TANRI'NIN, AZGIN BİR TOPLUMA VERECEĞİ EN BÜYÜK CEZA!..
CEMAL TUNÇDEMİR [AMERİKA BÜLTENİ, Türkçe Amerika Gazetesi]
1968 yılında ABD Başkanı seçilen Richard Nixon, anayasal başkanlık yetkilerini
en fazla istismar eden ABD Başkanı olarak tarihe geçti. 1972 yılında ikinci kez
seçilmek için mücadele verdiği seçim kampanyası sadece meşru faaliyetlerden
oluşmuyordu. Devletin imkanlarını kendisine seçim kazandırmak, muhaliflerini
sindirmek için kullanmaya başladı. Bu eylemlerinden biri de Demokrat Parti’nin
genel merkezine dinleme cihazı yerleştirtmekti. Seçimden yaklaşık 5 ay önce 17
Haziran 1972 akşamı Watergate İşhanında bulunan Demokrat Parti merkezine
girmeye çalışan 5 kişi tesadüfen yakalandı. Nixon yönetimi tüm yetkilerini ve
devlet imkanlarını istismar ederek konuyu örtbas etmeye çalıştı. Ancak iki
kurumun, medya ve yargının ilkeli duruşu, devlet gücünü kişisel kariyer
hizmetinde çekinmeden kullanan bu politikacıya dur diyecekti.
Nixon, Watergate skandalının patlamasından birkaç ay sonra
1972 Kasım ayındaki başkanlık seçimini çok açık bir farkla bir kez daha
kazanmanın da verdiği özgüvenle, Watergate soruşturmasını yürüten hukuka ağır
bir müdahalede bulundu. 20 Ekim 1973 Cumartesi günü gerçekleşen ve Amerikan
tarihine ‘Cumartesi Gecesi Katliamı’ olarak geçen müdahalede, Nixon önce Adalet
Bakanı Elliot Richardson’a, Watergate soruşturmasını yürüten ve bu soruşturma
kapsamında Beyaz Saray Oval Ofis’teki konuşmaların tapelerini talep eden savcı
Archibald Cox’u görevden alması talimatı verdi. Ancak Nixon’un kendi adalet
bakanı anayasaya aykırı bu talimatı yerine getirmeyi reddetti. Bakanı görevden
alan Nixon yerine atadığı Bakan Yardımcısı William Ruckelshaus’a
verdi bu kez. Ancak Bakan Yardımcısı Ruckelshaus da anayasaya aykırı
bu talimatı reddetti. Nixon, birkaç saat içinde onu da görevden aldı.
Bütün gün Adalet Bakanlığı kadroları arasında savcı Cox’u görevden alacak bir
yetkili araştıran Nixon, ancak bakanlık müşavirlerinden Robert Bork’a bunu
yaptırabildi. Fakat bu son derece cüretkar anayasa ihlaline rağmen hukukun işlemesine
yine engel olamadı. Çünkü soruşturmaya atanan yeni savcı Leon Jaworski de hukuk
ve yasalardan yana durarak soruşturmayı derinleştirdi ve tapelerin derhal
gönderilmesini istedi.
Kendi atadığı yargıçlara güvendi ama!…
Nixon’ın avukatı mahkemede, ‘Başkan, seçildiği 4 yıllık
görev sürecinde Fransa Kralı Lui gibi dokunulamaz güce sahiptir. Ve bu konumu
nedeniyle, azil mahkemesi hariç hiçbir mahkemeye hesap vermez’ savunması yaptı.
‘Bu yasaldır çünkü Başkan yaptı’ şeklinde formüle edilen bu mantık, bugün
Amerikan politik ve hukuk tarihinin kara cümleleri arasında anılıyor. Yargıç
Sirica, Nixon’un bu savunmasını reddetti ve tapelerin derhal mahkemeye
sunulmasını talep etti. Nixon bu kez de ‘devlet sırrı’ gerekçesini öne sürdü ve
Yüksek Mahkeme’ye temyiz başvurusunda bulundu. 9 üyeli Yüksek Mahkemenin 3
üyesini Nixon atamıştı bir üyesi ise eski bir mesai arkadaşıydı. Ancak hiç
beklemediği bir karar çıktı. Yüksek Mahkeme oy birliğiyle ‘devlet başkanının
mutlak sorumsuzluğu’ ve ‘devlet sırrı’ gerekçelerini reddetti ve Nixon’dan Oval
Ofis tapelerini mahkemeye sunmasını istedi. Bu karar, ABD’de yargı
bağımsızlığının en parlak örneklerinden biri olarak tarihe geçti.
Bir devleti demokratik bir devlet yapan unsurların başında
görülen ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinin fikir babası Montesquieu’dur. Kuvvetler
Ayrılığının teoriden uygulamaya geçip kurumsallaşması ise tarihte ilk kez ABD
Yüksek Mahkemesinin bir kararı ile oldu. Mahkemenin 1803 yılında, ‘Marbury v.
Madison’ adıyla bilinen davada aldığı karar ABD’de yargı ile devlet başkanlığı
arasındaki sınırları çizerek bugüne dek gelen uygulamayı başlattı. Dönemin
mahkeme başkanı John Marshall, kararı açıklarken, ‘Amerikan devleti anayasal
bir devlettir, şahıs kararları devleti değil’ diyecekti.
Amerikan anayasa yapıcılarının, yeni devlete şekil verecek
1787 Philadelphia Anayasa Kongresinde tartıştıkları konulardan biri de Yüksek
Mahkeme üyelerinin ve federal yargıçların nasıl seçileceğiydi. Temel ilkeleri
olan ‘denge ve kontrol’ sistemine uygun bir yöntemde uzlaştılar. Yargıçları
başkan aday gösterecek, Senato adayları dinleyip sorguladıktan sonra
onaylayacaktı. Senato onayı ile göreve başlayacak yargıca görevine başladıktan
sonra dokunmak ise mümkün olmayacaktı. James Madison, ABD Anayasası ilan
edildikten kısa süre sonra Anayasa’ya dahil edilecek ve sonradan ‘Haklar
Bildirgesi’ diye anılacak ilk 10 ek maddeyi Kongre’ye sunduğu günlerde, 51’nci
Federalist:
Makalede şöyle yazacaktı:
“Bağımsız yargı, kendisini bu hakların en öncelikli
koruyucusu görecek. Yasama veya Yürütme gücünün bu haklara dokunmaya dönük her
türlü girişimine karşı aşılmaz bir siper olacak. Anayasa tarafından ilan edilen
temel haklara her el uzatıldığında direniş sergileyecek.”
ABD anayasasının yapıcılarından Alexander Hamilton ise
Federalist Makalelerin 78’incisinde, “Yargı, diğer iki erkin yani yasama ve
yürütmenin her türlü etkisinden bağımsız değilse ülkede özgürlük asla söz
konusu olamaz” diye yazacak ve ekleyecekti:
“Özgürlüğün, yargı bağımsızlığından korkacağı hiçbir şeyi
yok. Ama yargının devletin diğer iki erki ile birleşmesi halinde
özgürlük korkması gereken her şeye sahip hale gelir.”
ABD’de hem Yüksek Mahkeme üyeleri hem de federal yargıçların
bağımsızlığını korumak için, ‘ömür boyu görevde kalma’ ve ‘özlük haklarında
aleyhte düzenleme yapılamaması’ garantisi getirildi. ABD’de, başkanın,
Kongre’nin veya bir başka merciin bir hakimi verdiği karardan dolayı görevinden
azletmesi, -ki devlette doğuracağı katastrofiye atıfla buna ‘nükleer seçeneği’
deniyor-, söz konusu bile olamaz. Yaklaşık 230 yıllık Amerikan tarihinde sadece
13 yargıcın Temsilciler Meclisinde azli yeterli oya ulaştı ve bunlardan da
sadece 8’i Senato tarafından onaylanarak kesin azle dönüştü. Bunların da
tamamı, yargıcın rüşvet aldığı veya yemin altında yalan konuştuğu gibi kesin
ispatlanmış yasadışı fiilleri nedeniyledir.
Kendisini seçen politikacıya değil, hukuka bağlı
Bugün Amerikan federal yargısında bölge mahkemeleri ve bölge
temyiz mahkemelerinde 874 federal yargıç görev yapıyor. Yüksek
Mahkeme ise 9 üyeden oluşuyor. Bütün bu yargıçlar atandıkları görevde ömür boyu
kaldıkları için, tek bir başkanın veya partinin ülkenin yargısına şekil verme
şansı teknik olarak imkansızdır.
Yüksek Mahkemeye seçilen üyeler, kendisini seçen ABD
başkanına mutlak bağlılık sergilemez. Yakın yıllarda kendi isteğiyle emekliye
ayrılan Yüksek Mahkeme üyesi Jean Paul Stevens, “bir yargıcın kariyerinin
politik yönü, adaylığının Senato’da onaylandığı gün biter, bitmelidir” diyerek
Yüksek Mahkeme üyelerinin düşünce sistematiğini sergiliyordu. Bu durum birçok
ABD başkanının mahkemeye kendi atadığı isimlerin aleyhlerinde kararlarıyla
yüzleşmelerine nedendir.
Cumhuriyetçi Başkan Dwight Eisenhower’ın, “hayatındaki en
ahmakça kararın” mahkemeye Earl Warren’ı ataması olduğunu söylemesi meşhurdur.
1950’li yıllarda mahkemenin başkanı da olan Warren dönemi, mahkemenin
tarihindeki en özgürlükçü kararlarından bazılarını art arda aldığı bir dönem
oldu. Eisenhower’ın mahkemeye atadığı ikinci isim olan William Brennan ise bu
kararlarda Warrren’ın en büyük yardımcısı olurken, Eisenhower’ın da ‘ikinci en
ahmakça kararı’ olarak tarihe geçti. Baba Bush’un mahkemeye atadığı David
Souter da kısa süre sonra Cumhuriyetçileri kızdıran birçok karara imza
atacaktı. George W. Bush’un atadığı ve halen Yüksek Mahkeme başkanı olan John
Roberts da birçok davadaki oylarıyla Cumhuriyetçilerin tepkilerini çekiyor.
Yüksek Mahkeme üyelerinin katıldığı tek devlet toplantısı
Google’da ABD Başkanı Barack Obama’nın Yüksek Mahkeme
üyeleri ile beraber göründüğü bir fotoğraf aradığınızda karşınıza çıkacak
fotoğrafların neredeyse tamamı aynı mekanda çekilmiş fotoğraflardır. Çünkü
Yüksek Mahkeme üyelerinin, başkan da dahil politikacılar ile bir araya gelmesi
çok çok nadirdir ve sadece Anayasal törenlerde mümkün olmaktadır. Beraber yemek
yemeleri veya seyahate çıkmaları ise düşünülemez. Roberts, Mayıs ayı
başında Arkansas’ta yargıçlarla bir araya geldiğinde, “Sizden önceki 16 Yüksek
Mahkeme başkanından aldığınız en önemli ders nedir” diye soran bir hakime, “En
öncelikli ve önemli görevimin ABD’de kuvvetler ayrılığı ilkesinin devamını
sağlamak olduğu” yanıtı verecekti.
Başkan Lyndon Johnson’ın 20 yıllık arkadaşı olan ve onun
tarafından ABD eski Yüksek Mahkeme üyeliğine atanan Abe Fortas, başkanlık
makamının, yasama (Kongre) aleyhine daha güçlenmesinin ülkenin ihtiyacı
olduğunu ve anayasaya aykırı olmadığını dile getirince ABD’de kıyamet kopmuştu.
Johnson’ın arkadaşı Fortas’ı mahkemenin başına geçirme planı, Demokrat ve
Cumhuriyetçi senatörlerin ortak engeline takıldı. Kendisine seçen politikacıya
vefalı davranmayı hukuka önceleyen Fortas’ın Yüksek Mahkeme üyeliği
sadece 4 yıl sürdü. Bütün saygınlığını yitirdiği için mahkeme üyeliğinden
istifa ederek ayrıldı.
ABD devletinin üç erkini bir araya getiren yegane toplantı,
ABD başkanlarının her yıl Ocak ayında Kongre’de yaptığı ‘Birliğin Durumu’
konuşmasıdır. Yüksek Mahkeme üyeleri bu toplantıya ‘yargıç cüppeleri’ ile
katılır. Ancak Yüksek Mahkeme üyeleri, yargıç kimliklerine ve tarafsızlıklarına
gölge düşmemesi için konuşması boyunca ABD başkanını alkışlamazlar. Konuşmaya
fiziksel bir tepki vermezler. Yargıçlardan Samuel Alito’nun, 2010 yılında
Obama’nın konuşması sırasında bir Yüksek Mahkeme kararı ile ilgili eleştirisine
“doğru değil” diye kendi kendine söylendiği kameralara yakalanmış ve bu 3
saniyelik görüntü ABD’de günlerce tartışılmıştı. Çünkü, devlet başkanı lehinde
veya aleyhinde her jest ve davranışın siyasi bir doğası var ve bu mahkemenin
tarafsızlığına gölge düşürür.
Mahkemenin eski üyelerinden Sandra Day O’Connor, mahkeme
üyelerinin bu konuşmaya katılma geleneğine yönelik eleştirilere hak veriyor ve
yargıçların ‘devletin birliğinin gösterildiği’ bu toplantıya bile katılmaması
gerektiğini savunuyor. 2010’da kendi isteği ile emekli olan Jean Paul Stevens
da, tarafsızlığa gölge düşürdüğü gerekçesiyle, bütün devlet erklerini bir araya
getiren bu toplantıya gitmeyi bile reddediyordu. Son yıllarda
Birliğin Durumu konuşmasına katılmayan Yüksek Mahkeme üyesi sayısı arttı.
Obama’nın son yıllarında en fazla 6 üye katılır oldu.
Mahkeme üyelerinin çoğunluğunun katılmadığı son Birliğin
Durumu konuşmaları ise Bill Clinton’ın son iki yılındaki Birliğin Durumu
konuşmaları olmuştu. Monica Lewinsky skandalında yalan beyanda bulunmak ve
böylece yargıyı engellemekle suçlanan Bill Clinton hakkında hem Temsilciler
Meclisi’nde hem de Senato’da başkanlıktan azil süreci işliyordu ve öylesi bir
süreçte yargıçların çoğu o durumdaki bir ABD başkanı ile aynı resme girmeyi
tarafsızlığa aykırı buluyordu.
“Yargıç, çoğunluğun hoşuna gitmese de hukuktan yanadır”
Yargı bağımsızlığının bir başka göstergesi de, yargıçların
kararlarını, toplumunun çoğunluğunun veya günün politik yönetiminin şiddetli
tepkisini çekeceğini bilseler bile alabilmeleridir. ABD Yüksek Mahkemesinin
eski başkanlarından William Rehnquist, yargının sadece devletten değil
toplumdan da bağımsız karar alabilmesinin önemine dikkat çekerken şu sportif
metaforu kullanıyordu:
“Yargı bağımsızlığı, bir basketbol maçında hakemin son saniyelerinde
coşkulu taraftarının önünde ev sahibi takım aleyhine faul düdüğünü rahatlıkla
çalabilmesidir. Şiddetli şekilde yuhalanacaktır ama o tribünleri dolduran
kalabalığın istediği düdüğü değil, gördüğü faulün düdüğünü çalacaktır.”
Örneğin 1954 yılında Brown v. Board davasında ABD’de
beyazların gittiği kamu okullarında siyah öğrencilerin kabul edilmemesi
anayasaya aykırı bulunarak iptal edildiğinde karar, ABD’nin büyük çoğunluğunu
oluşturan beyazlar arasında büyük bir tepki meydana getirdi. O tarihte, beyazların
ezici çoğunluğu, siyahlarla beyazların aynı mekanları kullanmasını, toplumsal
düzeni ve sosyal dokuyu bozucu, kargaşayı teşvik edici bir karar olarak
görüyordu.
Federal hakimler ve Yüksek Mahkeme, 11 Eylül gibi bir terör
saldırısı sonrası önüne gelen bazı ‘terör’ davalarında verdiği kararlarla da
hem Bush yönetiminin hem de 11 Eylül travmasını henüz atlatamamış halkın
çoğunluğunun tepkisine hedef oluyordu. Guantanamo’da tutulan terör
şüphelilerinin açtığı Rasul v. Bush (2004), Hamdi v.
Rumsfeld (2004), Hamdan v.
Rumsfeld (2006) ve Boumediene v. Bush (2008) davalarının
tamamında mahkeme, terör şüphelisi sanıkların adil yargılanma hakkının
çiğnendiği gerekçesiyle Amerikan başkanı veya bakanları aleyhine karar
verdi. 2008’deki Boumediene v. Bush davasının gerekçeli kararında mahkeme şöyle
dedi:
“Ülkenin temel belgesi olan Anayasa bu şekilde bir yorumla
bükülemez. Anayasa, Başkana ve Kongreye ülkeyi yönetme yetkisi vermiştir,
Anayasanın ne zaman, nerede, kimlere uygulanıp, nerede, ne zaman kimlere uygulanmayacağına
karar verme yetkisi vermemiştir. Devletin politik erkine böyle bir güç vermek,
anayasal olmayan bir rejime yol açar.”
Yüksek Mahkeme, 1989 yılında da, “Texas v. Johnson”
başlıklı davada da, yine kamuoyundaki yaygın görüşün aksine, “Amerikan bayrağı
yakmanın kriminal bir suç olmadığına, ifade hürriyeti olduğuna” hükmedecekti.
Bağımsız yargının en önemli işlevlerinden biri de toplumda
azınlıkta olanların, sevilmeyenlerin haklarını, çoğunluğa karşı korumaktır.
Amerikan nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Hristiyan çevrelerin büyük
tepkisine aldırmadan 1962 ve 1963 yılında art arda verdiği iki kararla “kamu
okullarında dua yasağı” uygulamasını başlattı. Kamu okullarının yönetimlerinin
(özel ve dini okullar bu kapsamda değil) öğrencilere, topluca dua yaptırmasını
engelleyen bu karar, Müslüman, Yahudi, Hindu, Budist vb. azınlık öğrencilerin
her sabah İncil’den pasajlarla derse başlamak zorunda kalmalarına engel oldu.
Eski yargıçlardan Hugo Black 1940 yılında, “mahkemeler,
toplumun çoğunluğunun estirdiği her türlü rüzgarda, sayıca az ve zayıf
oldukları için direnemeyecek azınlıkların korunağı olmalı” diyecekti.
“Anayasaya ‘yargı bağımsızlığı’ yazmak yetmiyor…”
‘Yargı bağımsızlığı’, bir devleti bir mafya çetesi
organizasyonundan ayıran en önemli farktır. Bu nedenle de Anayasasında ‘yargı
bağımsızlığı’ yer almayan devlet yok gibidir. Sisi veya Mübarek döneminin Mısır
anayasasında da ‘yargı bağımsızlığı’ garanti altına alındı, Saddam’ın Irak’ında
veya Beşar Esat Suriyesi’nin anayasasında da… Kuzey Kore’de bile Anayasanın
166’ncı maddesi ‘mahkemeler bağımsızdır’ der. Ancak uygulamada, yargıçların,
devlet yönetimlerinden ve toplumsal baskıdan bağımsız karar alabilme
garantisine sahip olduğu ülke sayısı çok azdır.
Birleşmiş Milletler’in Hindistan’ın Bangalore şehrindeki
toplantısında kararlaştırıldığı için ‘Bangalore İlkeleri’ diye anılan yargı
etiği ilkelerinin birincisinde yargıcın, yasama veya yürütme erki ile
uygun olmayan ilişkilerden sadece uzak durması yetmez, yakın olduğu şeklinde
bir izlenim bile vermemesi gerektiği vurgulanır. İşte bu temel hukuk kriteri
gereği ABD’de yargıçlarla, görevleri ne olursa olsun politikacıları aynı karede
görmek çok zordur.
“Ahmaklıkların en büyüğü…”
ABD’de Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasında çeşitli
politik konulardaki kutuplaşma oldukça yüksek düzeyde. Ancak her iki toplumsal
kesimin de büyük çoğunluğu yargı bağımsızlığının hayati önemi konusunda görüş
birliğine sahip. Cumhuriyetçi Partili hukukçu Bruce Fein ve Demokrat Partili
hukukçu Burt Neuborne 2000 yılında beraber kaleme aldıkları,
‘Yargıç
Bağımsızlığı Hepimizi Neden İlgilendiriyor?’
başlıklı makalede şöyle yazdılar:
“ABD’deki yargısal bağımsızlığı, özgürlüğün, ülke huzurunun,
hukuk devletinin ve demokratik ideallerin ana güç kaynağıdır. Cahil partizan
yığınların yaygarasına kulak vererek Anayasanın bu paha biçilmez hazinesini
kısa vadeli politik kazanımlar için çarçur etmek ahmaklıkların en büyüğü olur.”
Anayasaya yazmakla bırakılmayıp ‘gerçekte de uygulanan’
yargı bağımsızlığı bir toplum için hem en büyük talih hem de temel huzur
kaynağıdır. Mülkün temeli budur. Aksi durum ise adeta bir lanettir.
ABD Yüksek Mahkemesinin gelmiş geçmiş en efsane başkanı olan
yargıç John Marshall, 1829 yılında Virginia’da katıldığı bir toplantıda bunu
şöyle dillendirecekti:
“Tanrının, azgın bir topluma vereceği en büyük ceza, yolsuz,
cahil ve devleti yönetenlerinin emrinde bir yargıdır.”
CEMAL TUNÇDEMİR
[AMERİKA BÜLTENİ, Türkçe Amerika Gazetesi]
Amerika’daki 13 koloninin, 4 Temmuz 1776’da
İngilizlerden bağımsızlık ilan etmesinin üzerinden 7 yıl geçmişti.
Henüz ABD kurulmamıştı. Gevşek bir bağla birbirlerine bağlı konfederal bir yapı
vardı. Kontinental ordunun başkomutanı general George
Washington da herkesin dilindeki ‘askeri darbe’
söylentisini duymuş ve 15 Mart 1783 günü, New York Newburgh’da bulunan darbeci
cuntanın karargahına şok bir ziyarette bulunmuştu.
Cuntanın başında Washington’un eskiden beri rakibi olmuş
olan general Horatio Gates vardı. ABD ile İngiltere arasındaki savaş
hali resmen devam ettiği için çoğu milislerden oluşan ordu dağıtılmıyordu.
Askerler bağımsızlık ilanının üzerinden 7 yıl geçmesine rağmen, Kontinental
Kongrenin başarısız ve dağınık halinden şikayetçilerdi. Maaşları ödenmiyor,
erzaksız zor kışlar geçiriyorlardı. Uğruna hayatlarını tehlikeye
attıkları bağımsızlık bu muydu? Bu dağınıklık ve başıboşluğa son
verecek tek bir yol vardı: Kongreyi ve gerekirse Washington’u devirip ülkede
askeri bir rejim kurmak.
O soğuk Mart sabahı General Washington kendi askerlerinin
karargahına habersiz davetsiz girerken, ülkesi tarihin kavşak noktasında
duruyordu. Washington ya omuz omuza savaştığı silah arkadaşlarına sadık
kalacaktı ya da çok inandığı cumhuriyet ve demokrasi rejimine. Odaya
girdiğinde, subayların darbe toplantısı sürüyordu. Washington konuşmakta
olan General Gates’in lafını kesti ve söz aldı. Subaylar bu müdaheleye sessiz
kaldılar. Sonuçta Kontinental ordunun başkomutanı sıfatını taşıyordu.
Hitabetiyle meşhur Washington hayatında belki de ilk defa
konuşmaya başlamakta zorlandı. Derken,
tarihe Newburgh Konuşması olarak geçen ve insan soyunun yönetim
anlayışında geldiği noktaya vurgu yapan konuşmasını yaptı. Subaylarına, tarihte
hiçbir politik ve sivil sorunun askeri yöntemlerle ebeddiyen çözülemediğini
anlattı, ‘’barışçı ve hukuka uygun her türlü davanızın yanındayım.’’ dedi ve
kimsenin konuşmasına mahal vermeden onları kendi toplantılarıyla başbaşa
bırakıp çıktı.
Konuşma karşısında, bazı subayların gözleri dolmuştu.
Kontinental ordusu, işte o sabah maceraperest bir çapulcu takımı olmaktan çıkıp
gerçek bir orduya dönüşmüştü. Washington o sabah askerleriyle beraber, ABD’yi
bir diktatörlüğe kolayca dönüştürebilirdi. Askerler buna çok hazırdı ve yola
çıktıklarında karşılarında duracak hiçbir güç de yoktu. Ancak Washington o
dönüm noktasında tercihini tek adamlıktan yana değil, Cumhuriyet
ve demokrasiden yana kullanmıştı.
Aynı yılın Kasım ayında İngiliz Krallığı ile ABD
arasında Paris Antlaşması imzalandı ve ABD bağımsızlık savaşı resmen sona erdi.
George Washington, Paris antlaşmasından 1 ay, askeri darbeyi engelledikten 8 ay
sonra Aralık 1783’te, başkomutanlıktan istifa etti. Ülkesine 8.5 yıl hizmet,
ordusuna komutanlık yapmıştı. Mount Vernon’daki evine gitti. Karısı Martha
kapıda kendisini bekliyordu. Yeniden savaştan önceki işine çiftçiliğe döndü.
Toprakla dolu münzevi bir hayatın içine kendini attı. Lafayette’e yazdığı
mektupta şöyle söylüyordu:
Potomac Nehrinin kıyısında, kamusal hayatın bütün
meşguliyetinden uzakta kendi incir ağacımın altında gölgelenen sıradan bir
vatandaşım… Sadece kamu görevlerimden değil, kendimden de emekli oldum.
Kalbimin tatmini yolunda sakince dolaşıyorum.
13 koloniden oluşan Amerikan halkı, yeni devlete iktidar
olanakları vermekten çekiniyordu. İngilizlerden ve bir ‘kral’dan yeni
kurtulmuşlardı. Zayıf ve gevşek bir devlet yönetimi istiyorlardı. Üstelik bu 13
koloninin her biri kendini bağımsız bir devlet olarak görüyordu. Hiçbirinin bir
diğerine güveni yoktu.
Peki ne oldu, nasıl oldu da birbirinden pek de hazzetmeyen
bu 13 koloni, savaş, askeri güç veya ekonomik kriz gibi hiçbir
mücbir sebep olmadan gönüllüce bir araya gelip ortak bir devlet düzeninde
anlaşabildiler?
George Washington’un istifasından sonra Amerikan
devleti, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenmesi gereken 3 zorlu yıl daha
yaşadı. Ta ki 11 eylül 1786 yılında toplanan
Annapolis Kongresine kadar. 13 eyaletten sadece 5’i temsilci
gönderdi. Çok fazla bir karar alınamadı ancak çok çok önemli bir sonuç doğurdu.
Kurultayın iki yıldızı Alexander Hamilton ve James Madison’un,
ülkenin devlet sistemini ve kurumların yerini açıkça belirtecek bir anayasaya
ihtiyacı olduğunda ısrarıyla bir anayasa kongresi toplantısı düzenlenmesi ve
kolonilere davet çıkarılması kabul edildi. Bu karar yaklaşık 3 ay
sonra sonuç verdi ve Kontinental Kongre, 21 Şubat 1787 günü, Mayıs ayında
Philadelphia’da, yani 10 sene önce İngiltere’den bağımsızlık ilan ettikleri
Kongre salonunda bir Anayasa Kongresi toplamayı kabul etti.
Ömrünün son demlerini Mount Vernon’daki münzevi
hayatında geçireceğini sanan George Washington, bir kez daha ülkesinin
çağrısının baskısı altındaydı. Israrları kırmayarak 28 Mart günü Kongre’ye
katılmayı kabul etti.
Philadelphia’da anayasa baharı
Kongrenin toplanmasında en önemli rollerden birini oynayan
henüz 35 yaşındaki James Madison, 3 Mayıs günü Kongre için Philadelphia’ya
gelen ilk delege oldu. O geldiğinde bir tek zaten şehirde çalışan Pennsylvania
delegeleri vardı. Madison’un en büyük korkusu, Anayasa Kongresi’nin resmi
çalışmasını başlatacağı gün olarak ilan edilen 14 Mayıs günü gerçek oldu. Bir
avuç delege hazırdı. Bu da toplantıya başlamaya yetmiyordu.
Ancak delegeler gelmeye başladı. Ve her biri kendi başına
bir devlet gibi olan 13 koloninin 55 temsilcisinden oluşan Phildelphia Anayasa
Kongresi, 25 Mayıs 1787 günü sessiz bir şekilde açılış oturumunu yaparak
çalışmaya başladı.
Kurucu babalardan bir tek Paris’te olan Thomas
Jefferson katılmamıştı. İşte bu 55 adam, sadece pazar günleri hariç,
aylarca, günde bazen 15 saat süren toplantılarla bir imkansızı başardılar. 13
ayrı koloniden bir devlet çıkardılar. Yürütme, yasama ve yargı organı, erkler
ayrılığı, kontrol ve denge sistemi özgün hatlarla belirlenen kurumlar hiyerarşisi
tesis ettiler. Aralarından bunun için uğraşanlar oldu ama köleliliği
yasaklayamamak gibi zaafları da oldu bu yeni devletin. Çıkarları farklı,
hedefleri farklı, devlet anlayışları farklı bu delegeler, toplantılara
başladıktan 3 ay 23 gün sonra 17 Eylül 1787 günü, Amerikan Anayasası
üzerinde anlaştılar. Washington bir kez daha görevini yapmış olmanın gururuyla
Mount Vernon’daki evine çekildi.
Amerikan Anayasasının kabulünden 1,5 yıl sonra 14 Nisan
1789 günü, yeni Federal Kongrenin genel sekreteri Charles Thomson,
Washington’un Mount Vernon’daki evinin kapısını çaldı ve ona, 69 seçici
delegenin her birinin oyunu alarak Amerika Birleşik Devletlerinin ilk başkanı
seçildiğini tebliğ etti. Washington, yemin töreni için ABD’nin geçici ve aynı
zamanda ilk başkenti olan New York’a davet edildi.
Ülkenin kurucu başkanı Washington, 8 yıllık başkanlığının
ardından emekli oldu ve yeniden Mount Vernon’a döndü. İki yıl,
yeniden normal vatandaş olarak yaşadı. Anayasa Kongresinden önce inzivada
olduğu yıllarda, en büyük arzusunun 19’ncu yüzyılı
görmek olduğunu söylemişti. Ancak 1799 yılının 14 Aralık
günü, yani 19’ncu yüzyıla sadece 17 gün
kala yaşamını kaybetti.
Amerikan Anayasası bir ‘mucize’ mi?
ABD Anayasasının yapılışı hakkında uzun yıllar en fazla
referans gösterilen kitaplardan biri, Catherine Bowen’in 1966 tarihli
‘Miracle at Philadelphia (Philadelphia’da Mucize)’ kitabıdır. Adından
da tahmin edebileceğiniz gibi, bu kadar bir birine zıt, bölük pörçük
kolonilerin bir araya gelip tarihin en görkemli politik metinlerinden birini
ortaya çıkarabilmeleri ve devlet sisteminin yapısı
üzerinde uzlaşabilmelerini adeta bir mucize olarak nitelendirmekte.
Aslında, Anayasa Kongresine giden süreçte bir sonuç alınabileceğinden şüpheli
olan Washington da, Philadelphia Kongresi’nden sonra Lafayette’e yazdığı
mektupta, ulaşılan neticeyi bir ‘mucize‘ olarak nitelendirmişti. Bowen
kitabında, ‘’Mucizeler durup dururken olmaz. Her mucizenin uzun acılar içinde
yapılmış duaları vardır.‘’ diye yazıyor.
Oysa Philadelphia Anayasa Kongresinin Pennsylvania devleti
delegasyonundan Gouverneur Morris, Anayasa kabul edildikten sonra,
‘’Bazıları buna gökten inmiş muamelesi yapıyor. Oysa ki bu metin 55 sade
ve samimi adamın gayretlerinin ve samimiyetlerinin ürünüdür’’ diye konuşacaktı.
Açıkçası bu çok daha sağlıklı bir bakış açısı. Bu 55 adamın her biri ötekinden
farklıydı. Dahası her biri 13 ayrı devleti temsil ediyordu. Farklı sosyal,
etnik, kısmen dini, sınıfsal arka planlara sahiptiler. Bir kısmı diğerinden pek
de hazzetmiyordu. Örneğin, John Adams ve Alexander Hamilton, her ikisi de
federalist olmasına rağmen birbirlerinden ölesiye nefret ediyorlardı. Ben
Franklin, kölelik karşıtı söylemleri nedeniyle birçok kurucu babanın
eleştirilerini çekiyordu. Thomas Jefferson, görüş ayrılıkları nedeniyle George
Washington ile tüm iletişimini ölünceye kadar, Adams ile 15 yıl boyunca
kesecekti. James Madison ve Hamilton devletin şekli konusunda ciddi görüş
ayrılıklarına düşmüştü.
Ama hepsinin çok önemli bir ortak noktaları
vardı: samimiyet. Toplumsal bir uzlaşma aramakta samimiydiler. Bir
uzlaşmayı, laf olsun diye değil, gerçekten istiyorlardı. Kendileri de dahil
kimsenin babasının malı gibi olmayacak, denetime açık, istismara mümkün
olduğunca kapalı bir devlet istemekte samimiydiler. Hiçbirinin, kurnazlıklarla iktidar
ve gücü kendi uhdesine geçirme art niyeti yoktu. İşte bu samimiyetin sonucunda
ortaya çıkan Anayasanın başlangıç bölümü de şu muhteşem cümle oldu:
‘’Biz Birleşik Devletler Halkı olarak, kendimiz ve gelecek
kuşaklar için daha mükemmel bir birlik oluşturmak, adaleti sağlamak,
vatanımızda huzuru korumak, halkımızı savunmak, toplum refahını artırmak ve
özgürlük nimetini güvence altına almak için, bu anayasayı tesis ediyor ve kabul
ediyoruz’’
Tarihçi Richard Beeman da bu anayasanın yapılış
hikayesini, ‘’The Plain Honest Men’’ adlı nefis kitabında, 1787
yazının Philadelphia’sına götürüyor bizi. Sadece Pennsylvania eyalet
kongresinin salonundaki hararetli tartışmalara değil… 25 Mayıs’tan 17 Eylül
gününe kadar 3 ay 23 gün boyunca akşamları gitikleri restoranlara, tavernalarda
dönen kulislere, evlerdeki toplantılara, ağrıyan dişlere, yaşaran gözlere,
öksürük nöbetlerine…
Bununla şu çok önemli noktayı göstermeye çalışıyor
Beeman;
‘’Bu adamlar, yani Kurucu Babalarımız, elbetteki seçkin iyi
yetişmiş insanlardı ama bazılarının da görmek istediği gibi yarı
tanrı filan da değillerdi. Fanilerden oluşan bir heyetti bu. Amerikan
Anayasasını bizim gibi faniler yaptı…’’
Herkesin haklarını ve özgürlüklerini, herkesin huzurunu,
güvenliğini garanti altına alan gerçek bir anayasa için, yarı tanrı gibi
davranan devlet liderlerinin varlığına, olağanüstü güçleri olan süper
kahramanlara değil, samimiyete ihtiyaç vardır. Kimsenin bu anayasayı,
kendi kişisel politik kariyerinin veya kabilesinin veya
partisinin iktidarını tahkim etmek için bir truva atı olarak kullanmak
gibi ucuz, pespaye kurnazlıklar peşinde olmadığı bir samimiyete…
Gerisi birkaç aylık iş…
Gerisi birkaç aylık iş…
BAŞKANLIK SİSTEMİ NASIL DOĞDU?
CEMAL TUNÇDEMİR [AMERİKA BÜLTENİ, Türkçe Amerika Gazetesi]
Hangi yazarımızdan okudum hatırlamıyorum ama 1990’lı
yıllarda bir Amerikalı ile atışmasını anlatmıştı. Amerikalıya, ‘’biz Türklerin
devleti kaç bin yıllık tarihe sahip, sizinki hepi topu 200 yıllık bir devlet’’
diye övünmeye kalkınca, Amerikalı şu düşündürücü soruyu sormuş; ‘’Bizim
Anayasamız 200 küsur yaşında. Sizinki kaç yaşında?’’
Dünyada halen yürürlükteki yazılı anayasaların en eskisi
olan ABD Anayasası, yeni devletin çerçevesini belirledikleri için ‘framers’
diye anılan 55 delegenin, Philadelphia’da 25 Mayıs 1787 gününden 17 Eylül 1787
gününe kadar 3 ay 23 gün süren toplantısı sonrası ortaya çıktı.
Amerikan Anayasası toplam 7 ana maddesi ve sonraki birkaç
yılda eklenen 27 değişik maddesi (amendments) ile dünyanın en
kısa anayasası aynı zamanda. 7 maddenin ilk üç maddesi, kuvvetler ayrılığı
doktrinini kesin ve net hatlarla garanti altına alıyor. Anayasa
yapıcıların, Philadelphia Anayasa Kongresi’nde en fazla tartıştığı konulardan
biri de, ‘yürütme erkinin’ tepesinde yer alacak makamın, ismi ve yetkileriydi.
Çünkü farklı arka planlardan gelen bu 55 adamın da en ortak
korkusu yeni bir ‘monarşi’ye zemin hazırlamaktı. Hepsi, İngiliz Kralı 3.
George’tan da onun keyfi icraatlar yapan valilerinden de çok çekmişlerdi. Bu
nedenle de devletin 3 erkini düzenlerken devletin merkezine, yürütme organını
değil, yasama organını yerleştirdiler. ‘Kongre’yi, yürütmenin başı olacak
makama öncelediler. Amerikan Anayasası’nın birinci maddesinin yasamayı ve
ikinci maddesinin yürütmeyi düzenlemesinin nedeni budur.
Connecticut delegelerinden Roger Sherman, yürütmenin
başını oluşturacak makamın tek bir kişiye emanet edilmemesi gerektiğini
savunanlardandı. ‘Kaç kişiyi bu göreve atayacağına Kongre karar versin’
teklifinde bulundu. New Jersey delegesi William Paterson da ‘yönetici’nin
bir kaç kişiden oluşması gerektiğini savunuyordu. Virginia delegesi Edmund
Randolph, yürütmenin başının tek kişiden oluşmasının kaçınılmaz şekilde
monarşiye yol açacağını söyleyerek, farklı kolonilerden seçilecek 3 kişilik
konsey önerdi. North Carolina delegesi Hugh Williamson da yürütmenin
başının tek kişide toplanması halinde ‘seçilmiş kral’ gibi olacağını veya en
azından kendini böyle hissetmemesinin mümkün olmadığını dile getirecek ve şöyle
konuşacaktı:
‘’Bir kere seçildikten sonra kendisini ömür boyu devlet
başında tutmanın yolunu araştırmaktan ve bunu sağladıktan sonra da halefinin,
oğlu olmasını garantiye almaya çalışmaktan geri durmayacaktır.”
13 koloniden seçilen birer üyeden müteşekkil bir konseyin
devleti yönetmesini de tartıştılar. Ancak Anayasa Kongresi’nin en aktif
üyelerinden James Madison ve arkadaşları, yürütmenin başında bir
komitenin olmasının işlevsiz olacağını, başarısızlıkta sorumluluğu kimsenin
üstlenmeyeceği, komite üyelerinin farklı çıkarlar için mücadelesinin,
yürütmenin başının her hangi bir icrai karar almasını engelleyeceği vb
gerekçelerle, yürütmenin başında ‘tek bir kişi’ olması fikrini kabul ettirmeyi
başardılar. Bunu oradaki 55 kişiye kabul ettirebilmelerinde hiç şüphesiz en
etkili neden, kendisi de Anayasa Kongresi’ne Virginia delegesi olarak
katılan George Washington’du. Çünkü eğer yürütmenin başı tek kişiden
oluşacak olursa herkesin aklındaki tek isim oydu ve herkesin Washington’un o
makama tiranlıktan uzak bir şekil vereceğine güveni tamdı.
Anayasa yapıcıların, başkanın en az 35 yaşında olması gerek
şartını getirmelerinin nedeni de ‘hanedanlık’ oluşmasını engellemekti. O günün
ortalama yaşam süresinde, çok az kişi oğlunun 35 yaşına geldiğini görecek kadar
yaşıyordu. Yani devletin başına seçilecek kişi, bu anayasal engel nedeniyle
yerine oğlunu getiremeyecekti.
Yürütmenin başında yer alacak tek kişinin nasıl seçileceği
de uzun uzun tartışıldı. ”Halkın eğitimsiz olduğunu ve kolayca manipüle
edilebileceğini” savunan delegeler Kongre’nin başkanı belirlemesi gerektiğini
savunuyordu. Devletin başının doğrudan halk oyu ile belirlenmesi gerektiğini
savunanlar da vardı. Bir ‘çoğunluk diktatörlüğü’ oluşması endişesi de
tartışmalarda önemli yer tuttu. Çoğunluğun her zaman, evrensel hukuktan, herkesin
hakkının gözetilmesinden veya farklı inançlardan olanların korunmasından yana
olmayabileceği görüşü ağırlıktaydı. Sonuçta orta yol benimsendi ve ABD
başkanının bugün artık sembolik hale gelen iki dereceli seçim yöntemi
benimsendi. Yani, halk, tek görevi ABD başkanını seçmek olan meclisin (electoral college) üyelerini seçecek ve bu meclis de
toplanıp ABD başkanını seçtikten sonra dağılacaktı.
Yürütmenin başı olacak kişinin ünvanı da günlerce
tartışıldı. New York delegesi Alexander Hamilton, ‘’Governour of the United
States’’ ünvanını önerdi. South Carolina delegesi John Rutledge, ‘His
Excellency (Majesteleri)’ ünvanını önerdi. Ancak krallığı hatırlatan bu
ünvanlar itibar görmedi.
‘President’ kelimesinin kökeni
Sonunda, 18’nci yüzyıl Amerikasında yaygın şekilde
kullanılan ‘president’ kelimesinde karar kılındı. President sözcüğünün temeli
olan Latince ‘praesidere’ kelimesi, ‘pre(ön) ve sedere (oturma) köklerinden
geliyor. Ancak ‘önde oturan’ anlamına gelen 18’nci yüzyılın dünyasına göre
mütevazı bu ünvan herkesi memnun etmedi. Anayasa Kongresi sırasında yurt dışı
görevinde olduğu için bulunmayan John Adams, 1789’da yeni teşekkül eden
Kongre’ye, ‘’kriket kulüplerinin, itfaiye kurumlarının bile bir ‘president’i
var’’ diye yakınarak, devletin başındaki insana, ‘’devletin haşmetine yakışacak
onurlu bir ünvan verilmesi gerektiği’’ önerisini getirecekti. James Madison yine
sahneye çıkacak ve ‘’yönetici makamı ne kadar fazla mütevazı ne kadar daha
fazla cumhuriyetçi olursa ulusal saygınlığımız o kadar büyük olur’’ diye karşı
çıkacaktı bu öneriye. Thomas Jefferson’a yakın Senatör William
Maclay ise Adams’ın devlet başkanına yüklediği anlamı, ‘putperestçe ve
aptalca’ olarak nitelendirecekti. Adams’ın önerisi kimseden kabul görmedi.
Adams, Washington’dan sonra, ‘haşmetmeab’ olmak yerine ABD’nin ikinci
‘president’i olabildi ancak.
Philadelphia Anayasa Kongresi’nden bir buçuk yıl sonra 14
Nisan 1789 günü, yeni Federal Kongre’nin genel sekreteri Charles Thomson,
Washington’un Mount Vernon’daki evinin kapısını çaldı ve ona, 69 seçici
delegenin her birinin oyunu alarak Amerika Birleşik Devletlerinin ilk başkanı
seçildiğini tebliğ etti. Washington, yemin töreni için ABD’nin geçici ve aynı
zamanda ilk başkenti olan New York’a davet edildi.
Washington, 8 yıllık başkanlığının ardından yeniden Mount
Vernon’daki evine döndü ve iki yıl sıradan vatandaş olarak yaşadı. Kişisel tek
hırsı, 19’ncu yüzyılı görmek içindi. Ancak 1799 yılının 14 Aralık günü, yeni
yüzyıla sadece 17 gün kala hayatını kaybetti.
ABD başkanının gücü
ABD başkanının yetkilerinin sınırı, George Washington’dan
Obama’ya kadar tartışılan bir konu olageldi. Bununla beraber kuvvetler ayrılığı
veya ‘check and balance (denge ve kontrol)’ prensibi 200 küsur yıl sonra
hala uygulanmakta. Başkan halkın iradesiyle belirleniyor ama Kongre de öyle…
Senato ve Temsilciler Meclisi üyelerini de halk seçiyor. Sisteme rota çizen
Yüksek Mahkeme’nin üyeleri ise başkanın aday göstermesi ve Senato’nun onay
vermesiyle belirleniyor. Kendi istekleriyle emekli olmazlarsa ‘ömür boyu’ için
seçildiklerinden, Kongre’nin de Başkan’ın da etkisinden bağımsız karar
alıyorlar. Yani ABD Başkanı’nın karşısında her şeyden önce Kongre ve Yüksek
Mahkeme gibi iki önemli kontrol mekanizması var. İfade özgürlüğünün anayasal
teminatıyla(First Amendment), medyasının ve üniversitelerinin dünyanın geri
kalanına göre görece özgürlüğü de ayrı bir denetim mekanizması getiriyor… ABD
Başkanının istediğini yapabilecek gücü yok.
İkinci Dünya Savaşı’nın kudretli orgenerali Dwight
Eisenhower halefi olarak ABD Başkanı seçildiğinde Harry Truman’ın,
‘Zavallı Ike, Oval Ofis’e oturacak ve ordudaki alışkanlığıyla emirler
yağdıracak ama emirlerinin hiçbiri yerine gelmeyecek. Ordudaki gücünü
özleyecek’ diye takılması bundandı. ‘Başkanken bütün yaptığım, etrafımdaki
insanlara, ben söylemesem bile kanunen yapmak zorunda oldukları şeyleri
yapmalarını söylemekten ibaretti’ diye yakınacaktı Truman. Bill Clinton da bir
keresinde, ‘’başkan olmak mezarlık bekçiliği gibi. Altınızda epey adam var
ama kimse sizi dinlemiyor’’ şeklinde bir şakayla yakınacaktı.
Elbette ki ABD Başkanlığı Truman’ın veya Clinton’ın
karikatürize ettiği kadar sembolik bir makam değil. Güçlü başkanlar veya kriz
zamanlarında bu makamın gücünü Anayasal sınırları zorlayacak derecede artırdığı
da vaki. Ancak, bugün, dünyanın en güçlü devletini yöneten ‘Başkan’ Obama’nın
kendi devleti üzerindeki otoritesi, parlamenter sistemle yönetildiğini
düşündüğümüz Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanının devlet üzerindeki
otoritesinin yanına bile yaklaşamaz.
Obama’nın 6 yıldır süren başkanlığının en önemli yasal
düzenlemesi olan sağlık sigortası reformunu (Obamacare), ABD Kongresi’nden geçirmesi 1,5 yılını aldı. O
da Kongre’deki muhalefet ile uzlaşma antlaşmalarına uygun olarak reformun ilk
halinden büyük tavizler vererek… Diğer önemli seçim vaadi olan göçmenlik
reformu ise ilk denemesinde başarısız oldu. İkinci girişimi ise yıllardır
Kongre’den kabul görebilmiş değil. Anayasa gereği, Obama’nın Büyükelçiliklerden
bakanlıklara, federal kurumların yöneticilerinden federal yargıçlara kadar aday
gösterdiği her isim ancak 100 sandalyeli Senato’dan onay alırsa ‘atanmış’
sayılıyor. Senato onaylamazsa, Başkanın atadığı kişi görevine başlayamıyor.
Obama, Kongre, bütçeyi onaylamakta direndiği için 2013
yılında devletin kapısına kepenk vurmak zorunda kaldığında, ‘’ABD Başkanının
Kongre’ye doğru olanı yaptırma gücü yok. Amerikan halkının var’’ diye
çaresizliğini itiraf edecekti. Kongre üyeleri ise milletvekili seçilmelerinde,
ne ABD başkanına ne de Parti yönetimlerine muhtaç olmadıklarından ikisinden de
özgür tavırlar alabiliyor. Örneğin Obama’nın desteklediği bir yasal düzenlemeye
karşı Kongre’de mücadele edenler arasında kendi partisinden milletvekili veya
Senatörler de olabiliyor.
Anayasa Kongresi çalışmalarını bitirdiği gün Benjamin
Franklin, Philadelphia Kongre Binasından çıkarken Elizabeth Powel adlı kadın
yolunu keser. Konuşmaya tanık olan Maryland delegesi James
McHenry’nin aktardığına göre kadın sorar:
”Doktor Franklin, bu kongreden sonra neyimiz var artık,
monarşi mi Cumhuriyet mi?’‘
”Cumhuriyet” der Benjamin Franklin ve ekler, ”Tabii eğer
sahip çıkabilirseniz”
***
BAŞKAN OLMAK YA DA OLMAMAK!… NEDİR BU MESELE?
CEMAL TUNÇDEMİR
[AMERİKA BÜLTENİ, Türkçe Amerika Gazetesi]
“Maaşı güzel, üstelik işe yürüyerek gidebiliyorum” Eski
başkanlardan John F. Kennedy işini bu şakayla tarif edermiş
soranlara. Kennedy açık sözlü bir başkandı. Yalan konuşamıyordu. George W
Bushdoğruyu konuşamıyordu. Obama ise, öyle görünüyor ki bu ikisi
arasındaki farkı konuşamıyor. Kennedy, “Başkanlığa seçildikten sonra bizi en
fazla şok eden, herşeyin, seçim kampanyası boyunca iddia ettiğimiz derecede
kötü olduğunu görmemiz oldu” demişti. Aslında bu söz Obama’nın yaşadıklarını
anlatmaya yeter. Öyle bir ekonomi devraldı ki 60 günde saçları ağardı.
1950’lerin müzmin kaybedeni Adlai Stevenson (-ki
ayrı bir yazıyla size anlatmayı düşüneceğim kadar ilginç bulduğum bir
politikacıdır-), “Bu ülkede, her çocuk başkan olabilir. Ve onların hayat
boyunca karşılaşabilecekleri risklerden biridir bu” demiş. Demiş ama tam 4 kez
de başkanlık için adaylık mücadelesi vermiş. Stevenson’un başaramadığını
başaranHarry Truman belki de bu insani çelişkiye ironi olsun diye,
“Yaptığım işi yapanların hiçbiri eğer mizah duyguları gelişkin olmasaydı bu işi
yapamazdı” diye anlatır başkanlığı. Sahte gülücüklerden, bitmez tükenmez
merasimlerden, hiç tanımadığı insanlara durmadan övgüler dizmekten, hiç
tanımadığı insanlar tarafından durmadan övgüler dizilmekten yakındığı onlarca
konuşması var Truman’ın. Baba Bush da başkanlıktan ayrıldığının ertesinde
gazetecilere, sahte sevgiyle çevrili başkanlığı şöyle anlatmıştı: “Golf
oynarken yenilmeye başlayınca anladım başkanlığın bittiğini“.
Politika bu, alışsan bırakamazsın, sen bıraksan o seni
bırakmaz. Cumhuriyetçi Senatör George Allen, “Dünyada hiçbir iş Washington’da
geçiçi bir iş sahibi olmak kadar kalıcı değil” dermiş. Yaşayan başkanlar da
anayasal engelleri, eşleriyle, oğullarıyla ve yakın gelecekte muhtemelen
kızlarıyla aşıp yine de ‘Pennsylvania Caddesi‘ndeki manzaralı eve dönmenin
yollarını arıyor.
Başkanlardan bahsetmemin sebebi, haberiniz vardır, bir
başkanlık seçimi daha yaşıyor olmamız. ABD 18’nci yüzyılda kurulmasına rağmen,
20’nci yüzyıl başına kadar hiçbir başkanı ülke sınırları dışına adım atmamış.
1901 yılında başkanlığa seçilen Theodore Roosevelt, ABD dışına çıkan ilk
başkan ama o da Panama’ya gidiyor. Teddy Roosevelt aslında meraklı avcı ruhlu
bir başkan. ABD içinde de çok dolaşıyor. Avcılığı seviyor. Tabiatı seviyor. New
York Doğal Tarih Müzesi ile platonik ilişkisi de bu sebepten. İlk otomobil süren
başkan aynı zamanda. İlk uçağa binen de o…
1’nci Dünya savaşı yıllarındaki başkan Woodrow Wilson,
Atlas Okyanusunu geçen ilk ABD başkanı. Okuyan yazan kafa yoran bir başkan.
Uzun süre birinci dünya savaşına girmemek için direnmiş, sonra girmesi
gerektiğini düşündüğünde ise, bir entelektüele yakışır şekilde “estetik” bir
gerekçe bulmuş; “Bütün savaşları bitirecek savaş” demiş. Tarih derslerinde
öğretilen Wilson Prensiplerinin sahibi olması boşuna değil. Zaten görevi
sırasında doktora derecesi sahibi olan ilk başkan.
Hepsi Wilson gibi değil, okuma yazmayla arası iyi olmayan
ABD başkanı da olmuş. Aklınıza hemen o geldi ama değil, bir başkasından söz
edecem. Abraham Lincoln, öldürüldüğünde ABD başkan yardımcısı olan Andrew
Johnson kendini br anda başkan olarak bulur. Politikaya girmeden önce
terzilik yapan Johnson, Beyaz Saray’da karısından okuma yazma ve aritmetik
öğrenmiş. Azledilen ilk başkan da o. İcraatları sebebiyle ABD Başkanlık
tarihçilerine göre gelmiş geçmiş en kötü Amerikan başkanı. ‘Eğitim şart’ diye söyleneceksiniz
şimdi. Tam öyle değil. Johnson’ı “en kötü başkanlık” klasmanında en fazla
zorlayan başkanlardan birinin “hem Harvard Üniversitesi hem de Yale
Üniversitesi mezunu tek başkan” olması(evet bildiniz, W Bush), mevzunun
diploma olmadığını gösteriyor. 18’nci yüzyılda doğan Thomas Jefferson 6 dil
konşuyordu. 21’nci yüzyıla ve ‘küreselleşmeye’ girerken başkan olan Corci tek
dili bile iyi konuşamıyordu. Mesele eğitim değil. İnsan isteyecek. Misal,
üniversite mezunu olmayan 9 başkanı daha var bu ülkenin ki biri Abraham
Lincoln.
Bugüne kadar gelen 43 başkanın tamamı, 7 etnik kökenden,
İngiliz, Hollandalı, Alman, İrlandalı, Galli, İskoç ve İsveç kökenli. Obama,
ilk ‘ortaya karışık’ olanı. Çekik gözlü Endonezyalı kız kardeşi de var,
simsiyah Afrikalı akrabaları da. İrlandalı akrabaları da var Kızılderili
akrabaları da… Zengin kudretli politikacı hiçbir akrabası yok. Fakir bir halk
çocuğu olarak başkan olabilmesi, gerçekten insanlığın geldiği seviyeyi
göstermesi açısından muazzam. Obama’nın, ülkeyi ele alış koşulları olarak en
çok benzetildiği Franklin Delanor Roosevelt namı diğer “eF Di aR“, Obama’nın
aksine kendinden önce gelen tam 11 başkanla kan bağına sahipmiş. ABD’nin 12 yıl
başkanlık yapan tek başkanı olan FDR, aynı zamanda televizyona çıkan ilk ABD başkanıydı
da… Beyaz Saray’da kitaplardan daha enteresan şeyler keşfeden Bill Clinton ise
televizyonda yüzü kızaran ilk başkan oldu…
Ronald Reagan Hollywood’tan Beyaz Saray’a gelen ilk
başkandı. Obama, jimnastiği bırakmazsa Beyaz Saray’dan Hollywood’a giden ilk
başkan olacak. Başkan Yardımcısı ne yapar konuşmuştuk. Peki Başkan ne yapar? Cevabını, en orijinal başkanlardan biri olan Harry Truman
veriyor:
"Başkan; Bütün yaptığı, insanlara, zaten yapmaları gereken
işi öperek, överek ya da söverek yaptırmak olan bir halkla ilişkiler
görevlisidir"
*** Cemal Tunçdemir‘i Twitter’dan takip
edebilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder