24 Mart 2018 Cumartesi

AMERİKA BÜLTENİ "Putin Rusyasının en önemli ihraç malı: Neo-feodalizm" CEMAL TUNÇDEMİR

Putin Rusyasının en önemli ihraç malı: 
Neo-feodalizm
CEMAL TUNÇDEMİR

İsveçli ekonomist Anders Aslund, Vladimir Putin’in iktidarının 19’ncu yılında Rusya’nın, yeniden Brejnev dönemi Sovyet Rusyasının biraz daha atıl ve biraz daha katı bir versiyonuna dönüşmüş durumda olduğunu yazıyor ve ekliyor; ‘’Putin Rusyasının, Brejnev Sovyet dünyasına göre yenilik ve ilerleme getirdiği tek bir alan hariç: Yolsuzluk’’.

Sovyetlerin yıkılmasından sonra keyfi şekilde eşe dosta dağıtılarak yapılan özelleştirmelerden sonra son 10 yılda ise tersi bir süreç işliyor. Kamu sektörünün gayri safi hasıladaki payı 2005’teki yüzde 35’ten günümüzde yüzde 70’e yükseldi. Fakat 1990’lardaki ‘özelleştirme’ süreci gibi bu kamulaştırma süreci de ekonominin tanımlarına uygun değil.

Gazprom ve Rosneft gibi küresel enerjinin önemli aktörleri arasında olan devlet şirketleri de dahil kamu şirketlerinin çoğunun mevcut ‘milli’ görüntüsü bir tür yanılsama. Kağıt üstünde öyle gözükse de bunlar gerçekte ne Rus halkına ne de Rus devletine ait. Bu şirketler, Putin’in KGB’den arkadaşları, bakanları ve bazı danışmanlarından oluşan dar bir heyetin kişisel ve keyfi kontrolü altında. Bu kişiler, Putin’in kişisel temsilcileri olarak bu şirketlerin ve parasının kontrolünü ellerinde tutuyor.

Anders Aslund, manzaranın, Harvardlı tarih profesörü Richard Pipes’ın ‘’Eski Rejimde Rusya’’ adlı klasik eserinde anlattığı Ortaçağ derebeylik sistemine benzerliğine dikkat çekiyor. Yani, en baştaki hükümdar tek gerçek özgür kişi. İktidarının kaynağı ilahi ve kilise tarafından kutsanıyor. Onun keyfi ne isterse o oluyor. Onun ‘mülklerinin’ bir kısmını dağıttığı ve mahalli otoriteler ihsan ettiği feodal ağaların özgürlük sınırı ise, hükümdarın keyfine kadar. ‘’Uygulamada’’ diyor Aslund, ‘’Rusya’nın devlet şirketleri, kamu mallarını, yeni model bir Çarlık mülkiyetlenmesine dönüştürdüler’’.

Rusya’daki bu devlet şirketleri mevzuata göre özerk kuruluşlar. Devletin aktardığı kaynaklarla kuruluyorlar. Böylesi 6 şirket 2007’de ilk kez kurulduğunda, bu şirketlerin kasasına 80 milyar dolarlık varlık ile 36 milyar dolar nakit kamu parası aktarılmıştı.

Ancak bu muazzam kamusal transferlere rağmen bu şirketlerle ilgili hiçbir denetim mekanizması bulunmuyor. Bu kamu şirketlerinin yöneticileri son derece keyfi davranabiliyor. Örneğin, şirketlerin varlıklarını, gerçek değerlerinin çok altında satabiliyor veya tedarik ihalelerini hiç saklama gereği bile duymadan kendi arkadaş çevrelerine verebiliyorlar. Bu ‘derebeyler’ için tek bir denetim kriteri var; Putin’e sonsuz sadakat. Bu sadakatleri sürdüğü sürece de, bu devlet şirketlerinin ekonomik ve mali görünümü ne olursa olsun çok uzun yıllar görevde kalabiliyorlar. Örneğin 2008’de piyasa değeri 369 milyar dolar olan Gazprom, 2017 itibarı ile 55 milyar dolarlık bir şirkete dönüşmesine rağmen, Aleksey Miller, 17 yıldır bu kamu şirketinin CEO’su kalmaya devam ediyor. Miller, Putin’in 1990’ların başında St Petersburg Belediyesinde çalıştığı yıllardaki yardımcısı. Şehre yabancı yatırımını yöneten daire o dönemde, gıda karşılığında 93 milyon dolarlık metal ihracatı skandalı ile gündeme gelmişti. İhracat karşılığı gıdanın hiçbir zaman gelmemesi üzerine Putin ve yardımcısı Miller hakkında belediye meclisi tarafından yolsuzluk soruşturması açılmış ama ikili bu soruşturmayı bir şekilde atlatmayı başarmıştı. Miller’ın 2013 yılında CEO maaşı yıllık 25 milyon dolardı. Rusya’da devlet yetkililerinin aldıkları maaşlar artık devlet sırrı haline geldiği için de Miller’ın 2013 yılından sonra aldığı maaşın miktarını da kimse bilmiyor.

Bol sıfırlı maaşlarının yanı sıra yönettikleri kurumların mal varlıklarını keyfi şekilde kullanabildikleri lüks derebeyliklerine karşılık olarak bu feodal ağalar, Putin’in her emrini yerine getiriyor ve özellikle de rejimin kendisi için yaşamsal önemde gördüğü konularda Putin’in istediği doğrultuda hareket ediyorlar.

Komünist dönem sonrası doğu bloku ülkelerinde politik ekonomi ve yolsuzluk konularında araştırmalar yapan politik bilimci Noah Buckley’e göre, ‘’Rusya’da yolsuzluk düzeni, kurulmak istenen politik sistemde meydana gelen bir arıza değil, kurulmak istenen sistemin işlemesi için bilinçli olarak oluşturulmuş bir mekanizma’’.

Nitekim, Vladimir Putin’in bu ay sona eren üçüncü dönemi, yolsuzluğun bir arıza değil, bilinçli bir devlet uygulaması olduğunun göstergeleriyle dolu.

En başta Putin rejiminin devlet sisteminin istikrar araçları normal bir devlette olması gerektiği gibi meşru politik mekanizmalar değil. Yolsuzluk, tehdit, şantaj, kişisel tanışıklıklar, usülsüzlükler, kapalı kapı pazarlıklardan oluşan gayrı resmi ve gözlerden uzak bir işleyiş söz konusu. Valiliklerden diğer makamlara kadar hiçbir yerde atamada liyakat kriteri yok. Tek marifetleri Putin’e sadakatleri olan son derece niteliksiz isimler önemli görevlere atanıyor. Yine Putin gibi eski KGB’den gelen ve kendilerine ‘Çekistler’ diyen istihbaratçı bir çete devletin ve ekonominin karar alma mekanizmalarında kritik yerleri tutuyor. Bunun doğal sonucu olarak da, mevcut Rus politikalarına, bütün tarihi, dünyadaki bütün olayları, her alanda her gelişmeyi bir istihbarat öyküsü ve savaşı olarak okuyan paranoyak, at görüşlü bir zihniyet yön veriyor.

Yine Putin’in hiçbir resmi görevi, sorumluluğu olmayan kişisel arkadaşları da, her yerde çok önemli roller oynayabiliyor. Örneğin Putin’in bir zamanlar yemeklerini yediği restoranın sahibi Yevgeni Prigozin, Putin döneminde elde ettiği güçle bir çok kirli ilişkinin ağında yer alan bir oligark bugün. Rusya’nın 2016 ABD seçimlerine müdahalesinde rol oynayan troll ordusunu organize etmekten, milyarlarca dolarlık savunma ihalelerine, Suriye’de paralı asker orduları kurmaktan Arjantin’e diplomatik yollardan kokain ticareti skandalına kadar her yerde ortaya çıkan bir isim. Bu yönleriyle Putinizmde devlet örgütlenmesi, hiyerarşi, sorumluluk ve liyakatla organize olmuş ve kanunlara göre çalışan bir devlet kadrosundan çok, çıkarları için bir araya gelmiş ve biri düşerse hepsi düşeceği için birbirine sadakatle bağlanmış, sadece en üstten gelecek bir emirle yargılanabilen, ahbap-çavuş grubundan oluşan bir mafya örgütlenmesini andırıyor.

Bu tablo sadece devlet yönetimi ile sınırlı bir etkiye sahip değil. Yaşamın ve toplumun her alanına hükmetmek istiyor. Örneğin Rus buz hokeyi liginin geçen hafta oynanan Gagarin Kupası çeyrek final maçında hakemlerin, karar vermeden önce izlediği açık kamera görüntüsüne rağmen SKA’nın ofsayt golünü geçerli saymasının neden olduğu tartışmalar da bunu göstergesi. Rus spor yazarı Slava Malamud sosyal medya hesabından, Rus Buz Hokeyi Liginde bu sezonun şampiyonunun kim olacağına daha sezon başında Putin tarafından karar verildiğini iddia ederek, buz hokeyi liginde olan bitenin, Putinizmin spora bir yansıması olduğunu belirtiyor. Malamud, Putin’in bütün medyayı ve şirketleri kendi kontrolüne alarak kendisini Çar konumuna yükselttiğini, spor liglerinin sporcularını bile propagandasında kullandığını dile getiriyor.

Mahfi Eğilmez, 2014’te yayınlanan ‘’Ahbap Çavuş Kapitalizmi’’ başlıklı çok önemli makalesinde, Batı literatürüne ‘crony capitalism’ denen bu yeni derebeylik sisteminin, günümüzdeki doruk noktası olarak Rusya’nın gösterildiğine işaret ederken şöyle yazmıştı; ‘’Her türlü ekonomik karar Putin’den geçmek zorunda. Onun onaylamadığı kişilerle iş yapılmıyor, onun onaylamadığı izinler verilemiyor. Putin de işleri hep kendi adamlarına veriyor ve karşılığını alıyor.’’

Böylesi bir sistemde torpil ve kayırmacılık da artık gözönünde bir gerçek olarak yaşanıyor. Örneğin Putin’in yakınlarının ve yönetici elitin çocukları daha 20’li yaşlarında devlet kurumlarının en üst düzey yöneticiliklerine atanıyor. Mesela eski başbakan Mikhail Fradkov’un oğlu Petr Fradkov, daha 29 yaşında devletin kalkınma bankası Vnesheconombank’ın (VEB) başkan yardımcısı yapıldı. Putin’in bir önceki devlet başkanlığı genel sekreteri Sergei Ivanov’un kendisiyle aynı isimli oğlu daha 25 yaşında Gazprombank’ın başkan yardımcısı oldu. 36 yaşına geldiğinde devletin elmas ve değerli taş şirketi Alrosa’a da ona emanet edilecekti. Devletin petrol arama, işleme ve nakliye şirketi Rosneft’in CEO’su Igor Sechin’in oğlu Ivan Sechin, daha 25 yaşında Rosneft’te genel müdür oldu. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Nikolay Petruşev’in oğlu Dimitri Petruşev, Tarım Bankasının başkanı yapıldı. Putin’in judo arkadaşı Arkadi Rotenberg’in iki oğlundan Igor, Gazprom Petrol Arama şirketinin çoğunluk hisse sahibi olurken, Roman ise Gazprombank’ın başkan yardımcısı oldu. Putin’in eskiden beri arkadaşı olan Yuri Kovalçuk’un oğlu Boris, elektrik üretim holdingi InerRAO’nun CEO’su yapıldı. Bu listeyi oldukça uzatmak mümkün. Atlantic dergisi, Putin’in yakın çevresinin daha 20’li yaşlarında tepeden kurum ve şirketlerin başına inen ve iktidarlarını babalarından mirasla kazanan bu kuşağına ‘P Kuşağı’ diyor.

Rus halkına yansıyan yüzüyle ise Putinizm, Batının özgürlükçü ve bireyci değerlerini naivlik ve sapkınlık olarak gören mafyavari maçoluk, Çarlık Rusyasının sınırlarını ‘sıcak denizler’ de dahil yeniden gerçekleştirecek bir kızıl elması olan Slav milliyetçiliği ile kendini ‘üçüncü Roma’ mistizmine kaptırmış radikal Ortodoks Hristiyancılık söylemlerinden oluşan üçlü bir sacayağına dayanıyor.

Neo-feodalist, milliyetçi, dinci çizgisinin yanı sıra, milletin tarihini yeniden kurucu olduğuna inandığı için her türlü yaşam, hak ve hukuku gözardı edilebilecek teferruatlar olarak gören acımasız doğasıyla Putinizm, Rusya’nın son dönemde en önemli ihraç malına dönüşmüş durumda. Putin rejimi, Latin Amerika’dan Doğu Avrupa’ya dünyanın bir çok kırılgan demokrasisinin, hızla otoriter doğalı ahbap çavuş kapitalizmine evrilmesinde fikri örnek olarak veya fiilen rol oynuyor. İçeride kendilerini meşrulaştırmak ve kahramanlaştırmak için milli veya dini söylemlere dayalı hamaseti, abartılı batı karşıtlığı, maçoluğu, popülizmi, çürümüşlüğü, çıkarcılığı ve acımasızylığıyla neo-feodal Putinizm, demokrasi idealine en önemli tehditlerden birine dönüşmüş durumda. Bir politik gözlemci bu etkiyi, ”Putin, dünyadaki bütün diktatörlerin babası olma yolunda’’ şeklinde yorumluyor.

Mahfi Eğilmez’e göre ahbap çavuş kapitalizmini önlemenin tek bir yolu var, o da hukuku üstün kılmak: ‘’Bir ülkede yargı bağımsızsa yani hesap sorulabilirlik tartışılmaz bir noktaya gelmişse o ülkede ahbap çavuş kapitalizmi yaygınlık kazanamaz. Hukukun üstün kılındığı ve hesap sorduğu yerlerde denetimler doğru yapılır, önlemler alınır. Hukukun üstünlüğü yalnızca bireylere karşı değil devlete karşı da olmalı, siyasetçi de hiçbir istisnaya tabi olmadan yargı karşısına çıkarılabilmelidir’’.

Halk adına devlete denetim ve hesap sorabilme fonksiyonu, Putinizmin, Rusya’daki ve dünyanın dört bir yanındaki temsilcilerinin, başka her şeyden çok, bağımsız yargı ve basın özgürlüğünden nefret etmelerini açıklayan şey.

Peki Putinizm nereye gidiyor?

Buckley’e göre 18 Mart’ta Putin’in kazandığı seçim zaferi de o ve elitleri için sistemlerinin gayet iyi işlediğinin onayı anlamına gelecek ve Putin’in dördüncü döneminde bu gayriresmi yönetim mekanizması daha da derinleşecek. Ancak bu derinleşme, gücünü pekiştirmek bir yana iktidarının sonunu da hızlandırabilir.

‘’Rusya’nın yeni model ahbap-çavuş kapitalizmi, Rusya’nın yüzyıllarca sürme başarısı gösteren antik feodal sisteminin bilinçli bir taklidi gibi duruyor’’ diye yazan Anders Aslund’a göre de tarihte aynı ırmakta iki kez yıkanılamaz: ‘’Zaman artık değişti. Gelir, eğitim düzeyi ve dünyanın diğer yerlerinde yeşeren fikirlere muhatabiyet de değişti. Bugünün dünyasında, bu sistem, Rusya’nın sosyal ve politik geleceğine çok ciddi bir tehdit oluşturuyor’’.

Noah Buckley, bugünkü Rusya’yı, ”politika ile ticaret, devlet malı ile özel mülkiyet, güvenlik güçleri ile organize suç örgütleri arasındaki sınırların belirsizleştiği bir sistem” olarak tanımlıyor. Bu çarkı döndüren yağ yolsuzluk. Dolayısıyla bu çarkın ömrü de ‘’yağ bitinceye kadar’’.

Rusya’nın Kırım işgaline oy vermeyen birkaç milletvekilinden biri olan Rus muhalif Dimitri Gudkov da, Vedomosti adlı ekonomi gazetesine yazdığı bir makalede, Rusya’nın modern tarihi boyunca zaman zaman böylesi yolsuz kuşakların egemenliğine girdiğini hatırlatırken hiçbirinin kalıcı olmadığına dikkat çekiyor: ‘’Kendini tanrılar gibi gören her otoriter yönetici kuşak, bu kez farklı olacağı ve kendi düzenlerinin sonsuza kadar süreceğini düşünme yanlışına düşer’’.

CEMAL TUNÇDEMİR‘i Twitter’dan takip edebilirsiniz

17 Mart 2018 Cumartesi

BAŞBAKAN BİNALİ YILDIRIM: "TARİKATLARIN İŞİ İRŞAT ETMEKTİR TİCARET VE SİYASETLE UĞRAŞMAK DEĞİLDİR"

BAŞBAKAN YILDIRIM: "TARİKATLARIN İŞİ İRŞAT ETMEKTİR TİCARET SİYASET DEĞİLDİR"
Başbakan Binali Yıldırım “Tarikatların işi irşat etmektir. Tarikatların işi ticaret siyaset değildir. Vatandaşların dini duygularını istismar ederek kendi karanlık menfaatleri uğruna vatandaşları ifsat etmek değildir. Bunun bedelini bu ülke 15 Temmuz’da ödedi" dedi.
Başbakan Yıldırım Ankara’nın Haymana ilçesindeki bir otelde gerçekleştirilen34. İl Müftüleri İstişare Toplantısı’na katıldı. Yaptığı konuşmada Yıldırım “Ehil din alimleri sayesinde her türlü aşırılıktan ifrattan tefritten uzak İslam’ın değişmez hakikatine sadık Kur’anı Kerim’in ve rehberimiz önderimiz Hazreti Muhammed’in (sav) izinden gidiyoruz. Allah sırat-ı müstakimden ayırmasın bizleri. ‘Alimler peygamberlerin varisidir’ diye buyuruyor sevgili Peygamberimiz. Allah sahih ilim çizgisinden bizi nesillerimizi ve evlatlarımızı ayırmasın. Diyanet teşkilatımız dinimizi mukaddesatımızı temsil eden köklü bir kurum olarak memleketimizin bekası için son derece önemli görevler ifa ediyor. Dini bilgimizi sahih bir temel üzerinde tutan bu güzide müessese toplumsal hayatımızın da mihenk taşıdır. Herkesin her vatandaşın bu güzide kuruluşumuza hürmeti ve güveni tamdır” ifadelerini kullandı.
“Şahsım olarak ilahiyat ve ilimler konusunda kendimi konuşmaya ehil görmem” diyen Yıldırım “Bir Müslüman olarak milletimize karşı sorumlu olduğum makamın mesuliyeti gereği bazı hususlara değinmekte yarar görüyorum. Toplumsal düzenimizin merkezinde hafızasında kalbinde mukaddes dinimiz İslam var. Üzülerek söylemek isterim ki bazı tartışmalar gözümüzün ışığı gibi korumamız gereken bu teşkilata da gölge düşürüyor. Tartışmalar hakikatin bulunmasına hizmet ettiği zaman hiçbir sorun yok ama kafa karıştırmaya kargaşa çıkarmaya dönük olduğu zaman gerçeklere gölge düşmüş oluyor. Her Müslüman’ın görevi hakikate ulaşmaktır. Zira İslam ebedi hayatımızın bir güvencesidir. Herkesten bütün vatandaşlardan beklentimiz Diyanetin tartışmalar dışında tartışmaların üstünde tutulmasına hassasiyet göstermesidir. Dini meselelerle ilgili kurulan her cümle büyük bir özen gerektiriyor” diye konuştu.
“Din ve diyanetle bahsinde haber yaparken illa ki mutlaka Başkanlıktan Din İşleri Yüksek Kurulundan doğru malumatı alalım"
Yazılı ve görsel medyaya da önemli sorumluluklar düştüğüne dikkat çeken Yıldırım “Din ve diyanetle bahsinde haber yaparken illa ki mutlaka Başkanlıktan Din İşleri Yüksek Kurulundan doğru malumatı alalım ve ona göre haber yapalım. Yaptığınız haber sizleri ilgilendirmiyor milyonlara vereceğiniz haberin yanlış olması telafisi imkansız kanaatlerin oluşmasına sebep oluyor. Fitneye fesada ayrılığa gerilime kin ve nefret duygularına karşı kamu düzeni ahlakı adına uyanık ve sorumlu olmamız gerekiyor. Medyamız bazı haberlerde özensiz bazı haberlerde de aceleci davranabiliyor. Zaman zaman bazı aşırı görüşleri uç karakterleri toplumda önemli bir karşılığı varmış gibi sunma gayretlerine şahit oluyoruz. Bunu doğru bulmadığımı ifade etmek isterim. Doğru olan sahih olan öne çıkartılması gereken hem dini düşünce hem de toplumsal huzurumuz açısından daha önemlidir. Müftülerimiz imamlarımız vaizlerimiz müezzinlerimiz son din olan İslam’ın temsilcileridir. Unutmayalım ki sorumluluğumuz sadece cemaatimize karşı sadece ülkemize karşı değil bütün insanlığa karşıdır. Bütün insanlık İslam’ın ebedi hakikatine muhtaçtır. Doğu’dan Batı’ya bütün yeryüzü adalete merhamete ve şefkate hasrettir. İslam insanlığın şeref ve haysiyetinin can ve mal emniyetinin dünya ve ahiret saadetinin güvencesidir” diye konuştu.
“İslam kıyamete kadar bütün hurafelerden uzak tutulmalıdır”
Başbakan Yıldırım konuşmasına şöyle devam etti:
“İslam’ı gölgelemek isteyenler Allah’a kul olarak özgürleşmemizi değil de kula kul olmamızı isteyenlerdir. İnsan hayatını güvence altına almayan kula kulluk isteyen düzenlerin hepsi batıldır yok olmaya müstahaktır. Bize düşen fıtratın yolunda İslam’ın hakikatine sadakatle istikamet üzere yürümektir. Bu yol her türlü aşırılığa kapalı emin bir yoldur. Sahih İslami bilgiyi muhafaza etmek ve öğrenmek mecburiyetindeyiz. İslam kıyamete kadar bütün hurafelerden uzak tutulmalıdır. Bugünkü Müslümanların muhatap olduğu sorular sorunlar ise çok daha dikkatli olmamızı gerektiriyor. Mutlaka hayatın nabzını tutmalı. Olan bitene müdahil olacak kadar haberdar olmalısınız. Diyanet teşkilatımızın hiçbir kademesinde görevli arkadaşımız bürokratik alışkanlıklara kendini teslim etmemeli. Müftülerimiz vaizlerimiz imamlarımız müezzinlerimiz cami kürsüsü kadar hayatın içinde esnafın çalışanın çiftçinin köylünün yanında olmalıdır. Cemaatini tanımayan bir imam müftü vazifesini hakkıyla yapmış sayılmaz. Sorumluluğunuz sadece Türkiye’ye karşı değil bütün insanlığa karşıdır. Evlatlarımızı aşırılıklardan korumak doğru İslam’ı bilgiyi öğrenmelerini sağlamak üzerimize önemli bir vazifedir. Yüce dinimiz İslam kıyamete kadar bütün hurafelerden tahrifattan uzak tutulmalıdır. ”
“Tarikatların işi ticaret siyaset değildir”
Diyanet teşkilatının bırakacağı her boşlukta merdiven altı din tüccarların istismarcıların üfürükçülerin hurafecilerin insanların itikadını bozan yalan yanlış işler yapacağını vurgulayan Yıldırım “Bunlar tabiatıyla esas değil istisnadır. Ama yine de mide bulandırmaktadır. Aşırı keyfi yorumlar bugün İslam dünyasının başına yeni sorunlar açıyor. İslam fıkhının kabul etmediği hurafelere yerinde ve zamanında tepki konmaması toplum önünde büyük maliyetler oluşturuyor. FETÖ tecrübesi bize bunu en açık şekilde göstermiştir. Müslümanların iyi niyetini istismar etmeye asla izin vermemeliyiz. Tarikatların işi irşat etmektir. Tarikatların işi ticaret siyaset değildir. Vatandaşların dini duygularını istismar ederek kendi karanlık menfaatleri uğruna vatandaşları ifsat etmek değildir. Bunun bedelini bu ülke 15 Temmuz’da ödedi. yıllarca hayır için hasenat için İslam için insanlık için bir milleti bir İslam dünyasını sömüren bu karanlık mihraklar sonunda gerçek yüzünü 15 Temmuz’da gösterdi. Şekilce hurafeci eğilimlere meydan vermemek için hayatın her yerinde olmak durumundasınız” dedi.
“İslam’ın sesini boğmaya gayret edenlere karşı hakikati daha gür bir sesle dillendirmelisiniz”
“Esas mesele itikattır tevhiddir” diyen Yıldırım “Temel itikatı bilgiyi almayan insanlar yanlış eğilimlere açık hale gelir. Benim önereceğim şey Türkiye’nin tamamında ve dünyanın birçok merkezinde teşkilatı bulunan din görevlilerimizin cami cemaatiyle arasında mesafe koymaması aradaki mesafeyi kaldırmasıdır. İslam’ın sesini boğmaya gayret edenlere karşı hakikati daha gür bir sesle dillendirmelisiniz. Bu manada yeni bir sese yeni bir soluğa üsluba ihtiyacımız var. Hükümetimiz de yeni bir adım atarak Diyanet Akademisinin kurulmasına karar verdi. Her şeyin akademisi var. Diyanetin akademisi en önce olması gereken maalesef en sona kalmış durumda. Geç olsun güç olmasın. Ama Diyanet Akademisi çok güzel hizmetlere vesile olacak. Bir an önce hayata geçmesi için gerekli gayreti gösteriyoruz” açıklamasında bulundu.
"İslam dilinin veda hutbesindeki dil kadar sade ve anlaşılır olması gerekiyor"
İslam’ın dilinin üslubunun Peygamberimizin veda hutbesindeki dili kadar sade ve anlaşılır olması gerektiğine dikkat çeken Yıldırım "İslam dini kolaylık dinidir. İnsanları dinden soğutmak değil dini sevdirmek için görev yapmamız lazım. Kolaydan başlayıp adım adım insanlar daha fazlasını yapmaya kendileri karar versin. Baştan korkuyu verirseniz bu iş benim işim değil bu saatten sonra biz bu yanlıştan kurtulamayız diye umutsuzluğa kapılabilir. Ama dinimizde umutla umutsuzluk bir aradadır. Her zaman umutlu olacağız. Her tövbe yeni bir başlangıçtır. Mümkün mertebe esas olan günah işlememeye gayret etmek. Kuluz her şeyden önce kul hata üzerinedir. Esas olan az hata yapmak daha fazla doğru şey yapmaktır. Hata yapınca da umudumuzu yitirmemektir. Her tövbe yeni bir kapının geleceğin başlangıcıdır"dedi.
“Din görevlisi bulunduğu semte mahalleye en uç noktaya nüfuz etmelidir”
Başbakan Yıldırım “Minberde mihrapta kürsüde ilmin izzetini doğru temsil etmeliyiz. Vaaza çıktığınızda kürsüye çıktığınızda insanlar keşke bitmese diyebilmelidir. Bir an önce bitse de gitsek duygusuna kapılmamalıdır. Süleyman Çelebi’nin Yunus Emre’nin Eşref oğlu Rumi’nin dili ve üslubu yol gösterici temiz ve arı bir üsluptur. Nefret ettirmeyen müjdeleyen gönüller kazanan bir dile bir üsluba bugün her zamankinden daha büyük ihtiyacımız var. Hakikatin dilinin geleneğe uygun bir üslupla bugün insanlara ulaştırılması gerekiyor. Gönüllere giden yolu dini mutlaka duymalıyız. Çocuklarımıza kardeşçe yaşamanın kardeşçe paylaşmanın adaletle üretmenin yolunu aşılamalıyız. Gençlerimize evlatlarımıza hem bu dünyalarını hem öbür dünyalarını kurtaracak yolu göstermeliyiz. Din görevlilerimiz kendilerinizi özel mekanlara çekmemeli sürekli hayatın içinde olmalısınız. Halk içinde hakla beraber olmalısınız. Din görevlisi bulunduğu semte mahalleye en uç noktaya nüfuz etmelidir. Genç yaşlı demeden cemaatinin her bir ferdine ismiyle hitap edecek bir tanışıklık içinde olmanız gerekiyor” değerlendirmesinde bulundu.
"Camilerimizin çevresi insanları cezbedecek şekilde yeşillendirilmeli ve park şeklinde düzenlenmelidir"
Diyanetin bütün birimleri ile gençleri zehirleyen madde bağımlılığı şiddet yanlısı ırkçı her türlü tehlikeye karşı bilgilendirme uyarma görevini yerine getirmesi gerektiğini kaydeden Başbakan Yıldırım “Sosyal medyadaki nefret dilinden gençlerimizi mutlaka uzak tutmaya gayret etmemiz lazım. Sosyal medya sorumsuz medya değildir. Hukuksuz alan değildir. Burada yapılacak her türlü yanlış cezayı bir sonuç doğuracaktır. Bu konuda din adamlarımızın büyük katkıları olacağına inanıyorum. Din görevlilerimiz müftülerimiz bu konuda kuşatıcı kucaklayıcı herkese hitap eden bir üslupla konuşmalısınız. Camilerimiz herkesindir sosyal hayatımızın merkezidir kalbidir. Ayrıştırıcı dilden yanlış imalardan uzak olmalıyız. Diyanet orta yolu temsil ediliyor. Büyük bir iftiharla öğrendim ki bugün 66 bin camimiz kadınlarımızın ibadet edeceği şekilde teçhiz edilmiş. Ayrıca büyük camilerimizde mutlaka kütüphaneler oluşturmamız şart. Camilerimizin çevresi insanları cezbedecek şekilde yeşillendirilmeli ve park şeklinde düzenlenmelidir. İçerisiyle ve dışarısıyla nezih bir ortam oluşturmalıdır. Oradaki ortamın cami dışında da devam etmesi gerektiğinin önemli olduğunu düşünüyorum” şeklinde konuştu.
Ayrımcılığın her zaman karşısında olduklarını aktaran Yıldırım üniversiteye girişteki kısıtlamayı kat sayı engellerini kamuda kılık kıyafet adı altındaki engellemeyi ve Kuran kurslarına 12 yaş altı çocukların gitmesini yasaklayan düzenlemeleri kaldırdıklarını ifade etti. Yıldırım şunları kaydetti:
“Bu yasağın asıl amacı Kur’an’ın öğrenilmesini kısıtlamak. Belirli bir sınıftayken hafızlığa gitti hak kaybına uğramıyor tahsiline yavrumuz kaldığı yerden devam ediyor. Okullara Kur’an ve siyer dersleri koyduk. Cem evleri ile ilgili kısıtlamalara son verdik. Din dersi kitaplarının içine Alevilikle ilgili kısımlar ekleyerek Alevi kardeşlerimizin bu yöndeki taleplerini yerine getirdik. Diyanet İşleri Başkanlığımız Alevilik ve Bektaşiliğin 14 temel eserini basarak kültür hayatımıza kazandırdı. 2007’den bu yana Muharrem ayında Avrupa’daki vatandaşlarımızın taleplerini karşılamak üzere Alevi kanaat önderlerini yurt dışına Diyanet İşleri Başkanlığımız yönlendiriyor. ”
“Batı içine kapandıkça da eski hastalıkları nüksediyor”
Batıdaki İslam karşıtlığının İslam korkusunun son yıllarda yükselişe geçtiğini vurgulayan Başbakan Yıldırım “Batı hoşgörüyü kaybediyor. Farklılıklara tahammülünü yitiriyor. Çoğulcu çok kültürlü demokrasiden daha az söz ediliyor. Batı içine kapandıkça da eski hastalıkları nüksediyor. Demokratik insani değerlerin yerine ırkçı şiddet nefret ayrımcılık ve çatışma ön plana çıkıyor. Bu zehirli fikirler onların geleceğini de tehdit ediyor. Biz Müslümanlar şiddetin her türüne hayır diyoruz reddediyoruz. İslam barış kardeşlik güzellik dinidir. Bizim için her can mukaddestir. İslam belli bir kültürel haritanın değil bütün yeryüzünün bütün insanlığın dinidir. İnsanlığa karşı sorumluluğumuzu layıkıyla yerine getirmek için lüzumsuz tartışmalardan özenle kaçınmalıyız” değerlendirmesinde bulundu.
"Kadın vaizelerimizin çok daha etkin teşkilat içerisinde yer almasında fayda var"
2002’de 74 bin civarında olan Diyanet’in personel sayısının bir buçuk kat artarak 117 bin seviyesine çıktığını bildiren Yıldırım “Buna ilave olarak 23 bin 177 geçici personeli de dahil edersek bu sayı daha fazladır. Türkiye’de sadece 2002’de 78 vaize vardı. Bugün 850’nin üzerinde vaize var. Kadınlarımızın dinimizin öğretilmesinde daha aktif görev alması çok büyük bir aşamadır memnuniyet vericidir. Bugün diyanet tarihinde ilk defa kadın başkan yardımcımız var. Bu önemli bir rakam.11 kat artış ama yeterli değil. Madem nüfusumuzun yarısı kadın yarısı erkek 850’ye çıkınca övünüyoruz ama yeterli olmadığını söylemek istiyorum. Kadın vaizelerimizin çok daha etkin teşkilat içerisinde yer almasında fayda var" ifadelerini kullandı.
Dünyanın her köşesindeki camilerde bin 850 Diyanet personelinin hizmet verdiğini dile getiren Başbakan Yıldırım gurbetteki vatandaşların manevi duygularını muhafaza etmeleri için Diyanetin önemli işler yaptığını anlattı. Diyanet’e bağlı 69 bin 183 caminin gün boyu bütün vatandaşların hizmetinde olduğunu söyleyen Yıldırım Türkiye’de birçok cami de işaret diliyle hutbe verildiğini kaydetti. Yıldırım "Kur’an-ı Kerim’in meali 27 farklı dilde basılıyor. Bu yıl içinde buna 20 dil daha eklenecek. İlahiyat fakültelerimiz sivil toplum örgütlerimiz imam hatiplerimize önemli görevler düşüyor. El ele vererek sorunlarımızı birlikte çözeceğiz. Vatandaşımıza daha iyi hizmet vermenin yollarını hep birlikte bulacağız. Dinimize hurafelerin bulaşmasına müsaade etmeyeceğiz. Dini alanda edindiği itibarı kişisel ikbaline ticaretine tahvil eden istismarcılara göz açtırmayacağız. Vatandaşlarımıza doğru dini bilgiyi ulaştırmak için görevimizi hakkıyla yerine getireceğiz" dedi.

9 Mart 2018 Cuma

İSLÂM'DA KADIN: ADALET, MERHAMET VE HAKKANİYET (*) "8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle, 9 Mart 2018 Cuma günlü CUMA HUTBESİ"

İSLÂM'DA KADIN: 
ADALET, MERHAMET VE HAKKANİYET (*)
Cumanız Mübarek Olsun Aziz Kardeşlerim!
Yüce Rabbimiz, okuduğum âyet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır”1
Peygamberimiz (s.a.s) de okuduğum hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: “Biliniz ki, sizin, hanımlarınız üzerinde hakkınız olduğu gibi, hanımlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır”2
Kardeşlerim!
İnsan, akıllı, sorumluluk sahibi ve en şerefli varlık olmakla Allah katında özel bir değere sahiptir. Elbette insanoğlunun erkek ve kadın olarak farklı niteliklerle yaratılmasında sayısız hikmetler vardır. Ancak şu bir hakikattir ki, kadın ve erkek, insan olma itibariyle aynı şerefi paylaşır; kul olma itibariyle de aynı sorumluluğu üstlenir. Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşamak; dünyada iyilik, adalet ve merhametin yayılması, kötülük, zulüm ve haksızlığın önlenmesi için çalışmak hem kadının hem de erkeğin vazifesidir. Nitekim Yüce Rabbimiz “Mümin olarak, erkek veya kadın, her kim salih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar”3 buyurmaktadır.
Aziz Müminler!
Kur’an-ı Kerim’de kadının toplum içindeki konumundan, Allah katındaki değerinden ve haklarından bahseden çok sayıda ayet vardır. İnsanlığın annesi Hz. Havva’dan itibaren tarihte iz bırakan nice kadın Kur’an’da anlatılır. İmanı ve cesaretiyle Hz. Asiye, iffeti ve sabrıyla Hz. Meryem, sadakati ve teslimiyetiyle Hz. Hacer hepimize örnek gösterilir. Sevgili Peygamberimize ilk inanan ve onu bütün gücüyle destekleyen Hz. Hatice’dir. Yüreğindeki tevhid aşkıyla İslam yolunda ilk kadın şehit Hz. Sümeyye’dir. Peygamberimizin hanesinden ilmi, sünneti ve hikmeti insanlığa taşıyan ise Hz. Aişe’dir. Bu nâdîde örneklerin ışığında dinimizin, milletimizin ve medeniyetimizin kadına bakışı daima onun saygınlığını ve haklarını korumak üzerinedir. Kadına dair nerede köhne bir anlayış ve zalim bir davranış varsa, o cahiliye döneminin kalıntısıdır.
Aziz Müminler!
Her insan en temel hakları ile doğar ve cinsiyeti yüzünden bu hakları bir insandan esirgemek İslam’a da insafa da sığmaz. Sırf kız olduğu için bir çocuğun doğumuna üzülmek, onu hor görmek, eğitimden mahrum bırakmak, zorla ve küçük yaşta evlendirmek zulümdür. Hâlbuki dört kız babası olan Sevgili Peygamberimiz kız çocuklarımızın bizim için rahmet ve mağfiret vesilesi olduğunu müjdeler ve: “…Her kim şu kız çocuklarını yetiştirirken birtakım zorluklara katlanırsa bu kızlar onun için cehennem ateşine siper olur” 4 buyurur.
Annelerimiz ise, bizim sevgi kaynağımız, dua kapımızdır. Emeğinin hesabını tutmayan, karşılık beklemeden veren, ayaklarının altına cennet serilen her anne, iyiliği ve ihsanı hak eder.
Kardeşlerim!
Erkek ve kadın için, aile kurmanın huzura kavuşmak anlamına geldiği hakikati bir ayette şöyle anlatılmaktadır: “İçinizden kendileri ile huzur bulacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve merhamet var etmesi, Allah’ın varlığının ve kudretinin delillerindendir. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için dersler vardır” 5
Eşimiz, dünya hayatının yükünü birlikte taşıdığımız, üzüntü ve kedere beraber katlandığımız dert ortağımızdır. Yuvamızı, sevincimizi ve mutluğumuzu paylaştığımız hayat arkadaşımızdır. Peygamber Efendimiz (s.a.s ) kadın ve erkeği “Bir bütünün birbirini tamamlayan iki yarısı” 6 olarak tanımlar. Birbirine sevgi ve güvenle bağlanan, birbirini koruyan ve destekleyen bir tutumu bizlere öğretir. Zira sağlıklı, huzurlu ve güçlü bir toplumu kadın ve erkek birlikte inşa eder.
Muhterem Müslümanlar!
Bugün insanlık her konuda olduğu gibi, kadın hakları konusunda da çetin bir imtihandan geçiyor. Dünyanın birçok yerinde savaş, şiddet ve zorbalık herkesten çok kadınları vuruyor. Acıyla kıvranan, hapsedilen, göçe zorlanan kadınlar yardım bekliyor.
Diğer yandan “Kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Çünkü siz, onları Allah'ın emaneti olarak aldınız ve Allah'ın adını anarak (nikâh kıyıp) kendinize helâl kıldınız”7 buyuran bir Peygamber’in ümmeti olarak kimi zaman onun hassasiyetine sahip çıkamıyor. Hayatında tek bir defa bile kadına el kaldırmayan Resul-i Ekrem’in yolundan gitmemiz gerekirken, onlara karşı merhametli davranmamız gerektiğini unutuyoruz. Ne acı ki, şiddet, istismar ve kadın cinayetleri tırmanmaya devam ediyor.
Bu vahim tablo karşısında geliniz, kadın söz konusu olduğunda merhamet, adalet ve hakkaniyetten asla vazgeçmeyelim. “Sizin en hayırlınız hanımlarına karşı en iyi davranandır”8 buyuran Peygamber Efendimizin davetine icabet edelim. Emaneti gözü gibi koruyan müminler olarak şöyle dua edelim:
“Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah'a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle” 9
>> 1 Hucurât, 49/13. 2 Tirmizî, Radâ, 11. 3 Nisâ, 4/ 124. 4 Buhari Zekat, 10. 5 Rûm, 30/21. 6 Ebû Dâvûd, Tahâret, 94. 7 Müslim, Hac, 147. 8 Tirmizî, Radâ, 11. 9 Furkân, 25/74.
***
(*) 09/03/2018 Cuma, Diyanet Cuma Hutbesi
Hazırlayan: Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü


http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/Sayfalar/HutbelerListesi.aspx

1 Mart 2018 Perşembe

TARİHİ İFTİRALAR VE İNATÇI BİR FURYA ÜZERİNE TARTIŞMA: "80 yıldır süren CHP düşmanlığının altında Menderes’in o sözleri var" Gazeteci Yazar: Nihat Genç

80 yıldır süren CHP düşmanlığının altında Menderes’in o sözleri var...

Nihat Genç yazdı
Geçen cumartesi Ulusal Kanal'da şeker fabrikalarının kapatılması üzerine toprak reformu yasasından bahsettim, şaşırtıcı şekilde ilgi gördü. Birinci sebebi genç nesil toprak reformu yasasından ve tartışmalarından habersiz, ikincisi, yıl 2018, Toprak Reformu'nu hazırlayan 'sol kemalist' kadrolar tarih önünde haklı çıktı.

Birkaç satır Toprak Reformu yasasını ve başına gelenleri özetlemek lazım.

ADNAN MENDERES HÜKÜMETİNE 280 MİLYON LİRA VE 200 TON ALTIN BIRAKILDI AMA…
Atatürk'ün ölümünden sonra İsmet İnönü milli şef yapıldı, İnönü'nün milli şef iktidarı 12 yıl kadar sürdü, başbakanlıklara önce kısa süre Celal Beyar, sonra Refik Saydam, Şükrü Saraçoğlu, Recep Peker, Hasan Saka ve Şemsettin Günaltay getirildi.

Dönemin en önemli olayları şunlardır, II. Dünya Savaşı'na girip girmeme meselesi, Köy Enstitüleri, Varlık Vergisi, Toprak Reformu, Ekmeğin Karneye Bağlanması, en temel ihtiyaçların karaborsaya düşmesi, ve Sabahattin Ali, Nihat Atsız kavgası ve mahkemesi, Tan Gazetesi'nin basılması, sansür, ve ezanın Türkçe okutulması ve tartışmaları.

Milli Şef dönemi Türk siyasi tarihinde en çok eleştirilen dönemdir, hatta milli şef dönemini kıyasıya eleştirmeyene 'sol' dahi 'aydın' dahi denemeyen uzun bir geçmişimiz oldu. Sol liberaller mesela Cumhuriyet'in en büyük devrimi Toprak Reformuna 'popülist bir program' dediler, şunu dahi yazdılar 'güneydoğu'daki etnik kimliği bozmak için..'.

Milli şef dönemi Türkiyesi'nin kırk bin köyü vardır, nüfusun yüzde sekseni köyde yaşamaktadır, bir milyon askere bakmaktadır, askeriyedeki atları dahi besleyecek arpa yulaf bulmak büyük sorundur, en temel ihtiyaçlar bez, gaz, şeker, buğday kıtlığı had safhadadır, askeriyenin elinde II. Dünya Savaşı felaketine karşı koyacak havada karada denizde ağır silahlar hiç yoktur.

Yargıtay, Danıştay, Sayıştay başkanlarının altına 'araba' verilmesi teklif olunur, mecliste, Osmanlı saltanatını yıktık ama otomobil saltanatını yıkamadık, diye konuşmalar yapılır araba tahsis edilmez. Kıtlığın ülkeyi açlıktan yıktığı günlerde dahi Toprak Reformu'nun kamulaştırılması düşünülerek bütçede para biriktirilir, Adnan Menderes hükümetine 280 milyon lira ve 200 ton altın bırakılır. Menderes iktidarının ilk dönemi 1950-54 bu parayla sefasını yaşar, 1954'de para biter. 

Kamuoyundaki infiali perdelemek için Atatürk'ün evi yakıldı diye yalan haber yapılır ve tarihimizin en utanç verici sahneleri Beyoğlu baskınlarında yaşanır, ve sonra, suçlu diye solcu aydınları içeri tıkarlar.

TOPRAK REFORMU YASASINI BİLMEYENLER 80 YILLIK SİYASİ FİKİR TARTIŞMASINI ANLAYAMAZ
Milli Şef Dönemindeki bütün bu siyasi hadiseler geçen seksen senede enine boyuna tartışılmış bu dönem üzerine on binlerce kitap yazılmıştır. Turancı ve komünist cereyanlar ve aydınlar ve bitmeyen ezan tartışmaları bu dönemde kapışmaya başlamış, ve sonraki siyasi tartışmalara yön ve şekil vermiştir.

Demokrat Parti'nin ortaya çıkış sürecine de iki satır değinelim, tek parti döneminde Terakkiperver ve Serbest fırka denemeleri iktidarın gözünü korkuttu, ancak, çok partili yapıya geçmek Tek Parti'nin içinde ukde olarak kaldı. Milli Şef döneminin ilk yıllarında İsmet İnönü ileriye hazırlık olsun diye CHP parti içinde partiyi eleştirsin diye 'müstakil' bir grup kurulmasını ister. Bu müstakil grup 'oyuncak' gibi işlevsiz kalır.

Tam da bu sırada siyasi tartışmaları hararetlendiren bir büyük olay yaşanır, meclisten dört muhalif vekil, Celal Bayar, Menderes, Koraltay, Köprülü anayasal özgürlüklerin genişlemesi ve uygulanması için bir önerge verir, dörtlü takrir. İşte Demokrat Parti'yi tarih sahnesine çıkartan bu dörtlü önerge çok partili dönemi açan büyük bir siyasi olay olarak tarihe geçer.

Bu dönemde mecliste Köy Enstitüleri, yasaklar, karaborsa, yolsuzluklar, yabancı cereyanlar, vb. üzerine çok sert tartışmalar geçse de asıl büyük kavga TOPRAK REFORMU YASASI çıkartılırken yaşanır.

Hatta Türkiye'de seksen yıl saltanatını kesintisiz sürdürecek sağcı muhafazakar siyasal partiler TOPRAK REFORMU yasası çıkartılırken ortaya çıkar.

Bu yüzden Toprak Reformu Yasasını bilmeyen bir insan ülkemizde son seksen sene cereyan eden siyasi fikirlerin (sağcılık, solculuk, ilericilik, Atatürkçülük, ırkçılık, milliyetçilik, turancılık, sosyal demokratlık, halkçılık, kemalizm, sosyalizm, komünizm, İslamcılık, muhafazakarlık, liberalizm, vb.) ve kavramların hiç birine 'hakim' olamaz, bu itibarla, bu kısa bilgilerle tatmin olmayıp Toprak Reformu'nu kitabından en azından aşağıdaki gibi meclis tutanaklarından okuyacaksınız.

TOPRAK REFORMUNA İLK BAŞTAN GELEN İTİRAZLAR
14 Mayıs 1945'te Büyük Millet Meclisi'nde 'Çiftçiye Toprak Dağıtılması ve Çiftçi Ocakları Kurulması' adında bir kanun tasarısı görüşülmeye başlandı.

1940'lı yıllarda nüfusumuz 20 milyon kadardır, 780 bin kilometrekarenin sadece yüzde yirmisi kullanılmaktadır ve nüfusun yüzde sekseni köylerde yaşamaktadır ve köylerde yaşayanların yüzde sekseni de topraksızdır, ve 'ortakçılık' denilen sistem Osmanlı tımar sisteminden kalmadır.

Toprak reformu yasası tarihi bir dönüm yasasıdır toprak işletme sistemine yepyeni tasnifler getirip statükoyu düzeni bozar, köylerde kurulacak büyük işletme, orta işletme, küçük işletmelerle büyük toprak sahiplerini korkutmuş harekete geçirmiştir.

Toprak reformuna ilk baştan gelen itirazlar şunlardır, toprakları bölerek değersizleştiriyorsunuz, toprak sahibi olan köylülerin parası yoktur işletemezler, kimin toprağını alıp kime veriyorsunuz bu anayasaya aykırıdır, ve mecliste uzun bir mülkiyet tartışması başlatmıştır.

Mesela toprak ağası Eskişehir vekili Emin Sazak'ın şu cümleleri büyük paniği özetler: 'padişahı devirdik, halifeyi kovduk, şapka giydik, Latin harflerini kabullendik, tekkeyi kapattık, bazı gerekçelerle varlık vergisini bile kabul ettik, fakat BU YASAYI KABUL EDEMİYORUM. (.,.,) Bu gidiş varlık düşmanlığıdır, sanat ve ticaret alanında özel teşebbüs bırakmadık. Devam edilirse ben hükümete güvenemem...'

Toprak reformu yasasına daha yumuşak eleştiriler: köylüye parasız toprak vermeyelim, Ziraat Bankası'yla toprak edinme kredisi verelim, köylü borçlanıp toprak sahibi olsun.

ADNAN MENDERES TOPRAK REFORMUNA KARŞI NE DEDİ
Toprak Reformu yasasının girişinde şunlar yazıyordu: 'Yeni bir ekonomik kuruluş eski arazi mülkiyeti rejiminin tasfiyesini zorunlu kılar'. 'Arazi mülkiyetinin sosyal etkileri ileride ekonomik etkilerinden daha büyük olacaktır..'

İstatistiklerle yüklü çok uzun yıllar ve çok iyi çalışılmış Toprak Reformu yasası özetle topraksız köylülere 50 dönüm ile 500 dönüm arasında toprak sahibi yapmayı hedefler.

50 ila 500 dönüm arazi verilen köylüler toprağı işletmek zorundadır yani kimseye satamaz devredemez hükmü de getirilir. Hem milli kamu arazileri dağıtılacaktır hem de on bin yirmi bin dönüm gibi çok büyük toprak sahiplerinin toprakları kamulaştırılıp dağıtılacaktır.

Toprak Reformunun yasasından bugün bu ülkedeki bütün siyasi hareketlerin ibret alması gereken cümleleri şunlardır:

'Arazinin işletilmesi rejiminin, sosyal etkileri de gözden ırak tutulamayacak kadar büyüktür. Arazinin sahiplerince işletilmesini ana prensip sayan bir işletme rejimi toprağına bağlı, köklü, kendi malına dayanan bağımsız bir çiftçi kalabalığı yaratır. Bu çiftçi kalabalığı her türlü sosyal sapkınlıklara karşı durur. Buna karşılık, ortakçılıkla (mülkü kendisinin olmayan başkasının arazisinde marabalık, rençberlik, kölelik) arazi işletmesine büyük ölçüde yer veren bir işletme rejimi ise, cemiyet içinde mülksüz, köksüz bir kalabalık doğurur. Sonra başkalarının arazilerini işleyen bu çiftçi kalabalığı, sosyal bakımdan mülk sahiplerine bağlı da olur. Hele ortakçılıkla arazi işletmesinden doğan ilişkiler hukuk temellerine dayandırılmayıp alışkanlıklara göreneklere dayalı olursa, daha acıklı sosyal sonuçlar verir. Elverişsiz işletme rejimlerinin meydana getirdikleri ekonomik ve sosyal bağlılıklar politik vasilikler bile doğurur. Bu çeşit bağlılıklar bölgesel nüfuzların, bölgesel egemenliklerin desteğini verir. Bu nedenle dengesi yerinde barışık bir toplum, uygun bir işletme rejimini şart koşar. Özetle, bir millet için geniş, çeşitli ve zengin arazi, üreme, büyüme ve gelişme olanağıdır. Bu olanağın gerçekleştirilmesinin koşulu ise, yararlı bir mülkiyet rejimi, mülkiyet yapısı ve işletme rejimidir. Ancak bunlarla, güçlü bir devlet, zengin bir millet ve barışık, uzlaşık rahat bir toplum gerçek olabilir.'

'Bilgi ve öngörü' dolu bu satırlara en ağır eleştiriler 30.000 dönüm toprağı olan Adnan Menderes'ten geldi, uzun bir konuşma yaptı. Memlekette dağlık taşlık arazinin ve kullanılmayan toprağın çok bol olduğunu, bu toprakların yeniden kazanılıp bu arazileri köylüye verelim, dedi.

Şu cümlelerde aynen onundur: 'Hiç bir zaman hatırdan çıkarmamak gerekir ki memleketimizde en adi bir ayakkabı pahasına bir dönüm toprak edinmek imkanları her zaman olagelmiştir. Ucuz ve kolay toprak elde edilebilen bir memlekette devletin izleyeceği elverişli bir politika ile yirmi yıl içinde çok şeyler yapmak ve hatta meseleyi (başka yollarla) halletmek mümkün olurdu..'

Ve eleştirisini şöyle tamamlıyor: 'Bunlar Nasyonal Sosyalist Rejimin İskan, Toprak Kanunu olan Erbhof Kanunu'ndan neredeyse aynen alınmış düşünce ve hükümlerdir.'

Fırtına burada kopar.

80 YILDIR CHP’YE YAPILAN ELEŞTİRİNİN ARDINDAN YATAN GERÇEK
Adnan Menderes ve arkadaşlarının önce Nazi sonra Komünist rejim benzetmesi hükümeti çılgına çevirir, büyük kavganın seksen yıl aralıksız sürecek popülist sloganları böylelikle ortaya çıkar, Nazi CHP, Komünist CHP.

Sonra Menderes, kamulaştırmanın vergi beyanı üzerinden yapılmasını eleştirir ve şu cümleleri kurar: 'bu, bazı hallerde bir dönüm toprağın cebinizdeki bir keten mendil pahasına kamulaştırılması demektir..'

Ankara vekili Hıfzı Oğuz Bekata, Menderes'e şöyle cevap verir: 'Bu tasarı ile mülkiyet rejiminde değişiklik yapılmadığını, mülkiyet yapısında, yani arazi dağıtımında değişiklik istendiğini, bir yanda çok büyük arazi sahipleri ve öte yanda hiç toprağı olmayan vatandaşlar bulunduğundan bu durumun düzenleneceğini, çünkü Türkiye'deki rejimin belli bir sınıf ve zümreye değil de bütün Türk halkına dayandığını, Türk milletinin sınıfsız ve imtiyazsız bir toplum olduğunu, vatanın acılarına eşit olarak katlanan vatandaşların geçim kolaylığı olanaklarından da eşitçe yararlanması gerektiğini...'

Nazi ve komünist benzetmesine karşılık Kütahya vekili Alaeddin Tiridoğlu şunları söyler:

'Türk devrimi ve Cumhuriyet Halk partisi, tarihi boyunca, hiç bir yabancı sistem ve ideolojiden yardım görerek önümüze kanun tasarısı getirmemiştir. Bu kanun ebedi şef Atatürk'ten başlayarak Milli Şef İnönü tarafından ve gelip geçmiş başbakanlarımızca Cumhuriyet Halk Partisi'nin büyük kurultaylarında, türlü vesilelerle 'Türk köylüsü efendimizdir, onu toprak sahibi yapacağız' denilerek açıkça millete söz verilmiştir. Bu tasarının görüşülmesinde iki zihniyetin çarpıştığı görülmektedir. Birisi toprak mülkiyetinde statükoyu korumak, diğeri de başkalarının topraklarında çalışanları o toprakların sahibi yapmak.'

Tarım Bakanı da Nazi komünist benzetmesine çok bozulur, şöyle cevap verir:

'Önümüze gelen tasarı sırtında gömleği zor bulunan ve bu benimdir diyecek temelli bir şeyi bulunmayan Türk köylüsünü toprak sahibi yapmak istiyor. Hiçbir yerden taklit edilmemiştir. İmparatorluk yıkıldıktan sonra bu memlekette yapılan devrimlerde taklit yoktur. Yapılan büyük işlerin hepsi milletin zorunlu ihtiyaçlarından doğmuştur. Biz başka ülkelerden bilgi alırız metot alırız ama ruh almayız. Yaptıklarımızın ruhu daima bizim ruhumuzdur. Türk olan bir yasaya 'Nazi tasarısı' demek anlaşılacak şey değildir. Bunu ayıp sayarım.'

Başbakan Şükrü Saraçoğlu Nazi komünist benzetmesine şöyle cevap verir:

'İki arkadaşımızdan birine göre bu kanunla yaptığımız iş Bolşevikliktir. Ötekisi de bu kanunu Nazi sistemine benzetti. Bunlar da gösteriyor ki yaptığımız kanunda yalnız Türk kokusu vardır...'

Tartışmalar çok uzundur ve yıllarca sürmüştür, detayları Google ortamında dahi onlarca kitap içinde bulunabilir, işte Türkiye'de gerçek çok partili hayat bu tartışmalarla başlamış oldu.

Toprak Reformu Kanunuyla kızıl kıyamet koptu, bu yasayla Türkiye'de siyaset değişti dengeler değişti ve henüz tam hazırlık yapmadan 1946 seçimlerine gidildi ve Demokrat Parti 61 vekil kazandı, ancak, reformun Anadolu'daki akisleri çok büyük oldu ve ağalar büyük toprak sahipleri muhalefetin arkasına geçti.

Öyle ki İsmet İnönü'nün gözü korktu ve 1947'de Tarım Bakanlığı'na 40.000 dönüm toprağı olan Mersinli bir toprak ağasını getirdi. Ve devamında Toprak Reformu Yasasının hükümete kamulaştırma yetkisini veren 17. maddesini kaldırdı, ve Toprak Reformu yasası meclisten yasalaşıp çıktığı halde 'uygulanamayıp' tarihin tozlu sayfalarında kaldı.

Toprak Reformu kanunun en kısa özeti budur.

Değerlendirmeye geçelim.

GERÇEK SOY KÜTÜĞÜNÜZÜ TAPU DAİRESİNDE ARAYIN
Yukarıdaki meclis tutanaklarından en çok 'köksüz kitleler' cümlesine odaklanın.

Bugünlerde gençler soy kütüklerini nüfus idaresinde arıyor, değil, gerçek soy kütüğünüzü tapu dairesinde arayın.

Doğan Avcıoğlu'nun 'sol kemalistler' diye tanımladığı Köy Enstitüleri ve Toprak Reformu taraftarı CHP'lilerin bu öngörüleri doğru çıkmıştır.

Aradan geçen seksen sene, Türkiye Cumhuriyeti'ni ve hukuk kurumlarını yıkan malum cemaatler aşiretler tarikatlar etrafındaki bu köksüzler sağcı partilerin oy deposu olmuşlardır.

Bu 'köksüzler' öngörüsü bugün doğru çıkmıştır, hiç üretim yapılmayan bir kaç emekli yaşlının yaşadığı on binlerce köyümüz ve sonuç ot ve et ithaliyle yaşayan bir ülke haline geldik.

Dünya coğrafyasının en bereketli toprakları üstünde nohut, mercimek, buğday, arpa, yulaf, pancar, gibi en temel ürünlerin doğal ekimini dahi yapamıyor, çay, tütün, üzüm, fındık gibi ürünlerimizi seksen yılın sağcı hükümetlerinin marifetiyle bugün hem marka hem milli haline getiremedik, sonuç, yabancı sigara serbest, Türk tütünü satmak yasak.

Sonuç: iletişim ve ulaşımın bunca ilerlemesine rağmen köylerimize çoban bulamıyoruz

Topraksız köksüzler şehre indiler hemşehri oldular o tarikattan bu cemaatten oldular, Menderesci, Demirelci, Özalci, Tayyipci, FETÖ’cü, Erbakancı, Türkeşçi ya da Apocu oldular.

Sonuç, kendi karnını doyurmayı beceremeyen mesleksiz köksüzler cemaatler tarikatlar hemşehri dernekleriyle siyasetin merkezi siyasetin her şeyi haline geldi.

Silahlı kuvvetler, hukuk kurumları, meclis, köksüzlerin naçar sığındığı cemaat ve tarikatların yuvası haline geldi.

Köksüz kitleler kendilerine FETÖ'yle Apo'yla 'kök' aramaya başladı.

Köksüz kitleler Abdülhamit'i, vatan haini Vahdettin'i, ingiliz ajanı İskilipli Atıflar'ı, Seyit Rızaları kendi kök'ü olarak görmeye başladı.

Yetmedi, sağın bütün şubeleri, sol liberaller, neoliberaller, muhafazakarlar İslamcılar, sağcılar, 'yerli malı' haftasıyla bitmez tükenmez bir küstahlıkla seksen yıldır dalga geçip eğlendi.

Tek Parti dönemiyle dalga geçmek Köy Enstitüleri ve Toprak Reformunu savunan kadroları 'ırkçılıkla' suçlamak başta sol liberaller liberalizmin bütün şubelerinin günlük sporu haline geldi.

KARNINI KENDİ DOYURAN PROJESİ OLMAYAN BİR MİLLET SONUNDA BAŞKALARININ PROJESİNE ASKER OLMAYA BAŞLADI
Tek Parti döneminin onca kıtlığa ve karneye bağlanmış ekmeğe rağmen biriktirdiği bütçeyi iktidarının ilk dört yılında har vurup harman harcayan Menderes'in bu hazır yediği ilk dönemi 'kahramanlaştırmak' bütün sağ partilerin yazarların bütün liberallerin milli marşları haline geldi.

Sonuç, topraksız fabrikasız öğretmensiz köylümüze din iman inanç siyaseti yapmak seksen yılın mucize siyasi başarısı haline getirildi.

Toprak reformuyla toprak ağalarının ellerinden toprakları vergi beyannamesiyle ucuza alınacak diye mesela o gün ayağa kalkanlar, seksen yıldır bu ülkede, onlarca baraj, yol, köprü yapılırken keyfi kamulaştırma bedellerini tek bir gün konuşmamış yazmamışlar gündeme manşete hiç bir zaman getirmemişlerdir.

Kendi üretimi kendi toprağı karnını kendi doyuran projesi olmayan bir millet sonunda başkalarının projesine asker olmaya başladı. Köksüz kitleler Halep'te tarihimizde ilk defa Haçlı ordularının yanında Müslümanları Müslümanlara kırdırdı.

Sonuç, bu toprağın milli kahramanları Atatürk'e İnönü'ye seksen yıldır dil uzatıp halen ekranlarda eğleniyorlar, Çanakkale'yle dahi dalgamızı geçtik, bayrağımızı, cumhuriyeti ve yurttaşlık ve bağımsızlık değerlerimizi işte bunlar 'ırkçı kemalistler' diye çürüttük, dinsizlikle kafirlikle suçladık, camiler kerhane yapılmış camilere ahır yapılmış safsataları halen bu köksüzlerin tek bildikleri en iyi bildikleri siyaset tarzı olarak bu ülkede hala oy topluyor.

Sonuç, Köy Enstitüleri ve Toprak Reformunu bugünün yeni CHP'lileri dahi savunamaz konuşamaz oldu, onlar dahi köksüzlerin sürüklendiği etnik vatandaşlığa parti programında sahiplenir oldu.

Ve, yurttaşlık, hukuk, meclis derken 2018 yılı itibariyle 'cumhuriyet' kazanımı diyebileceğimiz son baltayı şeker fabrikalarına indirdiler.

Sonuç: ve ülke cumhuriyet hiç kurulmamış ve hiç olmamış gibi Abdülhamit'in kaldığı yerden mutlak idare yönetimi yeniden başladı.

Köksüzler seksen yılda seksen büyük zafer kazandı, bugün, ne köyümüz ne meclisimiz ne toprağımız ne milli ürünümüz ne milli aydınımız ne de anlaşabileceğimiz ortak bir tarihi ve ülkümüz kalmadı.

Marshall Truman yardımları almak için Kore'ye asker gönderip NATO'ya girmek için bin takla atan bu köksüzler.

BOP Başkanı olup Amerikan savaş makinesinin Irak'ta milyon insanı öldürmesine nezaret eden bu köksüzler.

Ve gördü yaşadı bu ülke, bu köksüz kitleleri AB'ye cennete giriyoruz diye oyalayıp kandırmak ne kadar kolaydı.

Bu köksüz kitleleri Osmanlı'yı kuruyoruz diye oyalayıp kandırmak ne kadar kolaydı.

Ve, insanın en ağrına giden, kurtuluş savaşını veren acıları çeken bu toprağın sahibi efendisi sizsiniz, biz de bu toprakları sizlere bölüştürüp 50-500 dönüm toprak veriyoruz diye yasa çıkartan Tek Parti'ye, tam seksen yıldır aralıksız, köylüyü halkı küçümsüyorlar aşağılıyorlar iftiralar atan bu köksüzler.

Köksüz kitleleri işte başınızı örtüyorsunuz artık 'özgürsünüz' diye oyalayıp kandırmak ne kadar kolaydı, oysa gerçek: sadece Ankara'da otuz tane Starbuck kafe ve taşralı kızların çalıştığı üç yüzün üstünde masör salonu.

Gerçek: ordusu hukuk kurumları dahi yıkılıp tasfiye edilirken FETÖ'yü AKP'yi özgürlükler geliyor diye alkışlayan işte bu köksüzler.

Gerçek. adları: şef, müdür, hoca, reis, bürokrat kadrolarında cirit atan mesleksiz sadece onun bunun adamı o bu tarikatten milyonlarca insan.

Gerçek: üretimden katma değerden milli değerlerden yurttaşlıktan eşitlikten bölüşümden tek satır yazmamış anlamamış binlerce yandaş yazar ve milyonlar artık tek bir kişiye güveniyor: Tayyip Erdoğan.

Ülke, bütçe, denetim, polis, asker, kurum, üniversite, meclis, siyaset, her şeyin sahibi, Osmanlı saltanatı gibi artık 'mülkün' sahibi Tayyip Erdoğan.

Maaşına güvenen, işine güvenen, toprağına güvenen ve itiraz edecek gücü kendinde bulabilen kimse yok!

Nihat Genç // 27.02.2018