24 Ocak 2017 Salı

Sarayın Hukuk Başdanışmanı: Mehmet UÇUM, "HALK İSTERSE C.BAŞKANI’NA MECLİS SEÇİMİNDEN 2 HAFTA SONRA KARAR VEREBİLİR"

MEHMET UÇUM: "HALK İSTERSE CUMHURBAŞKANI’NA, MECLİS SEÇİMİNDEN 2 HAFTA SONRA KARAR VEREBİLİR"
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hukuk alanındaki başdanışmanı Mehmet Uçum ile AK Parti ve MHP’nin üzerinde uzlaştığı ve bugün Meclis Genel Kurulu’na getirilen Anayasa değişikliği önerisi konuşuldu...
İçerikten önce zamanlama tartışmasını sorarak başlamak isterim... "Terör saldırıları, toplumsal kutuplaşma ve OHAL sürerken hükümet sistemini değiştirecek köklü bir Anayasa değişikliğini konuşmak için şimdi doğru zaman mı?" diye soruluyor, ne dersiniz?
Zamanlama konusunu ele alırken Türkiye'nin içinde bulunduğu durum ve bu imkânın nasıl ortaya çıktığını hatırlamak gerekiyor. Türkiye, 15 Temmuz'da bir devirme ve işgal hareketi ile karşı karşıya kaldı. Türkiye toplumu Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bir anlamda bütünleşerek bu işgal hareketini püskürttü ve bir devrim gerçekleştirdi. Bu bir milli demokratik halk devrimiydi. Dolayısıyla devrim, yıkma görevini tamamladı ama ortaya bir inşa sorunu çıktı. Antidemokratik yapı parçalanmışsa, yerine demokratik devleti koymak zorundasınız. Yani devleti yeniden inşa etmek zorundasınız. Zamanlamayı siyasal ve sosyal süreçler belirledi. Bu zamanlama meselesini Sayın Bahçeli'nin çıkışıyla da ele almak gerekiyor. MHP Lideri'nin, AK Parti ile yaptığı uzlaşma, parti siyasetleri üzerinden uzlaşmanın ötesine geçti ve ülkenin ihtiyacı olan bir konuyu karşılamak için bir uzlaşmaya dönüştü. Bu Türkiye'deki siyasal dinamiklerin zorladığı bir konu olduğu için şu an en uygun zamanlamadır.
Belli bir kesimin başkanlık sistemine karşı olduğunu ve şu sıralar toplumsal uzlaşıya ihtiyaç olduğunu göz önünde bulundurursak, daha sakin bir ortamda tartışılması daha iyi olmaz mıydı?
Mümkün değil. Anayasacılık hareketlerini analiz ettiğinizde hiçbir zaman rutinde bu tip reformlar yapılmamış. Türkiye'nin anayasal pratiğine baktığınızda da bu hep rutin dışı dönemlerde gündeme gelmiştir. Dünyada da böyledir. Doğu Avrupa'daki anayasacılık sistemleri Sovyet Sistemi çöktükten sonra gündeme gelmiştir. Yani bu tip sistem değişikliklerini zorlayan rutin dışı ortamlar olmak zorundadır. Steril ortamı beklemek, bir tür mühendislik arayışıdır, olgunlaşmış değişime karşı çıkmaktır. Bu tezi savunanları gericileştirir. Ayrıca şu anki OHAL'i demokratik ortamı ve uygun tartışmayı sınırlayan bir rejim olarak ele almak doğru değil çünkü OHAL ilk kez halka karşı değil, halk düşmanı yapılara karşı ilan edildi.
'MECLİS DENETİMİ BÜTÜN UNSURLARIYLA VAR'
Önerilen modele yöneltilen en temel eleştiri "Meclis'i zayıflatacağı, Cumhurbaşkanı'nı tek adama dönüştüreceği" iddiası... Meclis, Cumhurbaşkanı'nı ya da Başkan'ı nasıl denetleyecek?
Birincisi, kanunlar üzerinden denetleyecek. İkincisi, bütçe üzerinden denetleyecek. Üçüncüsü, Meclis araştırması, görüşmesi, soruşturması ve milletvekillerinin Cumhurbaşkanı yardımcılarına ve bakanlara yazılı soru sorabilmesi üzerinden denetleyecek. Cumhurbaşkanı'nın sunduğu bütçe teklifini, Meclis'in kabul etmeme hakkı var. Meclis kabul etmediğinde geçici bütçe yapılması gerekiyor. Meclis o geçici bütçeyi de kabul etmeyebilir. Bu durumda bir önceki yılın bütçesi yeniden değerleme oranıyla artırılarak yürürlüğe girer. Bu, Cumhurbaşkanı siyasi olarak taahhüt ettiği yatırımları ve vaatlerini yerine getirebilecek ek imkânı bulamayacak demektir. Bu durumda Meclis, Cumhurbaşkanı'nı kendisiyle uzlaşmaya zorlayacaktır. Bu ciddi bir denetim mekanizmasıdır. Bakanları ve Cumhurbaşkanı'nı suçlama, Meclis'in yetkisinde. Bakanların ve Cumhurbaşkanı yardımcılarının dokunulmazlığının kaldırılması da yine Meclis'in yetkisinde. Gördüğünüz gibi Meclis'in hükümet üzerindeki denetimi bu sistemde bütün unsurlarıyla var. Ayrıca yürütmenin, kanun tasarısı sunma hakkı yok. Kanun teklifini sadece milletvekilleri verecek, yürütme buna katılamayacak. Yani yürütmenin yasama üzerindeki hükümranlığına son verilmiş olacak. Bu parlamentoyu özgürleştirir.
'YA MECLİS İLE CUMHURBAŞKANI AYNI PARTİDEN OLURSA DEMEK SOSYOLOJİK MEŞRUİYETE KARŞI ÇIKMAKTIR'
"Yasamayı yalnızca Meclis yapacak, hükümet buna karışamayacak" diyorsunuz ama Cumhurbaşkanı'nın yasaları veto yetkisi var. Cumhurbaşkanı bir yasayı veto ettiğinde salt çoğunluk yani 301 oy gerekecek. CHP'liler bu durumda "Meclis istediği yasaları geçiremez" diyor. Ne dersiniz?
Bakın bu zorlaştırıcı veto yetkisini, Cumhurbaşkanı'nın kararname çıkarma yetkisinin önüne konan kısıtlamalarla birlikte düşünmeden anlayamayız. Cumhurbaşkanı bir kararname çıkardığında, Meclis o kararnameyi bir kanun çıkararak yürürlükten kaldırma yetkisine sahip. Bu durumda Meclis sürekli Cumhurbaşkanı'nın kararname çıkarma yetkisini bloke edebilir. İşte buna karşılık Cumhurbaşkanı'nın veto etmesi durumunda Meclis'e salt çoğunluk şartı getirilmiştir. Yani Cumhurbaşkanı'na zorlaştırıcı veto yetkisi verilmesi denge denetiminin bir mekanizmasıdır.
Ama CHP "Parlamento seçimiyle Cumhurbaşkanlığı seçimi aynı anda olacağından, Meclis çoğunluğu Cumhurbaşkanı'nın partisinden olur ve salt çoğunluk kolay kolay sağlanamaz" diyor.
Burada ileri sürülen itirazın temel argümanı, demokratik meşruiyet tezine aykırıdır. Yani "Önerilen sistemde Meclis'in kanun çıkarması zorlaştırılmıştır" dense, ayrı bir tartışma konusu olur. Ama Meclis ve Cumhurbaşkanı aynı siyasi mecradan oluşur ve Meclis Cumhurbaşkanı'nın siyasi yönlendirmesine uyar" varsayımına itiraz etmek sosyolojik meşruiyete karşı konum almak demektir. Yani Meclis de Cumhurbaşkanı da aynı siyasi mecradan oluşuyorsa bu halkın seçimidir, bunun meşruiyeti sorgulanamaz. Bunların işbirlikleri, çalışma biçimleri ya da uyumları o siyasi meşruiyet üzerinden yürütülür.
Buna karşı çıkanlar, özellikle ABD sistemini örnek göstererek, "Demokrasilerde tek başına yasamaya ya da yürütmeye güven olmaz. ABD sisteminde 2 seçim farklı zamanlarda yapılır ki çoğunluğun hegemonyası yerine, çoğulcu bir yapı ortaya çıksın" diyorlar. Burada bir çoğunlukçuluk, çoğulculuk tartışması yapılabilir mi? Türkiye'de çoğunlukçuluk ve çoğulculuk tartışması salt parti ayrımları üzerinden tartışıldığında yeterince anlaşılamaz. AK Parti'nin %50+1'den fazla oy alması monolitik bir çoğunlukçu yapının ortaya çıkması demek değildir. Çünkü, Türkiye'nin sosyolojik özelliklerine bakıldığında 50+1'i sağlayan siyasi aktör kim olursa o oyu ancak çoğulcu yapının desteğini alarak sağlayabilir. Örneğin AK Parti içinde bütün kimlik gruplarından insanlar var, Türkiye'nin bütün coğrafi bölgelerinden seçmen desteği alıyor. Farklı yaşam tarzlarını temsil ediyor... Partili Cumhurbaşkanı meselesi de çok tartışılıyor. Cumhurbaşkanı aynı zamanda parti başkanı olursa milletvekilleri Cumhurbaşkanı yani yürütme karşısında bağımsızlığını yitirmez mi? "Cumhurbaşkanı illa parti başkanı olur" demedik, sadece partisi ile ilişkisinin kesilmesi hükmünü kaldırdık. Getirdiğimiz sistem sosyolojinin ve siyasetin dinamiklerine alan açıyor. Cumhurbaşkanı'mız güçlü bir lider, partinin genel başkanı olmak isterse olabilir. Diyelim 2. turda Kılıçdaroğlu seçildi, belki onun partisi genel başkan olmasını istemeyebilir. Bunu siyasetin kendi dinamikleri belirler...
'ENDİŞE ETMEYİN, YARGI SİYASALLAŞMIYOR'
Peki, Meclis ve Cumhurbaşkanı seçimlerini farklı zamanlarda yapmak neden düşünülmedi?
Aslında mutlak eşzamanlı seçim getirmedik. Getirdiğimiz eşzamanlılık, nispi eşzamanlılıktır. Cumhurbaşkanlığı seçimi ile Meclis seçimi aynı gün olacaktır ama Cumhurbaşkanı seçimi iki turludur. Halk isterse Meclis'i seçip, Cumhurbaşkanı'nı ilk turda seçmeyebilir. Yani herhangi bir adaya %50+1 oy vermeyebilir. En çok oyu alan iki aday, iki hafta sonra halkın karşısına çıkar. Halk da, Meclis'te oluşturduğu çoğunluğa göre o iki adaydan birini yürütme olarak seçebilir. Sistem, sosyolojiye ve siyasi dinamiklere alan açan bir şekilde kuruldu. Bir hukuk mühendisliği üzerinden hazırlanmadı. Yani, Anayasa'da her türlü kural ve düzenleme olsun, 'halk siyaseti şu şekilde yaparsa böyle sınırlansın' ya da 'seçmeyi yanlış yaparsa bu şekilde sınırlandırılsın' kurgusu yapılmadı.
Yeni sistemde Cumhurbaşkanı ve Meclis'in karşılıklı fesih yetkisi var fakat Meclis'in bu kararı alabilmesi için 5'te 3 çoğunluğu sağlaması gerekiyor. Oysa Cumhurbaşkanı istediği zaman kendisiyle birlikte erken seçime gidebiliyor. Cumhurbaşkanı'na da birtakım kriterler getirilmesi ya da 5'te 3'ten daha az bir oran aranması iyi olmaz mıydı?
Öncelikle burada fesih yetkisi yok. Bizim önerdiğimiz sistem, hem Cumhurbaşkanı'nın hem Meclis'in seçimlerini birlikte yenileme yetkisi. Hangi organ yenileme yetkisini kullanırsa kendi varlığına da son vermiş olacak. Milletvekillerinin kaç dönem seçileceğine ilişkin bir sınırlama yok. Eğer seçilebiliyorsa, 50 yıl da milletvekilliği yapılabilir. Eğer Meclis'in seçimleri yenileme konusunu basit ya da salt çoğunluğa bağlarsanız, kendilerinin seçilmesi açısından bir sınırlama olmadığı için bu yetkiyi yürütmeyi tıkayacak şekilde kullanabilir. 5'te 3 çoğunluk konmazsa yürütme zafiyeti yaratabilecek çekişmeler çıkar. Bu olmasın diye sistem önlem alıyor. Buna karşılık, Cumhurbaşkanı'nın bu yetkiyi kullanması ise kendisi açısından siyasi risk demektir çünkü dönem süresini azaltıyor. Ayrıca bir daha seçilememe riski var.
Ama Meclis seçime götürürse, Cumhurbaşkanı'nın görev süresinden kaybetmiyor değil mi?
Hayır gidiyor. Meclis, Cumhurbaşkanı'nın ilk döneminde seçimlerin yenilenmesine karar verirse, Cumhurbaşkanı ilk dönemi kaybeder. HSYK seçim usulüne ilişkin de tartışmalar var. İlk iki turda çoğunluk sağlanamazsa son turda en çok oyu alan iki kişi arasında kura çekilecek. CHP "AK Parti'nin karma komisyonda 30 milletvekili var. En çok oy alanı belirleyebilir. Geri kalanı da Cumhurbaşkanı atayacak. Yargı tamamen iktidarın denetimine geçiyor" diyor. Ne dersiniz?
Yargının idaresi demokratik meşruiyete dayanmalıdır. Önerdiğimiz sistemde yürütmeyi ve Meclis'i halk seçiyor. Yani doğrudan çifte meşruiyet var. Yargının idaresinin oluşumunda da bu meşruiyeti sağlamalıyız. Halk, belli bir partiye çoğunluk vermişse, Cumhurbaşkanı'nı da o partiden seçmişse onların bütün tasarrufları meşrudur. Üye sayısından yakınmak yerine nedenini düşünmek gerekir. Ayrıca seçmenin bir sonraki tercihini bugünkü durum üzerinden tartışmak problemlidir.
Peki, bu sistem yargının siyasallaşmasına yol açmaz mı?
Endişe etmeyin, yargı siyasallaşmıyor. Muhalefet çoğulculuk istiyorsa diğer partiler ile uzlaşma arayışına girmek zorunda. Önerilen sistem siyasi uzlaşmaya ve sosyololojiye alan açar.
'ÖNERDİĞİMİZ SİSTEMDEN OTORİTERLİK ÇIKMAZ'
Bu öneriye en temel eleştirilerden biri de otoriterlik ya da CHP'nin deyimiyle diktatörlük tehlikesi... Yürütmeyi bu derece güçlendirip denetlenmesini zorlaştırdığınızda ülkenin geleceği risk altına girer mi? 
Kuvvetler ayrılığının çıkışı yürütmeyi sınırlandırmak içindir. Zaman içinde bu sınırlanma öyle bir duruma geldi ki 2. Dünya Savaşı'ndan sonra güçlü bir yürütme ihtiyacı ortaya çıktı. İtalya dahi yürütmeyi güçlendirecek seçim mekanizmaları üretti. İngiltere'de parlamenter sistem güçlü bir geleneğe sahip olmasına rağmen 80'li yıllardan sonra Margaret Thatcher'la birlikte inanılmaz kuvvetli bir yürütme mekanizması oluşturuldu.. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra bütün dünyada gelişen eğilim yürütmenin kendi içinde güce kavuşmasıdır.
Peki bu tek adam rejimine dönüşme riski barındırmaz mı? Bizim önerdiğimiz sistemde mümkün değil. Bir güç yoğunlaşması var ama bu güç yoğunlaşması kuvvetler birliği üzerinden değil. Her kuvvet kendi içinde güçleniyor. Doğrudan halka hesap veren ve halk karşısında pratik üretmeye çalışan bir sistemden otoriterlik çıkmaz. Hızlı, etkin ve demokratik pratikler üretmeyi sağlayan bir sistemden söz ediyoruz.
'CUMHURBAŞKANI'NA SUÇLAMA KOLAY OLMAMALI'
"Yüce Divan'a sevk için 600 milletvekilinin 400'ünün oyunun gerekmesi Cumhurbaşkanı'nı neredeyse yargılanamaz hale getirir" eleştirisine ne diyorsunuz?
Cumhurbaşkanı'nın suçlanmasını nitelikli çoğunluğa bağlamak zorunludur. Bütün başkanlık sistemlerinde bu böyledir. Cumhurbaşkanı sürekli suçlanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmamalı. Bu oranlar makuldür. Cumhurbaşkanı gerçekten bir suç işlemişse ve Meclis 400'ü bulamıyorsa siyaseten ortak olarak suçlanırlar. O Meclis üyeleri bir sonraki dönem seçilmezler, toplum onları cezalandırır. Niye başkan yardımcıları ve bakanlar için de aynı kriter var? Çünkü onlar başkanın sekretaryası gibidir. Suçlanma konusunda üst güvenceye sahip olması gerekir. Yoksa bakan bulamazsınız. Cumhurbaşkanı'nda her türlü suçlamada bu oranlar var. Bakanlarla ilgili ise sadece görevle ilgili suçlamalarda var.
"Bu kişilerin görev süresi bittikten sonra da bu hüküm uygulanır" diyor. Cumhurbaşkanı birini öldürse ve biz de bunu görev süresi bittikten sonra öğrenmiş olsak ne yapacağız? Meclis'i mi toplayacağız? Evet, böyle... Çünkü görevi bittikten sonra soruşturma ve kovuşturma usulünü standarda çevirirsek, birileri intikam almaya çalışabilir, güvensiz pozisyonda kalır.
'CUMHURBAŞKANI'NIN ÜST DÜZEY ATAMALARINI MECLİS DEĞİL İDARİ YARGI DENETLEYECEK'
Meclis, Cumhurbaşkanı kararnamelerinin hepsini kanun çıkararak ortadan kaldırabilecek mi yoksa Cumhurbaşkanı kararnamesiyle düzenleneceği özel olarak belirtilen hususlar bunun dışında mı kalacak? Yani hukuki anlamda özel norm, genel normun üstüne çıkar mı?
Cumhurbaşkanı'nın kararname çıkarma yetkisini üçe ayırmak lazım; 1-Yasama alanına ilişkin kararname, 2- Yürütme alanına ilişkin yürütücü kararname, 3- Bireysel işlemler ve atamalara ilişkin kararname. Buna göre, yasama alanına ilişkin kararnameler, hangi alanda olursa olsun kanun çıkarıldığında yürürlükten kalkar. Yürütme alanına ilişkin kararname dediğimiz şey, bugünkü tüzük ve yönetmelikler gibidir. Tüzük ve yönetmelik bir kanuna dayalı olarak çıkarılır. Meclis bu tür kararnamelerin dayanağı olan kanunları değiştirdiğinde, bunlar da değişmiş olur. Bu arada önerilen sistemde tüzük kaldırılıyor, ancak yönetmelik var. Atamalar ise belli bir seviyeden itibaren idari yargı denetimine tabi tutulur. Dolayısıyla bunları yargı denetleyecek demektir.
Cumhurbaşkanı'nın atamalara ilişkin kararname yetkisi Meclis'in kanun çıkararak denetlemesine açık değil, yalnızca idari mahkemelerin denetimine mi açık yani? Tabii. Zaten bugünkü işlem de öyle. Atamalar kanunla yapılmıyor, atamayla ilgili bir işlemde hukuka aykırılık varsa idari yargıya ve Danıştay'a gidiliyor. Sistemin sağlıklı işleyebilmesi için, genel müdür ve üstündekiler gibi üst düzey yöneticilerin kaderini siyasetin kaderine bağlamak lazım. Aksi takdirde idari bürokrasi siyasi bürokrasi gibi davranıyor ve siyasetle rol çatışmasına girişiyor. 
Ama bu haliyle bürokrasinin siyasileşmesini meşrulaştırmış olmaz mısınız? Hayır. Tam tersine şu an mevcut sistemimizde seçilmişler ve atanmışlar çatışması siyaset üzerinden yaşanıyor. Bir bakan siyasi kişiliğiyle pratik ürettiğinde, bürokratlar farklı bir siyasi vizyona sahipse o icraatın yapılmasını sekteye uğratabiliyor. Önerdiğimiz sistem, siyasetçi-bürokrat çatışmasını, egemenlik çatışması olmaktan çıkaran bir sistemdir.
Ama buna karşı "Bürokrasi tecrübe ister. Siyaset değiştikçe bürokrasi değişirse devlet geleneği oluşmaz" argümanına ne dersiniz? Hayır, devlet geleneği bürokrasi üzerinden gelişirse, bürokratik kurumsal egemenlik olur; milli egemenlik olmaz. Devlet geleneği siyasi tecrübe birikimi üzerinden gelişir, gelişmelidir. Aksi takdirde bürokratik vesayet odağı oluşur. Üst düzey yöneticilerinin kaderini siyasetçiye bağlamak lazım yoksa 6 ayda bitecek proje 4 senede bitmiyor.
'CUMHURBAŞKANI'NIN MERKEZİ İDAREYE İLİŞKİN YETKİLERİ ANAYASA'DA DÜZENLENMİŞ KANUNLARLA SINIRLIDIR'
'Merkezi idareye ilişkin konular Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenir' deniyor. Bu çok geniş bir yetki değil mi?
Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu'nun rolünü üstlenecek bir hükümettir. Merkezi idarenin başındadır, dolayısıyla bu yetkiye sahip olması doğaldır. Ama şunu da belirtelim; Cumhurbaşkanının kararname çıkarma yetkisinin yerel idarelerle ilgili hiçbir kapsama alanı yoktur. Cumhurbaşkanı, merkezi idare teşkilatında birden çok ili içine alacak düzenleme yaparsa bu ancak Trakya Sulama Birliği ya da GAP gibi hizmet ya da proje esaslı işlerle ilgilidir. Merkezi idare teşkilatları çok geniş bir alanı kaplıyor. Örneğin Cumhurbaşkanı isterse Merkez Bankası'nı kapatabilir mi? Cumhurbaşkanı, Anayasa'da 'münhasıran kanunla düzenlenir' denilen hususlarda kararname çıkaramıyor. Yani Anayasa'da ve kanunlarda açıkça düzenlenmiş hususlarda hiçbir teşkilat yapısı kuramaz, değiştiremez, kapatamaz. Sadece kadrolarını değiştirme yetkisine sahip olur. İhtiyaca uygun bakanlık kurabilir ya da kapatabilir ama Anayasa'da olması gereken bakanlıklar var. Onları kapatamaz. Örneğin Milli Güvenlik Kurulu'na katılan bakanlar gibi... Ancak Meclis'ten o bakanlıkların değişmesini, yerine yeni bakanlıkların kurulmasını isteyebilir.
'SEÇİM SİSTEMİ DEĞİŞMELİ'
Seçim sistemi uyum yasalarıyla değişecek mi? Şu anki seçim sisteminin devam etme olasılığı var mı? Cumhurbaşkanlığı kulislerinde hangi seçim sistemi tartışılıyor? 
AK Parti daha önce mevcut sistem, daraltılmış bölge, dar bölge gibi üçlü bir modelleme getirmişti. Cumhurbaşkanlık sistemi doğası gereği başkanlık sistemidir. Halk, meclisi oluştururken parti tercihi üzerinden oy kullanmalı ama milletvekili kimliğini öne çıkarmalıdır. Bu sistemin daha iyi işlemesi için seçim sistemi değişmelidir. Türkiye'nin içinden geçtiği süreçler dikkate alındığında bence Türkiye'nin 120 bölgeye bölünmesi, her bölgeden 5 milletvekili çıkması, daraltılmış bölgelerde de coğrafi bütünlük ve nüfus denkliği ilkelerine dikkat edilmesi fayda sağlar. Coğrafi bütünlük, araya başka yerlerin sokulmasını ve oyunları engeller. Nüfus denkliği de temsilde adalet konusunda önemi bir imkân sağlar. Şu an kimi milletvekilleri 160 bin seçmeni temsil ederken kimileri 10 bin seçmeni temsil ediyor. Bence daraltılmış bölge üzerinden yürünmelidir. Dar bölgede ise daha güçlü milletvekilleri çıkar. Bu da geleceğe yönelik konuşulması gereken konulardan biridir.
Şu anki nispi temsil sistemini güçlendirip, barajın düşürülmesi ve milli bakiye gibi yöntemlerle seçimde adaletin daha da yükseltilmesi gibi bir seçenek de masada mı? Bu da tartışılabilir. Önerilen sistem tecrübe edilecektir. Eksikleri, artıları ortaya çıktıktan sonra revizyona tabii tutulacaktır. Dar bölge sistemi gündeme gelecektir. Geçmişte denediğimiz milli bakiye sistemi ve barajın düşürülmesi gibi yöntemler de tartışılabilir. Kesin olan şey bu seçim sisteminin er ya da geç değiştirilmesidir...
'BU DEĞİŞİKLİK SADECE BİR BAŞLANGIÇ'
"Anayasa değişikliğiyle Türkiye'nin yeni anayasal sistem ihtiyacı tam olarak karşılanmıyor. Hükümet modelinde bir reform değişikliği yapılıyor. Ancak bu reform süreci devam etmek zorunda. Yeni Anayasa ihtiyacımız bu değişiklikten sonra çok daha güçlü hale gelecek. Sayın Bahçeli merdiven teorisi açıklaması yaptı, "Türkiye'nin hukuk ihtiyacını adım adım karşılayalım" dedi. Bu bir işbirliği çağrısıdır. Bu işbirlikleri devam ettirilirse MHP ile birlikte yürünebilir. Gelecekte çok farklı siyasi aktörler de yeni anayasal sistem değişikliğinde rol alabilir." (İktibas: Habertürk / Kübra PAR)

14 Ocak 2017 Cumartesi

DİKKAT!.. ÇOK ÖNEMLİ: GDO, GENETİK VE MOLEKÜLER BİYOLOJİ GDO SAVAŞÇISI: FELSEFELERİ ÖJENİKÇİLERLE AYNI

GDO, GENETİK VE MOLEKÜLER BİYOLOJİ
GDO SAVAŞÇISI: FELSEFELERİ ÖJENİKÇİLERLE AYNI
Bir konferans için İstanbul’a gelen dünyaca ünlü GDO savaşçısı Prof. Dr. Ignacio Chapela Karar’a konuştu: “ABD’de GDO hakkında gerçekleri dile getirmek kolay değil. Mesleğinizi kaybedersiniz. Şiddetli bir sansür mekanizması var. Dünyadaki tüm Amerikan konsolosluklarında da GDO’yu destekleyecek sunumlarla eğitilmiş çalışanlar bulundurulur.”
ÜRÜN DİRİER
Ignacio Chapela

UC Berkeley Üniversitesi Mikrobiyal Ekoloji Laboratuvarı’nın kurucusu, dünyaca ünlü GDO savaşçısı Prof. Dr. Ignacio Chapela Boğaziçi Üniversitesi’ndeydi. “GDO Araştırmaları ve Üniversitelerin Ticarileştirilmesi” konulu bir konferans veren Prof. Chapela, Karar’ın sorularını yanıtladı.
Prof. Dr. Ignacio Chapela, adını 2001 yılında transgenlerin yabani Meksika mısırına geçişi üzerine yaptığı araştırmayla duyurdu. Bu araştırma transgenlerin bulaşıcı olduğu ve doğadaki diğer bitkilere geçiş yapabildiğinin ilk ispatıydı. Biyoteknoloji dünyası önce bu bilgiyle sarsıldı, sonra da kabullenmeyi reddetti. Prof. Chapela ise hiç ummadığı bir tepkiyle karşı karşıya kaldı. Görev yaptığı Kaliforniya Üniversitesi’nin kadrosundan bile çıkarıldı. Daha sonra itibarı iade edilerek yeniden kadroya alındı. 2009’da ise Prof. Chapela’nın iddiaları başka laboratuvarlar tarafından da onaylanarak kabul gördü.
BELGESELLERDE DE ROL ALDI
Toprakların GDO ile kirletilmesi konusunda Meksika, Kosta Rika ve Ekvator’daki yerel halklarla işbirliği yapmasıyla da bilinen Prof. Chapela, genetiği değiştirilmiş organizmalar ve yemek sistemlerini konu alan Monsanto’ya göre Dünya ve Yemeğin Geleceği gibi birçok belgesel filmde de rol aldı.
2001’de makalenizi yayınladıktan sonra yaşadıklarınız konusunda özetle ne söylersiniz?
Kimse böyle bir habere hazırlıklı değildi. İlk önce dışlandım. Aldığım tepkiler arttıkça içine düştüğüm umutsuzluk ve çaresizlik de artıyordu. Bildiğim bir gerçek vardı, kimsenin gözle göremediği transgenler doğadaki diğer bitkilere geçerek onları da kirletiyor ve bozuyordu. Ama bana inanmak istemiyorlardı. Bugün artık bu bilgi kabul ediliyor ama hala GDO’nun sağlığa zararları konusunda kör ve sağırı oynuyorlar. 2001’de başlayan çaresizliğim hala devam ediyor dolayısıyla.
GDO EMBRİYODA MUTASYONA YOL AÇIYOR
GDO’nun insan sağlığına zararlı olduğu kesin mi?
İyi bir bilim insanı bu soruyu ‘yeterli bilgimiz yok’ diye cevaplar. Genç bir biyolog iken bu konularla ilgili gerçeği bilmek istemiyordum. Çünkü soracağımız tek bir soru 50 yıllık bir çalışma gerektirecekti ve bu soru biyoteknoloji çalışmalarına engel olabilirdi. Ben de gençken sektörde çalışmış biri olarak şunu söyleyebilirim ki, zararlı mı zararsız mı diye hiç sormadan GDO’ları çevreye saldık. GDO’lu ürünler insan üzerinde zararlı mı diye hiç denenmedi. Ancak hayvan deneylerinde görüyoruz ki GDO’lu yemlerle beslenen hayvanların iç organları, bağışıklık ve üreme sistemleri bozuluyor. Erken doğuma ve embriyoda mutasyonlara yol açıyor. Bazı araştırmacılara göre otizmin ve kanserin 1950’den sonra artmasının nedeni de GDO.
SANSÜR MEKANİZMASI ÇOK ŞİDDETLİ
GDO hakkında bağımsız çalışmalar yapılamıyor mu peki?
GDO hakkında gerçekleri dile getirmek bir bilim insanı için hiç de kolay değil Amerika’da. Şiddetli bir sansür mekanizması var. İddialarınızda fazla ileri giderseniz mesleğinizi bile kaybedebilirsiniz. ABD gibi hükümetle şirketlerin beraber adım attığı tüm ülkelerde bu durum böyledir. Amerika’da tarım ve dış işleri bakanları genellikle Monsanto firmasında (GDO’lu tohum karteli) çalışmış kişilerden seçiliyor. Dünyadaki tüm Amerikan konsolosluklarında GDO’yu destekleyecek sunumlarla eğitilmiş çalışanlar bulundurulur. Farklı ülkelerde yayınlanan tüm biyogüvenlik kanunlarında hep bir kişi yazmış gibi aynı dil kullanılır. Teste ihtiyaç olmadığı, insana zararlı olmadığı gibi…
ÖJENİKÇİLERLE FELSEFİ OLARAK AYNI
GDO’lu tohum kartellerinin öjenikçi (geri kalmış insan topluluklarının kısırlaştırılarak nüfuslarının kontrol altına alınması) olduğu iddiaları hakkında ne söylersiniz?
Yıllarca bu endüstrinin içinde çalıştım ve İsviçre’de yaşadım. Öjenikçi düşünceler daha çok İsviçre’den çıkar. Tarihsel olarak, geri kalmış insan topluluklarını kısırlaştırma fikri ve çalışmaları Kaliforniya’da başlamıştır, oradan Almanya’ya geçmiştir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bu çalışmalar durdurulmuş ve çalışmaları yapan bilim insanları Almanya’dan İsviçre’ye göç etmişlerdir. O nedenle bu tarz fikirler buradan çıkar. GDO’lu tohum üreticileri öjenikçidir diyemem, elimde kanıt yok ama felsefi olarak öjenikçidirler diyebilirim. Örneğin şu an Afrika’ya GDO’lu tohumları götüren tek merkez Bill Gates’in vakfıdır. Eşi Melinda Gates de açıkça bazı toplumların daha çok, bazılarının da daha az çocuk yapması gerektiğini deklare etmiş biridir.
BUNLAR AÇIKÇA KONUŞULABİLİYOR DEMEK Kİ…
2 hafta önce Zürih’te bir kongredeydim. Bir bilim adamı çıkıp bulduğu bir bakteriyi yoğurda karıştırarak gıda yoluyla kadınların kısırlaştırılabileceğini açıkladı. Bu bence korkunç bir şey ama orada alkışlandı. Bilim olarak kabul ediliyor bu tür fikirler. Gizli bir toplantı da değildi, açıkça dile getirilebiliyor.
İSVİÇRE’DE GDO EKİMİ SERBEST Mİ?
Hayır yasak. Hatta taşıma sırasında kamyonlardan düşen GDO’lu tohumların toprağı kirlettiğine dair tartışmalar sürüyor şu an İsviçre’de.
Dünyada nerelerde GDO’lu ekim yapılıyor?
Yüzde 95’i Amerika, Kanada, Brezilya, Arjantin ve pamuk ekimini de içine katarsanız Hindistan’da üretiliyor. Ancak ABD ve Arjantin’de buğday tarımı yapan çiftçiler tüm baskılara rağmen GDO ekimi yapmak istemiyorlar artık. Mısır üreticilerinin başına gelenleri yaşamak ve pazarlarını kaybetmek istemiyorlar. Zaten gelecekte GDO’ya yapılan sübvansiyonların kalkacağını düşünüyorum. Çünkü ziraat açısından çok az ve geçici avantajları var.

13 Ocak 2017 Cuma

TÜRK-İSLAM DEVLETLERİNDE ŞÛRÂ (DEVLET VE HÜKÜMET) & Yrd. Doç. Dr. Ali Galip Gezgin

TÜRK-İSLAM DEVLETLERİNDE ŞÛRÂ (DEVLET VE HÜKÜMET)
Yrd. Doç. Dr. Ali Galip Gezgin
Türkler, Orta Asya'dan başlayıp günümüze kadar gelen tarihî süreç içerisinde, birçok devlet kurmuş bir millettir. Onlar, kurmuş oldukları her yeni Türk devletinde, kendilerinden önceki Türk devletlerinin yönetim tecrübelerinden yararlanmışlar; devletin, "bilgi", "birikim" ve "tedrîcî olarak tekâmül" den ibaret bir mekanizmaya bağlı olarak ayakta kalabileceğini idrak etmişlerdir. Bu nedenledir ki Türkler, çok az sayıda millete nasip olan uzun ömürlü devletler kurma bahtiyarlığını elde etmişlerdir. Bilge Kağan (ölm.) 'ın "Üstte gök çökmedikçe altta yağız yer delinmedikçe ey Türk! Senin ilini ve töreni kim bozabilir?..." ifadesinden de anlaşılacağı gibi, Türklerde "Devlet-i Ebed Müddet" fikri mevcuttur.
Türkler için son derece önem arzeden "devlet" kurma geleneği, önemini İslâmiyet'in kabulünden sonraki dönemlerde de korumuş ve bu müessese her şeyin üstünde yer almakla beraber, devleti temsil eden "sultan" da önemli yetkilere sahip kılınmıştır. Sultanlar, yürütme ve yargı erkinin başında bulunurlarken, belli bir yasama yetkisine sahip olmuşlardır. Sultanların, halkı diktatörce yönetmelerine engel olan unsurların başında ise "şûrâ" ilkesi gelmektedir. Şûrâ, devlet yönetiminde gereği gibi uygulandığı takdirde, "devlet-i ebed müddet" düşüncesini, kuvveden fiile çıkaran önemli dinamiklerden birisidir.

Devlet yönetiminde şûrâ'ya yer veren Türkler, hem İslâm öncesinde, hem de İslâmiyet'in kabulünden sonra bilginlerin fikir ve görüşlerinden de istifade etmeyi ihmal etmemişlerdir.1 Şûrâ kavramı Arapçadan dilimize geçmiş bir kelime olup, isabetli ve doğru karar verebilmek için, ilim ve ihtisas sahibi kişilerle fikir teatisinde bulunmaktır. Türkler, şûrâ'ya karşılık olarak, "işlerde danışma, görüşme, düşünme" anlamına gelen "kengeş" kelimesini kullanmışlardır.2 "Kengeş" kelimesi, Dîvânu Lugâti't-Türk 'de şu şekilde geçmektedir: "Kengeşlik bilig artamas" yani "Danışıklı iş bozuk olmaz".3 Bir başka ifadeyle, eğer akıl, danışmakla birleşirse iş yerli yerince yapılır ve sonuç müsbet olur. İşte bu veciz ifade Türklerin şûrâ'ya ne kadar önem verdiklerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Danışmanın ilk nüvesini teşkil eden "kurultay", Mete'nin (Mo-Tun, Oğuzhan) (M.Ö.209-174?)4 zamanından itibaren devletin temel kurumlarından biri olmuştur.5 Kurultay, başlangıçta dînî tören, bayram, yeme-içme toyu, eğlenme ile yarışmayı da ifade eden bir devlet toplantısı iken daha sonraları, önemli meselelerin müzakere edilip tartışıldığı ve nihayet ittifakla verilmiş kararların alındığı bir müessese haline gelmiştir. Meselâ, "yeni bir devletin kurulması", "göç", "savaş yapılan bir ülke ile barış" vb. hususlarda kurultayın toplanması bunun en belirgin örneklerindendir. Nitekim M.Ö. 68 yılından sonra Hun hakanının, Çin ile barış yapmak için devletin ileri gelenlerini bir araya toplaması6 kurultayın fonksiyonelliğinin bir belirtisi olarak değerlendirilebilir.

Bu kurultaylarda sadece siyasî ve askerî problemler değil, aynı zamanda, ülkeyi ilgilendiren her türlü problem tartışılarak, karara bağlanmaktadır. Bir keresinde Gök-Türklerin ünlü hükümdarı Bilge Kağan, Türk illerindeki şehirlerin Çin ülkelerindeki gibi surlarla çevrilmesi ve Budizm ile Taoizm'in yurtta yayılmasının teşvik edilmesi için kurultay toplamıştır. Ayguçı (devlet müşaviri) Tonyukuk "Çinliler gibi şehirlerimizin etrafını çevirip, iyice yerleşirsek, nüfusumuz onlardan çok az olduğundan onlara karşı varlığımızı koruyamayız; varlığımızı hareketliliğimize borçluyuz; Budizm ve Taoizm bize uyuşukluk getirecektir" sözleriyle karşı çıkmış, Bilge Kağan'ın teklifi kurultayda reddedilmiştir.(7)

Eski Türk kağan ve sultanları, yabancı baskıcı hükümdarlardan çok farklı olarak, yüksek ve insânî vasıflarda ve demokratik bir anlayışa sahip oldukları için halkın görüşlerine değer vermişlerdir.8 Türk devlet mekanizması içerisinde "Tayanç" ve "Kengeşçi" adı verilen pek çok danışmanın bulunuşu bu görüşü destekler mahiyettedir. Nitekim Cengiz Han'ın müşavirleri (danışmanlar) saraylarda, "Tayangu" unvanını taşımakla birlikte, "dayanmak" fiilinden türetilen "Tayançı" unvanı, "Tirgek" yani "direk" unvanını taşıyan danışmanlar da görev yapmışlardır. Ayrıca "İş-Ayguçı" (İş danışmanları) ile "Basutçı", "yardımcı", "tapuçı", "hizmetçi" adı verilen maliyet memurları da yine bu sınıfa bağlı müşavir konumundadırlar.9 Eski Türk tarihiyle ilgili bazı kaynaklardan, Türk hükümdarlarının kalabalık denilebilecek kadar çok sayıda danışman bulundurduklarını öğreniyoruz. Aynı kaynaklara göre Oğuzlar, işlerini meclisler kurarak istişâre (kenğeşme) yolu ile halletmişlerdir. 10 Oğuz sü-başısı, Etrek, Tarhan, Yınal gibi Oğuz büyüklerini çağırarak, onlarla istişare etmiştir. (11) Dolayısıyla Oğuzlar devletinin bir bakıma demokratik prensiplere göre idare edildiğini söylemek mümkündür.(12)

İslâmiyet'ten önce kurulan Türk devletlerinde "şûrâ" müessesesi ile ilgili bu özet bilgilerden sonra, şimdi de, Türklerin İslâm dînini kabul etmelerini müteakiben kurdukları devletlerdeki "şûrâ" anlayışı ile ilgili bilgilere yer vermeye çalışalım.

1. İLK MÜSLÜMAN TÜRKDEVLETLERİNDE ŞÛRÂ
Türklerin İslâmiyet'i benimsemeleri ve İslâm medeniyetine adım atmış olmaları, Türk tarihi açısından son derece önemli bir olaydır. Yeni bir din veya medeniyetin kabulü, cemiyet içerisinde inanış, düşünüş ve yaşayış gibi türlü bakımlardan husûle getirdiği derin değişme ve gelişmeler nedeniyle bir milletin tarihinde önemli bir hadise olmak vasfını daima korur.13

Türklerin din olarak İslâmiyet'i seçmeleri sürecini kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür: Türkler, Emevî hilafeti döneminde, yavaş da olsa İslâmiyet'i kabul etmeye başlamışlardır. Türklerin bu dîni yakından tanımalarıyla IX. yüzyıl ortalarından itibaren Müslümanlığı kabul edenler artmış, nihayet X. yüzyılın ilk yarısından itibaren halkı ve yöneticileri Türk olan ilk Müslüman Türk devletleri ortaya çıkmaya başlamışlardır.14 Bunlar ise kuruluş tarihi itibariyle kronolojik olarak İtil (Volga) Bulgar Devleti (920-921), Karahanlılar (945), Gazneliler (963) ve Selçuklular (1038) gibi Türk-İslâm devletleridir.

Bu devletlerde şûrâ'nın uygulanmasıyla ilgili olarak bilgi vermeden önce şu hususun bilinmesinde fayda vardır. Şûrâ ilkesinde, devlet başkanı her ne kadar istişâre sonucunda alınan kararları yürürlüğe koyup koymama hususunda bir takım yetkilerle donatılmış olsa da, yönetim anlayışında meşveret prensibini ön plana çıkarması, demokratik bir yaklaşım içinde olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Nitekim bu konuda müstakil bir eser telif eden Mehmet Saray; ".Bugünkü cumhuriyetlerin Türk halklarının ataları, diğer milletlerle mukayese edilemeyecek derecede meclis ve demokrasi fikrine sahip idiler. Hiç bir Türk devleti tek bir kişi tarafından istediği şekilde ve despotça yönetilmemiştir. Her Türk devletinin bir meclisi olmuş ve bu mecliste bazen halkın temsilcileri ve bazen de devletin yetkilileri ülke meselelerini enine boyuna tartışmışlardır."15 demektedir. Dolayısıyla Türk devletlerinde mevcut olan ve meselelerin ayrıntılı bir biçimde müzakere edilmesi, karşılıklı olarak fikir alışverişinde bulunulması gibi olgular, Kur'ân'ın da öngördüğü bir husustur. Kur'ân'da, şûrâ ile ilgili olarak öncelikle Hz. Peygamber'e idarî ve diğer işlerde ashabına danışması emredilmekte ve: " (.) Onları affet, bağışlanmaları için dua et; (Yapacağın) iş (ler) hakkında onlara danış, karar verince de Allah'a dayan; çünkü Allah kendisine dayanıp güvenenleri sever."16 buyurulmaktadır. Bu âyette geçen "Veşâvirhum fi'l-emr" (: (yapacağın) bir iş hakkında onlara danış" ibaresiyle ilgili olarak klâsik tefsirlerde, birbirinin tekrarı nitelikte yorumlar yapılmıştır. Bu yorumlarda temel olarak, şûrâya, savaş ilânı gibi dünya işlerine ait bir takım konularda başvurulmasının lüzumu; hakkında nass bulunan dinî konularda ise buna gerek olmadığı vurgulanmaktadır. Ayrıca âyette geçen "Şavir" (: Danış) emrinin muhatabı Hz. Peygamber ise de, bu emir Hz. Peygamber'in buna muhtaç olmasından ziyade, ümmetini buna alıştırması hikmetine bağlanmıştır. (17) Yine Kur'ân'da: "...Onların işleri, aralarında danışma (: şûrâ) iledir (...) "18 meâlindeki âyet ile şûrânın insan hayatındaki önemi vurgulanmakta ve işlerini istişâreyle yapan mü'minler övülmektedir. (19)

Kur'ân'ın önemle üzerinde durduğu "şûra" ilkesi, kendine özgü bir demokrasi ve cumhuriyet sistemidir.20 Bir başka ifadeyle bugünkü cumhuriyetin prototipidir. Zira Kur'ân şûra ilkesi ile, ilk cumhuriyet esasını getirmiştir.21 Şûra ilkesi, demokrasinin dayanaklarından birisidir.22 Ancak kanaatimiz odur ki demokrasi ile -Kur'ân'ın evrensel ilke boyutunu vererek şekil ve işleyiş tarzını insanlara bıraktığı- "şûra"yı birbirine karıştırmamak lâzımdır. Çünkü Kur'ân, yönetim şekli getirmemiştir. Kur'ân'ın getirdiği ve ortaya koyduğu şey yönetime hâkim olacak zaman üstü prensiplerdir.23 Kur'ân, danışma konusunda da özel yöntemler koymaz. Nitekim meclisin oluşumu, seçim şekli, vekillik süresi vb. hususları, her dönemin ve her ülkenin yöneticilerinin uygulamalarına bırakmıştır.24 Şûra'da önemli olan, bu organın, çevresinde temsil etme niteliğine sahip, temsil ettikleri kimselerin güvenine lâyık ve ahlâkî dürüstlükleriyle tanınmış şahsiyetlerden oluşmasıdır.25 Zira temsil etme niteliğine sahip olmayan, yetkisiz ve bilgisiz kişilere danışarak onlara itaat etmek doğru olmadığı gibi,26 Kur'ân'ın şûra ile getirmiş olduğu evrensel ilkeye de aykırıdır. Çünkü Kur'ân bu konuda: "Yeryüzündekilerin (27) çoğunluğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye uymazlar ve onlar, sâdece yalan söylerler"28diye uyarmaktadır.

Görülüyor ki, verilecek kararlarda rastgele çoğunluğa uymaktan ziyade, bu çoğunluk içinden seçilmiş ilim-irfan sahibi, yetkili kişilerin rehberliğinden istifade etmek esastır.
Kur'ân'da yer alan "şûrâ"ya ilişkin âyetlerin yanı sıra, konu ile ilgili Hz. Peygamber'in hadislerinin de mevcudiyeti, bu ilkenin Türk devlet yönetiminde ciddiyetle uygulanmasında önemli etkenlerden birisidir. Zira Türklerin Hz. Peygamber'e olan sevgilerinin müsbet açıdan tezahürleri bilinen bir gerçektir. Hz. Peygamber'in şûrâ ile ilgili tavsiyelerinden bir kaçına burada yer vermenin uygun olacağı kanaatindeyiz.

Bir gün Hz. Peygamber'e "Azm"in ne demek olduğu sorulmuş, o da bunu şöyle açıklamıştır: "(Azm) görüş sahipleriyle istişâre etmek ve onların görüşlerine uymaktır."29 Yine Hz. Peygamber; "Müsteşar mü'temendir (güvenilir insandır)"30 buyurmuştur. Bu hadise göre, fikrine müracaat edilecek kimse, güvenilir bir kişi olmalıdır. Ayrıca çözüm bekleyen sorunların, güven vermeyen, gerçeği olduğu gibi söyleyeceğinden emin olunmayan kişilerle istişâre edilmemelidir. Nitekim bir başka hadiste Hz. Peygamber: "Bir müslüman kardeşiniz sizden birine bir şey danıştığı zaman ona (bildiği doğru yolu) göstersin"31 buyurarak danışmanlık yapanların doğru bilgi vermelerini ihtar etmektedir.32 Hz. Peygamber, şûrâyı tavsiye etmekle kalmamış, bizâtihî kendisi uygulamıştır. Onun şûra ile ilgili uygulamalarına dair pek çok misal verilebilir.33 Keyfî yönetim üzerindeki pratik kontrolü sağlayan şûra'yı Hz. Peygamber'in uygulamasındaki amaçlardan birisi ve belki de en önemlisi, kendisinden sonra gelen yöneticilerin halkı despotça ve diktatörce yönetmek yerine meşveret yoluyla problemleri çözmeleri hususunda kendisini örnek almalarını sağlamaktır. Zîra, Allah'ın gönderdiği vahy ile hareket eden Peygamber bile işleri istişâre ederek yaptığına göre, ondan sonraki yöneticilerin de, Allah'ın elçisini örnek alarak bu ilkeyi mutlaka yerine getirmeleri gerekir.34

Türkler, benimsedikleri İslâm dîninin temel kaynakları olan Kur'ân ve Hz. Peygamber'in sünnetinde önemle vurgulanan "şûra" ilkesini, kendi devlet geleneklerinde var olan "kengeşme" ile mezcetmişlerdir. Bu sebeple Türk-İslâm devletlerinde şûrâ incelenirken bu hususun bilinmesinde yarar vardır. Şimdi, kronolojik olarak İlk Türk-İslâm devletlerinde "şûrâ" ilkesinin nasıl uygulandığı hakkında bilgiler vermeye çalışalım.

1.1. KARAHANLILARDA ŞÛRÂ
Karahanlıların devlet teşkilatına dair bilgileri, o dönemde Yusuf Has Hâcib (ö.?) (35) tarafından yazılan "Kutadgu Bilig" (36) 'te bulmaktayız. Zira bu eser, "Karahanlı Devlet Teşkilâtı" adı altında müstakil bir çalışma yapmış olan Reşat Genç'in de önemli kaynağını oluşturmaktadır. (37) Karahanlı Devleti'nde, Türklerin ideal hükümdar tipi, onların erdem olarak kabul ettikleri yüksek ahlâkî değerleri şahsında toplayan kişidir. (38) Bu hükümdarlar, "Tonga, İlig, Buğra, Arslan, Tamgaç (Tafgaç, Tabgaç), Han, Hakan ve Terken" gibi unvanlar kullanmışlardır. Türklerin daha Hunlar zamanından beri tanıdıkları "Katun" tabirinin Karahanlılarda da (çoğu defa Hatun şeklinde) kullanılmakta olup, hükümdarın yanında yer alan "Hatun", diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Karahanlı devletinde de mühim bir mevkiye sahiptir. (39)

Yağru (vezir), esasında Başvezir (sadrazam) makamını temsil eden en yüksek hükümet görevlisi olup, emrinde de, günümüz kabinelerine benzeyen büyük bir dîvan bulunmaktadır. Bu dîvanda, idârî işler görüşülerek kararlar alınır ve bu kararlar, hükümdara arz edilip, onun onayı alındıktan sonra, uygulamaya konmaktadır. (40)

Karahanlı Devleti'nde görülen bu yönetim tarzı her ne kadar eski Türk feodal bünyeye sahip ise de, hükümdarlar, egemenlik haklarını, "töre", "kut" ve "danışma meclisi" gibi unsurların bulunması nedeniyle sınırlı olarak kullanabilmektedirler. Karahanlıların devlet teşkilatı, dönemin egemenlik anlayışından etkilenmiştir. Bu egemenlik anlayışı ise, R. Genç'in de belirtmiş olduğu gibi, uzun denilebilecek bir zaman dilimi içerisinde tekâmül ederek olgunlaşan Türk hâkimiyet anlayışıdır. Devlet başkanına, yönetme hakkı Allah tarafından ilâhî bir lütuf olarak bağışlanmıştır. Bu sayede o, Allah'ın dünyadaki halifesi, temsilcisi konumundadır. Ancak bununla birlikte Türk hükümdarı asla insan üstü bir varlık olarak da görülmemiştir. O, önce Allah'a, sonra da Töre yoluyla yönetiminde yaşayan kimselere karşı mes'ûliyet sahibi olup, bu sorumluğunu îfâ edebildiği sürece hükümdar olarak kalabilir.41

Karahanlılarda görülen bu "hâkimiyet" telâkkisi siyasi iktidarın kaynağını Allah'a bağlamakla, hükümdarı, yaptığı işlerden dolayı Allah'ın indinde sorumlu tutmuş ve bu suretle günümüzde "Millî İrâde" denilen yüksek kontrol otoritesi meselesini de üstün kültürleri sayesinde kendilerine göre halletmişler ve insanları da hükümdarın şahsî insaf duygusuna sığınmaktan kurtarmışlardır. Böylece Türk hükümdarı, hiçbir sorumluluk taşımayan diktatör biri değil, öncelikle Allah'a ve sonra da Töre yoluyla idaresi altındakilere karşı sorumlulukları olan ve bu sorumlulukları yerine getirebildiği sürece hükümdar kalabileceğinin bilincinde olan bir kimsedir. Bir başka deyişle, Türk devlet başkanının hem kendisi hem de yönetimi altında bulunanlar, onun insan üstü bir varlık değil, normal bir insan konumunda bulunduğunun ve idare yetkisinin bazı şartlarla sınırlandırılmış olduğunun bilincindedirler.42 İşte bu bilinç, bir bakıma şûrâ'nın temelinde bulunan amaçlardan (: makâsıd) olup, şûrâ'nın bilfiil uygulanmasının tabiî bir sonucudur.

Netice itibariyle diyebiliriz ki, Karahanlıların devlet yönetiminde de diğer Türk devletlerinde olduğu gibi, şûrânın önemli bir yeri vardır. Devlet başkanları, genellikle danışma meclislerinden çıkan kararlara göre hükmetmişlerdir. Dolayısıyla devlet yönetiminin temel ilkelerinden biri olan meşveret ilkesine Karahanlıların devlet mekanizması içerisinde aktif olarak yer verilmiştir.

1. 2. GAZNELİLERDE ŞÛRÂ
Gazneliler Devleti'nin kurulduğu bölgelerde çok eski dönemlerden beri çeşitli Türk zümreleri yaşamaktadır. Daha sonra Hint seferleri dolayısıyla Orta Asya'dan bölgeye göçler de olmuştur. İşte, Gazneliler Devleti'nin tebasını bu Türkler ve muhtelif etnik kökenli yerliler oluşturmuşturlardır.43

Gazneliler'in devlet teşkilâtı da diğer Müslüman Türk devletlerine benzemektedir. "Gaznelilerin Karahanlıların ve daha sonra Selçukluların birçok müessesesi üzerinde Sâmânî müesseselerinin tesirleri göze çarpmaktadır. Bu devletler de Abbâsî Devleti'nin kuvvetli nüfuzu altında kalmışlardır."44 Nitekim buna uygun olarak Gazneli saray teşkilatında; "Agaçı (Hâcibu'l-Hüccâb), Candar, Emir-i Silah, Camedâr, Şarabdar, Hansalar, Emir-i Ahur, Emir-i Şikar, Emir-i Hares, Çavuş" gibi görevliler yer almaktaydılar. Devletin beş büyük dairesi vardır. Bunlar, Dîvân-ı Vezâret, Dîvân-ı Risalet, Dîvân-ı Arz, Dîvân-ı İşraf ve Dîvân-ı Vekâlet'tir. (45) Gaznelilerde sultan, mutlak bir şekilde hâkimdir. Sultan, diğer Müslüman-Türk devletlerinde olduğu gibi, Allah'ın yer yüzündeki halifesidir. Sultan devlette kanun koyma, adlî otorite ve yürütme otoritesi bakımından en üstün durumda olup, halk üzerinde îdam ve affetme yetkisine sahiptir. 46

Türk-İslâm devletlerinden biri olan Gaznelilerde de istişâre kurumunun sınırlı bir şekilde olduğunu görüyoruz. Devlet bürokrasisinin en üst noktasında bulunan sultan, şayet uygun görürse bir vezir tayin ederek, onunla ve diğer dîvan reisleriyle istişâre ederdi, ancak son kararı vermekte serbestti. Dolayısıyla sultanın meşveret sonucunda alınan karara uyma zorunluğu yoktu. 47

Hülasa, Gazneli Devleti'nde de, belli ölçüler ve sınırlamalarla da olsa meşveret ilkesine yer verilmiştir. Burada şu hususu tekrar hatırlatmakta fayda mülahaza ediyoruz: Türk devlet geleneğinde tatbik edilen "şûrâ" ile İslâm hukukunun ön gördüğü "şûrâ", gerek kavramsal çerçevede, gerekse uygulanış biçimi açısından kısmen benzerlikler arz etse de, özellikle uygulamada oldukça farklıdır.

2. BÜYÜK SELÇUKLULARDA ŞÛRÂ
Selçuklu Devleti, Türk-İslâm orijininden gelen, "töre", "kut", "şûrâ" gibi kurumların birleşmesiyle meydana gelmiştir.48 Fakat Selçuklular, devlet yönetiminde her ne kadar eski Türk Töresi'ni ve İslâmî prensipleri kendilerine rehber edinmişlerse de, İslâmî terimler ve kurumlar daha ağırlıklı olarak yer almıştır.49 Nitekim, Arapların ve Farsların kullandığı "dîvân" Selçuklu Devleti'ni idare edenler tarafından da kullanılmaya başlanmıştır.50 "Dîvân"ın günümüzdeki karşılığı "Bakanlar Kurulu (Council of Ministers)"dur. Selçuklu Devleti'nde "dîvân" teriminin kullanılmasında İslâmî kültürü kadar, Selçuklu Devleti idaresinde İranlı idarecilerin bulunması da etkili olmuştur.

Eski Türk devletlerinin, bir bakıma demokratik anlayışla örtüştüğü söylenebilecek olan "şûrâ", an'anesi Selçuklulara da intikal etmiştir.51 Zira, Büyük Selçuklu Devleti'nde "âlimler ve ihtiyarlar meclisi", "müşavere meclisi" veya "meşveret meclisi" adını taşıyan bir kurumun oluşu52 bu geleneğin devam ettiğini göstermektedir. Selçukluların danışmaya verdiği önemi daha iyi kavrayabilmek için Selçuklu vezirlerinden Nizamülmülk'ün (ö. 485/1092) "Siyasetnâme" isimli eserini incelemenin yeterli olacağı kanaatindeyiz. Nizamülmülk bu eserinde, önemli problemleri danışmak suretiyle insanın fikir gücünü artırabileceğini belirtmektedir.

Ona göre, danışmak, bireyin tam fikir sahibi olmasını ve ileriyi görmesini sağlar. Çünkü herkesin bilgi düzeyi farklıdır. Kimisi çok bilgilidir. Fakat yeterli tecrübesi olmadığı için, bildiğini uygulamada başarısız olur. Kimi de vardır ki hem tecrübelidir, hem de, bildiği ve tecrübe sahibi olduğu hususu tatbik etmekte mâhirdir. Nizamülmülk bu konuda şu örneği verir: "Biri vardır hastalığın ilacını kitaptan almıştır. Bütün ilaçların isimlerini ezberden bilir, sonra başka biri vardır, aynı ilaçları hem bilir, hem de o ilaçlarla hastalıkları tedavi eder. Çünkü, ilaçları defalarca tecrübe etmiştir."53 Pratik yapan, teori bilen bir başkasıyla asla bir değildir. Nizamülmülk, bu örnekten sonra şu dikkate değer fikirleri zikreder: "Devlet yönetimi hakkında bilginler ve cihangörmüş kişiler ile tedbir almak gerekir. Tedbir alan kişilerin sayısı ne kadar fazla olursa, gücü de o kadar fazla olur. On kişinin alacağı tedbir, üç kişinin alacağı tedbirden daha kuvvetli olacaktır."54

Nizamülmülk'ün yukarıdaki önerilerinin lafta kalmadığını, Selçuklu devlet mekanizması içerisinde uygulandığını da kaynaklardan öğreniyoruz. Zira, meşveret ilkesinin uygulandığına dair en önemli gösterge, Selçuklu devlet yönetiminde "Dîvân-ı Saltanat (: Büyük Dîvân) " adı verilen bir meclisin bulunmasıdır.55 Bu meclisin çalışmaları hükûmet başkanı olan başbakan, yani büyük vezirin riyâsetinde yapılmaktadır. Meclisi oluşturan üyeler ise şunlardır: İçişleri, dışişleri, maliye, askerî eğitim ve donatım, adalet işlerinden sorumlu olan vezirler ile ordu komutanları, şehzâdeler, onların yetişmesinden sorumlu olan ata-beglerdir.56 Ülkenin çözüm bekleyen problemleri bu dîvanda tartışılmakta ve alınan kararlar devletin başı olan Selçuklu sultanı tarafından genellikle kabul edilmektedir. Bununla birlikte, nadiren de olsa, meclisin almış olduğu bu kararları, Selçuklu hükümdarı değiştirebilmektedir. Bütün bu bilgilerden anlaşılan odur ki, Selçuklu Devleti'nin başındaki hükümdar, devleti, diktatörce değil, meclisin aldığı kararlar çerçevesinde idare etmiştir.57

Selçuklu Devleti'nde gelişen bu meclis sistemi Anadolu Selçuklularında da, biraz değişikliğe uğramakla birlikte devam etmiştir. Bu küçük değişiklik, özellikle Anadolu Selçuklularının, Moğollara mağlup olmasından sonra ortaya çıkmıştır. M. Saray'ın da belirtmiş olduğu gibi, Moğol istilâsından sonra, Anadolu Selçukluları meclisinin teşkil eden dîvâna ve onun yan kuruluşlarına nezaret etmekle yükümlü bir Moğol naibliği oluşturulmuştur. Bu naiblik, meclisin diğer işlerine karışmamakla birlikte, vergi ve maliye işlerine müdahalelerde bulunmuştur.58 Anadolu Selçuklu Devleti'ndeki kısmen değişmiş meclisin adı "Divân-ı Saltanat (divan-ı a'lâ)"dır. Bu dîvân, bazen hükümdarın, bazen "Sahib-i Azâm" denen vezirin başkanlığında toplanan en büyük karar ve müzakere organıdır.59

Şu halde, hem Selçuklu, hem de Anadolu Selçuklu Devleti'nde danışma meclisi bulunmaktadır. İslâm öncesi Türk devletlerinde görülen "kurultaylar", İslâm sonrası Türk devletlerinde "dîvân" adı altında devam etmiştir. Danışma meclisleri hangi ad altında olursa olsun, Selçuklu devlet mekanizması içerisinde de yer almıştır. Dolayısıyla bu devletlerde "danışma" ilkesinin uygulanmış olması da, söz konusu devletlerin, diktatörce idare edilmediğinin ve hükümdarların yetkilerinin sınırlı olduğunun en önemli göstergelerindendir. Zira egemenlik yetkileri sınırlı olan bir hükümdarın yönetimi, "diktatör yönetimi" olarak tavsif edilemez.

SONUÇ:
Türk devlet geleneğinin kökleri tarihî derinliklere kadar uzanan, en önemli yönetim ilkelerinden birisi de "şûrâ"dır. Türkler, "Kengeşme" adını verdikleri şûra'yı, ilk bozkır devletlerinden başlamak sûretiyle günümüze kadar devam ettirmişlerdir. "Danışıklı iş bozuk olmaz" prensibinden hareketle, devlet yönetiminde, şûra'ya ayrı bir önem vermişlerdir. Tarihi süreç içerisinde şûra ilkesini sistemli bir şekilde uygulayan Türkler, yönetim mekanizmalarında danışmanlara yer vermişlerdir.

Onlar, bu danışmanların ilim ve irfan sahibi olmasını temel şart olarak kabul etmişler, kararlarını alırken onların görüşlerinden faydalanmışlardır. Türkler zaten kendi geleneklerinde var olan bu ilkeyi, İslâmiyet'i benimsedikten sonra, dînin içerisinde mevcut olan istişâre ile mezcetmişlerdir. Şûra ilkesi, sadece yönetimle ilgili olmayıp, aynı zamanda bireyin bütün hayatı ile yakından ilgilidir. Kur'ân, şûra ilkesiyle daha o dönemde ilk olarak cumhuriyet esasını ortaya koymuş ancak herhangi bir yönetim şekli getirmemiştir. O, şekilden ziyade, yönetime hâkim olacak zaman üstü prensipler ortaya koymuştur. İşte "şûra", Kur'ân'ın zaman üstü yönetim prensiplerindendir. Meşveret meclislerini oluşturacak kişilerde aranan vasıfların başında, istişâre edilecek konularda uzmanlık ve liyakat gibi hususlar gelirken, günümüzde uygulanan demokratik sistemlerde ise, ehliyet ve liyakatten ziyade seçme ve seçilme yaşı, milliyet, seçme ve seçilmeye engel olacak biçimde mahkum olmamak, vb. şartları taşıyan her vatandaş oy kullanabilmektedir. Halbuki, şûrâda, fikrine müracaat edilecek, oy kullanacak kişilerin "ehl-u hall ve'l akd" vasfını taşıması lâzımdır. Bu bakımdan, Şûrâ'da rastgele çoğunluktan ziyade, konusunda mütahassıs olup, yeter derecede bilgi birikimine sahip kimselerin fikirleri ve oyları geçerlidir.

İslâm öncesi Türk devletleri ile Türk-İslâm devletlerinde, yönetimin başında bulunan hükümdarlar danışma meclislerinin kararlarını genellikle kabul etmişlerdir. Bundan dolayı, Türk hükümdarları, "diktatör" olarak vasıflandırılmamalıdırlar. Onlar yönettikleri tebalarına despotça davranmamışlardır. Zira onların egemenlik hakları, hem "töre" hem de "meşveret" ile sınırlandırılmıştır. Sınırlı egemenlik hakkına sahip olan hükümdarlar, danışma meclislerinde alınan kararlar doğrultusunda hüküm vermişlerdir. Nadiren de olsa, bu meclislerde alınan kararları onaylamadıkları vakî olmuştur.

Türk devletlerinde, önce Kurultaylar, sonra Danışma Meclisleri vasıtasıyla uygulanan şûrâ ilkesi, ilk Müslüman-Türk devletlerinde ve Büyük Selçuklularda Dîvânlar, Meşveret Meclisleri şeklinde tatbik edilmiştir. Türk devlet geleneğinin önemli bir yönetim ilkesi olan Şûrâ, daha sonra kurulan Türk devletlerinde de devam etmiştir.

Netice itibariyle diyebiliriz ki, Türk devlet yönetiminin temel dinamiklerinden biri olan şûrâ, gereği gibi uygulandığı takdirde fikir diktasını engellemek suretiyle gerek birey, gerekse topyekûn bir millet olarak isabetli ve başarılı adımlar atılmasını sağlar. Şûrâ'ya sadece devlet yönetiminde değil, hayatın her aşamasında ihtiyaç vardır. Şûrâ, bilgi birikimi ve tecrübesi olan kişilerle yapılan bir faaliyet olduğuna göre, bireyin hata yapmasını, büyük ölçüde önleyen bir ilkedir. Yararlarını saymakla bitiremeyeceğimiz şûrâ'ya günümüzde her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu izahtan varestedir. Devletin bekası, milletin huzur ve mutluluğu bu ilkenin lâyık olduğu şekilde tatbik edilmesine bağlıdır.

BİBLİYOGRAFYA
1 Taneri, Aydın, Türk Devlet Geleneği Dün, Bugün, M. E. B. Y.: 2435, İstanbul, 1997, s. 237.
2 Kaşgarlı Mahmûd, Dîvânu Lugâti't-Türk, çev. Besim Atalay, T. D. K. Y., 521, T. T. K. B., Ankara, 1985, c. III, s. 358.
3 Kaşgarlı Mahmûd, a.g.e., a. y.
4 Mo-Tun'un ölüm tarihi ile ilgili bilgiler farklı olduğu için hüküm sürdüğü dönem kaydedilmiştir.
5 Mari, A. "Kuzey Asya'daki Eski Bozkır Devletinin Teşkilatı", Tarih Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1978, s. 9.
6 Kafesoğlu, İbrahim, Türk Millî Kültürü, Ankara, 1977, s. 227.
7 Niyazi, M., Türk Devlet Felsefesi 2. Baskı, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1996, s. 91'de M. De Groot, Die Hunnen der Worschrifthen Zeit, Berlin und Leipzig, 1921, s. 59'a atfen. Bu kurultaylar, İslâmî dönemdeki Türk devletlerinde de görülmektedir. Büyük Selçuklular'da Tuğrul Beğ'i hükümdarlığa seçen ailenin ileri gelenleri ve aşiret beyleri; eski Türk devletlerinde görülen "kurultay"ı oluşturmuşlardır. Yazıcızade'nin ileri sürdüğü gibi, Osman Gazi'yi devletin başına bey seçen kabile reislerinin oluşturdukları seçkin topluluk da "kurultay"dan başka bir şey değildir.
8 Turan, Osman, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1969, c. I, s. 102.
9 Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, (I-II), M. E. B. Y., 2435, 3. Baskı, İstanbul, 1997, c. II, s. 59; Taneri, A., a.g.e., s. 237.
10 İbn Fazlan, Seyahatname, çev. Ramazan Şeşen, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1995, s. 34.
11 Sümer, Faruk, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilatı, Destanları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 89, İstanbul, 1992, s. 62.
12 Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Selçuklu Tarih Medeniyeti Enstitüsü Yayınları, Güven Matbaası, Ankara, 1979, c. I, s.6.
13 Turan, O, "Türkler ve İslâmiyet", A. Ü. D. T. C. F. Dergisi, c. IV, Sayı: 4, Ankara, 1946, s. 457.
14 Yazıcı, Nesimi, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, A. Ü. İ. F. Y., No: 192, Ankara, 1992, s. 34.
15 Saray, Mehmet, Türk Devletlerinde Meclis (Parlamento), Demokratik Düşünce ve Atatürk, A. K. D. T. Y. K., Ankara, 1999, s. V.
16 et-Taberî, Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr, Câmiu'l-Beyan an Te'vîli Ayi'l-Kur'ân, Daru'l-Fikr, Beyrut, 1988, c. III, s. 153; es-Semerkandî, Ebu'l-Leys Nasr b. Muhammed, Tefsîru's-Semerkandî, Bahru'l-Ulûm, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1996, c. I, s. 260; el-Bagavî, Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes'ûd, Me'alimu't-Tenzîl, Daru'l-Teyyîbe, Dördüncü Baskı, Riyad, 1997, c. II, s. 124; ez-Zemahşerî, Ebû'l-Kasım Carullah Muhmud b. Ömer, el-Keşşaf an Hakaiki't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvil fî Vucûhi't-Te'vîl, Darû'l-Fikr, y. y., 1977, c. I, s. 474;; el-Beydavî, Nasıru'ddin Ebû Saîd Abdillah b. Ömer, Envarût-Tenzîl ve Esrârût-Te'vîl, Dâru Sadr, Beyrut, t. s., c. II, s. 50.
17 Şûrâ, 42 / 38.
18 el-Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed el-Ensârî (ö. 671 / 1272), el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, I-XX, 2. Baskı, Kahire, 1965, c. XVI, s. 36, 37.
19 Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'ân'ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, 1. Basım, İstanbul, 1991, s.552.
21 Ateş, Süleyman, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsîri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1989, c. VIII, s. 205.
22 Tabbara, 'Afîf 'Abdu'l-Fettah, Rûhu'd-Dîni'l-İslâmî, Dâru'l-İlmi li'l-Melâyîn 7. Baskı, Beyrut, 1376/1966, s. 285.
23 Öztürk, Y. N., a.g.e., s. 553.
24 Tabbara, A., a.g.e., s. 287; Hamidullah, Muhammed, İslâm'a Giriş, Çev. Cemal Aydın, Ankara, 1996, s. 148; Udeh, Abdulkadir, et-Teşrîu'l-Cinâi'l-İslâmî Mukâranen bi'l-Kânûnî'l-Vad'î, Mektebetu Dâri'l-Gurûbe, 3. Baskı, Kahire, 1963, c. I, s. 37.
25 Udeh, A., a.g.e., c. I, s. 37.
26 Tabbara, A., a.g.e., s. 286.
27 Hasan Basri Çantay ayette geçen yeryüzündekilerden kastın kâfirlerin, yahud cahillerin hevâ ve heveslerine uyanlar olduğunu, "yer"den kastedilenin ise "Mekke" şehri olduğunu zikretmektedir. Bkz. Çantay, H. B., Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Elif Ofset, 9. Baskı, İstanbul, 1396 / 1976, c. I, s. 203.
28 En'âm, 6 / 116.
29 İbn Kesîr, İmâduddin Ebi'l-Fida İsmail, Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azîm, Dâru'l-Endelüs, 1. Baskı, Beyrut, 1966, c. II, s. 143.
30 Ebû Dâvûd, Edeb, 114; Tirmizî, Edeb, 57; İbn Mâce, Edeb, 37.
31 İbn Mâce, Edeb, 37.
32 Hz. Peygamber: "(Ümmetimden) her kim istişâre ederse doğru yoldan mahrum kalmaz. Her kim de istişâreyi terk ederse hatadan kurtulmaz." (Alûsî, Ebu'l-Fadl Şihâbuddîn Mahmud, Rûhu'l-Meânî fî Tefsîri'l-Kur'âni'l-'Azîm ve's-Seb'i'l-Mesânî, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1993, c. III, s. 166; Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dîni Kur'ân Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, 1979, c. II, s. 1217. ); "Müşavere eden bir toplum, her halde işlerinin en doğrusuna muvaffak olur. " (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, c. I, s. 474; Fahru'd-Dîn er-Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, c. V, s. 54; el-Kurtubî, a.g.e, s c. IV, s. 251. ); "Eğer idarecileriniz hayırlı, zenginleriniz cömert ve işleriniz aranızda şûrâ ile olursa, yerin üstü, (yerin) altından sizin için daha hayırlıdır" (Tirmizî, Kitabu'l-Fiten, 78, 2266 numaralı hadis) mealindeki hadislerinde de danışmanın fert ve toplum hayatındaki önemini vurgulamaktadır.
33 Hz. Peygamber'in şûrâ ile ilgili uygulamalarına dair misaller için bkz. Hamîdullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, 5. Baskı, İstanbul, 1993, c. II, s. 892-894.
34 Johnstone, H. A. Munro Butler, Türkler, Karakterleri, Terbiyeleri ve Müesseseleri, çev. Hüseyin Çelik, T. D. V. Y. / 206, Ankara, 1996, s. 29-30.
35 Yusuf Has Hâcib'in ölüm tarihi ile ilgili olarak bkz. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, I, (Metin), Hazırlayan: Reşit Rahmeti Arat, A. K. D. T. Y. K., T. D. K. Y., 458, 3. Baskı, Ankara, 1991, s. XXIII.
36 "Kutadgu Bilig", Yusuf Has Hâcib'in ünlü siyaset kitabının adıdır.
37 Yazıcı, N., a.g.e., s. 96.
38 Genç, R., "Karahanlılar", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. VI, s. 166.
39 Genç, R., a.g.e., s. 170.
40 Genç, R., a.g.e., s. 174.
41 Genç, Reşat, "Karahanlılar", a.g.e, c. VI, s. 166; "Karahanlılar Devri Kültürü ve Karahanlı Devleti ve Teşkilâtı", Tarihte Türk Devletleri, Ankara, 1987, c. I, ss. 283-285.
42 Genç, R., "Karahanlılar", a.g.e., a. y.
43 Yazıcı, N., İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, s. 116.
44 Merçil, Erdoğan, "Gaznelilerde Devlet Teşkilâtı", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c. VI, s. 294.
46 Merçil, E., a.g.e., a. y.
47 Merçil, E., a.g.e., a. y. ; Yazıcı, N., İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, s. 116.
48 Turan, Osman, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, T. K. A. E., 7, Seri: III, Sayı: A, 1, Ankara, 1965, s. 217.
49 Saray, M., Türk Devletlerinde Meclis, s. 16.
50 Mansuroğlu, M., "Dîvan", mad., İ.A., c. III, s. 595.
51 Turan, O., Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, c. I, s. 122.
52 Taneri, A., a.g.e., s. 237.
53 Nizâmü'l-Mülk, Siyasetname (Siyeru'l-Mülûk), çev. Nurettin Bayburtlugil, Dergâh Yayınları: 81, Tarih Dizisi: 6, Emek Matbaacılık, 4. Baskı, İstanbul, 1998, s. 133.
54 Nizâmü'l-Mülk, a.g.e., s. 133, 134.
55 Selçuklu Devletindeki "Dîvân" hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. M. A. Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, c. III, ss. 157-187; Kafesoğlu, İ., "Selçuklular" mad., İ. A., c. X, ss. 388­399.
56 Ata-begler, Selçuklu Devleti'nde, şehzadeleri eğitmek ve yetiştirmek üzere hükümdar tarafından görevlendirilen üst düzey devlet yöneticilerine verilen ünvandır. Bkz. Turan, O., Selçuklular Tarihi, s. 221-222.
57 Saray, M., a.g.e., s. 16-17.
58 Saray, M., a.g.e., 17.
59 Ortaylı, İlber, Türkiye İdare Tarihine Giriş, Turhan Kitabevi, Ankara, 1996, s. 163.
el-Alûsî, Ebu'l-Fadl Şihâbuddîn Mahmud, Rûhu'l-Meânî fî Tefsîri'l-Kur'âni'l-'Azîm ve's-Seb'i'l-Mesânî, Dâru'l-Fikr, Beyrut, 1993.
Ateş, Süleyman, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri (I-XII), Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1988.
el-Bagavî, Ebû Muhammed el-Hüseyn b. Mes'ûd (ö. 516 / 1122), Tefsîru'l-Bagavî (Meâlimu't-Tenzîl) (I-VIII), Daru't-Tayyibe, 4. Baskı, Riyad, 1997.
el-Beydâvî, Nasıru'd-dîn Abdullah b. Ömer, (ö. 685 / 1288), Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl (I-V), Daru's-Sadr, Beyrut, t. s.
Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş'as es-Sicistânî, (ö. 275 / 888), Sünen (I-V), Çağrı Yayınları, Daru Sahnun, İstanbul, 1992.
Ebu'l-Leys es-Semerkandî, Nasr b. Muhammed b. Ahmed, (ö. 375/985), Tefsîru's-Semerkandî (Bahru'l-Ulûm) (I-III), Tahk. Muhibbu'd-dîn Ebû Said, Daru'l-Fikr, 1. Baskı, Beyrut, 1996.
Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır (ö. 1361/1942), Hak Dîni Kur'ân Dili (I-IX), Eser Neşriyat, Haznedar Ofset, İstanbul, 1979.
Fahruddin er-Râzî, (ö. 606/1209), et-Tefsiru'l-Kebîr (Mefâtîhu'l-Gayb) (I-XVI+Fihrist), Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Birinci Baskı, Beyrut, 1990.
Genç, Reşat, "Karahanlılar", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul, 1987. "Karahanlılar Devri Kültürü ve Karahanlı Devleti ve Teşkilâtı", Tarihte Türk Devletleri, Ankara, 1987.
Hamîdullah Muhammed, İslâm Peygamberi (I-II), Çev: Salih Tuğ, İrfan Yayıncılık, 5. Baskı, İstanbul, 1993. , İslâm'a Giriş, Çev: Cemal Aydın, Ankara, 1996.
İbn Fazlan, Seyahatname, Çev. Ramazan Şeşen, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1995.
İbn Kesîr, Ebu'l-Fida, İsmail b. Ömer, (ö. 774/1372), Tefsîru'l-Kur'ânî'l-Azîm (I-IV), Daru'l-Ma'rife, Beyrut, 1969.
İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvinî (ö. 275 / 888), Sünen (I-II), Daru Sahnun, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.
Johnstone, H. A. Munro Butler, Türkler, Karakterleri, Terbiyeleri, Müesseseleri, çev. Hüseyin Çelik, T. D. V. Y. / 206, Ankara, 1996.
Kafesoğlu, İbrahim, Türk Millî Kültürü, 3. Baskı, İstanbul, 1984.  "Selçuklular" mad., İ.A., c. X, ss. 388-399.
Kaşgarlı Mahmud, Dîvanu Lugâti't-Türk (I-IV), (Çev. Besim Atalay), Türk Dil Kurumu Yayını 521, T. T. K. B., Ankara, 1985.
Köymen, Mehmet Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, S. T. M. E. Y., Güven Matbaası, Ankara, 1979.
el-Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed el-Ensârî (ö. 671 / 1272), el-Ca'mi' li Ahkâmi'l-Kur'an (I-XX), 2. Baskı, Kahire, 1965.
Mansuroğlu, M., "Dîvân", mad. İ. A., c. III.
Mari, A., "Kuzey Asya'daki Eski Bozkır Devletinin Teşkilatı", Tarih Enstitüsü Dergisi, İstanbul, 1978.
Merçil, Erdoğan, "Gaznelilerde Devlet Teşkilatı", Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul, 1987. (c. VI, ss. 294-297).
en-Nesefî, Ebû'l-Berekât, Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd, (ö. 710/1310), Medariku't-Tenzîl ve Hakaiku't-Te'vîl (I-III), 1. Baskı, Beyrut, 1989.
Niyazi, Mehmet, Türk Devlet Felsefesi, 2. Baskı, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1996.
Nizâmu'l-Mülk, Siyasetname (Siyeru'l-Mûlûk), Çev. Nurettin Bayburtlugil, Dergâh Yayınları: 81, Tarih Dizisi: 6, Emek Matbaacılık, 4. Baskı, İstanbul, 1998.
Ortaylı, İlber, Türkiye İdare Tarihine Giriş, Turhan Kitabevi, Ankara, 1996.
Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları (I-II), M. E. B. Y.: 2435, 3. Baskı, İstanbul, 1997. , Türk Mitolojisi, Ankara, 1971.
Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'ân'ın Temel Kavramları, Yeni Boyut, Yıldızlar Matbaası, 1. Basım, İstanbul, 1991.
Saray, Mehmet, Türk Devletlerinde Meclis (Parlamento), Demokratik Düşünce ve Atatürk, A. K. D. T. Y. K, Ankara, 1999.
Sümer Faruk, Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1992.
Tabbârâ, 'Afîf 'Abdu'l-Fettah, Rûhu'd-Dîni'l-İslâmî, Dâru'l-İlmi li'l-Melâyîn, 7. Baskı, Beyrut, 1376 H./1966 M.
et-Taberî, Ebû Câfer Muhammed b. Cerîr, (ö. 310/911), Câmiu'l-Beyan an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân (I-XV), Daru'l-Fikr, Beyrut, 1988.
Taneri, Aydın, Türk Devlet Geleneği Dün-Bugün, M. E. B. Y. 2435, M. E. B., 2. Baskı, İstanbul, et-Tirmizî, Ebû Îsa Muhammed b. Îsa b. Serve, (ö. 279/892), Sünenu't-Tirmizî (I-V), Çağrı Yayınları, Daru Sahnun, İstanbul, 1992.
Turan, Osman, Türk Cihân Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi (I-II), Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul,
1969. , "Türkler ve İslâmiyet", A. Ü. D. T. C. F. Dergisi, c. IV, sayı: 4, Ankara, 1946. , Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay., 7, Seri: III, Sayı: A 1., Ankara, 1965.
Udeh, Abdülkadir, et-Teşrîu'l-Cinâî'l-İslâm Mukâranen bi'l-Kânunî'l-Vad'î (I-II), Mektebetü Dâri'l-Gurûbe, 3. Baskı, Kahire, 1963.
Yazıcı, Nesîmi, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, A. Ü. İ. F. Y., No: 192, Ankara, 1992.
Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, I (Metin), Neşre Hazırlayan: Reşit Rahmeti Arat, A. K. D. T. Y. K., T. D. K. Y., 458, Ankara, 1991.
ez-Zemahşerî, Ebu'l-Kasım, Cârullah Mahmud b. Ömer, (ö. 538/1144), el-Keşşâf an Hakaiki't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvîl fî Vucûhi't-Te'vîl (I-IV), Daru'l-Fikr, y. y., t. s.

9 Ocak 2017 Pazartesi

Nihat ERİM Mesajı: ABD “TEKNOKRATLAR HÜKÜMETİ” mi İstiyor?.. Atilla AKAR

NİHAT ERİM MESAJI: 
ABD “TEKNOKRATLAR HÜKÜMETİ” Mİ İSTİYOR?
Atilla AKAR
Medyaradar siyaset analisti Atilla Akar, ABD Büyükelçiliğinin paylaştığı Nihat Erim fotoğrafının ABD’nin bir tür “Teknokratlar Hükümeti” arzuluyor şeklinde de yorumlanabileceğini öne sürdü…
Anlaşılan ABD ile hükümet arasındaki gerilim sandığımızdan sert geçiyor. Bizler dışa yansıdığı kadarıyla bunu anlıyoruz. Üstelik son günlerde çatışmanın daha da sertleşeceğine dair sinyaller var. (Bilhassa “Rusya ile yakınlaşma” çabaları ortaya çıktığından beri sanırım iş daha da ciddiye biniyor.) Daha derinlerde neler döndüğünü ise bilmiyoruz. 
BAYRAM DEĞİL SEYRAN DEĞİL, 
ABD NİHAT ERİM’İ NEDEN HATIRLADI?..
Nitekim en son olarak ABD’nin Ankara Büyükelçiliği resmi twitter hesabından “Türk Amerikan Dostluğu” etiketiyle yapılan paylaşım sorun çıkardı. Söz konusu paylaşımda İstanbul-Dragos’ta bir suikast sonucu öldürülen eski başbakanlardan Nihat Erim’in  dönemin ABD Başkanı Richard Nixon’la yaptığı görüşmenin fotoğrafına yer verilmesi hayli rahatsız edici bulundu. Büyükelçilik adına yapılan açıklamada ise “Arşiv fotoğrafları serimizin bir parçasıdır” denildi.
Fotoğrafı başta hükümet olmak üzere çoğu kişi “zamansız” bulurken bunun bir tür “tehdit” anlamına geleceği yorumları yapıldı. İşin ilginci Nihat Erim’i hatırlamak için tarihler tutmuyordu. Erim, 19 Temmuz 1980’de öldürülürken fotoğraftaki ziyaret 19 Mart 1971’de gerçekleşmişti. Bu durum ister istemez fotoğrafın “zamansız” olduğunu  düşündürdü. Öyle ya Türkiye’nin cumhuriyet döneminde öldürülen tek başbakanı olan Nihat Erim şimdi birden bire niye hatırlatılmıştı? “Türk-Amerikan dostluğu”nu hatırlatacak başka simge ya da ziyaret mi bulunamamıştı? Amerika’yı ziyaret eden tek Türk başbakanı Nihat Erim miydi?
Öyle ki bu durum hükümet cenahında belli bir rahatsızlık ve tepki yaratmış görünüyor. Nitekim Başbakan Binali Yıldırım’ın Yeni Anayasa tartışmaları dolayısıyla 15 Temmuz ve “Hükümeti devirmeye çalışan odaklar”dan söz ettikten sonra sözü ABD Büyükelçiliğinin açıklamasına getirip “Nereden aklına gelmiş giderayak. Sormak lâzım kendisine. Hangi mesajı verdiği ile ilgili bir alâka kuramadım. Giderayak zevzeklik yapmasın” şeklindeki sert mesajı manidardı.
BU NE ŞİMDİ?.. 
“SUİKAST TEHDİDİ” Mİ ?..
Ancak sanırım çoğu kişi “Nihat Erim paylaşımı”nı bir tür “suikast tehdidi” olarak okudu ya da okumasa bile paralellik kurup kafasından geçirdi. Bu da nereden çıkmıştı? ABD, Başbakanı, Cumhurbaşkanını suikastla mı tehdit ediyordu? Aba altından sopa mı gösteriyordu? “Sonunuz Nihat Erim gibi” mi olur demeye getiriyordu? Yoksa “Manasız ve aşırı bir hassasiyet” miydi?
Durum bazı açılardan bunu çağrıştırsa da şu aşamada öyle olduğunu zannetmiyorum. Niye derseniz? Birincisi Nihat Erim aslında Amerika’nın restorasyon projesini uygulamaya çalışmış, ona paralel davranmış bir başbakandır. Hedef olmasının bir nedeni de “Amerikan karşıtı” oluşu değil, “Amerikan yandaşı” görünmesidir. İkincisi Nihat Erim görev başında iken öldürülmüş bir başbakan değildir. Görevi bıraktıktan çok sonra öldürülmüştür. Dolayısıyla görevdeki herhangi bir Türkiye Cumhuriyeti yöneticisini ortadan kaldırmaya benzemez. Böyle bir şeyin sonuçları ağır olur.
Lakin bundan da ötede bence asıl önemlisi ABD bu fotoğrafla aslında “Bilinçaltı özlem”ini bilinç üstüne çıkarmıştır. O özlem ise ülkedeki siyasi atmosferi etkilemek, hükümetin –şu veya bu yolla- görevden el çektirilmesini sağlamak ve en önemlisi “Yeni bir siyasi formül” oluşturmak olsa gerek. İşte Nihat Erim simgesel olarak bu “Siyasi seçenek”in mesajıdır. İçe “Bu yönde oluşum ve çabaları desteklerim” anlamına gelir. Model tutar mı ayrı konu. Başka izahı yok!
“TEKNOKRATLAR HÜKÜMETİ” Mİ İSTENİYOR?
Peki o halde olayın asıl başka ne gibi anlamları olabilirdi? Bunun için biraz geriye gidip kimi “siyasi formülasyonlar”ı hatırlamakta yarar var.12 Mart 1971 muhtırasından sonra oluşan askeri yönetim “Partiler üstü Teknokratlar hükümeti” istemiş ve bunun için CHP’den istifa eden Prof. Nihat Erim’e hükümet kurdurulmuştu. Bu aslında “Amerikancı” karakterde bir darbe olan 12 Mart’ın ruhuna da uygundu. Nitekim muhtıradan 2 hafta sonra 26 Mart 1971’de kurulan 1. Erim Hükümeti (Erim’in söz konusu ABD ziyareti ise muhtıradan 1 hafta sonradır ve ABD’den de “Okey” aldığını gösterir.) bu yönde politikalar uygulamıştır. Ancak “Reformcu” iddialarla gelen 1. Erim hükümeti doğru düzgün hiçbir reform yapamaz, istifa eder. Fakat seçeneksizlikten tekrar 2. Erim hükümeti kurulur. Sonrası malum…
Bu dönem bir baskı dönemi olarak hatırlanır. Tutuklamalarla dolu “Balyoz operasyonu” , Denizlerin idamı tartışmaları, vb hep bu döneme denk gelir. Erim bundan sonra  “Gerekirse demokrasinin üzerine şal örtmeli” sözünden dolayı “Şalcı Erim” diye hatırlanacaktır.
İşte nedense Nihat Erim göndermesi –şayet bir iletişim kazası değilse ve abartılmıyorsa- sanki bunları çağrıştırıyor. Kesin midir? Bilemem. Ancak “manidar”dır. Bunu nasıl sağlar hatta sağlayabilir mi onu da bilemem. Zemini nasıl oluşur, kimler heves eder orası muğlak. Ancak akıldan geçirdikleri bir “alternatif” de belli ki bu olabilir.
Fakat böylesi bir formül bir “Hükümet düşürme”, “Darbe”, “Ara rejim”  veya benzeri bir durum olmadan nasıl uygulanacaktır? Topluma “Partiler üstü bir hükümet” ya da “tüm partilerden oluşmuş” bir formül mü dayatılacaktır? Bunun için tüm partilerden koparılmış bağlantılı “Elit teknokratlar” mı aktive edilecektir? Yoksa son dönemlerdeki kaos amaçlı bütün terör hareketleri bu amaca yönelik mi planlanıyor? Sorular çoğaltılabilir…
ASIL KIRILMA NOKTASI “İNCİRLİK BEYANLARI” MI?...
Giderek kızışan süreçte insanın aklına böylesi “tuhaf senaryolar” getirmesi için epey neden var görünüyor. Lakin şayet varsa böylesi bir “arayışı” tetikleyen ve en sonunda bir fotoğraflı mesaja dönüştüren etken ne olmuştur? Hiç şüphesiz son dönemde Rusya ile yakınlaşma, Şanghay Beşlisi açıklamaları, ABD ile Suriye ve IŞİD operasyonları konusundaki farklılaşma, PYD-PKK konusundaki tutum, Kıbrıs’la ilgili bazı durumlar, vb gibi nedenler sayılabilir.
Ancak bana göre arayışı asıl hızlandıran hükümet cephesinden gelen “Türkiye’nin IŞİD’e yönelik operasyonlarına yardım etmemesi” gerekçesiyle söylenen “Bugünden yarına kapatılacak değil. İncirlik üssü NATO üssü değildir. Türkiye'nin izniyle orada bulunuyorlar. Türkiye'nin çıkarlarına tehdit olarak görülürse değerlendirilir.”  mealindeki beyanlar oldu. (Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve Savunma Bakanı Fikri Işık tarafından) Böylelikle zaten iyi gitmeyen ilişkilere artı bir “Kırılganlık noktası” olarak bu da ilave olmuş oldu ki hiç basit bir “sitem” gibi görünmüyor. İlaveten ne gibi sürtüşmeler var bilmiyoruz.
GERÇEK BİR ARAYIŞ MI, 
KÖPÜRTÜLEN BİR MANEVRA MI?
Her ne kadar bu konuda dikkatli bir dil kullanılsa ve direkt “kapatılma”dan söz edilmese de olayın diğer tarafı yani ABD açısından bakınca oldukça “huzursuz edici” olmalı herhalde. Bunun düşünülebiliyor, bir koz olarak kullanılıyor ve dillendirilebiliyor oluşu bile bazı “alarmlar”ın çalmasına yeterli sanırım. Muhtemelen bir nevi “meydan okuma” sayılmıştır. Bu konuda ne kadar ileri gidebilirler, giderler mi meçhul. Bir tür “blöf” mü o da belli değil. Sonuçta 50’lerden beri “oturmuş” bir “sistem”den söz ediyoruz. Bu kadar kolay bozulur mu tartışılır.
Şimdilik manzara bu. Artan “Stratejik gerilim” zamanla bir “Siyasi operasyon”a dönüşür mü bilinmez. Ama Nihat Erim benzetmesi ile ağızdan bir anlamda çıkarılan bakla birilerini henüz harekete geçmeseler de bazı formülleri düşünmeye başladıklarını gösteriyor sanırım.
Erim mesajlı “Teknokratlar hükümeti” de bu seçeneklerden biri olabilir mi acaba? Yoksa bu konuda bazı manevralar gereği fazladan köpürtülüyor mu dersiniz?
[[09.01.2017 & atillaakar@gmail.com]]