ile uyumlu bir politika izlerse bölgesel bir güç olabilir. Verilen mesaj bu.
Örneğin, askeri yardım için tehdit olsun veya olmasın Yunanistan ve Türkiye için saçma bir 7/10 oranı vardı. Yani Türkiye’ye 10 verirse Yunanistan’a yedi. Daha sonra Almanya ve diğerleri de aynı yöntemi izledi.
Sonra bu silahları ve cephaneyi nasıl ve nerede kullandığımıza dair sınırlamalar geldi. Eski ve kullanım dışı kalmış malzemeler ve sistemler için bile, Türkiye'nin Güneydoğu’daki terör ile mücadele operasyonlarında kullanılmayacaklarına dair garantiler istendi. Özellikle Almanya askerlerin başındaki, miğferlere bile karşı çıktı.
ABD makamlarının, askeri teçhizat diye plastik kelepçe veya bilgisayar harp oyunu programlarını bile vermeyi reddettiğinde, mesele tam bir saçmalık haline geldi.
Şimdi ise f-35 s-400 krizleri. Tehditler, tehditler, tehditler…
ABD her zaman olduğu gibi NATO’yu devreye soktu. NATO'yu ve hatta NATO şapkaları giyen Amerikan Generallerini kullandı.
Bunu yap yoksa fena olur mantığı;
Türkiye’yi NATO dayanışmasını bozmakla suçluyorsunuz. Kuzey Atlantik Antlaşması’nın ilk maddesi her türlü problemin barışçı yollarla çözüleceğini, tehdit ve şiddet kullanmaya başvurulmayacağını emreder. Türkiye’ye yaptığınız tehditler bu maddeye uyuyor mu? Aynı antlaşmanın ikinci maddesi ekonomik anlaşmazlıkların da görüşmelerle ve barışçı yoldan çözülmesini öngörür. Trump’ın ekonominizi perişan ederim tehdidini bu maddenin neresine koyacaksınız.
NATO dayanışmasını bozan birini arıyorsanız aynaya bakın.
Teknik konularda uzman değilim, ancak uzmanlar S-400 füzelerini NATO'nun hava savunma sistemine entegre etmenin mümkün olmadığını söylüyor
S-400, çevrimdışı modda mükemmel bir şekilde çalıştığı için, zaten entegre edilmelerine gerek de yok,
Kaldı ki şu anda 5 NATO ülkesinde Rus yapımı hava savunma füzeleri mevcut. Bunlar problem olmuyor da neden S-400ler için kıyametler kopuyor.
Uzmanlar ayrıca, S-400'ün ABD ve diğer NATO ülkeleri yapımı savunma ekipmanlarına karşı avantaj sağlayan önemli bir farkı olduğunu da belirtiyorlar.
ABD sattığı harp silah ve araçlarının kaynak kodlarını kullanıcı Ülkeye vermediği için gerekirse uçuş sırasında mesela bir f-16 uçağını kilitleyebilir. ABD ve Batı tarafından yapılan uçaksavar ve füze sistemlerinde de benzer kısıtlamalar mevcuttur.
Örneğin, 1991'de körfez savaşı sırasında Saddam Hüseyin'in Fransız yapımı hava savunma sistemlerinin tamamı harici bir sinyalle kapatıldı. Benzer vakalar Fransa'nın crotale hava savunma füze sistemine de uygulanmıştır. 2007 yılında kuzey Irak'taki bir hava harekatı sırasında tüm Türk Hava Kuvvetleri uçaklarına derhal bölgeyi terk etmeleri yolunda mesajlar gelmiştir.
​Falkland harekatı sırasında Arjantinliler Kraliyet donanması gemilerini vurmak için Fransız füzeleri kullanıyorlardı. İngilizler Fransızlar’dan yardım istedi. Bu da Arjantin füze saldırılarının sonu oldu.
​Kendi savunma sanayiniz Ülkenizin savunma ve güvenlik ihtiyaçlarını karşılayabilecek kapasitede değilse ihtiyaçlarınızı diğer Ülkelerden karşılamak zorunda kalırsınız. Ancak bazen bu durum silah sistemi almak istediğiniz ülkeye siyasi, ekonomik ve sosyal baskı için bir araç ve imkan sağlar. Bu baskı Türkiye örneğin’de olduğu gibi taciz ve tehdit boyutuna ulaşabilir.
1964'te Türkiye, Kıbrıslı Türkleri Yunan teröristlerinin katliamlarından kurtarmak için Kıbrıs'a asker göndermeyi planlıyordu. ABD başkanı Johnson, Türkiye başbakanına tehdit ve ültimatom dolu bir mektup gönderdi. ABD silahları Kıbrıs’da kullanılamaz, yoksa fena olur mealinde…
Unutulmayan ve asla unutulmayacak büyük bir aşağılanma
55 yıl sonra neredeyse aynı tarihte, savunma bakanı Hulusi Akar'a gönderilen bir mektupta, ABD savunma bakanı vekili Patrick m. Shanahan, " Türkiye, s-400'ü teslim alırsa f-35'i almayacaktır," demekte idi.
Bu tehditlerin diğer acı deneyimleri, yaşadığımız çeşitli ambargolarla tarih boyunca karşımıza çıkmıştır.
Silahları her zaman başka yerlerden de temin edebilirsiniz, ancak kaybedilen güveni geri getirmek çok zor.
PKK'lı teröristleri destekleyen, NATO tatbikatında gemilerimizden birini vuran, ya da Kuzey Irak'taki ofisinizi basıp, Subaylarınızı ve Astsubay'larınızı kelepçeleyen, onları guantanamo üssündeki teröristler gibi kafalarında çuvallarla bir kamyona yükleyen bir ülkeye nasıl güvenebilirsiniz?
Bütün bunlar bir emekli asker olarak bende unutulamayacak ve onarılamayacak yaralara yol açmaktadır.
​ABD yönetiminde Türkiye ile ilişkilerin bozulmasının suçunu askere atmak gibi bir alışkanlık mevcuttur.
Bunu biraz açmama izin verin.
1998'de ABD'de bir akademik kurum’da düzenlenen bir seminerin nihai raporunda,
“Türk ordusu ABD politikalarına paralel hale getirilmelidir” ifadesi yer almakta idi.
Zamanın ABD Ankara büyükelçisi, “Türkiye’de demokrasi yoktur bunun sebebi de Genelkurmay başkanlığıdır” diye bir açıklama yaptı.
Öte yandan ABD savunma bakanı Wolfowitz, 2003'te ABD askerlerinin Kuzey Irak'a girmesine izin vermek için parlamentoda yapılan oylamada gerekli liderliği göstermediği için Genelkurmay Başkanlığını suçladı.
Hem demokrasi eksikliği için hem de Meclisteki oylamaya müdahale etmediği için askeri suçlamaktadır!!! 
​Washington'a bir telgrafta başka bir büyükelçi (2003/4/18) şunları önerdi;
​ “ABD-Türkiye ilişkisinde dinamizmin yeniden kazanılması, mevcut komuta katının emekliye sevk edilerek modern, ileriye dönük Subayların yeni bir kadronun gelişmesini gerektirecektir.”
Bunu, “mevcut komutanlardan kurtulun ve yeni bir subay kadrosu getirin " olarak yorumluyorum”
ABD yetkilileri herhangi bir müdahaleyi reddetmesine rağmen, ben dahil, Türkiye'deki birçok kişi Balyoz davasının bununla başladığını düşünmektedir. Hizmette ve emekli yüksek rütbeli Generaller ve Amiraller önce hapse atıldı ve daha sonra hükümeti devirmek için bir darbe planlamakla suçlandı. Büyük çoğunluğu Gülen çetesinden oluşan mahkemeler tarafından uzun hapis cezaları aldılar. Ben de 18 yıl hapis cezasına çarptırıldım.
Gülenciler, rakip olarak gördükleri kişileri sahte deliller ve kirli adli numaralarla mağdur etmek ve hapse atılmalarını sağlamak konusunda uzun bir geçmişe sahiptir. Emniyet ve yargıdaki kilit mevkileri kontrol altına alarak yasal soruşturma kılığında, hedeflenen operasyonları ustalıkla monte ederler.
Ben ordu komutanı iken birisi bana “Bir Orgeneral tutuklanacak” dedi. “ben miyim” dedim. “hayır. Sen emekli olduktan 6 ay sonra tutuklanacaksın” dedi. Gerçekten de emekli olduktan sonra altı ayın dolmasına birkaç gün kala bir hastanede kalp rahatsızlığı nedeni ile tedavi görürken göz altına alındım.
Ancak Gülenin Türkiye'yi istikrarsızlaştırmak için orduyu zayıflatma çabaları durmadı. Daha önce de açıkladığım gibi 15 temmuz 2016'da Gülen taraftarları silahlı bir ayaklanmaya kalkıştı.
Türkiye-ABD ilişkileri hakkında birkaç kelime daha;
Türk ordusunu ABD politikalarına paralel hale getirmek için yapılanları, Henri Barkey'in “bu süreçte askeri çok sıkı bir kafese koyduk " sözleri yeterince açıklamaktadır.
Soğuk savaş sırasında Türkiye NATO'nun Güney kanadının kalesi olarak kabul edilirdi.
Warşova Paktı’nın çöküşüyle birlikte yeni bir dönem ve Yeni bir dünya düzeni şekillenmeye başladı. Sovyet tehdidine karşı önlem almak, önceliğini kaybetti. NATO yetkilileri, Avrupa da büyük çaplı bir savaş olasılığının kalmadığını ve olabilecek bölgesel krizlerin yerel olarak ele alınacağını söyledi. NATO sadece siyasi destek sağlayacaktı. 
Türkiye'nin güvenlik mülahazaları, ABD'nin bölgedeki ve ötesindeki tek taraflı stratejilerinden, olumsuz yönde çok fazla ve doğrudan etkilendi... Sadece Suriye, Irak ve İran'da değil, Afganistan ve Libya'da da,
NATO ve ABD'nin Türkiye'nin güvenlik kaygılarını tam olarak dikkate almadığına inanıyorum.
Şimdi Avrupa-Atlantik bloğundan zorla uzaklaştırılma çabalarını izlemekteyiz.
Kendi başımıza olduğumuzu ve yalnız bırakıldığımızı hissediyorum.
Amerika Birleşik Devletlerine karşı Türk toplumundaki güvensizlik duygusu gün geçtikçe daha fazla derinleşiyor. Koç Üniversite’sinin yaptığı yeni bir araştırma, toplumun %83.1'nin Türkiye için en büyük tehdidin ABD olduğuna inandığını gösteriyor. Bu aradan geçen yıl yaklaşık %60, 2015 yılında %35 idi. Bu üzücü ama şaşırtıcı değil. S-400 ültimatomları, İran'la ticarete ilişkin kısıtlamalar, Trump'ın “Suriye'deki Kürtlere saldırması durumunda Türkiye ekonomisini perişan ederim " Tehdidi birçok kişi tarafından ABD'nin Türkiye'yi kolayca feda edeceğinin açık bir göstergesi olarak kabul edilmektedir…
Doğu Akdeniz'de, ABD ve AB, Yunan, Kıbrıs Rum, İsrail ve diğer çeşitli ülkeleri, Uluslararası hukukla Türkiye'nin meşru bir hakkı olan petrol ve gaz kaynaklarını kullanma haklarını kısıtlamakta, bu bölge için de tehditler savurmaktadır.
Şimdi Türkiye'ye karşı bir ABD saldırısı olasılığı hakkında konuşuluyor. ABD Türkiye’yi muhasım ilan etmiştir. Bu bize kendimizi savunma hakkı verir. ABD’ye karşı savunmamızı, kullanılmasına teknik olarak müdahale edebileceği ABD silahları ile mi yapalım yani. Olacak iş değil. Onun için başka kaynaklara yönelmemizden daha normal ne olabilir ki.
Peki şimdi ne olacak?
​İki ülke arasındaki ilişkiler 1997-2000 döneminden daha kötüdür ve maalesef iyileşme belirtisi yoktur.
Her iki ülke de, politika ve uygulamalarda farklı çıkarlara, endişelere ve beklentilere sahiptir.
Bu normal;
Ama biz özgür dünyanın ortak değerlerini birlikte paylaştık ve savunduk...
Ordularımızın Kore, Balkanlar ve Afganistan'da yan yana savaştığını ve yarım asır’dan fazla bir süredir NATO'da birlikte çalıştıklarını unutmamalıyız.
Siyasetçiler Türkiye ile ABD arasında stratejik bir ortaklık olduğunu söylüyorlar. Ne yazık ki bu doğru değildir.
Biz müttefikiz ama aynı zamanda dost olmalıyız.
Karşılıklı saygı, anlayış ve iyi niyete dayalı bir dostluk.
Ancak bu tehdit ve ültimatomlar devam ettiği müddetçe iki ülke arasında bir dostluk tesisi mümkün olmayacaktır.
​İkinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün sözleri ile bitireceğim…
“Yeni bir dünya düzeni kurulur ve Türkiye bu düzende yerini bulur.”
Bu yeni yer neresi yakın gelecekte göreceğiz
Konuşmamı dinleme sabrınıza ve nezaketinize hayranım.
Çok teşekkür ederim…
Ergin Saygun Biyografisi

Doğum Yeri : İstanbul/ Türkiye
Doğum Tarihi : 1.1.1946 -
1946 yılında İstanbul’da doğmuştur. 1966 yılında Kara Harp Okulu’ndan, 1967 Yılında Topçu Okulu’ndan mezun olmuştur. 

1976 yılına kadar Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı çeşitli birliklerde Batarya Subaylığı, Kara Kuvvetleri uçuş birliklerinde uçuş öğretmenliği ve Güney Kore’de irtibat subaylığı yapan Orgeneral Saygun, 1978 yılında Kara Harp Akademisi’nden mezun olmuş, ardından kurmay subay olarak; 

- Genelkurmay Strateji ve Plan Dairesinde Proje Subaylığı, 
- Kara Harp Akademisi öğretim üyeliği, 
- Brüksel/Belçika’da Türk Askeri Temsil Heyeti Başkanlığı’nda Kara Plan Subaylığı, 
- Genelkurmay Başkanı Özel Kalem Müdürlüğü, 
- 6. Piyade Tümeni’nde Mekanize Piyade Tabur Komutanlığı, - 3. Kolordu ve 1. Ordu Harekat Eğitim Şube Müdürlüğü, 
- Kara Kuvvetleri Genel Sekreterliği, 
- Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alay Komutanlığı görevlerini yürütmüştür. 1993 yılında Tuğgeneralliğe terfi etmiştir. 

Tuğgeneral rütbesi ile; 
- Mons/Belçika’da Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargahı’nda (Shape) Lojistik ve İntikaller Daire Başkanlığı, 
- 14. Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı görevlerinde bulunmuş, 1997 yılında Tümgeneralliğe terfi etmiştir. 

Tümgeneral rütbesi ile; 
- Genelkurmay Strateji Daire Başkanlığı, 
- 4. Kolordu Komutan Yardımcısı, 
- 1. Mekanize Piyade Tümen Komutanlığı görevlerini yürütmüş, 2001 yılında Korgeneralliğe terfi etmiştir. 

Korgeneral rütbesi ile; 
- 3. Kolordu Komutanlığı, 
- Brüksel/Belçika’da Türk Askeri Temsil Heyeti Başkanlığı görevlerinde bulunduktan sonra 30 Ağustos 2005 tarihinden geçerli olarak Orgeneralliğe terfi etmiş ve Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanlığı görevine atanmıştır. 

30 Ağustos 2006 Tarihinden Geçerli Olarak Genelkurmay II. Başkanlığı Görevine atanmıştır. 

30 Ağustos 2008 Tarihinden Geçerli Olarak 1. Ordu Komutanı görevine atanmıştır. 2009 Yılı YAŞ kararıyla emekliye ayrılmıştır. 

TSK Üstün Hizmet Madalyası sahibi olan Ergin Saygun, Bayan Nermin Saygun ile evli olup iki çocuğu vardır. İngilizce bilmektedir. 

Balyoz davası kapsamında hakkında yakalama kararı çıktıktan sonra GATA'da 13 ay yatmış arkasından 14 Mart 2012 tarihinde tutuklanmıştır. 21 Eylül 2012 tarihinde nihai karar ile 18 yıl hapis cezası verildi. 8 Şubat 2013 tarihinde mahkeme tarafından sağlık sorunlarından dolayı serbest bırakıldı. 
05.08.2019 23:33 - ulusalhaber1945:.


7 Temmuz 2019 Pazar

Ankara Türkiye Cumhuriyetinin başkenti olarak siyasal bir merkez


  A N K A R A   S A N A T  K U R U M U

Prof.Dr. Anıl Çeçen
Eski Sanat Kurumu Başkanı

                                                                            Ankara Türkiye Cumhuriyetinin başkenti olarak siyasal bir merkez olduğu kadar aynı zamanda kültür ve sanatın da başkenti olmak gibi bir durum ile karşı karşıya kalmıştır.
Bütün dünya ülkelerinin başkentlerine bakıldığı zaman bu kentlerin siyasal merkez olduğu kadar, aynı zamanda sosyal ve kültürel olaylar ile bu tür gelişmelerin de  merkezi konumunda oldukları  açıkça görülmektedir.
Ankara Kalesi

İnsan toplumlarının sosyolojik analizleri yapıldığı zaman siyasal merkezileşme oluşumlarının  aynı zamanda diğer toplumsal alanlarda da benzeri bir merkezileşme eğilimini kendiliğinden ortaya çıkardığı görülmektedir. 
Bu durumun farkında olan siyasal merkezler ya da oluşumlar, yeryüzü haritası üzerinde kendilerine devlet kuracak bir alan buldukları zaman, bu ülkedeki bir kenti başkent olarak belirleyerek merkez olarak yeniden yapılandırmaktadırlar.
İşte böylesine çok yönlü bir merkezileşme siyasal ve toplumsal gelişmeler ile birlikte kültürel ve sanatsal alanlarda da benzeri bir merkezi oluşumu kendiliğinden öne çıkarmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, Erzurum ve Sivas kongreleri sonrasında yeni devletin başkenti olarak Ankara kenti belirlenmiş ve yeni devlet bu kent merkezli bir oluşuma doğru yönlendirilmiştir.
Ankara başkent olarak seçilirken, iki imparatorluğun batışına sahne olan İstanbul geride bırakılmış ve Anadolu’nun ortasında yeni bir başkent olarak öne çıkarılan Ankara, Eski Anadolu uygarlıklarından kalma, Hitit, Frig, Roma ve Bizans dönemlerinden kalan birikimiyle, aynı zamanda tarihsel olarak sahip olduğu özelliklerden yararlanılma durumu ortaya çıkmıştır.
Hitit Güneşi

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk, kendi elleriyle kurmuş olduğu yeni cumhuriyet devletini aynı zamanda bir kültür devleti olarak tanımlarken, yeni başkent Ankara kentinin aynı zamanda bu topraklardaki geçmişten gelen kültür ve sosyal birikimin de merkezi olacağını açıklamaya çalışmıştır. Eski uygarlıkların tarih sahnesine çıkmış olduğu merkezi alanda, bir Türk devleti kurulurken geçmişin tarih ve kültüründen yararlanmak zorunlu bir hale geliyordu. 
Ne var ki, Roma ve Bizans dönemi kültürel birikimin merkezi olarak İstanbul’un burada olması, tarihten gelen kültürel ve sosyal birikimin Ankara merkezli olarak yeniden örgütlenmesini engelleyen bir durum olarak öne çıkıyordu.
İmparatorluğun çöküşü ile bu topraklara gelen batılı emperyal güçler işgale yönelerek burada kalıcı olmaya çalışırken, dinler açısından kutsal olan yerler ile tarihi eser olarak var olan zenginliklerin ele geçirilmesi önem kazanıyordu. 
Mustafa Kemal, Türk ulusunu tarih sahnesine çıkartırken geçmişten gelen kültürel birikimin de bugünlere taşınabilmesi için  tarihi ve kültürel zenginlik  alanlarının  da Misak-ı Milli sınırları içerisinde  yer alabilmesi için çalışıyordu. 
Başkent Ankara ulus meydanının altında yer alan eski Roma hamamlarının üzerinde kurulurken , geçmiş yüzyıllardan gelen tarihi eserlerin de yeni dönemde halkın görebileceği bir düzeyde öne çıkarılmasına çalışılıyordu .
Cumhuriyetin kuruluş döneminde  Ankara başkent olarak yeniden inşa edilirken , Anadolu tarihinde yer almış olan yerel uygarlıkların geride bırakmış olduğu zenginlikler de  yeni   kuruluşu yapılmış olan cumhuriyet devletinin kültür bakanlığının inceleme ve yönetim alanına giriyordu . Yirminci yüzyıla gelindiği aşamada  merkezi coğrafya da kurulması planlanan çağdaş cumhuriyet devletinin üzerinde yer aldığı ülkenin topraklarında, geçmişten gelen zenginliklere  sahip çıkarak yoluna devam edebilmesi mümkün görünüyordu .
Yeni cumhuriyet yönetimi  böylesine bir bilinç ile yola çıktığı  aşamada  devleti örgütlerken  önceliği  Anadolu ajansına vererek Anadolu’nun dışarıya dönük tanıtılması işine çok büyük önem veriyordu Ulus meydanının yanındaki İttihat ve Terakki Cemiyetine ait olan bina yeni devletin meclisi olarak düzenlendikten sonra  sıra kültür bakanlığının kurulmasına geliyordu . 
Türkiye Cumhuriyetinin temelini kültüre dayandırmak isteyen bir çağdaş cumhuriyetçilik hareketi , başkent Ankara’nın tam ortasına önce bir opera binası oturtuyor

OPERA BİNASI-ANKARA
ve daha sonra da  Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası için bir konser salonu inşa ediyordu . Cumhuriyetin kuruluş yıllarında  Ankara’da devletin uzantıları olarak  kültür ve sanat kurumları oluşturulurken , bunlara uygun binalar da yapılarak kentsel yaşam yeni dönemde batı tipi modern yaşam biçimine doğru yakınlaştırılmaya çalışılıyordu . Devlet Tiyatroları bu aşamada kurulurken , Ankara’nın merkezi alanlarında yer alan önemli binaların alt kısımları tiyatro salonları olarak düzenleniyordu .Türk halkına konser ve tiyatrolara gitmek alışkanlıklarının kazandırılması amacıyla merkezi alanda yer alan büyük binaların  alt salonları tiyatro ya da konser salonu olarak düzenleniyordu .Ulus meydanından  Kızılay bölgesine ve daha sonra da Kavaklıdere meydanına doğru uzayan yeni yerleşim alanlarında, kültürel merkezler ihmal edilmeyerek  sanat ve kültür etkinliklerinin yapılabileceği ya da seyirciler için düzenleneceği biçimde  yeni yerleşim yerleri  yapımı gündeme getiriliyordu .
Osmanlı döneminde bir Anadolu kasabası olarak var olan Ankara kenti  , imparatorluğun çöküşü sonrasında başkent olma aşamasına gelince bir dikdörtgen görünümünde uzayıp giden Anadolu yarımadasının  tam ortalarında  yer alarak geçmişten gelen kültür ve sanat birikimine sahip çıkmak durumunda kalıyordu . 
Kent Yenişehir merkezli olarak oluşturulurken , Ankara’da devleti kurmak üzere mübadele antlaşması çerçevesinde getirilen Balkan göçmenlerine Sıhhiye ile  Çankaya arasında yer alan bölge de yerleşim yerleri sağlanıyordu . Ulus meydanı  Meclis ile birlikte devletin  önemli kamu kurumları için ayrılıyor ,kültür ve sanat mekanları ise gene Ulus meydanından başlayarak  Kavaklıdere’ye doğru gelişen yeni yapılaşma çizgisinde  yerlerini buluyordu .
Başkent’te tiyatrolar  ve konser salonu gibi kültür mekanları birbiri ardı sıra yapılırken , merkezde yer alan semtlerde ise hem sinema salonları hem de bazı kültür merkezleri devreye girerek ,  Ankara’da kültür ve sanat etkinliklerinin yapılabileceği  yerlerin sayısının artması gerçekleştiriliyordu . Yeniden inşa edilen merkezi alandaki Yenişehir  bölgesi barındırdığı çarşı ve mağazalar  aracılığı ile hareket alanı olarak gelişirken, aynı zamanda bazı sinema,tiyatro ve kültür merkezleri  biçimindeki salonları ile de başkentin kısa zamanda  kültür ve sanatında merkezi olabileceği bir seviye  ortamı oluşuyordu .

Devlet Tiyatrolarının olduğu Ulustaki Bina.
 İkinci dünya savaşı sonrası ortamda başkent Ankara öne çıkarken , bu kez merkezin daha  da açılmasıyla  Yenimahalle-Bahçelievler-Çankaya üçgeninde yeni bir yerleşim genişlemesine geçiliyordu . Bu üç yeni semt  kurulurken , bunlarla ilgili bazı kanunlar çıkartılarak ,başkentin yeniden yapılanmasında yasal esaslar üzerinden bir hukuki düzen oluşturulmaya çaba gösteriliyordu. Özellikle yeni kurulan devletin kadroları için yerleşim yerleri ve ev düzenlerinin kurulması gibi acil ya da normal gereksinmelerin  karşılanması  doğrultusunda  hareket ediliyordu . Yirminci yüzyılın ikinci yarısına geçilirken , Ankara nüfusu kuruluş yıllarının iki misli artıyor ve Anadolu ile Trakya’dan gelen  göçler  ile  nüfus hızla bir milyon barajını geçiyordu . Bu durumda  başkent Ankara'nın kültür ve sanat gereksinmeleri artarak öne geçiyordu . 
Devlet bu aşamadan sonra resmi kurumlar aracılığı ile halkın kültür ve sanat etkinliklerini karşılamak yerine , özel sektörü destekleyerek  toplumsal yaşamın daha da aktif bir yöne doğru kaydırılmasını  gerçekleştirmeye öncelik veriyordu . Kültür ve sanat alanlarının özel sektöre devredilmesi ile birlikte, yeni gelinen aşamada özel sektörün  gereksinmeleri doğrultusunda   hareket edilmesi  ve bu çizgide yeni kamusal   hizmetlerin yerine getirilmesi zorunlu olarak gündeme geliyordu .
Yirminci yüzyılın ortalarına gelene kadar başkent Ankara'nın inşası sürecinde kültür ve sanat kuruluşlarına da önem verilerek , bunların da  kamusal alandaki kültür ve sanat etkinleri içerisinde  yer almasına giden yolun açılması için çalışmalar yapılıyordu .Ankara'daki  tiyatrolar ile birlikte diğer sanat kuruluşlarının ortaya çıkması sonrasında, başkentin  zamanla kente yerleşen bir Ankara burjuvazisi ortaya çıkmaya başlamıştır . Kültür ve sanat kuruluşlarının içinde yer alan insanlar ile birlikte , bu gibi etkinliklerin  içinde yer alan ya da katkı sağlayan  başkentliler, beraberce  sanat dünyasının  içinde yer alan bir kültürel çevrenin öne çıkmasını sağlamıştır . 
SUÇ VE CEZA
Yeni gelinen aşamada bu sürecin belirlenmesi üzerine, devletin önde gelen bürokratlarının öncülüğünde  bir kültür ve sanat kurumu olarak , Sanat Sevenler Derneği  kurulmuştur . Yirminci yüzyılın tam ortalarında , 1952 yılında  Türkiye Cumhuriyetinin başbakanlık müsteşarının başkanlığında oluşturulan bu kültür ve sanat kuruluşu , Ankara'daki sanatsal oluşumların  daha etkili bir konuma gelmesinde önemli ölçüde etkin olmuştur . Böylesine bir örgütlenme gerçekleştirilirken , bu kuruluşa  merkezi yer olarak hizmet edecek bir salona da gereksinme bulunuyordu . Tuna Caddesi ile Selanik sokağının kesiştiği köşede yer alan apartmanın bodrum katı  , Kızılay semtinin en merkezi yerindeki bir yapılanma olarak yeni  oluşturulan derneğin çalışma merkezi olarak devreye sokuluyordu . Devlet dairelerinin topluca yer aldığı Kızılay semtinin tam merkezinde açılan Sanat Sevenler Derneği, merkezi bir kültürel hizmeti başkentlilere sunarken aynı zamanda  sanat kuruluşları içinde yer alan tüm sanatçılarında gelebileceği ve ortak etkinliklerde bulunabileceği bir çok yönlü salonu da Ankaralıların hizmetlerine sunuyordu .
Türkiye Cumhuriyetinin çıkarmış olduğu   dernekler yasası çerçevesinde kurulmuş olan  bu sanat kuruluşu , Demokrat Parti döneminde iktidar partisinin milletvekilleri ile  sanatçı kadroların  bir araya geldikleri bir lokal görünümünde etkinliklerini artırmıştır . Salonun çok merkezi  yerde bulunması ve bir çok etkinliğe elverişli bir ortama sahip olması nedeniyle , kısa zamanda Sanat Sevenler Derneği tıpkı Yardım Sevenler Derneği gibi önemli ölçüde bir kültürel  hareketliliği başkent Ankara'nın aydınlarına sunabilmiştir . 
Zaman geçip giderken , Ankara’da giderek artan sanat etkinlikleri  Sanat Sevenler Derneğinin konumunu daha aktif bir çizgiye getirmiştir . Atatürk zamanında kurulmuş olan Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesinin öğretim üyeleri ile sanat bölümü mezunları , bilinçli katılımcılar olarak devreye girdikleri aşamada  , Ankara geceleri daha kültürlü programlar ile dolu olarak geçmiştir . Ankara Üniversitesinin diğer fakültelerinin öğretim üyelerinin de devreye girmesiyle , bu derneğin katılımcıları fazlasıyla artmış  ve üye sayısı birkaç yüzün üzerine çıkmıştır . Başbakanlık müsteşarının başkanlığında ortaya çıkan bu sanat kuruluşu doğal olarak üyesi bulunan bürokratların sağladığı katkılar ile devletin desteğine de sahip olarak, kısa zamanda etkinliklerini  birkaç misli artırabilmiştir . Dernek bu doğrultuda başkent Ankara'nın yeni oluşmakta olan burjuvazisinin merkezi kuruluşu olma  şansını elde edebilmiştir . Üst düzey bürokratlar ve diplomatların yanı sıra Ankara’daki büyük şirketlerin yöneticileri de  böylesine kültürel bir hizmet gören  sanat derneğinin içinde üye olarak yer almaya çalışmışlardır .
Ankara’da etkinliklerini sürdüren Devlet Opera ve Balesi ile , gene başkent merkezli çalışan Devlet tiyatrolarının  içinde yer aldığı sanat dünyasının önde gelen temsilcilerinin yönetiminde yer aldığı bu sanat kurumu , kuruluşundan on sene sonra başkent Ankara ‘da  ödül dağıtma misyonunu üstlenerek , yılın tiyatro ,opera ve bale sanatçılarını seçerek  sanat ve kültür alanında  sürüp giden rekabeti daha üst düzeyde örgütlemeye çalışmıştır . Bir on sene sonra da plastik sanatlar alanında  ressam ve heykeltraşların da ödüllendirilmesini sağlayan yeni bir ödül sistemi devreye sokulmuştur .Böylece Ankara’da çalışmalarını yürüten bütün tiyatrolar ile  galeriler ve sanatçılar arasındaki rekabetin zamanla yarışa dönüşerek sanatsal etkinliklerin daha üst düzeye çıkartılmasında dernek önde gelen bir rol üstlenmiştir . Bu ödül sistemi ile sanat dünyasında ciddi bir canlanma sağlanmıştır .
Zamanla  Ankara’daki sanat eğitimcileri ile birlikte hareket eden kültür ve sanat eleştirmenleri dernek yönetiminde etkin olmuşlar ve onların yer aldığı  seçici ya da değerlendirici kurullar aracılığı ile her yılın önde gelen başarılı sanatçıları belirlenerek kamuoyuna açıklanmışlardır .Hukukçu  yönetim kadroları ile derneğin etkinlikleri artırılırken , kültür ve sanatın yanı sıra düşünce ve tartışma programlarına da  dernek çatısı altında yer verilmiştir . Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yıllar geçerken  Sanat Sevenler Derneği’nin de çalışmaları giderek artmış  ve başkent Ankara’nın önde gelen bir kültür merkezi konumunda ,çalışmaların ileriye doğru gelişmesi sağlanmıştır .Bu arada derneğin  çalışmalarında yer alamayan ya da , dernek ödülleri dağıtım sisteminde  ödül alamayan bazı sanat ve kültür çevresinin insanları dernek çalışmaları ile ilgili olarak çeşitli dedikodular üreterek , başkentin önde gelen bu sanat kuruluşunu halkın gözünden düşürmeye  yönelmişlerdir . Bunların içinden çıkan bazı  olumsuz sanat ve düşün adamları Sanat Sevenler Derneği’ni  , sanatçı sevenler derneği olarak karalamaya çalışması üzerine , dernek olağanüstü bir genel kurul toplantısı yaparak  bir tüzük ve isim değişikliğine giderek Sanat Kurumu adını almıştır . Devletin ilgili birimlerinin desteği ile kurulmuş olan bu sanat kurumunun  daha ciddi bir ortamda çalışması için , sanatı sevme dönemi geride bırakılarak sanat adına kurumsal hizmetler vermek üzere  yeniden yapılanma yoluna gidilmiştir .
Yirminci yüzyılın son çeyreğine girerken ,merkezdeki binaların eskimesi üzerine  bunların yıkılmasına gidilmiş ve yeni yapılan çok katlı binalar üzerinden  Kızılay merkezli çarşı alanı daha da geliştirilme yoluna gidilirken  , Sanat Kurumunun binası da yıkılınca  yeni dönemde kurumun daha etkin çalışmalar yapabilmesi mümkün olamamıştır . Merkezi alandaki elverişli salonunu kentsel dönüşüm planları  doğrultusunda  elinden kaçıran Sanat Kurumu , yeni dönemde kendisine karşı bir çizgide iktidara gelen siyasal kadronun  engellemeleri ile alternatif salonlarını da elinden kaçırmıştır . Kızılay merkezli binanın yıkılmasından sonra Gençlik Parkı içindeki tarihi Göl gazinosunu kendisine yeni merkez olarak seçen Sanat Kurumu  , daha sonraki süreçte başkent Ankara’ya çeyrek asır başkanlık yapan bir başkanın husumetine uğramış ve ona yakın dava açılarak Sanat Kurumu’nun   Gençlik Parkı içindeki binasına el konulmuştur . Yeni binasında kültür ve sanat etkinliklerinin yanı sıra  her türlü sosyal  amaçlı etkinliklere de yer veren Sanat Kurumu , haksız yere açılan davalar sonucunda yeni merkezini elinden kaçırınca , kültürel çalışmalarını sürdürecek bir merkezi salondan mahrum  kalmıştır . Bunun üzerine derneğin yarım yüzyıla yaklaşan ödül dağıtım sistemi tehlikeye girmiş ama başka derneklerin olanaklarından yararlanılarak , ödül dağıtım sistemi gibi bir kültürel hizmet kamu yararına bir doğrultuda sürdürülmüştür .
Sanat Kurumu en yoğun çalışmalarını  1975 -1987 yılları arasında yapmıştır .Bu dönem çalışmaları incelenirse her ay en az on etkinliğin sergilendiği bir çalışma düzenini Sanat Kurumunun  sürdürdüğü görülmektedir . Bir anlamda Ankara Halk evi gibi çalışmalar yürüten Sanat Kurumu , başlangıçtaki gibi burjuva kesimlere hizmet eden bir kuruluş olmaktan çıkmış  gerçek anlamda halk kitleleri ile  kaynaşan  ve halkın içinden çıkan çeşitli kültür ve sanat kuruluşları ile birlikte hareket ederek ortak programlar sergileyen bir yapılanmayı  başkent Ankara'nın seyircilerine sergilemiştir . Para destekli yabancı kültür kurumlarından çok daha fazla etkinliği her ay aylık programları ile başkent Ankara kamu oyuna sunabilen Sanat Kurumu bir anlamda sanat dünyasında halkçı ve demokratik bir  yaklaşımın öncüsü olmuştur . Artan nüfus halk kitlelerini genişletirken , gelir dağılımındaki uçurum  burjuva kesimleri toplumun dışına itmiş ve bu aşamadan sonra  da burjuvazi ile birlikte bürokrasinin de desteği kesilmiştir . Dinci bir yönetimin Ankara Belediyesinin başına gelmesi üzerine de Sanat Kurumunun merkezi olarak görev yapan Göl Gazinosu , Kültür Bakanlığının tahsisine rağmen  belediye tarafından haksız yere işgal edilmiştir . Bu aşamadan sonra apartman dairelerine sığınmak zorunda kalan Sanat Kurumu eskisi  gibi  yoğun kültür çalışmaları yapamamıştır .
Aslına bakılırsa sanat ve kurumlaşma arasında çok ciddi bir yakınlaşma ve ortak bir yapılanma  ülkede kültür ve sanat ortamının gelişimi açısından önem taşımaktadır . Sanat ve kültür bir toplumun ortaya koyduğu değerlerin içinden çıkan bir ortak yapılanmanın  uzantıları olarak gelişmeler gösterir .Ankara’da , I952 yılında bir sanat derneği kurarken sanatı sevmeyi yeterli gören anlayış ,yirminci yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde  bu yaklaşımı yetersiz görerek  yerine   sanat dünyasında kurumlaşmayı önermiştir . Sanat Sevenler Derneğinden  Sanat Kurumuna geçerken , toplumdaki kültürel patlama da etkin olmuş ve sonraki yıllarda sanat alanında ortaya çıkan genç ve dinamik  hareketlilik , Türkiye’deki sanat dünyasını  burjuvazinin hareketsizliğinden çekip alarak  halkçı gençliğin hızlı hareketliliğine  doğru taşımıştır . Sanat alanında  en az özgürlük kadar kurumlaşma da zorunlu bir gereklilik olarak öne çıkmaktadır . O nedenle kurumlaşmanın istendiği gibi gerçekleşebilmesi için devlet çatısı altında  parlamentodan geçecek bir yasa aracılığı ile resmi bir kültür ve sanat kurumu kurulması gerekirken , Türkiye’de ilk kez Ankara’da Sanat Kurumu adı ile bir örgütlenme gerçekleştirilerek, sanat dünyasındaki kurumlaşma olgusu  demokratik bir yaklaşım içinde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır . Bürokrasinin yetersiz kaldığı aşamada kültür ve sanat için  toplumun içinden çıkan demokratik inisiyatif  bir alternatif yapılanma olarak devreye girmiştir Devletin Kültür Bakanlığı çatısı altında özerk çalışacak bir sanat kurumu modeli geliştirememesi üzerine , Ankara’da kurulmuş olan Sanat  Kurumu bir dernek modeli olarak  diğer iller için model bir yapılanma olarak öne çıkmıştır . 
Anadolu'nun bir çok ilinde ve daha çok büyük iller ile deniz kenarında bulunan iller de Sanat Kurumu adı altında dernekler kurulmuştur . Aynı ad çatısı altında ortaya çıkan bu sanat kurumlarının kendi illerinde yeterince örgütlendikten sonra  bir araya gelerek ve başkent Ankara’da düzenlenecek birleşme kongresi sonrasında  “Türkiye Sanat Kurumları  Birliği “ adı altında ülke düzeyinde ulusal bir örgütlenmeye gitmeleri  , demokrasinin  Türkiye’de  güçlenmesi açısından çok büyük katkı sağlayacaktır .Böylece merkezden kurulan bir sanat kurumunun ülke düzeyine şubeler açarak yayılması yerine , ülkenin çeşitli bölgelerinde kurulmuş olan sanat kurumlarının bir araya getirilmesiyle bir ülkesel birlik ulusal çizgide  tamamlanmış olacaktır . Tamamen bir demokratik kitle örgütü olarak kurulacak olan Türkiye Sanat Kurumları Birliği  , kültür alanında en önde gelen  ulusal demokratik kuruluş olarak  kültürel alanda  yaygın bir demokratikleşme ağının yurt düzeyinde gerçekleştirilmesi açısından da yararlı olacaktır . Siyasal ve sosyal alanlarda toplumun geçirmekte olduğu sarsıntıların aşılmasında, kültür  ve sanat  dallarındaki yakınlaşma ve  toplumsal kesimler arasında geliştirilecek etkili birempatik tolerans  toplumun iç ve dış dinamiklerini harekete geçirerek , sosyal bütünleşme açısından  olumlu katkılar getirebilecektir .
Türkiye yirmi birinci yüzyılda gelişme yoluna devam ederken ,  kurucu önder Atatürk’ün  dediği gibi  devletin bir kültür devletine dönüştürülmesi ve bu doğrultuda  sanat dünyasının  bilim alanı ile birlikte devlet tarafından desteklenmesi gerekmektedir . Ülkeyi yöneten siyasal kadroların  kültür konusuna uzak durmaları ya da yetersiz kalmaları dikkate alınarak  , yurt düzeyindeki bütün sanat kurumlarının , başkentte Ankara Sanat Kurumu’nun daveti üzerine bir araya gelerek  “Türkiye Sanat Kurumları Birliği’ni “  kurmaları ülke için gerekmektedir . Ne var ki , Ankara Sanat Kurumu’nun böylesine bir girişimi  başarabilmesi için gene devlet desteğine gereksinme vardır . Eğer devlet desteği bu alanda sağlanamazsa o zaman , kültür ve sanat alanına yatırım yapan  büyük bankaların ya da şirketlerin maddi destekleri ile , ulusal çizgide bir ülkesel sanat kurumları birliği demokratik bir kongre aracılığı ile gerçekleştirilebilir . Türkiye'nin önde gelen  kültür ve sanat adamlarının öncülüğünde  Türkiye Sanat Kurumları Birliği adı ile kurumlaşmaya gidilmesi , sanat dünyasının demokratik örgütlenme hakkına daha geniş bir düzeyde sahip olabilmesinin  önünü açacaktır .
Her alanda olduğu gibi kültür ve sanat dünyasında da örgütlenmeye  ya merkezden çevreye , ya çevreden merkeze ya da tepeden tabana veya tabandan tepeye yönelik değişik yollardan  örgüt kurma yöntemleri vardır . Türkiye’de  kültür ve sanat alanında örgütlenmede ülke gerçeklerinden hareket ederek sonuç alına bilinecektir . 1952 yılında kurulmuş olan Ankara  Sanat Kurumunun bugüne kadar geçirdiği  tarihsel süreç , ülkenin diğer kentleri ve merkezleri açısından önemli bir  göstergedir. Üç çeyrek asırlık bir geçmişin getirdiği birikimin bu aşamada her yönü ile değerlendirmesi gerekmektedir . Türkiye'nin yirminci yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı  siyasal dönemlerin kültür ve sanat yaşamına getirdiği yansımalar  ,bütün toplum ile birlikte başkentteki Sanat Kurumu açısından da önemli  dersler ortaya çıkarmaktadır . Cumhuriyetin kuruluş yıllarından soğuk savaşın zor geçen yıllarına doğru bir değişim süreci , Türkiye’de de belirli dönemleri ortaya çıkarmıştır . Sanata önem verildiği dönemleri , askeri dönemler ile baskı yılları izlemiş ve  sanat alanındaki kurumlaşma süreci bu açıdan inişli ve çıkışlı gelişmeler ile karşı karşıya kalmıştır . Siyasal iktidarların değişimi ile birlikte soğuk savaşın gergin yılları  bu açıdan sanat dünyasının biçimlenmesinde etkili olmuştur .
Yirmi birinci yüzyılda yaşanmakta olan değişim sürecinde kurumlaşma olgusu hem devlet çatısı altında hem de toplumsal  gelişmeler yönünde görülebilmektedir . Var olan devlet düzenlerinin geleceğe dönük kendilerini yenileme aşamasında resmi kurumsal yapılanmalar öne çıkarak belirleyici olabilmektedirler . Ne var ki , bazen resmi örgütlenmelerin  toplumsal alandaki özgür gelişmeleri ya da bağımsız oluşumları etkileyerek , bunların önünü kesebildiği olumsuz durumlarla da karşılaşılabilmektedir . Cumhuriyet tarihi içinde  Türkiye’deki kültürel alan gelişmeleri incelendiği zaman , bu alanda bir bakanlığın kurulmasına ve bu doğrultuda bakanlık uzantısı bazı kamu kurumları ile genel müdürlüklerin örgütlenmelerine öncelik verildiği görülmektedir . Diğer ülkelerde olduğu gibi devletin gelişmesine öncelik verilirken, resmi kurumlar sistemi içinde kültürel ve sanatsal örgütlenmelerin tamamlanmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır .Sanat dünyasının alt dallarında  bazı kamu kurumlarının öncelikli olarak örgütlenmesi  , devlet merkezli yapılanma yolunun ülke yönetimi tarafından  tercih edildiği anlamına gelmektedir . Bugün halen var olan Kültür Bakanlığının oluşum süreci izlendiği zaman ,resmi kamu kurumlaşmasına ağırlık verildiği ortaya çıkmaktadır . Dünyanın çeşitli bölgelerinde yer alan devletler, kendi varlıklarının toplumsal tabanını yaratarak geleceğe dönük bir kurumlaşma süreci içinde  kültür ve sanat alanını  resmi olarak kendi varlıklarının temel dinamiği olarak görmüşlerdir .
 Kültür ve sanatın gelişmesi için en üst düzeyde özgürlüklerin tanınması  ve bunların güvence altına alınması önem taşımaktadır . Bu doğrultuda  toplumsal örgütlenme, devlet çatısı altındaki resmi örgütlenmeden çok daha fazla anlam taşımaktadır .Bir ülkenin insanları  ve vatandaşları içinde yetiştikleri kendi toplumsal yapılarının  kültür ve sanatını ortaya çıkardıkları aşamada , öncülük görevlerini yerine getirerek ,resmi kültürel kurumlaşmaya toplumsal oluşumlar ile  öncülük görevini yerine getirmektedirler . Ankara Sanat Kurumu , bu açıdan sahip olduğu toplumsal ve kültürel birikimi öne çıkararak , Türkiye'nin bütün illerinde yaşayan tüm sanatçıları ve kültür adamlarını kurumsal yapılanma içinde  bir araya getirebilmenin yollarını aramak durumundadır . Türk Sanat Kurumu için şimdiye kadar  devlet  bürokrasisi içinde Kültür Bakanlığı çatısı altında bir yer  bulunması gerekiyordu . Ne var ki , şimdiye kadar böylesine bir resmi oluşumun  merkezden   yönlendirilmesi  yapılamadığı için tabandan gelen tüm sanatçıların katılımı ile demokratik bir oluşum doğrultusunda   Türkiye Sanat Kurumları Birliği adı altında , ülkemizin tüm sanat ve kültür temsilcilerinin örgütlenmesinde  demokratik  bir kurumsallaşma açısından  yarar bulunmaktadır . Merkezi devlet yapılanması  toplum içinden gelen kültür ve sanat örgütlenmesiyle  demokratikleşerek gelişecektir .
Devletlerin ve milletlerin yaşamında kültür ve sanatın önde gelen yerleri vardır . Bir toplumun kültürü olmazsa o toplumsal yapı uzun süre yaşayamaz ve dağılmak zorunda kalabilir . Bu doğrultuda kültür ve sanat çalışmalarının devlet çatısı altında örgütlenerek geleceğe kalacak düzeyde bir  kurumlaşma  oluşumuna yönlendirilmesi gerekmektedir . Çağdaş demokrasi ile yönetilen bir çok devlette kültür ve sanat işleri için ayrı ayrı bakanlıklar kurularak,  bu gibi yapıların şemsiyesi altında kültür ve sanat gelişmelerine elverişli destekler sağlanabilmektedir .Daha çok büyük devletlerin  bu alandaki yapılanmalar aracılığı ile öne geçmeye çalıştıkları ve devletler arası rekabet düzeninde  daha etkin bir konuma erişebilmek için birbirleriyle yarıştıkları görülmektedir . Kamusal alanların  ele alınarak düzenlenmesinde ileri kültür ile gelişmiş sanat yapılanmalarının önde gelen rolleri olmaktadır .    
Ankara Sanat Kurumunun üç çeyrek yüzyıla ulaşan tarihsel geçmişi  geçen yüzyıldan bugünlere önemli bir birikimi  taşımıştır . Yirminci yüzyıldan yirmi birincisine geçerken , geçmişin birikimi  üst düzeyde etkin olarak topluma yön göstermektedir . Türkiye'nin başkenti Ankara’da kültür ve sanat etkinlikleri bir bakanlığın çatısı altında örgütlenirken  , Ankara Sanat Kurumunun çalışmalarından geride kalan önemli bir birikimi , bugünün genç kuşaklarına ve bu alanda çalışmalar yapan yeni bürokrasi kuşaklarına  taşıyıcı kadrolar aracılığı ile aktarılmaktadır .Türkiye Cumhuriyetinin bir kültür devleti olması için yıllarca mücadele eden  Mustafa Kemal Atatürk’ün yolundan giden Ankara Sanat Kurumu ve beraberinde ortak bir dayanışma düzeni içinde hareket eden  diğer kültür ve sanat kuruluşlarının, önlerine çıkan her türlü engel ya da olumsuz koşullara rağmen, toplumun gereksinmeleri doğrultusunda  ulusal düzeyde bir ileri  çizgide bir katkı sağlayabilmesi  için , örgütlerin sosyal ve kültürel çalışmalarının  bugünün toplumunun  gereksinmeleri doğrultusunda  ortaya çıkartılarak sergilenmesi acilen bir gereksinme olarak  öne çıkmaktadır . Her hafta düzenli programlar yaparak, bunlar aracılığı ile başkent Ankara izleyicisine düzenli bir çizgide cumhuriyetçi bir yaklaşım aktarılmaya çalışılıyordu .Kültür ve sanatın her dalından gelen uzmanların ve öğretim üyelerinin katılımları sayesinde bir araya gelme şansını elde eden  kültür ve sanat kadroları , hep birlikte sorunları dile getirirken , zaman içinde birbirleriyle sağladıkları dayanışma ortamı içinde  bu alanın sorunlarının çözüme kavuşturulması çizgisinde  önemli katkılar getirebiliyorlardı .
Toplumlar devletlerin  sosyal tabanını oluştururken , devletler de  toplumların kendi kendilerini  yönetme doğrultusundaki en üst düzeydeki örgütleri olarak devreye girmektedir . Bu çerçevede  devlet ve toplum ilişkilerinin en iyi çizgide örgütlenebilmesi önem taşımaktadır . Her devlet kendi toplumuna sahip çıkarken , kültür ve sanatı bu alanda en üst düzeyde kullanarak sorunların aşılabilmesi için çaba  gösterdikleri anlaşılmaktadır .  Ankara'daki  Sanat Kurumu gibi sosyal ve kültürel  örgütlenmelerin yaptıkları etkinliklerin, daha sonraki aşamalarda devlet ve toplum yönetimlerinin gereksinmeleri doğrultusunda hazırlanan plan ve programların ortaya çıkarılışında ,  içerik  belirleme açısından fazlasıyla yarar bulunmaktadır .Bu açıdan Sanat Kurumu Ankara merkezli olarak cumhuriyet rejiminin kültür ve sanat programları doğrultusunda başkentin tercihlerinin oluşumuna uzun süre katkı sağlanmıştır . Bu gibi  durumlar ve gelişmeler  için, Ankara Sanat Kurumu ve benzeri diğer sanat derneklerinin  uzun çalışmalar sonrasında  geliştirdikleri   ortak programların  bakanlık ve hükumet düzeyinde  ele alınarak  hükumet politikalarının geliştirilmesi  için değerlendirilmeleri gerekmektedir .Bir ülkede kültür ve sanat ortamının en yüksek düzeyde etkin olabilmesi için yapılacak  plan ve programlarda demokratik bir  yapılanmanın gerçekleştirilebilmesi için  kültür ve sanat kurumları ile  yapılacak işbirliği ve ortak çalışmaların  getireceği katkılar sayesinde, daha üst düzeyde bir ileri kültür ve sanat ortamına kavuşabilmek mümkün olabilecektir .  Ankara Sanat Kurumunun yıllarca  düzenli bir biçimde yapmış olduğu kültür ve sanat çalışmalarının ,bir kamu hizmeti olarak bu yolda  devreye girmesiyle birlikte  çağdaş bir ortam yaratılabilecektir . 
07.07.2019