TC'nin İlk Adalet Bakanı ve İzmir Mebusu Mehmet Seyit Bey |
SALTANAT ve HİLAFETİN KALDIRILMASI
HAKKINDA
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Adalet Bakanı, İzmir Mebusu Mehmet Seyit Efendi
1923–1924 CHP GRUP TOPLANTISI
TUTANAKLARI
"Hilafetin kaldırılmasından önce, 2
Mart-1924’de, Adliye Vekili Seyit Bey’in hilafetin kaldırılmasının dini
gerekçelerini ortaya koyduğu meclis konuşmasını, hiçbir değişiklik yapmadan
yayınlıyoruz."
Seyit Bey, Osmanlı Meclis-i
Mebusanı 1. 2. 3. dönem İzmir ve 22 -Ekim- 1916 da ayan azalığı, 11. dönem
İzmir Millet Vekilli ( İstifa 15-Aralık–1925 ) ile V. İcra Vekilleri
Heyeti ve 1. İnönü Hükümetinde Adalet Bakanlığı yapmış hilafetin
kaldırılmasında kilit rol oynamış din, siyaset adamı ve yazardır. 1873' de
İzmir’de doğmuştur. Medrese eğitimini takiben İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi’nden mezun olmuş, aynı üniversite de FIKIH dersleri vermeye
başlamıştır. Osmanlı Meclis-i Mebusan-ına iki dönem milletvekili seçilmiştir.
Cumhuriyetin ilanıyla eş zamanlı T.B.M.M 2. dömende de İzmir milletvekili
olmuş, kurulan kabinede Adliye Vekili olarak yer almıştır.
3-Mart–1924 de 1. İnönü
hükümetinin son günlerinde mecliste hilafetin kaldırılması na dönük HİLAFETİN
MAHİYET-İ ŞERİYYESİ konulu günümüzde de tarihi addedilen bir uzunca hem
ilmi hem de dini bir konuşma yapmış ve karar alınmıştır.
Mehmet Seyit Bey bu İstanbul da
vefat etmiştir. Konuşmasını da Milli Hâkimiyet ilkesinden hareketle hilafetin
kaldırılmasın da İslâm dini açısından bir mahsur taşımayacağını savunmuş ve
meclisteki muhalefeti de tam manasıyla ikna etmiştir. Bu belirleyici konuşmasının
neticesinde meclis, hilafeti İLGA etmiştir.
SALTANAT VE HİLAFETİR KALDIRILMASI
1923–1924 CHP GRUP TOPLANTISI
TUTANAKALRI
Hilafetin kaldırılmasından önce, 2
Mart-1924’de, Adliye Vekili Seyit Bey’in hilafetin kaldırılmasının dini
gerekçelerini ortaya koyduğu meclis konuşmasını, hiçbir değişiklik yapmadan
yayınlıyoruz.
Adliye Vekili Seyit Bey (İzmir) -Muhterem
efendiler! Müsaade buyurursanız bendeniz de bu hilafet meselesi hakkında biraz
izahat vereyim. Mesele pek mühim olduğundan ve hatta tarihimizde ve belki de
bilumum hadisat-ı içtimaiye arasında en büyük bir inkılap demek olduğundan bu
bab-da ne kadar söz söylense yine azdır. Onun için sabrınızı suiistimal edersem
beni mazur görünüz. Benden evvelki hatipler, hususiyle Eskişehir Mebusu
Abdullah Azmi Efendi hazretleri bu babdaki kanaatlerini beyan ettiler. Pek
güzel, pek samimi söylediler. Bendeniz de bu meseleye dair uzun senelerden beri
icra ettiğim tetebbuat neticesinde hasıl olan kanaatimi beyan etmek isterim.
Nitekim geçen sene hilafet hakkında Hilafet ve Hakimiyet-i Milliye unvanıyla
bir de kitap neşretmiş idim. Dediğim gibi tarih-i İslamda azim bir inkılap
yapıyoruz. Diyebilirim ki bundan daha büyük inkılap olamaz. Bu inkılabın
azametindendir ki zihinler bununla pek meşguldür. Kalpler endişe ve tereddüt
içindedir. Onun için cümlemizin vicdan ve izanı arzu ediyor ki meseleye
tamamiyle tavazzuh etsin. Yar u ağyar ne yaptığımızı ve ne yapmak istediğimizi
bilsin. Şuurlu bir surette mi, yoksa şuursuz bir halde mi yapıyoruz, anlasın.
Meclis-i âli, hilafet meselesinin mahiyet-i seriye ve siyasiyesini bilerek mi
ittihaz-ı karar ediyor, yoksa bilmeyerek mi? Bu cihetler tamamiyle tavazzuh
etsin. Çünkü tekrar ediyorum, mesele hakikaten gayet mühimdir. Âlem-i İslamda
daha şimdiye kadar böyle bir inkılap vaki olmamıştır. Değil âlem-i İslamda,
belki küre-i arzda vaki olan inkılabatın en büyüğü, en mühimidir.
Bunun için izahatta, efkârda
şüpheler, tereddütler bulunmamak lazım gelir. Meseleyi bilerek halletmek icap
eder. Gerek dini ciheti ve gerek siyasi ciheti etrafıyla bizim bilmemiz lazım
gelir.
Bu cihetleri bilirsek ne yapmak
istediğimizi, ne yapacağımızı bilmiş oluruz. Benim asıl maksadım meselenin dini
cihetini, İsla-miyetin hilafet meselesi hakkındaki tarz-ı telakkisini izah
etmektir. Siyasi cihetini beyan, maksadımdan hariçtir. Ben ona karışmam! O
ciheti, meclis-i âli halleder.
Evvel-emirde şu ciheti arz deyim
kih^ laret meselesi dini olmaktan ziyade dünyevi bir meseledir ve itikat
meselelerinden değil millete ait hukuk ve mesalih-i amme cümlesindendir.
İtikada taalluku yoktur. Vakıa itikadiyata dair teklif olunan asar-ı İslamiyede
dahi bu meseleden uzun uzadı-ya bahsolunuyor. Fakat bu, hilafet meselesinin
akaid-i İslamiyeden madud olduğu için değil, belki bu mesele etrafında sonradan
hasıl olan birtakım hurafat ve eikâr-ı batılavı iptal içindir. Bu noktayı
ulema-yı İslam kitaplarında sarahaten beyan ederler. Bilirsiniz ki asr-ı
saadetten sonra âlem-i İslamda muhtelif fırkalar, ve itikad mez-hebleri
zuhur etmiştir. Onlardan biri de Şii fırkasıdır. Bu Şii fırkası bilahare
muhtelif kollara, şubelere ayrılmıştır. Bunlardan bir kısmına
"İsmailiye" fırkası denir ve aynı zamanda bu fırkaya
"Batınivve" ve "Tali-miyye" ve "Sebaiyye" namları
dahi verilir. Bunlar kendi halifelerine imam namı verirler ve kendi imamlarının
uluhiyyetine kail olurlar. İmam ulum ve maarifi doğrudan doğruya Allahtan alır,
derler. İmamdan sonra "hüccet" denilen zat gelir. Ondan sonra
"Bab" ondan sonra da "Mümin" gelir. Allah imama imam da
hüccete, hüccet baba, bab da mümine talim eder, derler. Onun için bunlara
"Talimiyye" fırkası namı verilir. Bunlarca Kuran-ı Kerim'in hem
zahir, hem de batın manası vardır. Maksud olan mana-yı batiniyyesidir dedikleri
için bunları "Batıniyye" dahi denilir. Bunların itikatları serâpâ
hurafattan ibarettir. Haddızatında bunlar dinsizdirler. En cerbezeli ve cin
fikirli reisleri meşhur Hasan Sab-bah'tır. Bu adam Şark Selçukilerinden Alp
Arslan zamanında "Kazvin" cihetlerinde yüksek bir dağ başında Alamut
kalesinde tahassun etmiş idi. Alp Arslan bununla çok uğraşmıştı. Elyevm Anadolu
dağlarında tahtacılıkla, odunculukla iştigal eden bir kısım eşhas bu Batıniyye
fırkasının be-kayasıdırlar. Fakat bunlar artık kendi mezheplerini unutmuşturlar.
İran'da elyevm sakin bulunan "İmamiye" fırkasında Meh-di'nin vücuduna
kaildirler. Bunlara göre Mehdi berhayattır. Münasip bir zamanda zuhur edecek,
bütün dünyayı adi ü hak ile dolduracaktır. İşte bunlar ve bu gibi fırkalar bu
hilafet meselesi hakkında türlü türlü hurafata kail olmuşlardır. Onun için
ehl-i sünnet uleması kendi itikat kitaplarında "imamet" unvanı
altında hilafet meselesini mevzubahis etmişlerdir. Maksatları bu mesele
etrafında dönen hurafatı ret ve iptal etmektir. Yoksa hilafet meselesini bir
itikat meselesi olmak üzere beyan etmek değildir. Nitekim ehl-i sünnet uleması,
demin dediğim gibi bu ciheti sarahaten beyan ederler. Öyle değil mi efendiler? (öyledir,
doğrudur sesleri) Bu cihetler bu suretle bilindikten sonra şimdi de
hilafet meselesinin asıl mahiyet-i şeriyesini izah edeyim. Her şeyden evvel şu
noktayı arz edeyim ki hilafet hükümet demektir. Doğrudan doğruya millet işidir.
Zamanın icabatına tabidir. Onun içindir ki risalet-penah efendimiz irtihal-i
nebevilerinde ashab-ı kiram hazaratına bu hilafet meselesini izah
etmemişlerdir. Şiddetli bir hararet içinde irtihal etmişlerdi. Bir aralık
"bana kalem kâğıt getiriniz, size bazı vesayada bulunmak isterim"
demişlerdi. Bazı ashab derhal kalem kâğıt getirmek istedilerse de Hazreti Ömer
mani oldu. Şiddet-i hararetten sayıklıyor, dedi. Bize kitabullah kâfidir
demişti. Bunun üzerine biraz gürültü oldu. Hazreti Peygamber "Gürültü
etmeyin dışarı çıkın beni yalnız bırakın" buyurdular. Ondan sonra şakk-ı
şefe etmediler. Zannedersem o gün veya ertesi gün vefat ettiler.
Muhterem Efendiler! Asıl kanun-ı
din olan Kuran-ı Kerim'e müracaat ederseniz görürsünüz ki bizim şekl-i hilafet
hakkında yani İslam hilafeti hakkında hiçbir ayet-i kerime yoktur. Kuran-ı
Kerim emr-i hükümette yani idare-i memleket hususunda bize iki düstur
gösteriyor. Biri bugün âlem-i medeniyette cari olan kaide-ı meşverettir ki bunu
Kuran bize bin üç yüz sene evvel vazetmiştir. O da "ve emruhum şûra
bey-nehum" düsturudur. Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle
görülür demektir. Gerçi bu ayet-i celile Medine ahalisi hakkında nazil
olmuştur. Medineliler kendi umûr-ı müşterekelerini, memleketlerine ait olan
işleri kendi aralarında meşveretle rüyet ederlermiş. Hazret-i Kuran onların bu
halini tahsin ediyor. Demek ki idare-i memleket hususunda usul-i meşveret
takdir-i ilahiye mazhar olan müstahsen bir usuldür. Bir kaide-i usuliye vardır.
Husus-ı sebeb umum-ı lafza mani değildir. Tabir-i diğerle itibar lafzın umum ve
şumulünedir. Sebeb-i nüzulün hususiyetine değildir denir. Bu itibarla zikr
olunan ayet-i celile doğrudan doğruya ehl-i İslamın idare-i memlekette ittihaz
etmeleri lazım gelen hatt-ı hareketlerini gösteriyor denilebilir. Şüphe yoktur
ki sitayiş-i ilahîye mazhar olan bir hatt-ı hareket, İslam için lazımü'r-riaye
bir harekettir. Hülasa, meşveretle iş görmek, takdir-i ilahiye mazhar olan bir
keyfiyettir. Nasıl ki bütün âlem-i medeniyette bugün bu usul-i meşvereti kabul
etmiştir. Biz de ona tevfikan ittihaz-ı mukar-rerat ediyoruz. Efradın hukukunu
memleketin selametini en ziyade kâfil olan usul-i idare de budur.
Kuran'da zikrolunan ikinci düstur
da ulü'l-emre itaat düsturudur. Kuran-ı Ke-rim'de "Etî'ullâhe ve
etî'ur-resûle ve uli'l-emri minküm" ayet-i celilesi vardır. Manayı münifi,
Allaha ve peygambere ve sizin içinizden emir sahibi olanlara itaat ediniz
demektir. İşte bu ikinci düsturdur. Bu da anarşiyi, hükümetsizliği ref ve def
etmek içindir. Zabt u rabt-ı memleketi temin etmek içindir ki evamir-i hükümete
itaatin dinen vacib olduğunu beyan ediyor. Bu ayet efrada salahiyattar olan
ricalin evami-rine itaat hususunda bir vazife-i diniye tahmil ediyor. İşte
idare-i memleket hususunda Kuran-ı Kerim'de bu iki ayetten başka bir ayet
yoktur. Vakıa emânâtı yani memuriyetleri, vezaif-i hükümeti ehline tevdi etmek,
hakk u adle riayet eylemek gibi husu-sata müteallik ayet-i Kuraniye vardır.
Lakin bunlar doğrudan doğruya usul-i idareye müteallik değildir. İkinci
derecededir.
Kuran-ı Kerim'de
"Halife" ve "imam" tabirleri vardır. Fakat bunlar hazreti
peygamber hakkında veyahut sonra gelecek olan halifeler hakkında varid
olmamıştır. Enbiya-yı salife hakkında varit olmuştur. Bir ayet-i celilede
"Yâ Dâvûdu inna ce'al-nake halîfeten fi'l-ardi fehküm beyne'n-nas bi'l-hakk"
buyurulmuştur. Manası "Ya Davud biz seni yeryüzünde halife yaptık,
binaenaleyh insanlar arasında hakk u adi ile hükmet" demektir. İlm-i
usul-i fıkıha ve edebiyat-ı arabiyeye aşina olanlar bilirler ki bu ayet-i
celilede hakka mukarin hüküm yani adalet, fâ-yı takibiye ve tefriiye ile
hilafete terdif olunuyor. Yani "seni halife yaptık o halde, öyle ise hak
ile hükmet" deniyor. İşte bundan anlaşılır ki hilafetten maksat tevzi-i
adalet kaziyesidir. İhkak-ı hak ve ibtal-i batıl kaziyesidir. Hukuk-ı naşı sıyanettir.
İşte halifenin vazifesi bu maksat ve gayeyi istihsale çalışmaktır ki hükümet
vazifesidir.
Kuran-ı Kerim, İbrahim
aleyhisselam hakkında da "İmam" tabirini kullanıyor. Kuran, bir
ayet-i celilede cenab-ı hak ile Hazreti İbrahim arasında geçen bir mükâ-mele-i
maneviyeyi hikaye ediyor. Cenab-ı hak Hazreti İbrahim'e hitaben diyor ki
"İnni câ'ilüke li'n-nâsi imamen" yani "ben seni nasa
imam yapıyorum" yahut "yapacağım" buyuruyor. Hazreti İbrahim de "Kale ve
min zürriyeti" yani "Yarabbi zür-riyetimden de yap" diye niyaz
ediyor. Bunun üzerine "Kale lâ-yenâlü 'ahdi'z-zâli-mîn" hitab-ı
izzeti varid oluyor. Yani Cenabı hak Hazreti İbrahim'e cevaben "benim ahd-iimametim
zalimlere vasıl olmaz" buyuruyor. İşte bu ayet-i celileden pek vazıh
olarak anlaşılıyor ki Cenabı hak nazarında öyle zulüm ve itisafdan ibaret olan
mülk ve saltanat asla meşru değildir. Şimdi bu iki kelimenin yani halife ve
imam tabirlerinin manalarını izah edeyim. Hilafet, lugatta halef olmak
demektir. Halife de halef demektir. Şu halde Hazreti Davut aleyhisselam
halifedir. Yani halefdir. Kimin halefidir Allanın halefidir. Nerede halifedir?
İcrayı adalette, ihkak-ı hak ve ibtal-i batılda demektir. İmam tabirine
gelince, imam pişva ve mukteda-bih demektir, önde giden demektir. Bunun içindir
ki mahalle imamlarına da, cami imamlarına da imam denir. Halifeye de
imamü'l-müslimin denir. Hatta bir meslek-i ilmiyede pişva olan en büyük
âlimlere de imam denir. İmam-ı azam, imam-ı Şafi gibi büyük âlimlere imam
denmesi bundandır. Bu kelimelerde manayı kudsiyet yoktur.
Yahya Galip Bey (Kırşehir) -Şu
azamete bak, hay Allah razı senden olsun!
Halil Hulki Efendi (Siirt)
-Ehadis-i şeri-feyi de geçtiniz!
Seyit Bey (devamla) -Müsaade
buyurunuz eğer daha kısa kesmekliğimi isterseniz ihtisar edeyim, (hayır hayır
sesleri) Bendeniz beş on günden beri konuştuğum rüfe-ka-yı kiramdan aldığım
hissiyata göre zihinlerde bazı şüpheler vardır. Onları da elimden geldiği kadar
halletmek, izale etmek isterim. Araya laf karışırsa kelamın insicamına,
silsile-i muhakemâta halel gelir, (devam, devam sesleri)
Halife tabiriyle imam kelimesi
arasında umum ve husus-ı mutlak vardır. Halife ahass, imam eamdır. Yani her
halife imamdır. Fakat her imam halife değildir. Halifelere imam dendiği gibi
hakiki halife olmayan padişahlara da imam denir. Onun için bu iki kelime
arasındaki farka dikkat etmelidir. Yine onun içindir ki kitab-ı İslami-yede bu
bahis "imamet" unvanı altında yazılmıştır.
Karesi mebus-ı muhteremi Süreyya
Beyefendi bir de "emaret"ten "emirü'l-mü-minin" tabirinden
bahsetti. Fakat bu tabirin bu bahse taalluku ve pek o kadar değeri yoktur.
Emir, amir demektir. Sıfat-ı mü-şebbehedir. Her hükümdara emir ıtlak olunur.
Mesela Afgan Emiri deriz. İşte Kuranı Kerim'de hilafet, imamet veya halife ve
imam tabirleri hakkındaki ayetler bunlardan ibarettir. Ve bir de Kuran
alelıtlak insanlar hakkında da "istihlaf" tabirini kullanıyor. Emr-i
adalette istihlaf demektir. Kuran'da bunlardan başka ayet yoktur. Burada
ulema-yı kiram hazaratı var. Başka ayet var mıdır efendiler hazaratı?
Halil Hulki Efendi (Sürt) -Hayır!
Ziyaeddin Efendi (Erzurum)
-Hadis-i şerifler vardır. İcma-i ümmet vardır.
Adliye Vekili Seyit Bey (devamla)
-Evet onlardan da bahsedeceğim. Malumdur ki İslamiyette Kuran metn-i şeriattır.
Hadislerde şerh-i şeriat demektir. Fakat hadisten maksat sahih olan hadistir.
Çünkü bugün kitaplarda mevcut olan, lisanlarda deveran eden hadislerin bir
kısmı yalandır, mevzu-adır. Sonradan uydurulmuştur. Bir kısmı da zaiftir. Böyle
mühim meselelerde kıymet-i ilmiyesi yoktur. İhticaca salih değildir. Onun için
hadis deyip geçmek doğru olamaz. Onu tetkik etmek hadislerin hangi kısmına
dahil olduğunu anlamak vacib-dir.
Evvelce de söylemiştim. Hilafet meselesi
dini olmaktan ziyade dünyevi ve siyasi bir meseledir. Doğrudan doğruya milletin
kendi işidir. Onun içindir ki nusus-ı şeriye-de bu mesele hakkında tafsilat
yoktur. Halife nasıl tayin ve nasb olunur? Hilafetin şeraiti nedir?
Herhalükârda ve her zamanda bir halife nasb ve tayin etmek millet üzerine vacib
midir? Gibi meseleler hakkında ne Kuran-ı Kerim'de, ne de ehadis-i nebeviyede
bir sarahat yoktur. Efendiler, nazar-ı dikkatinizi celb ederim, tırnak kesmek
sakal bırakmak gibi en feri ve adab ve adata, umûr-ı sıhhiyeye müteallik
meseleler hakkında birçok hadis-i şerifler varid olduğu halde halifenin nasıl
nasb ve tayin edileceği, hilafetin şartlarının neden ibaret olduğu ve her
zamanda halife nasb ve tayin etmek vacip olup olmadığı hakkında sarih ve kati
hiçbir hadis yoktur. Bunun hikmeti nedir? Adab ve adata dair birçok hadisler
varid olsun da niçin hilafet meseleleri hakkında sarih bir hadis-i şerif varid
olmasın? Bu nazar-ı dikkati calib değil midir? Bunun sebebi şudur ki hilafet
öyle zannolunduğu gibi mesail-i asliye-i diniye-den değildir. Siyasi bir
meseledir. Zamana, örf ve adete göre değişir. İcabat-ı zamana tabidir. Onun
içindir ki risalet-penah efendimiz demin söylediğim hilafet meseleleri hakkında
ihtiyar-ı sükut buyurmuşlardır.
Vakıa hilafet hakkında hiç de
hadis-i şerif yok değildir, vardır. Fakat bu babda varid olan hadis-i şerifler
"imamlar Ku-reyş'ten olur, bir zamanda iki halifeye biat olundukta
diğerini yani ikincisini kim olursa olsun öldürünüz" gibi iki üç hadisten
ibarettir. Bunlar ise halifenin suret-i nasb ve tayinine ve şerait-i hilafete
dair olan meseleleri hal etmeğe kâfi değildir.
Elhasıl Resul-i ekrem efendimiz
hazretleri emr-i hilafeti tamamen ümmetine terk etmiştir. Hin-i irtihallerinde
kendilerine bir halife nasb ve tayin etmedikleri gibi bu hususta hiçbir
tavsiyede dahi bulunmamıştır. Gerçi Şiiler Hazreti İmam Ali hakkında, bazı
ehl-i sünnet de Hazreti Ebubekir hakkında nass-ı serinin vücudunu iddia
ediyorlar. Lakin cumhur-ı ehl-i sünnete göre bu iddialar doğru değildir. Ashabdan
hiçbiri hakkında kâfi derecede ne celi, ne de hafi hiçbir nas varid olmamıştır.
Eğer varid olsa idi ashab-ı kiram hazaratı kimin halife nasb ve tayin edileceği
hakkında kendi aralarında ihtilafa düşmezlerdi. Halbuki irtihal-i nebeviden
sonra ashab-ı kiram, içlerinden birini halife intihabı hususunda ihtilaf
ettiler. "Sakîfe-i Benî Sâide" denilen mahalde içtima ederek
aralarında hayli münakaşa cereyan etti. Acı, tatlı sözler söylendi. Medineliler
Mekkelilere bizden bir emir sizden de bir emir olsun, dediler. Mekkeliler
"bizden emir, sizden vezir" diye cevap verdiler. Nihayet Hazreti
Ebube-kir'e biat olundu. Ve "Halife-i Resulullah" denildi. Hatta isim
takmak hususunda evvela tereddüt ettiler. Hazreti Ebubekir'e ne isim
vereceklerini, ne suretle hitap edeceklerini birden bire kestirip atamadılar.
Nihayet dediğim gibi halife dediler. Hazreti Ebubekir ahir ömründe Hazreti
Ömerü'l-Faruk'u istihlaf yani velihat tayin etti. Ashab-ı kiram da kabul eyledi
ve evvela Hazreti Ömer'e tetâbu-ı izafetle "Halife-i halife-i
resulullah" dediler. Resulullahın halifesinin halifesi demektir. Çünkü
demiştim ya halife halef demektir. Ömer, Ebubekir'in halefi, Ebubekir de
cenab-ı peygamberin halefi demek oluyor. Fakat bu surette izafetler altıncı,
yedinci, hususiyetle onuncu, yirminci dereceye baliğ olunca pek ziyade
uzayacağından tetâbu-ı izafetten vazgeçtiler. Alelıtlak halife dediler. Ara
sıra da "Emirü'l-müminin" ıtlak ettiler. İşte emi-rü'l-müminin tabiri
buradan çıktı. Sonra biliyorsunuz Hazreti Ömer yaralandı. Kendisi mecruhen
hal-i ihtizarda iken başında pek çok hilafet gürültüsü oldu. Bir cemaat gelerek
hazret-i Osman'ı veliaht yapmasını istediler. Hazreti Ömer kabul etmedi. Ben
Osman'ı halife yaparsam "Emeviyye" oğullarını ümmet-i Muham-med'in
başına musallat eder, onlar da onun boynunu vurur, dedi. Nitekim öyle de oldu.
Onlar Hazreti Ömer'in nezdinden çıktıktan sonra Haşimiler geldiler. Hazreti
Ali'nin halife yapılmasını istediler. Hazreti Ömer onu da beğenmedi
"Hazreti Ali, Allah adamıdır ben onu halife yaparsam o sizi doğru yola
sevk eder. Fakat tabiatında mizah yani latifecilik vardır" dedi ve
yapmadı. Bazıları da aşere-i mübeşşereden meşhur Hazreti Talha'yı velihat
yapılmasını tavsiye ettiler. Hazreti Ömer cevaben "O cicili bicili süslü
elbiseler giymesini bilir, o mu halife olacak?" dedi. Bir kısım halk da
yine aşere-i mübeşşereden Zübeyr b. el-Avvam'ı tavsiye ettiler. Hazreti Ömer
"O çarşı ve pazarlarda ölçek başlarından kalkamaz" cevabını verdi.
Nihayet bazıları da Hazreti Ömer'in kendi oğlu ulema-yı ashabdan meşhur
Abdullah bin Ömer'i tavsiye ettiler. Bu Abdullah ibn Ömer hakikaten en büyük
ulema-yı ashabdandır. Abid, zahid, muttaki bir zattır. Her veçhile hilafete
layık idi. Onun için bazı ashab-ı kiram Hazreti Ömer'e onu tavsiye ettiler.
Lakin cenab-ı Ömer "bir evden bir kurban kâfidir" dedi. Elhasıl
Hazreti Ömer ashab-ı kiram içinde kendi istediği gibi halife olacak bir zatı
bulamadı veyahut bu mesuliyeti deruhde etmek istemedi. Düşündü, düşündü nihayet
bildiğiniz veçhile işi altı kişiden mürekkep "şura"ya havale etti,
yani "Osman, Ali, Abdurrahman bin Avf, Zübeyr b. el-Avvam, Talha, Sad bin
Vak-kas"dan mürekkeb meclis-i meşverete terk etti. Onlar da kendi
içlerinden birini intihap etmek üzere Abdurrahman bin Avf'ı hakem ittihaz
ettiler. O da Hazreti Osman'ı tercih ve intihap etti. Hazreti Osman'ın malum
olan şehadetinden sonra Hazreti Ali'ye biat olundu. İşte bu dört halifeye
"hulafa-yı Raşidîn" denir ki bunların mecmuunun müddet-i hilafeti
otuz seneden ibarettir.
Hazreti peygamberin bu babda bir
hadis-i şerifi vardır ki burada bilinmesi lazımdır ve calib-i dikkattir. O
hadis de "el-Hilâfetü ba'dî selâsûne seneten sümme te-sîru mülken
'adûden"dır. Manası benden "sonra hilafet otuz senedir. Ondan sonra
ısırıcı saltanata münkalib olur" demektir. "Azuz" ısırıcı
demektir. Bu hadis en muteber hadis kitaplarından olan Sünen-i Tir-mizî'de ve
bütün akaid kitaplarında mevcuttur. Bazıları bu hadisi zaif addetmekistiyorlarsa
da doğru değildir. "Hadis-i ha-sen" nevindendir. Hadisler üç
kısımdır. Birincisi hadis-i sahih, ikincisi hadis-i hasen, üçüncüsü de hadis-i
zaiftir. Bunlar ıstılahtır. Usul-ı hadis ıstılahatındandır. İşte bu hadis
ikinci nevi hadislerdendir ve en muteber ilm-i itikad kitaplarında mezkurdur. Rica ederim,
sözlerimde katiyen gıll ü gış yoktur. Kimseye müdahene ve riya yoktur. Maksadım
İslamiyetin hakayıkını bildirmektir. Bu izahatımı sırf İslamiyete hizmet için
söylüyorum. Din-i İslam'ı bir takım hurafattan tenzih için söylüyorum, (bravo
sesleri, alkışlar) Isırıcı saltanattan maksat saltanat-ı zalimedir. Mecaz
tarikiyle söylenmiştir. İstiare vardır.
Görülüyor ki ashab-ı kiram
hazaratı da bu hilafet meselesini suret-i sarihada izah etmemişlerdir. Demek
oluyor ki ne Kuran-ı Kerim'de, ne ehadis-i nebeviyede ve ne de ashab-ı kiramın
kelamlarında hilafet hakkında bizim aradığımız, öğrenmek istediğimiz meseleleri
bize anlatacak, sarih ve kati bir surette izah edecek bir şey yoktur.
Şimdi de sonra gelen ulema-yı
İslam'ın bu mesele hakkındaki tarz-ı telakkilerini tetkik edelim. Bilirsiniz ki
bugün ehl-i sünnet doğrudan doğruya şehrah-ı İslamiyet'te giden, sırat-ı
müstakim üzerinde bulunan dört mezhepten ibarettir. Hanefi, Şafii, Maliki,
Hanbeli mezhepleri değil mi efendim? İşte bu dört mezhebin heyet-i mecmuasına
ehl-i sünnet denir. Sırat-ı müstakim bunların gittikleri yoldur. Bu zatların
telakkisine gelince burada üç mezhep bir tarafa, bir mezhep diğer tarafa
ayrılır. Maliki, Şafii, Hanbeli mezhepleri müttefikan hilafetin şartlarında
ağır davranırlar. Halife olacak zatın müctehid derecesinde âlim olmasını, tam
bir adaletle muttasıl bulunması ve herhalde Kureyş'den olmasını şart ederler.
Hatta İmam-ı Şafii Hazretleri "halife tarik-i adaletten inhiraf edince
kendiliğinden münazil olur. Ayrıca hal ve azle tevakkuf etmez" diyor.
Mezheb-i Şafii de böyledir. En muteber Şafii kitaplarından olan Minhâc-ı
Nevevi'de ve onun şerhi olan Muğni'l-muhtâc'da bu babda sarahat vardır. Merak
edenler, sözüme itimat etmeyenler, bu kitaplara müracaat etsinler. Yalnız
Hanefiler şerait-i hilafet hakkında biraz müsamahakâr davranıyorlar. Mesela
halifenin müctehid olması şart değildir. Âlim olması kâfidir, diyorlar. Kezalik
halife tarik-i adaletten inhiraf edince kendiliğinden münazil olmaz, azledilmek
lazım gelir, diyorlar. Mahaza bu dört mezhebin dördü de hilafetin şerait-i
esasiyesinde mesela halifenin âlim ve adil olmasında ittifak ediyorlar. Âlim ve
adil olmayan bir zata halife demiyorlar. Melik ve sultan diyorlar.
İlm-i itikad kitaplarını tetkik
ederseniz görürsünüz ki ulema-yı ehl-i sünnet hilafeti iki kısma ayırıyorlar.
Birine hılafet-i hakikiye, diğerine hilafet-i sûriye diyorlar. Hilafet-i
sûriyeye hilafet-i hükmiye dahi ıtlak olunur. Şimdi bu iki nevi hilafeti ayrı
ayrı izah edeyim. Şöyle ki hilafet-i hakikiye şerait-i lazimesini cami ve
milletin inti-hab ve biatıyla hasıl olan hilafettir. İşte asıl hakikaten ve
şer'an "hilafet" diye bu birinci nevi hilafete denir. İşte demin
söylediğim "benden sonra hilafet otuz senedir. Ondan sonra ısırıcı
saltanata münkalib olur" mealindeki hadis-i şerifte zikr olunan hilafetten
maksat da bu hilafet-i hakikiyedir. Hanefi ulemasının en büyük muhakkiklerinden
olan ve bugün dahi eserleri bütün alem-i İslam'da tedris edilmekte bulunan
Sadrü'ş-şerianın "Tadilü'l-ulûm" nam ki-tab-ı güzininde bu hilafet-i
hakikiye "hilafet-i nübüvvet" ıtlak olunur.
Hanbeli mezhebinin en büyük
mücte-hidlerinden bulunan meşhur İbn Teymi-ye'nin Minhacü's-sünne'sinde dahi bu
suretle muharrerdir. Yani İbn Teymiye dahi bu hilafet-i hakikiyeye hilafet-i
nübüvvet ıtlak ediyor. Nitekim o hadis-i şerif diğer bir rivayette
"Hilâfetü'n-nübüvveti selâsûne seneten... ilh" tarzında varid
olmuştur. Şimdi ismini zikrettiğim Sadrü'ş-şeria Türktür, Buharalıdır. 848
tarihinde Buha-ra'da vefat etmiştir. Zamanın en büyük âlimlerindendir. Yalnız
ulûm-ı şeriyede değil, zamanında mevcut olan bütün ulûm ve fünûnda yed-i tulâ
sahibidir. Hakikaten her manasıyla allâmedir. Tadilü'l-ulûm na-mındaki kitabı
isminden de anlaşıldığı veçhile müteaddit ilimlerden bahseder. Pek müdekkikane
yazılmış güzide bir eserdir.
Bahsettiği ilimlerden biri de
ilm-i heyettir. Kendi eliyle çizilmiş ilm-i heyet eşkâlini dahi havidir.
Mütalaa edilirse sahibinin ne büyük âlim olduğu tebeyyün eder. Fakat
maatteessüf şimdiye kadar tab edilmemiştir. Yalnız yazmaları mevcuttur. Bu
münasebetle şu ciheti de arz edeyim ki din-i İslam'a ve şarkta bilcümle ulûm ve
fünûna hizmet eden büyük âlimlerin ekserisi Türk'tür. Ben vaktiyle bunlardan
bazılarının isimlerini kısa kısa tercüme-i halleriyle neşretmiştim. İşte bu
Sadrü'ş-şeria da onlardandır. Mezheb-i Hanefi'de 600 seneden beri onun ayarında
bir âlim yetişmemiştir.
Bu hilafet-i hakikiyenin
şartlarına gelince bunlar on kadar şeraitten ibarettir ki şunlardır: Müslüman
olmak, hür olmak, akil ve-baliğ olmak, erkek olmak, selamet-i havass u azaya
mâlik bulunmak, umûr-ı memleket ve mesalih-i milleti temşiyette rey ve tedbir
ve hüsn-i siyaset sahibi olmak ve aynı zamanda halk üzerinde nüfuz ve kudrete
malik bulunmak, şecaat sahibi olmak, tam manasıyla adaletle muttasıf olmak,
Kureyş'den olmak. İşte hilafetin şartları bunlardır. Bunlardan biri eksik
olursa hilafet sahih olmaz bu şartlardan başka bir de "ilim" şartı
vardır. Yani halifenin âlim olması şarttır. Fakat bu şartta ulema-yı İslam iki
kısma ayrılıyorlar. Mevakıf'da sarahaten beyan edildiği üzere cumhur-ı ulema-yı
ehl-i sünnete göre halife olacak zatın alelade âlim olması kâfi değildir. Usul
ve füruda müctehid derecesinde âlim olmak şarttır. Fakat Hanefiler bu hususta
müsamahakâr davranıyorlar. Hanefilere göre müctehit olmak şart değildir; alelıtlak
ah-kâm-ı şeriatı ve mesalih-i hilafeti bilmek kâfidir.
Burada "adalet" şartını
biraz izah etmek iktiza ediyor. Adaletin ıstılahda iki manası vardır. Biri
ihkak-ı hak ve ibtal-i bâtıl manasıdır. İkincisi sirette istikamet manasındadır
ki "fısk"ın zıddıdır. Bu makamda âdil demek, fasık değil demektir.
Adaletin bu ikinci manası birinci manasından eamdır. Ona da şamildir. Şu halde
zalim ve gaddar bir insan hilafet ehli olamayacağı gibi fısk u fücur ile
muttasıf olan bir zat da hilafete ehil değildir. Ulema-yı İslam, zulüm ve
itisaf ile muttasıf olan bir zatı halife yapmak demek kurdu koyuna çoban etmek
demektir, diyorlar. Bundan evvel "imamet" hakkında cenab-ı hak ile
İbrahim aleyhisselam arasında cereyan eden bir mükâleme-i maneviyeyi Kuran-ı
Kerim'den nakletmiştim. Onda kendi zür-riyetinden de imam yapılmasını niyaz
eden Hazreti İbrahim'e cevaben cenab-ı hak "Lâ-yenâlü
'ahdi'z-zâlimîn" buyuruyor. Yani "benim ahd-i imametim zalimlere
vasıl olmaz" diyor. Zaten halife ve imam nasb ve tayininden maksat zalimin
zulmünü def etmektir. Yoksa nâs üzerine zulmü musallat etmek değildir. Bunun
içindir ki kâffe-i ulema-yı İslama göre zalim ve itisaf-kâr bir zatı halife
intihab etmek caiz olmaz ve sonra irtikâb-ı zulm eden bir halife de bütün
ulemanın ittifakiyle azle müstehak olur. Hatta başta İmam-ı Şafii olduğu halde
mütekaddimîn-i Şafiiye'ye göre millet tarafından azledilmemiş olsa bile
kendiliğinden münazil olur. Hanefiler "fitne-i kıtal ve ihtilal melhuz
değil ise azledilmesi lazım olur" diyorlar. Bazıları "fukaha-yı
Hanefi indinde adalet sıhhat-i hilafetin şartı değildir. Binaenaleyh fasıkın
hilafeti maa'l-kerahe sahih olur" demişlerse de bu doğru değildir,
yanlıştır. Sadrü'ş-şeria'nın demin ismini zikrettiğim Tadilü'l-ulûm'unda ve
fukaha-yı Hanefiye'nin Sadrü'ş-şeria derecesinde muhakkiklerinden olan meşhur
İbn Hümâm'ın Müsâyere namındaki kitabında sarahaten beyan olunmuştur ki
eim-me-i Hanefiye indinde dahi "adalet" sıh-hat-i hilafetin şartıdır.
Yalnız mülk ve saltanatın şartı değildir. Yani şimdi aşağıda zikredeceğim
hilafetin ikinci nevinin şartı değildir. Çünkü hilafetin ikinci nevi
hükümdarlıktan, saltanattan ibarettir. Bu ise intihab ve biat üzerine müesses
değildir. Kuvvet, kahr ve galebe üzerine mübtenidir. Bu makamda hilafetle
saltanatı birbirine karıştırmamak lazımdır. Hakiki hilafet başka, sûrî hilafet,
yani saltanat ve padişahlık yine başkadır.
İkinci nevi hilafete gelince: buna
hilafet-i sûriye demiştik. Bu sureten ve zahiren hilafet şeklinde ise de
hakikatte hilafet değildir. Belki mülk ve saltanattan, tagallüb ve tasalluttan
ibarettir, padişahlıktır. Bu ya şe-rait-i hilafeti cami olmamak veyahut kahr u
istila, cebr ve tagallüb tarikiyle istihsal olunmakla olur. Bütün muhakkikin-i
ehl-i sünnetin müttefikan beyan ettikleri bir hakikattir ki hulefa-yı Emeviyye
ve Abbasiye-nin hilafeti bu kabildendir. Çünkü bunların hilafetleri milletin
kendi arzu ve intiha-bıyla husule gelmemiştir, kahır ve istila, cebr ve
tagallüb tarikiyle hasıl olmuştur.
Tarih-i İslama aşina olanlarca
malumdur ki hulefa-yı Emeviyenin irtikab etmedikleri zulüm ve sefahat, evlad-ı
peygam-beriye reva görmedikleri cevr ü şenaat kalmamıştır. Devlet-i Abbasiye
ise bütün bütün zulüm ve itisaf, kahır ve tagallüb üzerine teessüs etmiştir.
Yalnız meşhur Ebu Müslim-i Horasani'nin hükümet-i Emevi-ye taraftarlarından
kati ve itlaf ettiği nüfusun adedi 600.000'e baliğ olmuştur. Hulefa-yı
Abbasiye'nin birincisi olan Seffah'ın amcası Abdullah bin Ali, Şam'ı istila
ettiği zaman ahaliyi katl-i am etmiş idi. Birlikte taam etmek üzere davet
ettiği eşraftan doksan kişiyi sopalarla öldürttü. Bazıları henüz can çekişmekte
ve hırıltıları işitilmekte iken üzerlerine sofra kurdurarak bi-la teessür taam
etti ve Şam'da hulefa-yı Emeviye'nin kabirlerini açtırarak bulduğu naaşları,
kemikleri ihrak eyledi. Bu Abdullah'ın biraderi Süleyman bin Ali de Basra'da
Emevilerden eline geçenleri öldürdü ve cesetlerini sokaklarda sürüttürdü. Sonra
da meydanda bırakarak köpeklere yedirdi. En muteber İslam tarihlerinde bu
suretle muharrerdir. Hatta Cevdet Paşa merhumun Tevarih-i Hulefa namındaki
tarihine bakarsanız, sözlerimin sıdkını teslim edersiniz.
Osmanlı halifelerinin ise
saltanata olan hırs ve tama'larından nice masum ve bigünah şehzade kanı
döktükleri malumdur. Hulefa-yı Raşidin hazaratı, beytülmala ait olan emval-i
devlet ve millete "malullah" ve hukuk-ı ammeye "hakkullah"
tesmiye ederler ve binaenaleyh alelumum hukukun hüsn-i muhafazasına son
dereceye kadar bezl-i makderet eylerlerdi. Bunlar ise hu-kuk-ı Müslimini
müsadere ederler ve emval-i devleti şuna buna peşkeş çekerlerdi. Şimdi insaf
edelim, böyle bir zulm ve tagal-lübe hilafet denebilir mi? İslamiyet gibi âli
bir din, böyle bir saltanat-ı kahireyi kabul eder mi? Adil-i mutlak olan
cenab-ı hak "lâ-yenâlü 'ahdi'z-zâlimîn" buyuruyor. Böyle
kahir ve müstebit bir hükümeti din-i İslam'a nispet ederek adına
"Hilafet-i İs-lamiye" demek yar-u ağyara karşı İslamiyet'i tahkir
olur. Bu nevi hükümetler hilafet değil, hazret-i risaletpenah efendimizin
buyurdukları gibi ısırıcı saltanattan ibarettir. Onun içindir ki risaletpenah
efendimiz gaibden haber vermek suretiyle bir mucize kabilinden olarak
"benden sonra hilafet otuz senedir, ondan sonra melik-i azuz olur"
buyurmuşlardır. Hakayık-ı tarihiye de bunu müeyyiddir. Tarih tetkik ve tetebbu
edilirse görülür ki hakiki hilafet hulafa-yı Raşidin'in sonuncusu olan Hazreti
Ali'nin vefatıyla veyahut Hazreti Hasan'ın altı aydan ibaret bulunan müddet-i
imame-tiyle hitam buluyor. Ondan sonra artık "el-hükmü li-men galeb"
kaidesi cari oluyor. Söz kılıca, kuvvete intikal ediyor. Bu suretle hazreti
peygamberin "melik-i azuz" tav-sifiyle ifade buyurdukları hakikaten
ısırıcı saltanat-ı kahire teessüs eyliyor.
Burada istitrad kabilinden bir
garibe zikretmek isterim....
Allame-i Taftazani namıyla meşhur
bir zat vardır ki cümlenizin bildiği bir zattır. Unvanından da anlaşıldığı
veçhile büyük bir âlimdir. Fakat tarih-i İslam'a ahval-i ulemanın teracimine
hakkıyla vakıf olmadığı anlaşılıyor. Bu zat "şerh-i akaid" denilen
kitabında "eimme-i dinden ehl-i hail ü akd hulefa-yı Abbasiyenin
hilafetinde ittifak etmişlerdir" diyor ki doğru değildir. Hakikat-i
tarihiyeye külliyen mugayirdir. Bilirsiniz ki İmam-ı azam Ebu Hanife Hazretleri
eimme-i dinin en büyüklerindendir. 80 tarihinde tevellüd ve 150 tarihinde vefat
etmiştir. Hem devlet-i Emeviye, hem de devlet-i Abbasiye zamanlarında berhayat
bulunuyorlardı. Ne hilafet-i Emeviyeyi, ne de hilafet-i Abbasiyeyi tecviz ve
kabul etmemişti. Henüz Emevilerin hükümran oldukları esnada Hazreti İmam
Hüseyin'in oğlu Zeynelabidin'in mahdumu ve elyevm Yemen kıtasında bulunan
Zeydiye Fırka-sı'nın imamı meşhur İmam Zeyd Hazretle-ri'ne biat olunmasına el
altından fetva verirdi. Onun için Emeviler zamanında Irak valisi ve kumandanı
olan meşhur İbni Hu-beyre tarafından darb ve haps edilmişti. İbni Hubeyre her
gün müşarünileyhi hapishaneden çıkararak alâmeleinnas kırbaçla darb eder ve
sonra yine hapseylerdi. Abbasiler zamanında da müşarünileyh imam-ı âzam
hazretleri Hazreti Hasan'ın evladla-rından "Nefs-i Zekiyye" denmekle
maruf Muhammed Mehdi'ye muavenet ve biat olunmasına ve zekât, ağnam ve öşür
gibi şeri vergilerin ona verilmesine gizli gizli fetvalar verirdi. Bunun
içindir ki Abbasilerin ikinci halifesi olan "Ebu Cafer-i Man-sur
tarafından hapsedilmiş ve nihayet hapishane derununda vefat eylemiştir.
Fukaha-i Hanefiyenin şeyh ve
üstadla-rından ve usul-i fıkıh imamlarından "Cas-sas" lakabıyla
şöhret-şiar İmam Ebubekir Razi'nin Ahkâmü'l-Kuran namındaki tefsirinde ve
Fahrüddin Razi'nin tefsir-i kebirinde ve meşhur Tefsir-i Keşşafta, demin
zikrettiğim "lâ-yenâlü 'ahdi'z-zâlimîn" ayet-i celilesinin tefsirinde
bu suretle muharrerdir. Keza büyük müctehidlerden her biri İmam-ı Azam gibi bir
mezheb-i fıkhı sahibi olan Süfyan-i Sevrî, İbn Cüreyc ve Abbâd b. Kesîr gibi
eazim-i ümmet dahi zikr olunan Mansur tarafından hapsedilmişlerdi. Mezheb-i
Maliki müessisi İmam Malik Hazretleri yalnız dayak yemekle kurtulmuştu. Fakat
darbın şiddetinden kolu çıkmıştı. Şu hakayık-ı tarihiye meydanda ve en mevsuk
ve muteber tefsir ve tarih kitaplarında mevcut iken allame-i Taftaza-ni'nin
"eimme-i dinden ehl-i hail ü akd hilafet-i Abbasiye'nin sıhhatinde ittifak
etmişlerdir" tarzında idare-i kelam etmesinin hiçbir kıymet-i ilmiyesi
yoktur. Bunu bila-tereddüd ve bi-muhaba söyleyebilirim.
Vâkıâ İmam Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed gibi müşarünileyh İmam-ı Azam Hazretleri'nin talebesinden olan Eimme-i
Hanefiye, Abbasiler zamanında kadılıklar kabul etmişlerdi. Hatta İmam Ebu
Yusuf, Bağdat'ta hulefa-yı Abbasiyeden Mehdi, Hadi ve Harun Reşit zamanlarında
kadi'l-kuzatlık vazifesini ifa etmişti. Fakat keyfiyet onların hakiki
hilafetini tasdike delalet etmez. Çünkü bilcümle kitab-ı Ha-nefiyyede sarahaten
zikrolunduğu üzere eimme-i Hanefiyye'nin içtihadatına göre zalim ve fasık bir
padişahtan kadılık ve valilik gibi memuriyet kabul etmek zarurete binaen caiz
ve sahih olur. Yalnız bunda zulme ve haksızlığa alet ve vasıta olmamak şarttır.
İşte bu fikir ve içtihada mebnidir ki ulema-yı İslam müluk ve selatinin
kadılıklarını vesair memuriyetlerini deruhde etmişlerdir. Hulasa gerek
hulefa-yı Emeviye ve gerek hulefa-yı Abbasiye hakikatte halife değildirler,
sultan ve padişahtırlar. Onlara halife ıtlak olunması beyne'n-nas örf
olmasındandır. Tefsir-i Keşşafta demin zikr olunan ayetin tefsirinde hulefa-yı
Emeviye ve Abbasiye hakkında "gasıb ve mütegal-libdirler, kendi
kendilerine halife ismini takınmışlardır" diye mezkurdur. Hatta demin ismi
geçen Müsâyere namındaki kitapta sarahaten zikrolunduğu üzere meşa-yih-i
Hanefiye'nin bir kısmı ashabdan Mu-aviye'ye bile halife demiyorlar, melik ve
sultan diyorlar.
Efendiler! Kendi kendimizi
aldatmayalım. Alem-i İslamı biz hiç aldatamayız. Onların içinde birçok ulema
vardır. Kâffesi bugün bizlerden âlimdirler. Kitab-ı İslami-ye ellerindedir.
Onlar hilafet-i İslamiye'nin ne demek olduğunu bilmezler mi? Hint uleması,
Mısır uleması, Yemen uleması, Necd uleması, Kürdistan uleması halifenin
Kureyş'ten olması lazım geleceğini bilmezler mi efendiler? Bu saydığım yerlerin
hiçbir âlimi bizim padişahlarımızın halifeliğini din nokta-i nazarından kabul
etmez. Mısır'da, Hindistan'da, Kürdistan'da hilafetten bahsedildiği vakit
bunun ciddi olduğuna inanıyor musunuz? (bravo sesleri)
Onların uleması hiçbir zaman bizim
padişahlara halife dememiştir. Kitapları meydandadır. Sabilerin en
muteber kitabı olan Minhac-ı Nevevi elde mütedavildir, mat-budur. Bütün Şafii
medreselerinde, bütün Şafii ulemasının ellerinde hürmetle ihtiramla tedavül
etmektedir. Ona bakınız! Şa-fiilerce bizim padişahlara halife denip
denmeyeceğini anlarsınız. Maliki ve Hanbeli kitaplarına da bakınız onların da
bizim padişahlara ne dediklerini görürsünüz. Hatta bizim Osmanlı ulemamız bile
kendi padişahlarına halife dememişlerdir. Fukaha-yı Hanefiyenin üstadlarından
ve Türkistan'ın en büyük ulemasından İmam Necmüddin Ömer Nesefi denilen bir zat
vardır. 537 tarihinde Semerkand'da vefat etmiştir. Bu pek büyük bir fakih
olduğu için kendisine "Müftı's-sakaleyn" denilmiştir. Bu zatın pek
çok kitapları vardır. Mezheb-i Hanifi-de imamdır. Bunun itikadiyata dair Akaid-i
Nesefiye namıyla küçük bir kitabı vardır ki sekiz yüz seneden beri mezheb-i
Hanefi-nin cari olduğu bütün şark medreselerinde tedris olunur. Hatta bugüne
kadar İstanbul medreselerinde, Fatih medreselerinde dahi tedris edilegelmiştir.
İşte o kitapta ve diğer bilcümle kitab-ı İslamiyede imamın Kureyş'ten olması
meşrut olduğu ve başkasının imameti caiz olmayacağı mutlak ve kati bir lisanla
beyan ediliyor. "Ve lâ-yecûzu min gayrihim" deniyor. Onun içindir ki
demin ismini zikrettiğim allame-i Taftaza-ni Şerh-i Akaid'inde "hulefa-yı
Abbasiye-den sonra hal müşkildir" diyor. Şu halde bu işkâli ref etmek için
ne yapmak lazımdır. Ne demelidir ki bu işkâl mürtefi olsun. Bu hususta
söylenecek söz şudur: Şeraitini cami bir zat bulunmadığı surette halife nasp ve
intihap etmek kaziyesi vacip olmaz. Şimdi burada gayet kuvvetli bir itiraz
varit olur. Denebilir ki Müslümanlar üzerine bir imam intihap ve nasp etmek
vaciptir. Bu babda icma-i ümmet vardır. Bütün ulema-yı İslam imam nasbinin
vücubunda ittifak etmişlerdir. Buna ne cevap vereceksin? Bu sual hakikaten pek
kuvvetli bir sualdir. İşin içine "icma" girince kendi tarafımızdan ne
söylense faydavermez. Hiç kimse dinlemez. Çünkü icma en kuvvetli delil
addolunur. Ve tarafımızdan ne denilecek olsa bize cevaben icmaı akdeden ulema,
senden daha iyi bilir denilir. Şu halde buna nasıl cevap verilmelidir. Bunun
cevabını Şafii ulemasının en büyük mütehassıslarından allame İzzüddin
vermiştir. Bu zatın Mevakıf namında gayet muteber bir kitabı vardır. Ehl-i
sünnetin itikadatına dairdir. Büyük bir kitaptır. İstanbul'da Matbaa-i Amire'de
üç cilt üzerine tabedilmiştir. Bütün ulema-yı İslam'ın elinde hüccet gibi
tutulur. Mündericatı senet ittihaz olunur. İşte bu kitabın imamet bahsinde bu
sual kendi tarafından irad olunduktan sonra ona cevaben demin dediğim gibi
"şerait-i imameti cami bir zat bulunmadığı surette ehl-i İslam üzerine
imam nasbetmek vacip olmaz" diye mezkurdur. Sözümün sıhhatine inanmak
istemeyenler bu kitaba müracaat etsinler.
Fakat bu surette memleket anarşi,
millet ihtilal içinde kalmaz mı? Evet, millet fuzuli bir surette başıboş kendi
haline terk edilir, hükümet tesis edilmezse şüphesiz memleket anarşi ve millet
ihtilal içinde kalır. Lakin sahib-i Mevakıf'ın maksadı bu değildir. Şeraitini
cami, hakiki halife manasına bir imam nasbi mümkün olmadığı surette artık o
manaca imam nasbinin vücu-bu sakıt olur demek istiyor. Bundan hükümet tesisine
de lüzum yoktur manası çıkmaz. Maksadı "şerait-i hilafeti cami bir imam
nasbi müteazzir olduğu surette yine hükümet tesisi vacip olur. Fakat artık ona
hilafet ve reis-i hükümete de halife manasına imam denmez ve bundan dolayı
millet-i İslamiye günahkâr olmaz" demektir. Nitekim bundan evvel ismi
geçen Sadrü'ş-şe-ria Tadilü'l-ulum'unda şerait-i hilafeti tadat ettikten sonra
şeraiti cami hilafetin ha-dis-i şerifde beyan olunduğu veçhile otuz senede
tamam olduğunu, ondan sonra ri-yaset-i dünyeviye ve tagallübiyeden ibaret olan
melik ve saltanat teessüs ettiğini beyan ediyor ve sonra da "şu zikrolunan
şerait-i hilafetten zaruretin ıskat ettiği şartlar sakıt olmuştur kezalik
zamanımızda Ku-reyşlik şartı da sukut etmiştir" diyor ve bu sözü
söyledikten sonra "Fe kânû mel'ûnî-ne eyne mâ sükıfû uhızû ve kuttilû
taktî-len" ayet-i celilesini iktibas ediyor ve bu suretle şerait-i
hilafet-i cami olmayan mü-luk ve selatine şiddetle hücum ediyor. İşte şu
izahatımdan hilafet-i hakikiye ile hilafet-i suriyenin neden ibaret olduğu
tamamıyla anlaşılmıştır sanırım. Hilafet-i hakikiye asıl hilafettir ki
hulefa-yı Raşi-din'e mahsus ve münhasır idi. Geldi geçti. Hilafet-i suriye ise
hulefa-yı Raşidin'den sonra gelen halifelerin hilafetidir ki saltanat-ı
kahireden başka birşey değildir ve şer'an gayet mezmumdur. Hilafet-i
hakiki-yede halife, resul-i ekrem efendimizin eserine iktifa ile peygamberane
bir hayat idare ve pederane bir siyaset takip edecek, elinde hazret-i Kuran
meş'al-i hidayet ve rehber-i hareketi olacak, kalbinde Allah korkusu onu
herhalükârında adaletten ayırmayacak, mansıb ve memuriyetleri birer emanet-i
ilahiye addederek ehlini bulup ona tefviz edecek, hukuk-ı Müsliminin ziyama ve
emval-i beytülmalın zerre kadar israfına meydan vermeyecek İslamiyetin inkişaf
ve tealisi ve ehl-i İslamın saadet ve terakkisi neye mütevakkıf ise onu
istihsale bezl-i makderet eyleyecek. Şimdi zamanımızda böyle bir hilafet-i
hakikiye tesisi kabil midir?
Hazret-i Ebubekir-i Sıddık,
makam-ı hilafete intihap olunduğu zaman minbere çıkıp cenab-ı hakka hamd-ü sena
ettikten sonra şu hutbeyi irad etmiş idi. "Ey nas ben sizin üzerinize
veliyyü'l-emr oldum. Halbuki ben sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyilik
edersem bana.zahir olunuz. Eğer fenalık edersem beni doğru yola sevk ediniz.
Doğruluk emanettir, yalancılık hıyanettir. Sizin zayıfınız indimde kavi
demektir ki hakkını zalimden alıveririm. Kaviniz de indimde zayıftır ki ondan
mağdurun hakkını istihsal ederim hiçbiriniz cihadı terk etmesin, cihadı terk
eden kavim zelil olur. Ben Allaha ve resulüne itaat ettikçe siz de bana itaat
ediniz. Şayet ben Allaha ve resulüne itaat etmezsem siz de bana itaat etmeyin!
Kalkınız namaza rahmiküm Allah"
Hazret-i Ebubekir'in irtihalinde
hiçbir nakit mevcudu çıkmamıştı. Beytülmaldan takdir olunan nafaka ile orta
halde yaşardı. Emval-i emiriyeden nezdinde bir köle ile bir deve ve bir de
kaftan vardı. Hal-i intizarında kerimesi imamü'l-müminin Hazreti Ayşe'yi çağırarak
"biz halife olalıdan beri milletin dirhem ve dinarını yemedik (yani
parasını yemedik) kaba ve bayağı taamlarını yedik ve katı elbisesini giydik.
(Yani takdir olunan nafaka) Bu köle ile bu deve ve kaftan benim malım değil,
beytül-mal-ı Müsliminindir. Ben mesalih-i Müsli-min ile meşgul olurken onları
kullanırdım. Size mevrûs olmaz vefatımda üçünü de Ömer'e gönder" diye
vasiyet etmiştir.
Hazreti Ayşe ber mucib-i vasiyet
onları Hazreti Ömer'e gönderince, Hazreti Ömer "Ya Ebubekir, kendinden
sonra gelenleri zahmete soktun, müşkül bir mevkie koydun" diyerek ağladı
ve "alın bunları bey-tülmala teslim edin" dedi. Bunun üzerine hazır
bi'l-meclis olan Abdurrahman bin Avf "sübhanallah, bir köle bir deve ile
beş dirhemlik köhne kaftanın ne değeri olabilir? Emretseniz de onları Hazreti
Ayşe'ye iade etseler" deyince; Hazreti Ömer "O Ömer'in zamanında
olamaz" cevabını vermiştir.
Hazreti Ömer de eyyam-ı
hilafetinde, Hazreri Ebubekir gibi beytülmaldan takdir olunan yevmi nafaka ile
geçinirdi ve akvat-ı yevmiyesini pek dar tutmuş olduğundan ailesi müzayaka
çekerdi. Diğer ashab-ı istihkaka ise kendi istihkakından fazla verirdi. Bir gün
hutbe okumak için minbere çıktığında üzerindeki elbisenin on iki yerinde yama
görülmüştü. Geceleri Medine-i Münevvere sokaklarında ta-be-sabah bekçi gibi
dolaşır, bizzat şehrin asayişini muhafazaya çalışırdı. Hatta kapalı olup
olmadıklarını anlamak için kapıları yoklardı ve "Fırat nehrinde bir oğlak
boğulacak olursa korkarım ki yarın cenab-ı hak beni ondan mesul tutar"
diyerek ağlardı. Mesuliyet hissi ve Allah korkusu kalbinde o kadar yer etmişti
ki ara sıra "Yarabbi, mema-lik-i İslamiye pek ziyade kesb-i vüsat etti.
Her tarafta adalet-i ilahiyeni neşr ve tevzi etmek benim için müteazzir oldu,
artık bu bar-i mesuliyete tahammül edemiyeceğim, ruhumu kabz et" diye dua
ederdi. İrtiha-linde medyunen vefat ettiği için emvali satılıp borçları tesviye
olunmuştur.
Hazreti İmam Ali de geceleri biri
beytül-malın, diğeri kendisinin parasıyla alınan iki mum bulundururmuş.
Mesalih-i milletle meşgul olur iken beytülmalın mumunu kullanırdı. Fakat o
sırada kendi şahsi işiyle iştigal edecek veyahut nezdine biri gelip hususi
mükalemeye başlayacak olursa derhal o mumu söndürür, kendi parasıyla alınan
mumu yakardı. Hazreti Osman ise servet-i zatiyeye malik olduğu için mesarif-i
hilafet namıyla beytülmaldan hiçbir şey almazdı.
İşte hakiki hilafet böyle olur.
Halife diye de böyle zatlara denir. Zamanımızda böyle halife bulmak mümkün
müdür? Mümkün olmayınca halife aramanın manası kalır mı? Sözlerimin
mukaddemesinde de söylemiştim ki şer-i şerif nazarında hilafetten maksat
hükümettir. Bir hükümet-i âdile tesis etmektir. Kuran-ı Kerim'de emr-i
hükümette usul-i idare olmak üzere bize meşvereti tavsiye ediyor "Ve
emruhum şura beynehum" diyor. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar tesis
etmek istediğimiz usul-i idare meşverettir. Hükümeti meşveret esası üzerine
tesis etmek istiyoruz ve hatta ettik de. Bu usul-i idare tahsin-i ilahiye
mazhar olduğu halde daha ne istiyoruz, başımızda heyula gibi bir halife
bulundurmanın ne manası vardır?
İşte Efendiler, hilafet
meselesinin ilm-i kelam yani itikadiyat nokta-i nazarından mahiyet-i şeriyesi
budur. Bunu bu suretle bilmek, halkı tenvir etmek, hakikati bildirmek lazımdır
ve böyle bir zamanda bu bizim için bir farizadır,(alkışlar) Hakikaten bazı
zatlar var. Mesela bizim muhterem Gümüşhane Mebusu Zeki Bey, Muhterem Kastamonu
Mebusu Halit Beyefendi Hazretleri gibi. Dahilde ve hariçte daha birçok zevat
bulunabilir ki bu meselede tereddütleri vardır. Endişelerinde samimiyet
olduğunda hiç şüphem yoktur. Kendilerini takdir ve tebcil ederim. Sözlerinde
başka bir gaye, başka bir maksat yoktur. Endişeleri pek bir tabii endişedir.
Çünkü mesele pek büyüktür. Azim bir inkılap geçiriyoruz. Kendilerini mazur
görürüm. Hiç şüphe etmem ki meseleyi olduğu gibi bildikleri zaman o endişeleri
zail olur. Onlar da kemal-i itidal ile bizim nokta-i nazarımıza iştirak
ederler.
Muhterem Halit Beyefendi "Ben
meselenin cihet-i şeriyesine karışmam. Cihet-i siyasiyesini düşünürüm"
dediler. Yani meselenin cihet-i siyasiyesindemendişe ettiklerini söylediler. Bu
babda da bir iki söz söylemek isterim. Kimsenin kanaatini suiistimal etmek
istemem. Söyleyeceğim sözler sırf benim şahsi kanaatimdir. Bunu yani hilafet
meselesinin cihet-i siyasiyesini ben de çok düşündüm. Geçen seneden beri bazı
matbuat da bundan bahsetti. Zannolunur ki biz hilafeti lağv edersek Mısır'da,
Hindistan'da ve diğer İslam memleketlerinde pek fena tesir yapacak. Bu bence
pek boş bir fikirdir. Emin olun efendiler, bunun âlem-i İslam'da hiçbir tesiri
olamaz. Evvelce de söylediğim gibi âlem-i İslam'ın uleması kimin halife
olacağını ve nasıl halife olmak lazım geleceğini bizden iyi bilirler. Alem-i
İslam'ın bize olan muaveneti, bilmiyorum, hakikaten var mıdır? Efendiler! Beş
on lira vermekle ona muavenet denmez. Vaktiyle İstanbul'da cihat fetvası ısdar
olunduğu zaman âlem-i İslam'dan hiçbir seda-yı icabet sadır olmadı. Irak'ı,
Suriye'yi ve hatta güya makarr-ı hilafet addolunan İstanbul'u işgal eden
ordular Hindistan'ın Müslüman askerlerinden mürekkep idi. Beni Arapyan Hanı'nda
bir odaya ka-pıyarak başımda nöbet bekleyen Müslüman Hint askeri idi. Refikam
ve çocuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla benim arama girerek elinde
hançerle nöbet bekleyen Müslüman Hint askeri idi. İçimizde şeyhülislamlık etmiş
olan zat da beraber Malta'da esir yaşadığımız zaman âlem-i İslam'ın hiçbir
tarafından bize dest-i muavenet uzatılmamıştı efendiler! Kendimizi
aldatmayalım, hakikati olduğu gibi görelim ve görmeyenlere de gösterelim. Evet,
âlem-i İslam'ın bize ve bizim onlara muavenet etmemiz lazımdır, hatta vaciptir.
Bütün efrad-ı İslamiyenin de yekdiğerine elden geldiği kadar muavenet etmesi
vaciptir. Fakat bu hilafet meselesi değil, hilafetten dolayı değil uhuvvet-i
diniye meselesidir. Müslümanlar birbirinin kardeşi olduğundandır. Kuran-ı Kerim "İnneme'l-mü'minûne
ıhvetün" buyuruyor. Yani müminler birbirinin kardeşidir diyor. İşte âlem-i
İslam üzerine bize muavenet etmek bu uhuvvet-i diniyeden dolayı vaciptir. Yoksa
bir zatın halife namıyla heyula gibi bir makamda oturmasından dolayı değildir.
İslamiyette insanlar hakkında kudsiyet yoktur. İslamiyette öyle Hıristiyanlıkta
olduğu gibi ruhaniyet yani hükümet-i ruhaniye yoktur. Kezalik İslamiyette ne
teşkilat-ı diniye, ne de teşkilat-ı idariye yoktur. Şe-riat-ı İslamiye,
teşkilat-ı diniye tesis etmediği gibi teşkilat-ı idariyeyi de ümmet-i
İs-lamiyeye terk etmiştir. İslamiyet, mukaddes olarak yalnız birşeyi tanır ki o
da "hak"tır. Mukaddes olan yalnız hukuktur, "hak"tır.
Cenab-ı hakkın ismi de Hak'tır, Kudsiyet de ondandır. Bazı dinlerin bazı eşyaya
verdiği kudsiyeti İslamiyet vermemiştir. Hele insanlara hiç kudsiyet
vermemistir, zerre kadar vermemiştir. Peygamberlere bile kudsiyet vermemiştir.
Hazreti peygamberin en büyük duası "Allâhumme erine'l-eşyâe kemâ hi"
duası idi. Manası "Yarabbi bize hakayık-ı eşyayı olduğu gibi göster"
demektir. Diğer bir duası da "Allâhumme lâ-tec'âl kabri vesenen
yu'bedü" duası idi. Manası "Yarabbi benim kabrimi tapılır put
yapma" demektir.
Tunalı Hilmi Bey (Zonguldak) -Yaşa
hocam, yaşa!
Adliye Vekili Seyit Bey (İzmir)
(devamla) -Şimdi size sorarım, böyle bir din-i âli birtakım eşhası halifedir
diye başınıza oturtmak ve ona taparcasına birtakım kudsiyet vermek kabul eder
mi? Buna imkân yoktur. İslamiyet bundan mütenezzih-tir, mütealidir. Bu birtakım
iğfalattan, devr-i istibdatta sultanların yapmış oldukları mezalimi setr için
müstebit hükümdarların etrafında bulunan riyakâr eşhasın kasden vuku bulunan
telkinatından ve birtakım cahil ve sadedil zevatın yanlış telak-kiyatından
neşet etmiş ve giderek umumi bir fikir haline gelmiş bir hurafedir.
Elhasıl Müslümanların birbirine
muavenet etmeleri bir lazime-i diniyedir. Bu tesanüd-i dini ve içtimai
kaziyesidir. Müslümanlar eczası birbirine kenetlenmiş bina gibidir. Yekdiğerini
tutarlar, birbirlerinden ayrılmazlar mealinde bir hadis-i şerif vardır ki ehl-i
İslam arasındaki tesanüdün de-rece-i lüzumunu gösterir. Bu babda daha pek çok
hadis-i şerifler vardır. Her biri bir düstur-i ahlaki ve pek yüksek vecize-i
içtimaiyedir. Onun için Hind'in, Mısır'ın, Afgan'ın, Türkistan'ın ve diğer
âlem-i İslam'ın bize ve bizim onlara irtibatımız hep bir tesanüd-i diniden
mütevellittir. O zavallılar da kendilerini esaretten kurtarmak için bir
medetgâh, bir el arıyorlar, [bravo sesleri) İşte bunun içindir ki biz
hilafeti ilga etsek de etmesek de onlar daima ellerinden geldiği kadar bize
muavenette devam edeceklerdir ve etmeleri lazımdır.
Ali Şuuri Bey (Karesi) -Evvelce
neşr etmiş olduğunuz risalenizde hilafeti vekâletle tarif ediyordunuz. Hilafet
bir nevi vekâlettir. Halife millet-i İslamiye'nin vekilidir diyordunuz. Bu
nokta-i nazarınızdan feragat mı ettiniz?
Adliye Vekili Seyit Bey (İzmir)
(devamla) -Hayır, o nokta-i nazarımdan feragat etmedim, fakat bendeniz pek uzun
gidecek diye bu mesele hakkında bütün bildiklerimi söylemek istemiyorum, (söyle
söyle dinleriz sesleri) Madem ki istiyorsunuz o halde ben de söyliyeyim. Fakat
sabrınızı suiistimal ediyorum, sözlerim biraz daha uza-yacaksa da meselenin pek
büyük ehemmiyeti olduğundan affınızı temenni ederim. (söyle lezzetle
dinliyoruz sesleri)
Seyit Bey (devamla) -Evet, Ali
Şuuri Beyefendi, hilafet bir nevi vekâlettir. Milletle halife arasında
akdedilmiş olan vekaletten başka bir şey değildir. Millet müvekkil, halife onun
vekilidir. Halife intihap ve ona biat etmek demek akd-i vekâleti icap etmek
demektir. Bilirsiniz ki her akit, her mukavele tarafeynin icap ve kabulüyle
münakid olur. İşte hilafet de bir akit ve bir mukaveledir. Hem de bütün
fukahanın bi'l-ittifak beyanatı veçhile akd-i vekâlet nevindendir. Hakkında
kaide-i vekalet ahkâmı cari olur. Çünkü efendiler, defaat ile arz
etmiştim ki hilafet mahiyet-i şeriyesi itibariyle hükümet demektir. Bilirsiniz
ki hazreti peygamber, bir taraftan ahkâm-ı şeriyeyi vazeder, teşri eder, diğer
taraftan da bizzat o ahkâmı icra ederdi. Etrafa valiler, kadılar,
kumandanlar nasp ve tayin eylerdi ve muharebelerde bizzat başkumandanlık
vazifesini ifa ederdi. Hatta pek güzel bilirsiniz Uhud Gazası'nda yanağından
yaralanmıştı. Bu ahval ise söylemeye hacet yok icra-yı hükümet demektir. Onun
içindir ki hilafet de hükümet demektir. Fakat gerek asr-ı saadette ve gerek
sonraları hükümet tabiri mustalah olmamıştı. Hükümet kelimesi lu-gatta hakim
olmak, emir ve men etmek hükmetmek demektir. Seran pek makbul bir şey
değildir. Onun için ol vakitler hükümet tabiri kullanılmamış, onun yerine
hilafet tabiri istimal edilmiştir. Fukaha-yı Hanefiyenin müteahhirîni meyanında
İbn Hümâm namında bir zat vardır ki müctehid derecesinde büyük bir fakihdir.
Sivas'ta doğup İskenderiye'de yaşamıştır ve orada neşr-i ulûm ederek gayet
feyyaz eserler vücuda getirmiştir. Dokuzuncu asr-ı hicri ri-calindendir. Bunun
ilm-i kelama yani itika-diyata dair Müsâyere namında bir kitabı vardır ki
matbudur. Bundan evvel de birkaç kere ismini zikrettim. İşte o kitapta imamet
"Hiye istihâku tasarrufi 'âmmin 'ale'l-müslimîn" diye tarif olunuyor.
Yani imamet, tabir-i diğerle hilafet Müslümanlar üzerine tasarruf-ı amme-i
istihkaktır, deniyor. İşte hilafetin fıkıh yani ilm-i hukuk nokta-i nazarından
tarifi budur.
İlm-i itikad kitaplarında hilafet
daha doğrusu imamet başka suretle tarif olunur. "Umûr-ı diniye ve
dünyeviyede hazreti peygamberden halef olarak Müslümanlar üzerinde
riyasettir" diye tarif olunur. İbn Hümâm büyük fakih olduğundan
"imamet"! fıkıh ve hukuk nokta-i nazarından tarif etmek istemiş; onun
için imamet Müslümanlar üzerine tasarruf-ı amme-i istihkaktır demiştir. İşte
Efendiler, imametin tabir-i diğerle hilafetin en güzel ve en doğru tarifi
budur. Tasarruf-ı âmma istihkaktır diyor. Tasarruf-ı am demek bütün
Müslümanlara şamil olmak üzere onların umûr-ı amme ve müşterekesine tasarruf
demektir. Buna lisan-ı fıkıhda yani hukuk-ı İslamiye ıstılahatında
"velayet-i amme" denir. Velayet ne demektir? Ve tasarruf-ı âmma
istihkak ne suretle hasıl olur, alelumum Müslümanlar üzerinde tasarruf-ı amma müste-hak
bir kimse var mıdır? Bunları izah etmek lazım geliyor. Rica ederim mesele
derinleşiyor. Gayet ilmi bir safhaya giriyor dikkatle dinlemeniz lazım gelir.
"Velayet"i ulema-yı İslam "Tenfîzü'l-kavli 'ale'l-gayri şâe
eba" diye tarif ederler. Manası ister muvafakat etsin, ister etmesin
başkası üzerine söz geçirmek demektir. İşte velayetin manası budur. Şu halde
şeriat-ı İslamiye'ye nazaran böyle ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası
üzerine söz geçirmek hakkını haiz kimse var mıdır? Bu cebren söz geçirmek demektir
ki tahakkümden başka bir şey değildir. Tahakküm seran caiz midir? Evet bir
kimsenin diğerine cebren söz geçirmeye kalkışması gayri meşru olursa ona
tahakküm denir. Tagallüb denir ve nihayet saltanat denir. Fakat meşru olursa
işte o vakit ona velayet denir. Şimdi bu meseleyi bir mukaddeme ile izah
edeyim.
Muhterem efendiler! Hukuk-ı
İslamiye-ce üç hak vardır ki bu üç hakka her fert müsavat-ı tamme üzere
maliktir ve üçü de layetegayyerdir ve layetezelzel haklardır. Birincisi hakk-ı
hürriyet, ikincisi hakk-ı ismettir ki biz şimdi buna masuniyet-i şahsiye ıtlak
ediyoruz. Nefsin ve ırzın masumiyet ve masuniyeti demektir. Üçüncüsü de hakk-ı
mülkiyettir. İşte bu üç hak İslamiye-tin hukuk-ı esasiyesindendir. Diğer bütün
hukuk bu üç haktan tevellüt eder. Bu üç hak bütün hukukun anası ve menşeidir.
Zamanımızda mütemeddin memleketlerin hukuk-ı esasiyesi de bu üç hak değil
midir? Evet öyledir ama biz bu hukuk-ı esasiyeyi bugün değil, 1300 sene evvel
öğrenmişiz. Lakin maatteessüf hilafet namı altında sonra gelen müstebit
hükümetler bu hukuk-ı esasiyeye hakkıyla riayet etmemişlerdir.
İslamiyette hiçbir ferdin diğer
bir fert üzerinde kendiliğinden bizatihi hakk-ı velayeti yoktur. Hiçbir kimse
diğerine cebren söz geçirmek hakkını haiz değildir. Hiçbir fert diğerine öyle
cebren şunu yap, bunu yapma, şurada otur, oraya gitme diyemez. Herkes hürdür;
istediği yerde oturur, kalkar, istediği gibi hareket eder. Başkasına zarar iras
etmedikçe kimse ona karışamaz. Kezalik herkesin nefsi, ırzı muhterem ve
taarruzdan masundur. Hakk-ı temellük de böyledir. Herkesin malı mülkü
taarruzdan masundur. Herkes, kendi malı ve mülkünde dilediği gibi tasarruf
eder. Gayre zarar vermedikçe hiçbir kimsenin müdahale etmeye hakkı yoktur.
Herkes hukukça müsavidir. Öyle sınıf imtiyazları, zadegânlık usulü gibi şeyler
yoktur. İslamiyet tam manasıyla demokratik bir dindir ve hiçbir kimsenin
imtiyazını kabul etmez. Kuranı Kerim "İnne ekremeküm 'indellâhi
etkâ-küm" buyuruyor. Yani "Allah indinde sizin en mükerrem olanınız
Allahtan en çok korkanınızdır" diyor. İşte bunun içindir ki büyük, küçük
şerif ve vazî herkes nazar-ı ilahide müsavidir. Allah'ın indinde en makbul ve
mükerrem olan zat, kimin oğlu olursa olsun, Allah'tan en çok korkan zattır.
Bunun içindir ki İslamiyet'te hiçbir kimse kendi şahsi imtiyazından mütevellid
olmak üzere diğer bir fert üzerinde cebren söz geçirmek ona emr ü nehy etmek
hakkını haiz değildir.
İslamiyette yalnız bir zatın
diğeri üzerinde velayeti, cebren söz geçirmek hakkı vardır ki o da babadır.
İşte yalnız babanın evladı üzerinde söz geçirme hakkı vardır ki, velayettir.
Baba çocuğun velisidir. Velayet babanın babalık vasfından mütevellittir ve
çocuk hakkında şefkat-i kâmileye malik olduğundandır. Ortada bir çocuk var.
Bakılmak ister. Kendisine irsen intikâl eden emvali sıyanet edilmek lazım.
Çocuktur; kendine bakamaz ve emvalini sıyanet edemez buna kim bakacak ve bu
emvalini kim sıyanet edecek? Şeriat-ı İslamiye çocuğa bakmak, tabir-i diğerle
çocuk üzerinde velayet hakkını haiz olmak hususunu; çocuk hakkında en ziyade
şefkate malik olan, herkesten ziyade onun nef ve hayrını düşünecek olan zata
veriyor ki o da babadır. İşte babanın bu velayetine velayet-i zatiye denir.
Babanın zatından, übüvvet vasfından neşet eden bir velayettir. Babadan başka ve
baba hükmünde olan büyükbabadan başka hiçbir kimsenin diğer fert üzerinde böyle
velayet-i zatiyesi yoktur. Herkesin kendi nefsinde ve emvalinde velayeti,
tabir-i diğerle hakk-ı tasarrufu vardır. Onun bu velayet ve tasarrufuna kimse
karışamaz. İşte bu esasa binaendir ki "Her kimse kendi âleminin
padişahıdır" denir. Bir zat diğer şahıs hakkında velayete ve hakk-ı
tasarrufa malik olabilmek için mutlaka o şahıstan velayet hakkını ahz etmesi
lazım gelir. Mesela bir kimse diğerinin bir malını başkasına satabilmek için
mal sahibinden mezuniyet almış olmak lazımdır. Daha evvelce öyle bir mezuniyet
almamış ise o satış muteber olmaz. Bu hususta mezuniyet almak ne demektir? O
malı satmak, velayetini onun rızasıyla ondan almak demektir. İşte o velayeti
almış olan zata vekil denir. Ona o velayeti veren zata da müvekkil denir. Vekil
böyle bir velayet almamış ise ona vekil denmez, fuzuli denir. Fuzulinin
tasarrufatı ise muteber olmaz. Meğer ki mal sahibi bilahare ona muvafakat etmiş
olsun. Bu surette icraat lahika-yı vekalet-i sabıka hükmündedir denir ve o itibar
ile fuzulinin tasarrufu muteber olur. Hakem meselesi de böyledir. Yani bir
kimse diğeriyle olan davasında başka bir zatı kendi rızasıyla hakem ittihaz
etmedikçe o zatın o kimse aleyhinde vuku bulacak hükmü muteber olmaz, fuzuli
olur. Bir şahıs kendi aleyhinde hükmetmek hakkını başka bir zata
vermelidir ki o zatın o kimse aleyhindeki hükmü muteber olabilsin. Çünkü demin
ne demiştik? Babadan maada hiçbir kimsenin diğer bir zat hakkında velayeti,
hakk-ı tasarrufu yoktur dememiş miydik? İşte bunun için her kim olursa olsun
diğer bir zatın lehinde veyahut aleyhinde tasarruf edebilmesi için o zatın
kendi rızasıyla ahz-ı velayet etmesi hakk-ıtasarruf alması zaruridir.
Babanın çocuk haKkındaki velayetine, velayet-i zatiye denildiğini
söylemiştik. Başka bir zatın diğer bir şahsa velayet vermesine ve o şahsın bu
suretle haiz-i velayet olmasına da "velayet-i tefviz" ıtlak olunur.
Demek oluyor ki velayet iki kısımdır. Biri velayet-i zatiyedir ki babanın
velayetidir. Diğeri velayet-i tefvizdir ki akil ve baliğ olan bir şahsın diğer
bir zata vermiş olduğu velayettir. İşte vekillik, vasinin ve mütevellinin ve
hakemlerin haiz oldukları velayetler hep velayet-i tefviz cümlesinden-dir. İşte
halifenin haiz olduğu velayet de buvelayet-i tefviz nevindendir. Çünkü hiçbir kimsenin
kendiliğinden veya veraset tarikiyle halife olmak hakkı yoktur. İbn Hü-mâm'ın
yukarıdaki tarifinden anlamıştık ki halife olmak demek tasarruf-ı âmma müstehak
olmak demektir. Bu istihkak ise millet tarafından bir şahsa bu tasarruf-ı âm
salahiyeti verilmekle hasıl olur ki vekalet demektir. Umûr-ı amme denilen şey
milletin kendi umûr-ı müşterekesidir. Bir memleketin idaresi demek o memlekette
millete ait olan işlerde tasarruf etmek demektir. Bu ise doğrudan doğruya
milletin kendi işidir, milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkını başkasına
vermedikçe, hiçbir kimse o hakka malik olamaz. İşte bu esasa mebnidir ki
fukaha-yı İslam, yani İslam hukukçuları hilafet milletle halife arasında
münakit vekalettir derler ve bu hususta tamamen ka-ide-i vekâlet ahkâmını
tatbik ederler. Mesela vekâlet mutlak olacağı gibi mukayyet de olabilir ve
vekil olan zat müvekkilinin hin-i tevkilde dermeyan ettiği kayd u şarta riayet
etmeye mecburdur. O kayda riayet etmezse tasarrufu muteber olmaz. Bunun gibi
hilafet de vekâlet nevinden olduğundan halife esna-yı intihap ve biatta
müvekkil olan millet tarafından dermeyan edilen kayd u şarta riayet etmeye
mecburdur. Millet kendi velayet-i ammesini yani umûr-ı ammede tasarruf-ı âm
salahiyyetini halifeye mutlak surette bahşetmiş ise halifenin bu nevi hilafet-i
mutlakası, hükümet-i mutlaka demek olur. Hulefa-yı Raşidin'in hilafeti gibi.
Yok eğer millet esna-yı biatta halifenin hilafetini yani velayet-i ammesini
bazı kuyud u şuruta tabi tutmuşsa o vakit bu nevi hilafet de hükümet-i meşruta
demek olur. Osmanlı meşrutiyetinde olduğu gibi. Bunun her ikisi de caiz olduğu
gibi milletin kendi umûr-ı ammesinde hiçbir kimseye hakk-ı tasarruf
bahşetmemesi de esas itibariyle caiz olmak lazım gelir. Millet kendi işini
kendim göreceğim, artık sinn-i rüşte baliğ oldum. Kendi umûr-ı müşterekemde
kendim tasarruf etmek için lazım gelen ehliyet ve malumatı da haizim.
Binaenaleyh tasarruf-ı âm hakkını artık kimseye vermeyeceğim diyecek olursa ona
ne denebilir? İşte şimdi biz de böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk
itibariyle hiçbir mani yoktur. Yeter ki millet hakikaten reşit olsun ve bu
hususta vücudu lazım gelen terbiye-i siyasiye ve içtimaiye-ye malik bulunsun.
Kuran-ı Kerim de "Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle
görülür" dediği için buna mesağ-ı şeri bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda
birçok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor. Pek güzel idare
ediyorlar. Maksat da hasıl oluyor. Evvelce de demiştim. Hilafet demek hükümet
demektir. Maksud olan memleket ve milleti adilane bir surette hüsn-i idare
etmektir. Yoksa şekl-i hükümet değildir.
Bu bahsi biraz daha izah etmek
fazım gelirse deriz ki velayet, ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası
üzerine söz geçirmek demektir ki cebren söz geçirmek demek olur. Böyle cebren
söz geçirmek gayr-i meşru olursa ona zulüm ve tahakküm denir. Meşru olursa
velayet ıtlak olunur. Bir kanuna müstenit olursa ona hüküm denir. Elfaz başka
başkadır. Fakat mana hep birdir. İtibarlar, cihetler aynıdır. Binaenaleyh bu
velayet evvel emirde iki kısma ayrılır. Velayet-i amme, velayet-i hassa.
Velayet-i amme demek hükümet demek, hükümet demek, saltanat demek, şu meclis-i
alinin tasarrufu demektir. Velayet-i ammenin manası budur. Memleketin her
tarafına ve bütün efrada ve bilcümle umûr-ı ammeye şamildir. Bugün Türkiye'de
bu meclis-i âlinin kararlan olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde
cebren söz geçirmeye hakkı yoktur, geçiremez, geçirirse gayr-i meşru, gayr-i
kanuni olur, müstelzim-i mü-cazat bir cürüm teşkil eder. Ne vakit siz bir karar
verir ve bir kanun yaparsanız o vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu
karardan sonra bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur. Çünkü bunlar umûr-ı
izafiyedendir. Adalet de, zulüm de umûr-ı izafiyedendir, nisbidir. Zaten
dünyada mutlak bir şey yoktur, her şey nisbidir. Onun için bir zamanda adalet
olan diğer bir zamanda zulüm olur.
O halde halifenin, imamın,
hükümetin veyahut sultanın emirleri, tasarrufları nasıl nafiz oluyor? İşte
intihap ve biat onun için şarttır. Halifeyi intihap etmek, imam denilen zatı
intihap etmek, hatta mebusları intihap etmek onun için şarttır. Yani bunların
emirleri, tasarrufları muteber ve meşru olmak için şarttır. Size basit bir
kaide-i hukukiye arz edeyim. Cümleniz bilirsiniz, bir insan gerek kendi
nefsinde ve gerek kendi malında keyfe mayeşa dilediği gibi tasarruf eder.
Dilerse bu hakk-ı tasarrufunu başkasına da bahş eder. Nitekim başkasına verdiği
zaman o zata vekil denir ve o zat sizden aldığı hakk-ı tasarrufa binaen sizin
malınıza tasarruf eder. Onun bey ü şirası artık nafiz olur ve siz onu kabule
mecbur olursunuz. Çünkü onun yapmış olduğu o tasarruf müvekkili olan zat
tarafından bahşedilmiş bir velayettir. Müvekkil, kendi nefsinde, kendi
malındaki velayeti ona vermiştir. Bu cihetle o, bu verilen velayete binaen
icra-yı tasarruf ediyor. Bir fert böyle olduğu gibi beş, on, yüz, bin ve daha
ziyade efraddan mürekkep bir şirket, bir cemaat de bunu yapabilir. Büyük, küçük
alelu-mum şirketler, cemaatler de aynı vaziyettedir. Dilerse onlar umûr-ı
müşterekelerini doğrudan doğruya kendileri görürler. Dilerlerse kendi
içlerinden veya hariçten bir veya müteaddit eşhası müdür yani vekil tayin
ederler. Yani kendilerinin umûr-ı müş-terekelerinde haiz oldukları kendi
velayetlerini o müteaddit efraddan mürekkep bir heyete veya bir şahsa
bahşederler. Hakem meselesi de böyledir. Hakem de mesela sizden velayet
almadıkça sizin aleyhinize veya lehinize hükmedemez. Ne vakit siz birini
kendinize hakem intihap ederseniz o vakit onun hükmü sizin üzerinize nafiz
olur. Neden nafiz olur? Çünkü siz o velayeti ona vermişsiniz, bundan dolayı
nafiz oluyor. İşte bu ve emsalinin cümlesi hep velayet bahsidir.
Diğer bir itibar ile de velayet,
velayet-i zatiye, velayet-i tefviz namlarıyla ikiye ayrılır. Velayet-i zatiye
bir tanedir o da babanın velayetidir. Şeriat babaya kendinde mevcut olan
sıfat-ı übüvvet, evladı hakkındaki tam ve hakiki şefkat sebebiyle o çocuğun
lehine tasarruf hakkını bahş ediyor. Çocuk tarafından tefviz edilmeye
mütevakkıf değildir. Doğrudan doğruya şeriat o velayeti babaya veriyor. Çünkü
ortada bir çocuk. var. Bakılmak ve terbiye edilmek ister. Veraset tarikiyle
kendine intikal eden mallarını sıyanet etmek lazım. İşte şeriat bu gibi
şeyleri babaya vermiştir. Babadan maada hiçbir kimsenin o çocuk üzerinde emr ve
nehyi nafiz olamaz. Velev ki iki yaşında çocuk olsun, kimsenin ona şuraya git,
burada otur gibi emretmeye hakkı yoktur. Bu emir nedir? Cebren söz geçirmek
demektir. Velayettir. Tefviz ister. Tefviz olmadıkça kimse bu velayeti haiz
olamaz. Fakat baba şefkat-i kâmileye tab'an malik olduğundan şeriat bu velayeti
babaya vermiştir. Fakat bazen baba da bir ihtirasa mağlup olarak çocuğun malını
veya nefsini suiistimal edebilir. Buna meydan vermemek için şeriat babanın
velayetini de çocuğun nef'i şartıyla meşrut kılmış, o kayıt ile takyid
etmiştir. Onun için babanın zarar-ı mahz olan tasarrufatı çocuk hakkında nafiz
olmaz. Battal olur.
Velayet-i tefvize gelince: Bu bir
zata başkasının bahşettiği velayettir. Ona tefviz ediyor. Vekil, vasi ve
mütevellinin velayeti gibi. Valilerin, hakimlerin, kumandanların ve Büyük
Millet Meclisimin velayetleri hep bu velayet-i tefviz nev'indendir. Meclis-i
âli haiz olduğu velayet-i ammeyi milletten almıştır. Onun içindir ki müddeti
muvakkattir. Zira kendi zatında mevcut ve mündemiç olan bir velayet değildir.
Millet tefviz etmiştir ve bir müddetle takyid eylemiştir. Halifenin velayeti de
böyledir. O da velayet-i ammeyi milletten almıştır. Millet bu velayeti intihap
ve biatla ona tefviz eylemiştir.
İşte efendiler, Ali Şuuri
Beyefendimin sormak istedikleri mesele budur. Fukaha, yani İslam hukukçuları,
halife milletin vekilidir derler. Çünkü millet velayet-i ammeyi ona tefviz
etmiştir. İntihap tarikiyle tefviz etmiştir. Millet onu intihap etmeseydi, o
velayet-i ammeyi haiz olamazdı. Onun için millet o velayet-i ammenin sahibidir
ve asildir. Umûr-ı ammede tasarrufat kendisine aittir. Fakat millet kendi
umûr-ı ammesinde bizzat kendisi icra etmeyip o icraatı intihap ve biat
tarikiyle halifeye tefviz etmiş. İşte bu suretle halife velayet-i ammeyi İbn
Hümâm'ın tabiri veçhile tasarruf-ı amma istihkakı ihraz eylemiştir. Ondan
dolayıdır ki efrad-ı ümmet üzerinde hakk-ı tasarrufa malik olmuştur ve yine
bundan dolayıdır ki halife milletin vekili olmuştur.
Sonra burada bir kaide daha var. O
da kaide-i vekaletten çıkıyor. O da şudur. Vekalet bazen mutlak olur. Bazen
mukayyed olur. Çünkü bir kimse diğerini vekil edeceği zaman dilerse mutlak
surette vekil eder istediğini yap der, buna vekalet-i mutlaka denilir. Dilerse
vekilin yapacağı işleri tayin eder. Bazı kuyud ve şuruta tabi kılar. Buna da
vekalet-i mukayyede denir. Bu suretle vekalette ıtlak ve takyid müvekkilin
hakkıdır. Ona kimse bir şey diyemez çünkü o, kendi haiz olduğu velayeti
vekiline veriyor. Nasıl isterse öyle verir. Bu onun hakkıdır.
Şu halde bu kaide hilafette de
caridir. Millet dilerse, halifeyi suret-i mutlakada intahap eder. Onun hiçbir
tasarrufunu takyid etmez. Bu surette bu hükümet-i mutlaka demektir. Dilerse
millet halifenin tasar-rufatını bazı kuyud ve şuruta tabi tutar. Bu surette
de hükümet-i mukayyede olur. İşte hükümet-i meşruta denilen hükümet bu
kabildendir. Millet hiçbir zata vekâlet vermez yani bir halife, bir imam
intihap etmezse hilafet yok demektir. O vakit de cumhuriyet olur. Buna ne mani
vardır? Millet kendi işimi ben yapacağım, neden bana E>aşkasi cebren
yaptırsın derse neden caiz olmasın? Millet diyor ki, hayır kendi işimi ben
kendim göreceğim. Ne vakit aciz olursam o vakit halife veya imam namıyla
başkasını vekil tayin ederim. Fakat şimdi ben elhamdülillah aciz değilim.
Rüştümü istihsal ettim. Vekile ihtiyacım yoktur. Milletler için en nafi bir
şekl-i hükümet demek olan cumhuriyet ve usul-i meşveret ile kendi işimi kendim
göreceğim. O halde buna kim ne der? Kimse bir şey diyemez. Zira hak
milletindir, (alkışlar) Kuran-ı Kerim de bunun cevazına sarahat
derecesinde işaret ediyor. "Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle
görülür" diyor, (alkışlar) İşte bakınız mesele ne kadar basitleşti. Döndü,
dolaştı, basit bir mesele-i hukukiye oldu. Bu, çocukların bile anlayacağı bir
mesele oldu. Bunu izam etmek, lüzumundan fazla büyültmek ve buna başka türlü
manalar vermek, hurafata, masallara kadar gitmek ve korkunç bir hale koymakta
ne mana vardır? Evet, bunun bir manası vardır, o da görenektir. Efendiler?
Görenektir. Kafalar alışmış, gözler alışmış, zihinler alışmış. Başka bir şey
değil.
Tunalı Hilmi Bey (Zonguldak) -Zeki
Bey'in kulakları çınlasın!
Adliye Vekili Seyit Bey (devamla)
-Maalesef her türlü zulümlerine katlanarak alışmışız. Memleketi malikânelerine
çevirmişler. Milleti uşak gibi kullanmışlar. Bir şey dememişiz. Bilirsiniz,
vaktiyle herhangi bir zatın mallarını müsadere ederlerdi. Şuna buna istedikleri
emvali, araziyi peşkeş çekerlerdi. Avrupa'dan utandıkları için meşhur Gülhane
Hatt-ı Hümayunu neşrolunduğu zaman müsadere mülgadır demişler. Medeni bir
devlet haline gireceğiz, artık müsadere mülgadır demişler ve 93 Ka-nun-ı
Esasisine de koymuşlardır. Halbuki o vakte kadar bütün zenginlerin mallarına
istedikleri gibi tasarruf ederler, istedikleri gibi müsadere ederlerdi. Ahali
mallarını bundan kurtarmak için bir çare aramaya başlamış bir adam büyük bir
zengin olursa, sivrilirse derhal malı müsadere olunur. Bunun önüne geçmenin
çaresi nedir diye ahali kıvranmağa başlamış.
Recep Bey (Kütahya) -Haydi vakıf!
Adliye Vekili Seyit Bey (İzmir)
(devamla) -Ne yapsınlar tabii vakıf usulünü iyi bir çare buldular. Efendiler!
Zanneder misiniz ki bu vakıflar hayır için yapılmıştır? Hayır! Vakıfnamelere
bakarsanız görürsünüz elli bin lira kıymetinde bir mal, senede beş on bin lira
varidat getiren emlak vakfediliyor. Fakat cihet-i hayra topu topu yüz liralık
bir masraf ihtiyar olunuyor. Mesela filan sebile kırk okka kar, filan camiye
seksen okka zeytinyağı, filan mescide otuz kırk tane mum şart ediliyor. Üst
tarafı evladına batnen bade batnın neslen bade neslin evladının evladına şart
ediliyor, (handeler, alkışlar) Bu neden? Çünkü müsadere ediliyor.
Müsadereden kurtarmak için başka çare yok. Maksadım tezyif değildir. Haka-yık-i
tarihiyeyi arz etmektir.
Tunalı Hilmi Bey (Zonguldak) -Bir
müşkilim var hoca efendi hazretleri, bir insan Cuma namazı kılmak için
başkasının iznini almaya mecburiyet var mıdır?
Seyit Bey (İzmir) (devamla) -Evet
bu babda bir risale gördüm. Geçen devre-i in-tihabiye mebuslarından Hoca Şükrü
Efendimin kitabıdır. Kendisiyle teşerrüf edemedim. Kendisini görmediğim için
hal-i hazırda ne kanaatte olduğunu bilmiyorum. O kitapta "Mezhebimiz
muktezasınca Cuma ve bayram namazlarının sıhhati izn-i imama mütevakkıf olmakla
hitabetin makam-ı hilafetten tevcihi muktezidir" deniyor. Görülüyor ki
Hoca Şükrü Efendi bu makamda iki şeyden bahsediyor. Biri Cuma ve bayram
namazlarının sahih olması için izn-i imamın şart olması, diğeri de hatiplerin
halife tarafından tayininin lüzumudur. Bu iki meselenin ikisi de yanlıştır.
Hata-yı fahiştir. Kastamonu Mebus-ı muhteremi Halit Beyefendi hazretleri de
"Ahalice öyle telakki olunuyor. Halife olmazsa Cuma namazı sahih olmaz deniyor"
buyurdular. Bir kere şunu arz edeyim ki efendiler, din-i İslam'da Allah ile kul
arasına girecek bir vasıta yoktur.
Bu bir hakikat-i İslamiyedir.
Ne şeyh, ne mürşid, ne müctehid, ne imam, ne de bilmem kim asla vasıta olamaz. İslamiyette ruhaniyet, teşkilat-ı diniye yoktur. Papa, Hazreti İsa'nın la-yuhti vekilidir. Hazreti İsa namına emr ü nehy eder. İslamiyette böyle bir şey yoktur. Hiçbir kimse Hazreti peygamberin teşri-i ahkâmda vekili değildir. Teşride niyabet cari olmaz. İslamiyette Allah yolu açıktır. Allah ile insan arasında açık bir yol vardır. Herkes o yolda gidebilir. Hiçbir vasıtaya ihtiyaç yoktur. Ne Kuran'da ne de hadiste böyle bir şey bulamazsınız. Bilakis aksini bulursunuz.
Bu bir hakikat-i İslamiyedir.
Ne şeyh, ne mürşid, ne müctehid, ne imam, ne de bilmem kim asla vasıta olamaz. İslamiyette ruhaniyet, teşkilat-ı diniye yoktur. Papa, Hazreti İsa'nın la-yuhti vekilidir. Hazreti İsa namına emr ü nehy eder. İslamiyette böyle bir şey yoktur. Hiçbir kimse Hazreti peygamberin teşri-i ahkâmda vekili değildir. Teşride niyabet cari olmaz. İslamiyette Allah yolu açıktır. Allah ile insan arasında açık bir yol vardır. Herkes o yolda gidebilir. Hiçbir vasıtaya ihtiyaç yoktur. Ne Kuran'da ne de hadiste böyle bir şey bulamazsınız. Bilakis aksini bulursunuz.
Cuma namazı siyasi bir ibadettir.
Bayram namazı da öyledir. Onun içindir ki büyük şehirlerde ve kasabalarda
kılınır. Köylerde kılınmaz. Bizim mezhebimizde, yani mezheb-i Hanefi'de
köylerde Cuma namazı sahih olmaz. Mutlak şehirde olacak. Çarşı ve pazarı olan
kasabalarda kılınacak ve mümkün oldukça bir yerde, bir camide kılınacak. Onun
içindir ki evvelleri şehir içinde veya şehir kenarında suret-i mahsusta ihzar
edilmiş meydanlarda kılınırdı. O yerlere namazgah denir. Hâlâ bazı şehirlerde
namazgah denilen yerler vardır. Sonra efendiler! Hatip memleketin en büyük
zatı, en büyük âlimi olacak. Hutbe; siyasi, içtimai, ahlaki, iktisadi nasayihi,
ilmi, izahat ve irşadatı muhtevi olacak. Binaenaleyh böyle bir hutbe iradına
herkes muktedir olamaz. Ona göre hatip bulmak lazımdır. Onun için evailde hutbe
meselesi mühim bir mesele idi. Hutbe okumak ve o suretle halka kendisini
göstermek efkâr-ı nasta bir mevki tutmak şüphesiz büyük bir şerefti. Kendine
güvenen herkes buna heves edebilir. Onların taraftarları da olabilir. Bu
okusun, hayır o okusun diye aralarında ihtilaf ve niza zuhur edebilir. İşte bu
ihtilaf ve ni-za'a meydan vermemek için fukaha-yı Hanefiye hatibin, Cuma
namazını kıldıracak olan zatın sultan tarafından tayin edilmiş olması lazımdır
demişlerdir. Dikkat ediliyor mu? Burada halife tabiri yok, sultan tabiri var.
Türkistan'ın en büyük âlimlerinden fukaha-yı Hanefiyenin eaziminden Burhaneddin
Merginani namında büyük bir fakih vardır. Merginan Türkistan'da Fergan
Eyaleti'nin merkez-i idaresidir. Bu zat oralarda ve Semerkant civarında neşr-i
ulûm etmiştir. Hidaye namında gayet feyyaz, gayet mübeccel kıymetli bir kitabı
vardır. Elyevm Mısır'da tabolunmuştur. Âlem-i İslam'da bu kitabı bilmeyen bir
âlim yoktur. Beyne'l-ulema hüccettir. Ondan sonra yazılan bütün kitapların
merciidir ve mezheb-i Hanefi'de en mevsuk, en muteber bir kitaptır. İşte bu
kitapta "Cuma namazını bizzat sultan veya onun memur-ı mahsusu kıldırmak
lazımdır" deniyor. Bu kitabın şerhi meşhur Fethü'l-kadr'de ve elyevm her
âlimin elinde bulunan meşhur Dürr-i Muh-tar'da "Velev ki o sultan bir
şahs-ı müte-gallib ve hatta bir kadın olsun beis yoktur" deniliyor.
Zikrolunan Hidaye'de de bu şartın, bu meselenin illeti, esbab-ı mucibesi olmak
üzere şöyle deniyor: "Ve çünkü Cuma namazı cemaat-i azime ile eda olunur
ve bazen hitabet ve imamete heveskâr olanlar tarafından takdim ve takaddümde
münazaa hasıl olur. Bazen de başka bir sebepten dolayı niza ve ihtilaf zuhur
edebilir. Bu cihetle emr-i farzı tetmimen bu şarta lüzum görülmüştür".
İşte bu sözler Hidaye'nin kendi sözleridir. Benim sözlerim değildir. Şüphe
edenler oraya müracaat etsinler! İşte pek açık olarak görülüyor ki hitabet
tevcihi meselesi, öyle zannolunduğu gibi hilafetin levazımından değildir.
Mücerret inzibat ve asayiş meselesidir. Niza ve şikakı ref için lüzum görülen
vezaif-i hükümettendir. Hatta mezheb-i Şafiiye göre Cuma namazının sıhhatinde
böyle bir şart yoktur. Fukaha-yı Hanefiye'de sultan olmayan yerlerde hatibi ve
imamı ahali kendisi intihap ve tayin eder derler. İşte meselenin mahiyet-i
hakikiyesi budur. Fakat nasılsa maatteessüf bu mesele zihinlerde pek yanlış
olarak takarrür etmiştir. Bu suretle tashihi lazımdır. Efendiler! Bir seneden
beri memleketimizde hatipler yalnız seriye vekili tarafından tayin olunur.
Şimdi bir seneden beri memleketimizde kılınan Cuma ve bayram namazları sahih
değildir mi denilecek? Bu, hata-yı azîm olur. Lazım olan hatibin, Cuma ve
bayram namazlarını kıldıracak imamın hükümet tarafından tayin edilmesidir. Bu
hasıl olduktan sonra başka bir şeye lüzum yoktur.
İzn-i imam meselesine gelince:
Efendiler! Bu da yanlıştır. İzn-i imam tabirindeki imam lafzı elifle imam
değil, ayın ile âmdır. Yani terkib-i izafi ile izn-i imam değil, ter-kib-i
tavsifi ile "izn-i âm" demek lazımdır. İşte doğrusu budur. Yani Cuma
namazı sahih olmak için izn-i âm şarttır. Bu izn-i âm-dan maksat cami veya kale
kapıları herkese açık bulunması, herkesin o cami veya kale derununda Cuma
namazı kılmaya mezun bulunmasıdır. Çünkü Cuma ve bayram namazları şeair-i
İslamiyedendir. Onların alenen izharı lazimedendir. İşte Cuma ve bayram
namazlarının sıhhatinde izn-i âmmın şart olması bu hikmete müstenitdir.
Binaenaleyh bir halife, bir padişah, bir vali veya bir kumandan yalnız kendi
maiye-tiyle Cuma namazını kılmak isteyip de cami veyahut kale kapılarını
kapattırarak halkı duhulden men eylese o namaz sahih olmaz. İşte bu meseleyi de
bu suretle tashih etmek lazımdır. Teessüf olunur ki âlim geçinen birçok zevat
bu meseleleri pek basit oldukları halde yine yanlış bilmişlerdir. Bu meseleler
kitab-ı fıkhiyenin cümlesinde bu suretle muharrer olduğu halde bilmen nasıl
olmuş da bunlar pek yanlış, pek açık hata olarak bellenilmiştir. Buna bir türlü
aklım ermedi. Ben kitab-ı fıkhiye içinde şu söylediklerimin aksini iddia eden
bir kitap, bir ibare görmedim.
"EmirüThac" meselesi de
böyledir, demin ismini zikreylediğim Hoca Şükrü Efendi emirü'l-hac tayini için
de halifenin vücuduna lüzum gösteriyor. Halbuki asla öyle bir lüzum yoktur. Bu
da inzibat ve asayiş meselesidir. Öteden beri hüccac arasında emniyet ve
asayişi muhafaza ve niza ve ihtilafı fasl için bir zatı emir-i hac tayin ederlermiş.
Mesele bundan ibarettir. Bu da vezaif-i hükümetten bir vazifedir ve hiçbiri
levazım-ı hilafetden değildir.
Hutbelerde halifelerin,
padişahların isimlerinin zikredilmesi keyfiyetine gelince, bu artık büsbütün
sonradan ihdas olunmuş bir keyfiyettir. Hutbenin katiyen şeraitinden değildir
ve hutbe ile dini olmak üzere hiçbir nünasebeti yoktur. Sırf siyasi ve idari
bir keyfiyettir. Hulefa-yı Raşidin zamanında hutbelerde hiçbir kimsenin ismi
zikrolunmazdı. Biraz evvel söylemiştim. Hutbe nutuk demektir. Onda zikri lazım
olan şeyleri siyasi, içtimai, iktisadi, ahlaki nasihatlar, meselelerdir. Hutbe,
halkı ikaz ve irşad için irad olunur. Yoksa bir zatın ismini zikretmek için
irad olunmaz. Devlet-i Emeviyede hatipler hutbelerde Hazreti İmam Ali'ye lanet
ederlerdi. Bunu sırf bir propaganda olmak, halkı Hazreti Ali'den soğutmak için
Muaviye ihdas etmiştir. Hazreti Ali'nin hükümran olduğu yerlerde hatipler,
Emevi hatiplerine mukabele olmak üzere Hazreti Ali'ye dua ederlerdi. Daha
sonraları tavaif-i mülûk zuhur ettiği zamanlarda her yerde hatip o yere hakim
olan sultanın ismini zikreder oldu. Bundan maksat da o yerin hangi sultanın,
hangi hükümdarın havza-i hükümeti dahilinde bulunduğunu göstermektir. Bizde de
hatipler esna-yı hutbede Osmanlı padişahlarının isimlerini zikrederken halife
ibnü'l-halife demez "es-sultan ibni's-sultan" der. El-ha-life
ibni'l-halife diyen hatip hiç gördünüz mü? Hutbelerde hulefa-yı Raşidin'in,
yani Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali'nin isimlerinin zikredilmesi de bu
kabildendir. Yani bu da sırf siyasi bir meseledir. Şiilere karşı zikrolunur ve
bu hutbenin okunduğu yerdeki ahalinin ehl-i sünnet olduğu bununla ilan edilmiş
olur. İran'a giderseniz orada da camilerde hatipler Ebubekir, Ömer, Osman'ın
isimlerini zikretmezler. Hulasa bu gibi şeyler sonradan ihdas edilmiş
şeylerdir. Asıl şeriat-ı İslamiye'de böyle şeyler yoktur. İşte efendiler!
Hilafet ve onun teferruatı hakkında size pek çok izahat verdim. Bu izahatımla
artık hilafet meselesinin mahiyet-i şeriyesi tamamiyle anlaşılmıştır sanırım.
Şimdi de müsaade edin de bir iki sözle mukaddes dinimi yar u ağyara karşı ilâ
edeyim.
Muhterem efendiler! İslamiyet
gayet âli bir dindir. Maarifi, terakkiyi pek sever. Akıldan, mantıktan hiç
ayrılmaz. Yeryüzünde din-i İslam kadar hürriyet-perver, terakkiperver bir din
yoktur. Bütün ahkâm-ı diniye ulviyyeti, mealiyatı muhtevidir. İstihdaf ettiği
gaye mekârim-i ahlakı, fazail-i beşeriyeyi tesis ve temin etmektir. Hazreti
peygamber en sahih hadislerinden birinde "İnnemâ bü'istü li-ütemmime
mekâri-me'l-ahlâkı" buyuruyor. Yani "ben ancak mekârim-i ahlakı itmam
için ba's olundum" diyor ve bir hadis-i şerifte de akla
"hüccetullah" ıtlak ediyor. Bakınız ne diyor: "Kün ma'a'l-hakkı
haysü kâne ve meyyiz m'eştebehe 'aleyke bi-'aklike fe-in-ne hüccetellahi
'aleyke fîke ve berekâtuhu 'indike". Bu hadisin manası şudur: "Hak
nerede ise sen de onunla beraber orada bulun, ondan ayrılma ve sana şüphe veren
şeylerin hakikatini aklınla temyiz et. Çünkü cenab-ı hakkın senin aleyhine olan
hücceti sendedir, kendindedir ve onun füyûz ve berekâtı da senin
nezdindedir". İşte bu hadis-i şerifin manası budur, ne âli sözdür, ne
kadar manidardır, akla ne büyük kıymet veriyor? Zaten Kuran-ı Kerim de baştan
başa aklı ve erbab-ı akl u izanı tebcil eder. Onun için İslamiyet, akıl ve
mantık ile te-vemdir. Bir ayet-i kerime de "Fe-beşşir
'ibâdiye'llezîne
yestemi'ûne'l-kavle fe-yet-tebi'ûne ahsenehu" buyuruluyor. Mana-yı münifi
"muhtelif sözleri işitip de onların en güzeline ittiba eden kullarımı
mükafat-ı ilahiyemle tebşir et" demektir. Bu ayetin alt tarafında da
"işte bunlardır ki onları cenab-ı hak mazhar-ı hidayet eylemiştir ve işte
ancak onlar ulü'l-elbab yani ashab-ı akl u izandır" deniyor. İşte gerek o
hadis ve gerek bu ayet taklitçiliği, ötekinin berikinin mukallitliğini, yani
delilini bilmeksizin, ale'l-amya herkesin velev ki ulemadan olsun akval-i
mücerredesine ittiba'ı men ediyor. Daima her şeyin akıl ve mantık ile delaile
müstenit muhakemat-ı akliye ile tetkik edilmesi lüzumunu gösteriyor. Bir ayet-i
celilede de "Kul hâtû burhâneküm in küntüm sâdıkîn" buyuruyor. Yani
hazreti peygambere hitaben "sözlerinizde sadık iseniz delilinizi irad
ediniz" buyuruyor. Burhan delil-i kati demektir. Istılahta rau-kaddemat-ı
yakiniyeden teşekkül eden delile denir ki delil katidir. Diğer bir ayet-i
celilede "Ve lâ-tekfu mâ leyse leke bihi 'ilm" buyuruluyor ki
"ilminin lahık olmadığı şeye iktifa etme" demektir. Pek açık olarak
görülüyor ki Hazreti Kuran akıl ve mantı-ka ve delail-i ilmiyeye pek büyük
kıymet veriyor.
Efendiler! İslamiyet maarifle
tevemdir. Hikmet ve marifetten hiçbir zaman ayrılmaz. Hep bilirsiniz, mesela
"ilm velev ki Çin'de olsa dahi gidiniz, tahsil ediniz" ve "ilim
ve marifeti beşikten kabre kadar tahsil ediniz" hadislerini hep
bilirsiniz. Bilmeyen yok gibidir. Size bir hadis daha nakledeyim. Bakınız bunda
cenab-ı peygamber efendimiz ne diyor: "el-Hikmeti dâlletü'l-mü'mini
haysümâ vecedehâ fe hüve ehak-ku bihâ" buyuruyor. Bu hadis-i şerif
eha-dis-i sahiha ve hasenedendir. Meşhur kü-tüb-i sitteden Sünen-i Tirmizi'de
ve diğer hadis kitaplarında mevcuttur ve pek meşhurdur. Muhtelif tabirlerle
rivayet edilmiştir. Öyle mevize kitapları hadislerinden değildir. Abd-i aciz
öyle mevize kitapların hadislerinden bahsetmek, en muteber hadis kitaplarında
görmedikçe o gibi zayıf hadiselerden bahsetmem. Bu hadis-i şerifin ma-na-yı
münifi şudur: "hikmet müminin aramakta olduğu öz malıdır. Onu nerede
bulursa onu almaya herkesten ziyade müste-haktır". İşte bu hadisin manası
budur. "Hikmet" hakayık-ı eşyaya muvafık olan kelam, ilim ve marifet
demektir. "Dalle" ne demektir bilir misiniz? İnsanın kaybedip de
aradığı mal demektir. Mesela bir çakıyı üzerinizden düşürürsünüz, aramağa
başlarsınız. İşte o sizin dallenizdir. Türkçe-sini Tunalı Hilmi Bey kardeşimiz
söylesin.
Tunalı Hilmi Bey (Zonguldak)
-"Yitik "tir.
Seyit Bey (İzmir) (devamla) -İşte
cenab-ı peygamber böyle buyuruyor: hikmet olan söz hakayık-ı eşyaya muvafık
olan bir kelam, hukuki, içtimai, felsefi, iktisadi ve ahlaki bir düstur, her
nerede bulunursa bulunsun, her kimin ağzından işitilirse işitilsin işte o söz, işte
o kelam hakikat, işte o düstur Müslüman'ın kaybedip de aradığı kendi malıdır.
Hiç tereddüt etmesin, hemen alsın. Nerede bulunursa bulunsun, herkesten ziyade
bir mümin ona müste-haktır. Herkesten evvel alsın; onun öz malıdır. Bakınız, bu
ne yüksek, ne âli bir sözdür, delalet ettiği mana ve meal itibariyle, mazmun
itibariyle ne büyük bir düsturdur. İşte bu hadisten de anlaşılıyor ki İslamiyet
maarife, hakayık-ı eşyaya pek büyük kıymet veriyor. Hukukta hürriyet-perver bir
din olduğu gibi ulum ve fünunda da hürriyet-perver bir dindir. Akıl ve mantıki
ve maarifi pek ziyade sever. Cehaletten ve körü körüne ötekine berikine
taklitçilikten de pek nefret eder. Biz babalarımızı böyle bulduk. Onların
eserinden ayrılmayız diyen mütemerridine Hazreti Kuran "Entüm ve âbâüküm
fî dalâlîn mübîn" yani siz ve babalarınız bariz ve aşikar dalâlettesiniz
diyor.
Efendiler! Bir vakitler Avrupa
zulmet-i cehl içinde iken şark medeniyet yollarında hayli ilerlemişti. O
vakitler küre-i arz üzerinde en müterakki ve en mütemeddin yerler âlem-i İslam
idi. Bütün Avrupa, ezcümle İngilizler tekmil ulum ve fünunu şimdi İspanya
denilen Endülüs'ten almıştır. Amerika darülfünun müderrislerinden Draper Niza-ı
İlm ü Din namıyla bir kitap neşret-miştir. Tavsiye ederim, mühim bir kitaptır,
okuyunuz. Bu adam bu kitabında bir kafada, bir dimağda din ile ilim içtima
edemez. Âlim ise mütedeyyin değildir, mütedeyyin ise âlim değildir diyor ve bu
mevzu üzerinde mütalaatını, tetkikat-ı tarihiyesini yürütüyor fakat yine
kendisi o kitapta sarahaten diyor: "Benim bu kitapta dinden maksadım din-i
İslam değildir. Diğer dinlerdir. Hususiyle Katolik dinidir. İslam dini
değildir" diyor. Sonra Endülüs'te vaktiyle ulema-yı İslam tarafından
kısmen yeni baştan icat, kısmen ikmal edilen ulum ve fünunu birer birer tadad
ediyor. Mesela müselle-sat-ı küreviyenin, küre-yi musattahanın tamamıyla İslam
uleması tarafından icat edildiğini, eski Yunanlılar zamanında bunların icat
edilmemiş olduğunu söyler, iki ve üç "üs"lü cebir düsturlarını,
hesab-ı tefa-zuliyi ve hatta logaritmayı, fenn-i seydela-ni yani ispençiyarlık
fennini, pehlivan ve nohut yakılarını ve bunlara mümasil daha birçok usul ve
kavaid-i fenniyeyi doğrudan doğruya ve ibtidaen İslam ulemasının icat
eylediğini söyler. İnkisar-ı ziyayı, Ebubekir Razi'nin keşf ettiğini ve küre-i
arzın küre-viyetini kezalik İslam ulemasının keşfettiğini söyler ve küre-i
arzın ibtida Bağdat civarında Sincar ovasında usul-i fenniyesi dairesinde
ölçüldüğünü ve Avrupalıların küre-i arz ölçerek bulduğu miktar ile İslam
ulemasının bulduğu miktar arasında pek cüzi bir fark olduğunu söyler.
Ebu'l-kasım denilen bir doktorun Belçika kralı tarafından kendisine tedavi için
suret-i mahsusa-da celbedildiğini ve müşarinüleyhin iki defa Belçika'ya
gittiğini, hatta bir defasında altı ay kadar bir müddet Belçika'da oturarak
kralı ve diğerlerini tedavi ettiğini, Avrupa'da ilim meraklısı birçok gençlerin
ve hatta bilahare papa olan bir iki zatın tah-sil-i ilm için Endülüs'e kadar
gittiklerini, İngilizlerin fünun-ı bahriyeyi Endülüs'te tahsil eylediğini uzun
uzadıya tadad ve izah eder. İşte bunun içindir ki İngilizce ıstılahat-ı
bahriyenin ekserisi kelimat-ı Ara-biyeden ahzedilmiştir. Daha bu hususta pek
çok beyanatta bulunur ise de uzun gideceği için hepsini birer birer tadad etmek
istemem. Esasen onun söylemesine de hacet yok. Zaten bizce malumdur. Lakin
ağyar lisanından işitmek hoşa gideceği için muhtasaran olsun onun sözlerini ve
hüsn-i şahadetini takdirkâr ifadatını nakletmeyi muvafık gördüm. Efendiler!
Şurasını arz edeyim ki şarkta âlem-i İslam'da, medeni-yet-i İslamiye'ye ulum ve
fünuna hizmet eden ulemanın ekserisi Türk'tür. İçlerinde pek büyük feylesoflar,
pek büyük mütefen-nin ve mütebahhir alimler, büyük hukukçu fakihler vardır.
Birtakım zalim ve müstebit hükümdarların zulüm ve istibdadı neticesinde böyle
zebun-ı harab, cahil bir halde kalmış olan Semerkand, Buhara, Nişabur, Bağdat,
Belh gibi şehirler vaktiyle üçer beşer milyon nüfusu havi cesim memleketler
idi. Meşhur edib-i azam Kemal Bey merhum bir eserinde bu şehirler için
"her biri Paris, Londra gibi" diyerek bunların bugünkü Paris ve
Londra derecesinde büyük şehirler olduğunu söyler.
Ben merhumun bu eserini okuduğum
zaman bu sözünü pek mübalağalı bulmuş, inanmamıştım. Sonraları asar-ı Arabiyede
görünce merhumu takdir ettim.
Efendiler! Bazı asar-ı Arabiyede
gördüm. Horasan'la Afganistan arasında bulunan ve "Belh" denilen
şehir vaktiyle 6 milyon nüfusu havi cesim bir memleket imiş. İçinde altı yüz
kadar kubbeli ve minareli cami varmış. Bugün ise ihtimal buşehrin enkazı bile
kalmamıştır.
Şimdi sorarım size, ol vakit
medeniyet-i İslamiye o derecede müterakki ve âlem-i İslam o nisbette mamur ve
mütemeddin iken şimdi neden harabezara dönmüş ahalisi cehl ve nâdânî içinde
kalmıştır, bunun sebebi nedir? İslamiyet o vakit terakkiye mani olmuyordu da
şimdi mi mani oluyor veyahut sözü aksine çevirelim, İslamiyet şimdi terakkiye
mani oluyor da, o vakit olmuyor muydu? Bunun hiçbiri değil. Efendiler!
Zamanımızda, memleketimizde terakkiye mani olan hal hakiki İslamiyet değildir,
cehlden körü körüne taklitçilikten neşet eden bugünün na-be-mahal zihniyetidir.
Zamanımızda din-i İslam pek garip kalmış, hurafat ile dolmuştur ve bu hura-fat
âlem-i İslama edyan-ı saireden, akvam-ı saireden sirayet etmiştir. Yoksa hakiki
din-i İslam hurafatın efkâr-ı batılanın en büyük düşmanıdır. Esasen din-i İslam
hu-rafatı, itikadat-ı batılayı kökünden yıkmak için gelmiştir. Nitekim vaktiyle
yıkmıştı da. Fakat sonraları şuradan, buradan âlem-i İslam'ın içine birçok
hurafat girdi. Neticede din-i İslam bütün bütün garip kaldı. Bi-la-tereddüt
diyebilirim ki bugünkü din-i İslam başka, asr-ı saadetdeki din-i İslam
başkadır. Hakiki din-i İslam fıtri ve mantıki bir dindir. Hayalatı, hurafatı
birtakım ef-kâr-ı batılayı hiç sevmez, bilakis onlardan nefret eder. Biraz
evvel de söylemiştim, Hazreti Peygamberin en büyük duası "Al-lâhumme
erine'l-eşyâe kemâ hî" yani "ya-rabbi! Bize hakayık-ı eşyayı olduğu
gibi göster" duası idi. Ne güzel, ne büyük duadır! İnsan hakayık-ı eşyayı
olduğu gibi bilirse daha ne ister? En büyük hikmet, en büyük ilm ve maarifet de
hakayık-ı eşyayı olduğu gibi bilmek değil midir?
İşte efendiler, hilafet ve
İslamiyet hakkında bildiğimi, anladığımı size söyledim. Bu yirmi otuz senelik
uzun ve yorucu senelerine mahsul-i tetebbuatıdır.
Yahya Galip Bey (Kırşehir) -Allah
sizi milletimizle beraber payidar etsin.
Seyit Bey (İzmir) (devamla)
-Sözlerimde asla riyakârlık, bir maksad-ı hafi yoktur. Bildiklerimi kemal-i
samimiyetle size arz ettim. Maksadım muazzez dinimin ha-kayıkını olduğu gibi
bildirmek, bu suretle İslamiyet'i yar u ağyara karşı ilâ eylemektir.
Efendiler! Ahali bu hakayıkı
anlamaz-mış, bilmezmiş. Anlatalım, bildirelim, vazifemizdir. Ahali anlamamış,
bilmemiş ise kabahat onlarda değil anlatmayanlardadır, bildirmeyenlerdedir.
Bundan sonra olsun anlatalım, ikaz edelim, irşad ve tenvir edelim ve bu zavallı
memleketi artık yürütelim, [bravo sesleri) Hilafet, hilafet diye
çökmüş gitmişiz. Harab u türab olmuşuz. Ne malımız, ne canımız, ne mülkümüz
kalmış. Bütün memleket yoksulluk içinde kalmış. Bu mu hilafetin mehasini
efendiler?... (bravo sesleri) Artık yürüyelim, dirilelim. Bütün
âlem-i medeniyet almış yürümüş, ta-rik-i terakkide dev adımlarıyla gidiyor. Biz
bunların arkasından boynu bükük yetim gibi bakıp bakıp da "göçtü kervan
kaldık dağlar başında" mı diyelim? (handeler) Doğrusu insan
müteessir oluyor. Ne yalan söyleyeyim, aynı zamanda insana hiddet de geliyor.
Ne acayip şey! Din-i İslam bu kadar âli ve terakkiperver bir din olsun da biz
Müslümanlar milel ve akvam içinde en geride kalalım, (handeler ve alkışlar)
Efendiler, sözlerime nihayet
vermezden evvel zamanımızda, hele şu sırada pek mühim olan bir mesele hakkında
müsaade buyurunuz da bir iki söz söyleyeyim. (Söyle söyle sabaha kadar söyle
dinleriz sesleri)
Bundan üç beş gün evvel bir
celse-i ale-niyede, heyet-i umumiyenizde muhterem İzmir mebusu arkadaşım
Saraçoğlu Şükrü Bey "Türkün ruhundan doğan kanunlar isteriz" demiş ki
ben o celsede bulunmadım, sonra gazetede okudum. Pek doğru söylemiş. Tasdik
ederim. Türkün örf ve adetine uygun kanunlar isteriz demek istiyor değil mi?
Saraçoğlu Şükrü Bey (İzmir) -Evet
evet...
Adliye Vekili Seyit Bey (devamla)
-Kuran-ı Kerim de böyle söylüyor. Bir ayet-i celile vardır. İçtimai, hukuki bir
vecize, bir düstur-ı hikmettir. Bakınız Kuran-ı Kerim ne diyor:
"Huzi'l-'afve ve'mür bi'l-urfi ve a'rid 'aniTcâhilîne" diyor. Manası
"affı ihtiyar et, örf ile emr eyle, cahillerden i'raz kıl!" demektir,
(alkışlar) İşte görülüyor ki Hazret-i Kuran "örf ile emr et!" diyor.
Efendiler! Bütün şark ve garbın,
bütün Avrupa hukuk-şinaslarının, bütün feylo-zofların ittifak ettikleri bir şey
vardır ki o da bir memleket kanunları o memleket örf ve adetine uygun olması
kaziyesidir. Kanun vaz'ında esas budur. Bir kanun memleketin örf ve adetine
muvafık olmazsa o kanun payidar olmaz. Çünkü hukuk demek örf ve adet demektir.
Bir memleketin ahkâm-ı kanuniyesi, kavaid-i hukukiyesi o memleketin örf ve
adetinden doğar ve o örf ve adetin tebeddülü ile tebeddül eder.
Lakin acaba bu ayet-i celiledeki
"örf" kelimesi bugün lisanımızda zeban-zed olan örf ve adet manasına
mıdır? Ah! Dertlerim büyüktür. Bu ayet-i celile hakkıyla tedkik edilmemiş,
manası işlenmemiştir. Tefsirlere bakarsanız birbirine mübayin başka başka
manalar verildiğini görürsünüz. Bu ayetteki örf maruf manasındadır. Münkirin
zıd-dıdır. Halkın lisanında deveran eden örf ve adet manasına değildir, derler.
Halbuki efendiler! Bu yanlıştır. Ben bu meseleyi uzun müddet, senelerce tetkik
ettim. Meselede Eşarilerle yani Şafii ulemasıyla Matü-ridiler yani Hanefi
ulemasının fikirleri birbirine karışıyor, bunu tefrik etmek lazımdır. Şafii
uleması tarafından yazılan tefsirlere, mesela Kadı Beyzavi tefsirine bakarsanız
örfün şer'an tahsin olunan şeydir diye tefsir edildiğini görürsünüz. Halbuki
Hanefiler tarafından yazılan tefsirlere, mesela Hanifilerin en büyük
muhakkiklerinden ve usul-i fıkıh imamlarından olan Cas-sas Ebubekir Razi'nin
Ahkâmü'l-Kuran namındaki tefsirine bakarsanız örfü aklen tahsin olunan şeydir
diye tefsir ettiği görürsünüz. Bu mübayenetin sebebi "hüsn ü kubh"
meselesidir. Bu felsefe-i İslamiye'de pek mühim bir bahistir. Elyevm Avrupa
feylesofları da bu bahis ile meşgul olmaktadır. Bunu size izah etmek istemem,
uzungider, bunun yeri burası değildir. Şu kadar söyleyeyim ki örf irfandan
mehuzdur. Ma-türidilere göre, yani fuhaka-yı Hanefiyeye göre akıl ve irfanın
tecviz ettiği şey demektir. Adetle arasında şu kadar bir fark vardır ki adet,
batıl üzerine de teessüs edebilir. Batı! ve mezmum şeyler de adet olabilir.
Nitekim birçok fena şeyler beyne'n-nas adet olduğu gibi. Lakin örf, irfan
üzerine müessesdir. Batıl üzerine teessüs etmez. Merdud ve mezmum şeylere örf
denmez. Şu halde örf ile adet arasında umum ve hu-sus-ı mutlak vardır. Örf
ehass, adet eamm-dır. Yani her örf adettir ama her adet örf değildir. Bazı
adetler aklen makbul olduğu için örftür. Fakat bazı adetler de aklen merdud
olduğu için örf değildir. İşte örf ile adetin arasında bu fark vardır. Başka
bir fark yoktur. Evet, maruf da örf demektir. Fakat o da bu manadadır. Ben
usul-ı fıkha dair yazdığım ve elan bitiremediğim büyük bir eserde bu meseleleri
uzun boylu izah etmişimdir. Arzu edenler benim o kitabıma müracaat edebilirler.
Matbudur, Talebe Cemiyeti tarafından tabedilmiştir. Darül-fünün'da Talebe
Cemiyeti tarafından satılmaktadır.
Son söz olarak şu ciheti de arz
edeyim ki ıslahat-ı adliye namı altında alelacele bir kanun yapmak doğru
olamaz, muzırdır. Almanlar son kanun-ı medenilerini ancak on beş senede vücuda
getirebildiler. Memlekete, milletin örf ve adetine, milletin bün-ye-i
içtimaiyesine uygun kanunlar yapmak kolay bir şey değildir. Muhtelif
devletlerin muhtelif usul ve kavanini var. Garbın örf ve adeti ve hukuku olduğu
gibi şarkın da, memleketimizin de örf ve adeti ve kavaid-i hukukiyesi vardır.
Bunları uzun uzadıya tetkik etmek, etüd etmek, düşünmek, hangi kaidelerin,
hangi ahkâmın memleketimize, milletimizin şerait-i içtimaiyesine, ah-val-i
hayatiyesine uygun olduğunu tespit eylemek icap eder. Böyle yapılmayıp da
alelacele, gelişigüzel bir kanun yapılacak olursa fayda yerine mazarrat hasıl
olur. Sonra sık sık, iki günde bir tadile mecbur kalırsınız. Ben size bir ayda
büyük bir kanun, devletin kanun-ı medenisini bile getirebilirim, ne yaparım?
Alman veya İsviçre kanun-ı medenisini tercüme ettirerek he-yet-i aliyenize
takdim edebilirim. Lakin ona Türkiye kanunu denmez. Muhterem Saraçoğlu Şükrü
Bey'in tabiri veçhile "Türkün ruhundan doğan kanun" denmez, Alman
veya İsviçre kanunu denir. Almanya ve İsviçre başka, Türkiye başkadır.
Türkiye'de Türkiye kanunu lazımdır. Bu da uzun uzadıya tetkike muhtaçtır. Kaş
yapalım derken göz çıkarmayalım, metin ve sağlam esaslar üzerinde yürüyelim.
Tekrar geriye dönmeyelim. İşte ben bildiklerimi, kanaatlerimi bütün
samimiyetimle en açık bir surette arz ettim. Artık ötesi size aittir. Her şey
kararınıza vabestedir. Müsaadenizle sözlerime nihayet vereyim, (teşekkür
ederiz sesleri, alkışlar)
Süreyya Bey (Karesi) -Usul
hakkında söyleyeceğim ve gayet kısa söyleyeceğim, efendim. Söz alan
arkadaşlarımız lehte ve aleyhte ve hakkında söz söylediler. Seyit Beyefendi,
hilafetin mana-yı hakikisini ve manayı dinisini veciz ve müdellel bir lisanla
tespit ve tavzih etti. Bendeniz öyle zannediyorum ki mesele lüzumundan fazla
tenevvür etmiştir.Ve heyet-i umumiyesi hakkında söz söylemeye lüzum
kalmamıştır.
Recep Bey (Kütahya) -Maddeyi
müzakere edeceğiz.
Süreyya Bey (Karesi) -Hatta
birinci madde hakkında dahi söz söylemeye ben-denizce lüzum kalmamıştır. Demek
oluyor ki esas hilafet kelimesinin delalet ettiği medlulden beklenen vazife
hükümetin manasında mündemiç ve mevcuttur ve o, Büyük Millet Meclisi'nin
şahsiyet-i maneviye-sindedir. Onun dahi dahilde ve hariçte mümessili olan(gürültüler) usul
hakkında söyleyeceğim. Riyaset-i Cumhur makamına ve Reisicumhur makamına ve
reisicumhur olan zata aittir. İki şekil vardır. Ya birincisi veya
ikincisini kabul etmek şartıyla mesele halledilmiştir. İkinci maddeye geçeriz.
Reis -Müsaade buyurulursa bir saat
yemek teneffüsü yapalım.
ikinci Celse
Bed-i Müzakerat Saat 3:25
Reis: İsmet Paşa Hazretleri
Katipler: Vasıf Bey (Saruhan)
Reis -Celse açıldı.
Fuat Bey (Kırkkilise) -Reis Paşa
Hazretleri! Malum-ı aliniz salon dardır. Rüfe-ka-yı muhteremeden rica ederim.
Sigaralarını teneffüs salonunda içsinler! Zira sıhhatimiz bu süratle ihmal
edilmemiş olur. (kabul sesleri)
Reis İsmet Paşa -Efendim,
müzakerenin kifayetine dair takrir vardır. Ondan evvel Kastamonu Mebusu Halit
Bey, başvekil ve hariciye vekilinden bir sual soruyor, bu suali okuyayım ve
cevap vereyim.
Başvekil ve hariciye vekili
paşadan ma-kam-ı hilafet hakkında karar vermeden şu suallere cevap vermesini
rica ederim.
1-İlga-yı hilafetin dahil ve
hariçte, me-sail-i siyasiyede tesirini nasıl düşünüyorlar?
2-İstabuPun bizde bırakılmasında
ma-karr-ı hilafet olmasının büyük bir tesiri olduğu malumdur. Bu babda
fikirleri nedir?
Efendiler! Hilafetin ilgasından
dahilde ve hariçte tahassül edecek mahzur bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin zımnen
ve zahiren de olsa iki başlı olduğu halindedir.
Hilafetin ilgası bugün zahiren,
batınen bir vücud olduğunu ifham eden tam bir mefhumdur. Kanaat-i vicdaniyem bu
merkezdedir.
***
(Cumartesi, 25 Temmuz 2009 21:00
& Ulusal Haber: 09 Eylül 2015 – Çarşamba, Ankara)
LİNK: http://www.tkm.org.tr/sizden-gelenler/saltanat-ve-hilafetin-kaldirilmasi-hakkinda
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder