Prof. Dr. ATA
ATUN
Artık ülkeleri
ele geçirme teknikleri o denli gelişti ki, bir ülkeyi içten fethetmek, askeri
harekat ile fethetmekten daha kolay, daha ucuz ve daha -insani- kayıpsız hale
geldi.
1963 yılında
katledilen John F. Kennedy, suikastten önceki son konuşmasında, bundan tamı
tamına 54 yıl önce üst aklı ve vekalet savaşlarını aşağıdaki gibi
tanımlamış;
"Dünyanın
her yerinde devasa ve amansız bir gizli yapı tarafından durdurulmak
isteniyoruz. Bu yapı nüfuz alanını genişletmek için örtülü araçlara dayanıyor:
işgal yerine sızmaya, seçimler yerine ayak kaydırmaya, özgür tercih yerine
yıldırmaya, gündüzün orduları yerine gecenin gerillalarına güveniyor. Bu öyle
bir sistem ki ince ince örülmüş, çok etkili bir makinenin inşasına bolca insanî
ve maddî kaynak tepiştirmiş durumda. Bu makine ise askerî, diplomatik,
istihbarî, ekonomik, bilimsel ve politik operasyonları birleştirmekte.
Hazırlıkları yayınlanmıyor, gizleniyor. Hataları manşete çekilmiyor, gömülüyor.
Muhalifleri övülmüyor, susturuluyor. Hiçbir harcama sorgulanmıyor, hiçbir
söylenti gazetede haber olmuyor, hiçbir sır ifşa edilmiyor."
Kesnizani de
John F. Kennedy’in bahsettiği gizli yapının, bölgemizde PKK ile
başlayan ve gittikçe gelişen vekalet savaşlarını uygulamakta çok başarılı olan
Üst Akıl ve Dış Güçler tarafından yapay olarak yaratılmış tarikat görünümlü bir
örgüt. Bu Üst Akıl ve Dış Gücün kimler olduğunu söylemeye gerek yok. Kim
oldukları ve kaç tane oldukları zaten belli.
Kesnizani,
Kürtçe’de "Ben hiçbirşey bilmiyorum" manasında olup,
Süleymaniye civarında bir Kürt aşiretinin adı. Bu örgüt bizlere çok yabancı.
Basınımızda veya da günlük hayatımızda faaliyetleri neredeyse hiç yer almadı
ama gerçekte Saddam’ı deviren, Irak’ı içten kemirerek bitiren FETÖ benzeri
bir kuruluş. Buna tarikat da diyebilirsiniz, örgüt de.
Amerikan
tanklarının 9 Nisan 2003 günü Bağdat’a ellerini kollarını sallayarak
bir tek mermi atmadan girmesinin perde arkasında Kesnizani yatıyor. Dönemin en
gelişmiş MIG savaş uçaklarını ABDordusuna karşı kullanılacağına,
çölün engin kumlarının altına gömülmesinin emrini veren de Kesnizani üyeleri
Generaller.
Kesnizani
Tarikatı’nın başı Şeyh Muhammed Kesnizani. Kesnizani’nin adları Gandhi ve Nehru
olan 2 oğlu bulunuyordu. Gandhi 1980’li yıllarda meçhul bir
cinayete kurban gitti. Kesnizani Şeyhi Muhammed, özellikle Körfez Savaşından
sonra stratejisini tekrar gözden geçirip Saddam’a yöneldi. Saddam’ın karısı
Sacide Hayrullah, maç kaybettikleri için futbolcuları falakaya yatıran oğlu Uday,
Saddam’ın kardeşleri Vatban ve Barzan, Saddam’dan sonra gelen devletin ikinci
adamı İbrahim İzzet El- Duri, Genelkurmay Başkanı Mareşal Ayat Fetih El-Rayi,
Hava kuvvetleri komutanı Mareşal Hamid Shaban, Umumi Askeri İstihbarat Başkanı
Mareşal Vefik El-Samahrayi ve istihbarat birimi El Muhaberat’m elemanları Şeyh
Muhammed Kesnizani’nin ayağını öpüp tarikatın müridi olmuşlardı. Saddam’ın
ağzından çıkan her kelime anında Tarikat Şeyh’inin oğlu Nehru’ya, oradan
babasına, babasından da Üst Akıl’a gidiyordu.
Üst Aklın bir
parçası Bağdat’ı işgal etmekten vazgeçince, diğer parçası kolları sıvadı ve
Kuzeydeki Kürtlerle sıkı ilişkiler kurabilmek için Kesnizani vasıtası ile
Irak’ı 3 parçaya bölmeyi başardı. Üst Akıl Güneyde Şii’lere, Merkezde
Irak Devletini elinde tutsan Araplara ve Kuzeyde de Kürtlere kendi bölgelerinde
kendi yönetimlerini kurdurdu. Her üç yönetim de şimdi Üst Aklın akıttığı
Dolarlarla Üst Aklın uşağı olmuş durumda.
Bu üçlünün
arasında, Kuzeydeki Kürt Yönetiminin bağımsızlığını ilan etmesi Üst Aklın
ikinci yarısının, bölgede kendisine akraba ve destek olacak bir devletin
kurulması işine gelen hedefi Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devleti
kurulması…
Hep birlikte
göreceğiz bu yöndeki gelişmeleri…
***
Prof. Dr. ATA
ATUN
Mağusa Lefkoşa
yolu üzerindeki bir köyün ilkokulunda yaşananlar ibretlik boyutlarda.
Öğretmenlerimize
kim öğretiyor bu bilgileri, kim veriyor bu “Çocuklarımızın beyinlerini yıkama
stratejisini” gerçekten artık merak etmeye başladım.
2002 yılında,
Annan Planı öncesinde Rumlardan yediğimiz sayısını unuttuğum bir kazıkla “Yakın
Tarihimiz ile Soykırım yılları ve Kurtuluş Mücadelemiz” öğretim müfredatın
çıkarılırken, Rumlar tarihlerinin tek bir kelimesini bile müfredatlarından
çıkarmamıştı. Sonucunda, Rum tarafında ülkelerini seven, kendilerini yüzde yüz
Helen (Yunanlı) addeden nesiller yetişirken, bizde de uzun vadede sonucunun
alınacağı bir strateji ile KKTC’ye inanmayan, Türkiye düşmanlığını marifet
sayan ve kendilerini Türk saymayan nesiller yetişmeye başlatılmıştı.
KKTC devletinden
maaş alan ve çocuklarımızın kafalarına KKTC aleyhine gerçek olmayan bilgileri
sokan eğitim sistemi ve elemanları gözden geçirilmelidir. Çocuklarımızı, kendi
ideolojileri doğrultusunda ders saatinde zehirleyen kişiler de bu ülkenin
eğitim sisteminde yer almamalıdır. İsteyen, meraklı olan, hodri meydan, çıksın siyaset
meydanına ve aday olsun. Kazanırsa, kazanabilirse Meclise girer, kürsüden de ne
isterse mertçe söyler. Gizli gizli dört duvar arkasında, öğrencilerin öğrenim
hakkını suiistimal ederek kendilerine verilen görevi ihmal edip, müfredat
dışına çıkarak çocuklarımızı kendi fikirleri doğrultusunda zehirleyen kişiler
eğitim sistemimizden ayıklanmalıdır.
Hangi dersin
içeriğinde "ben Rum tarafına geçtim. Orası çok güzel ve gelişmiş. Buradaki
gibi çöpler yok. Yolları çok geniş. Ülkemiz birleştiğinde tüm kapılar açılacak,
bizim burası da orası gibi olacak ama bunun için Rumlara toprak vermemiz
gerekiyor. Onların toprağını aldık, hem onların nüfusu bizden çok" bilgisi
var sorarım. Sınıftaki minicik çocuklarımızın beyinlerini bu tür yalan ve
safsata ile zehirlemeye kimin hakkı var onu daha çok merak ediyorum.
1950-1974
yılları arasında yaşadığımız soykırımdan bahsetmeyen, Türklere, içinde çocuk
sütü ve maması dahil 38 farklı malın satışını yasaklayan Rumlardan bahsetmeyen,
günümüzde yaşadığımız ambargoların 1963 yılında Rumlar tarafından
başlatıldığını ve o günden beridir de ambargolar altında yaşadığımızı
söylemeyen bazı kişiler, Rumları ve Rum tarafını övmeyi ve cazip göstermeyi
marifet sayıyorlar. Belli ki bu yönde eğitilmişler, öğretilmişler, maddi
menfaate bağlanmışlar ve çocuklarımızı da açıkça zehirliyorlar.
Niye
okullarımızda Din dersi, bu konuda uzman olan İlahiyat Fakültesi mezunu kişiler
tarafından verilmiyor da çocuklarımızı zehirlemeyi kendilerine işar edinmiş
bazı kişiler tarafından veriliyor bunu da anlamıyorum. Din dersinde kendi
dinimiz olan İslam ile ilgili içerikli ve doğru bilgiler vermek yerine "Hazreti”
kelimesini kullanmadan “İsa Peygamber bu, Muhammed bu, diğer peygamberler de
bunlar. Ama ben hiçbirine inanmıyorum. Allaha da inanmıyorum, ben ateistim"
diyen bir kişi, dua bilmeyen, hayatında hiç camiye gitmemiş, namaz kılmayı
bilmeyen, Fatiha süresini bile söyleyemeyen bir kişi, nasıl olur da dinle
ilgili bilgi verir anlamak mümkün değil.
Anlayamadıklarımın
yanında çok iyi anladıklarım da var; Mesela, İlahiyat Kolejine niçin karşı
olunduğunu, niye yaz döneminde Kuran Kurslarının verilmesine karşı çıkıldığını,
niye üniversitelerimizin Öğretim Öncesi ve İlkokul Öğretmenliği bölümlerinin
açılmasına cansiperane bir şekilde karşı konulduğunu, niye Atatürk Öğretmen
Akademisinin Lefke Avrupa Üniversitesi ile ortak eğitime başlamasına karşı
çıkıldığını şimdi çok daha iyi anlıyorum. Yıllardır genç beyinlerin içine zehir
akıtma, Türklükten uzaklaştırma, farklı bir kimlik kazandırma ve milli şuuru
yok etmek uygulamalarının son bulmasını istemedikleri için canla başla karşı
çıkıyorlar, önce 1987 yılında içeriği ve amacı değiştirilen, sonra da 15 Temmuz
1996 tarihinde tadil edilen bir yasanın arkasına sığınarak.
Aklıma Lord
George Nathaniel Curzon geldi. Avrupa Devletleri adına 24 Temmuz 1923 tarihinde
Lozan Anlaşmasının altına imza koyan İngiliz siyasetçi. Lozan Anlaşması
imzalandıktan sonra İngiltere’ye geri dönen İngiliz Delegasyonu Başkanı Lord
Curzon’a Avam Kamarasında, Temsilciler Meclisi üyeleri tarafından Türkiye ile
anlaşma imzalayarak Türkiye Cumhuriyeti’nin fiilen tanınmasının kapısını açtığı
için sözlü olarak saldırılmış, fena halde aşağılanmış ve yerden yere
vurulmuştu. Temsilciler Meclisinin tüm üyelerini aşağılayıcı konuşmalarını
sabırla dinleyen Lord Curzon, konuşmalar bittikten sonra kürsüye çıkmış ve “Asıl
bundan sonraki Türkler bir daha eski şan ve şöhretlerine kavuşmayacaktır. Zira
biz onları maneviyat ve ruh cephelerinde söndürmüş bulunuyoruz” şeklinde cevap
vermişti.
Şimdi aynı oyun
bizde oynanıyor. Evlatlarımız, gencecik beyinlerimiz, din düşmanlığı ile
doldurulmakta, Milli şuurumuz ve Türklük benliği yok edilmekte ve KKTC ile
Türkiye aleyhtarı bir nesil yetiştirilmesine çalışılmaktadır.
Anayasamız
acilen değiştirilmeli ve bu tür KKTC’ye inanmayan, Rumları şirin gösterip
Anavatan Türkiye düşmanlığı yapan, çocuklarımızı dinimizden uzaklaştırmak için
elden geleni ardına koymayan, Rum tarafından, AB’den ve ABD’den dernekler
kanalı ile menfaat sağlayan tüm kamu görevlilerinin işine son verilebilmesinin
önü açılmalıdır. Zira, biz Kıbrıslı Türkleri yok edişe götürmenin zemini
ustaca hazırlanmakta.
***
Prof. Dr. ATA
ATUN
Kıbrıs konusunun
ilginç bir aşamaya geldiği kesin.
Özellikle de Rum
tarafında ne yapılacağına ve neler yapılması gerektiğine dair büyük bir karmaşa
hakim. Rum liderlerin her birinin ağzından farklı bir ses, farklı bir yorum
çıkıyor.
Crans Montana
sürecinde BM genel Sekreteri Guterres’in sunduğu çerçeve anlaşmasını Rum
siyasilerin kimi olumlu buluyor, kimi de olumsuz.
Gerçekte
Rumların ve Yunanlıların, Guterres’in taraflar sunduğu çerçeve anlaşması içinde
yer alan 6 maddenin birincisine “Garantiler,
Garantörlük ve TSK’nın adadan çekilmesi” maddesini koydurması onlar
açısından büyük bir başarı. Yıllardır kırmızı çizgi olarak belirtilen ve son 42
yıldır bırakın masaya konmasını, tartışılmasına bile izin verilmemiş olan “Garantiler, Garantörlük ve Kıbrıs adasındaki TSK’nın
varlığı” şimdi maalesef BM’nin teklif ettiği çözüm öneri paketleri
içinde yer almaya başladı.
Cumhurbaşkanı
Sözcüsü Barış Burcu’nun KKTC’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bitmesi
sonrasındaki ilk haftalar içinde yaptığı “Garantiler Tabu değildir” açıklaması,
bugün “Garantiler, Garantörlük ve Kıbrıs
adasındaki TSK’nın varlığı” konusunun masaya konmasına, tartışmaya
açılmasına ve BM’nin Kıbrıs müktesebatı içinde yer almasına yol açtı. Artık bir
daha bu üç konu BM’nin Kıbrıs müktesebatının dışına çıkarılamaz. Rumlar bu üç
konuyu BM’nin müktesebatı içine çekmek için 42 yıl uğraştılar ve başaramadılar
ama bizim Cumhurbaşkanımız ve Sözcüsü, karşılığında Rumlardan hiçbir taviz
almadan, hiçbir kazanım elde etmeden sadece bazı kişi ve kesimleri memnun etmek
amaçlı bu açıklamayı yaptılar ve şimdi biz bunun ağırlığı altında eziliyoruz.
Meraklıları,
aramızdaki nesebi bozuklar, Rumları melek olarak tanıtmaya çalışanlar ve egemen
ve özgür bir KKTC’de yaşamak yerine Rum idaresi altında azınlık olarak yaşamayı
tercih edenler, hiç üşenmesinler ve 1950 - 1974 yılları arasındaki gazeteleri
okusunlar. Söz konusu gazeteler KKTC Meclisinin internet sitesindeki gazete
Arşivi’nden indirilebilir veya Lefkoşa Merkez Kütüphanesinde ve Girne’deki
Milli Arşivinde de gazetelerin orijinallerinden okunabilir.
Bugün KKTC’de
1958 yılında ve 1974 sonrasında Türkçeleştirilen yer isimleri, eski Rumca
isimlerine dönüştürülsün demekten çekinmeyen nesebi bozukların Osmanlı
döneminden kalan 384 yıllık yer isimlerinin 1950-1955 yılları arasında,
Türklerin protestolarına rağmen yerel yönetimlerde çoğunluk oylarını oluşturan
Rumlar tarafından nasıl değiştirdiklerini okumaları ve öğrenmeleri
gerekmektedir.
1960 yılından
beridir Uluslararası kurallara uygun olarak elimizde tuttuğumuz “Türkiye’nin
garantörlüğü”, 1960 Anayasasının EK I, Madde 4.ünde yer alan “Türkiye’nin fiili
müdahale hakkı” ve 1974 yılında adaya ayak basarak tüm Kıbrıslı Türklerin
canını kurtaran ve aradan geçen 43 yılda güvenliğimizi sağlayan “ ürk Silahlı
Kuvvetlerinin adadaki varlığı”nı hiçbir koşulda tartışmamamız ve
değiştirmememiz gerekmektedir.
Böylesi bir
değişikliğin sonucunda ne olacağını kestirmek güç değil. Canlı örneği Girit
adasının durumu önümüzde. Merak edenler “Girit Faciası”nı okuyarak,
KKTC’de “Garantiler, Garantörlük ve Kıbrıs adasındaki TSK’nın varlığı”
olmaması durumunda başımıza nelerin geleceğini net bir şekilde
öğrenebilirler….
Ata bey, bu yazdıklarınızın tek cevabı, yöneticilerin Türk olmadıkları. Eğer gerçekten Türk olsalar, bu söylediklerinize müsaade etmezler. Satılmış ve kanı bozuk insanlar, emperyalist güçlerin hegemonyasında sinesice hareket ediyorlar. Mustafa Kemal Atatürk'e sıkı sıkı sarılmamız ve ülkeye zarar yönetim kadrosunu Türkleştirmek gerek. Yoksa gittikçe çok şeyler kaybedeceğiz.
YanıtlaSil