Prof. Dr.
Ali DEMİRSOY
Değerli
Kardeşim
Herkes bu
lanet kalkışmayı konuşuyor ve doğal olarak da kınıyor. Tamamen haklılar. Ancak
bunca darbenin neden olduğunu ve bu darbelerden neden hiç ders alınmadığını; bu
son kalkışmanın da doğru dürüst bir analizinin neden yapılmadığını üzüntüyle
izliyor. Bir şeyin nedenini tam öğrenememişseniz, ders almamışsanız, bela
başınızda hep duracak demektir. Son kalkışma için de işin aslına girmeyen çok
şey söyleniyor ve yazılıyor. Benim görüşüme göre hiç kimsenin ders aldığı yok.
Yönetim fırsat bu fırsat diyerek dini siyasete ve en önemli kurumlara sokmayı
iyice yaygınlaştırıyor ve perçinliyor. Başörtüsü devletin en önemli yerlerinde
resmi giysi haline getiriliyor. En kötüsü de daha beterleri için zemin
hazırlanıyor…
Geçmişimde
ülkemin yaşadıklarından zaman zaman şikâyet ederdim. Korkarım ki çocuklarım ve
torunlarım bırakın şikâyeti, güvenli ve aydınlık bir çevrede yaşamayı bile çok
arayacaklar…
Saygılarımla,
Prof. Dr.
Ali Demirsoy
***
HIRSIZIN
HİÇ Mİ GÜNAHI YOK?
Hepimizin
bildiği bir Nasrettin Hoca fıkrası sanki bu günler için söylenmiş. Gelin
birlikte bu fıkrayı biraz uyarlama yaparak bir daha anımsayalım:
Hocanın evine hırsız girer, evde ne var ne yok götürür. Nasrettin Hoca durumu çevresine
anlatınca, birkaç üzülme nidasından sonra hocaya:
“Niye bu kadar bilmem ne gibi uyudun da farkına varmadın, kapını niye kilitlemedin, neden güvenlik önlemleri almadın, yıllarca kapında beslediğin ve sırtını sıvazladığın köpeklerin niye zamanında haber vermedi, hırsızı belli ki koynunda beslemişsin yoksa farkına varmadan bu kadar zamanda bu kadar kapsamlı soygunu nasıl yapabilirdi, neden birilerinin evi belli ki bu hırsız ya da hırsızlar tarafından soyulurken ortalıkta nutuk atıyordun; bu hırsız seninle uzun yıllar birlikte olmuş biri olmasın, yoksa hırsızı biliyordun da uyur gibi mi yaptın?" diye sorgulamaya başlayınca, Nasrettin Hoca, ey ahali buraya bakın, söylediklerinizin hepsi haklı ya da doğru olabilir; ama “hırsızın hiç mi suçu yok?”
“Niye bu kadar bilmem ne gibi uyudun da farkına varmadın, kapını niye kilitlemedin, neden güvenlik önlemleri almadın, yıllarca kapında beslediğin ve sırtını sıvazladığın köpeklerin niye zamanında haber vermedi, hırsızı belli ki koynunda beslemişsin yoksa farkına varmadan bu kadar zamanda bu kadar kapsamlı soygunu nasıl yapabilirdi, neden birilerinin evi belli ki bu hırsız ya da hırsızlar tarafından soyulurken ortalıkta nutuk atıyordun; bu hırsız seninle uzun yıllar birlikte olmuş biri olmasın, yoksa hırsızı biliyordun da uyur gibi mi yaptın?" diye sorgulamaya başlayınca, Nasrettin Hoca, ey ahali buraya bakın, söylediklerinizin hepsi haklı ya da doğru olabilir; ama “hırsızın hiç mi suçu yok?”
Biz bu fıkrayı tersine çevirip, ev sahibinin hiç mi suçu yok şeklinde çevirelim
ve 1960 darbesinden günümüzdeki darbeye kadar adım adım getirelim. Kapısını
kapatamayanlar, gerekli önlemleri zamanında alamayanlar, dostunu düşmanını
ayıramayanlar, küçük çıkarları için büyük kayıplara seyirci kalıp, işine
geldiği zaman kol kola gezdiklerini sıra kendilerine gelince yok etmeye
çalışanlar, kapısında güvenlik için bekleyenleri liyakate göre değil sırdaş
olarak seçenler evlerini (ülkelerini) koruyamadılar; koruyamazdılar.
Çok partili demokrasiye geçtiğimiz 1950-1960 yıllarında demokrasi kültürünü
geliştirmekle yükümlü olan iktidar, milletvekillerinin yasal haklarını
anayasaya aykırı olarak kısıtlayınca, milleti vatan partili ya da değil diye
ikiye bölünce, her vatandaşın anayasal hakkı olan seyahat hürriyetini
kısıtlayınca, meclis kararı olmadan yabancı ülkeye asker gönderip 1000 kadar
askerin ölümüne zemin hazırlayınca, öğretim üyelerine, ordunun subaylarına
hakaret edince, particiliği kindarlığa çeviren ve daha onlarca olmaması gereken
olumsuzluğa imzasını atınca, kendi kurduğu kumpas ile İstanbul’daki Müslüman
olmayan özellikle Rum vatandaşlarımızın malını yağma ettirince ve evlerini
dükkânlarının tahrip edilmesine göz yumunca, kaynağı iç ya da dış olsun bir
darbeye zemin hazırlamıştır. Uygar ülkelerde bunlardan birinin yaşanmaması
nedeniyle darbe de olmuyor.
1971 yılı Mart 12 Muhtırası (bir çeşit darbe), insanların sağcı ve solcu diye
birbirini yediği; bu ülkenin sosyalizme şehir gerillası mı yoksa kır gerillası
mı ile geçmesi gerektiğinin tartışıldığı, milliyetçi-mukaddesatçı bir kesimin
kurumları babasının malı gibi yandaşlarla doldurduğu; cumhuriyet ve Atatürk
düşmanlığının hortladığı; gerekli önlemleri alması gereken yönetimlerin ve
siyasilerin dedi ki dedi diye laf salatasıyla yıllarımızı heba etmesiyle bu
muhtırayı yedik. Akıllanmadık.
1980 Darbesi, günde 15-20 kişinin öldürüldüğü, herkesin çivi üzerinde oturduğu,
şehirlerin sağcı solcu diye bölündüğü, FETÖ örgütünün milliyetçi ve ülkücü
kimliği ile saklandığı ve kapsamlı olarak kuluçkaya yattığı, kadayıfın altı
yandı mı yanmadı mı, şeriat devletinin gelişi kanlı mı kansız mı olmasının
tartışıldığı, parlamentonun bir cumhurbaşkanını bile aylarca seçemediği;
karaborsanın, mafyanın kol gezdiği; ailelerin çocuklarının akşam eve sağlam
gelip gelemeyeceği endişesini yaşadığı bir ortamı yaratan siyasiler, Maraş ve
Çorum’da yapılan iğrenç katliamlar; Milliyetçiler cinayet işler sözünü bana
söyletemezsiniz diyen siyasiler kökü içeride ya da dışarıda olsun bir darbeye
zemin hazırladı. Halk sevinç ile sokaklara döküldü. Ders alması gerekenler
almadı.
Bir önceki darbenin zemin hazırlayıcıları yeniden sahneye çıktı. Cemaatler,
yolsuzluklar, üstüne üstlük bir önceki politikacılar tarafından hafife alınan
PKK kalkışması; fırsat bu fırsat diye gericilik hareketlerinin her türlüsünün
yaşandığı; yılan öyküsüne döndürülen başörtüsü sürtüşmesi; cumhuriyetin temel
değerlerine ve simgelerine saldırılar 28 Şubat muhtırasını doğurdu. Keşke bütün
bunlar bir film şeridi gibi birbirinin arkasına eklenerek anlamayanlara
anlayacak şekilde tekrar tekrar izlettirilse.
Biz en son kalkışmaya geçmeden. Yazının girişinde verdiğimiz hoca fıkrasını
tersine çevirerek bir uyarlama yapalım. Bu sefer “ev sahibinin hiç mi kabahati
yoktu?” diye verelim. Siz hırsızı evinizde el bebek gül bebek koynunuzda büyütmüşsünüz;
ne istemişse vermişsiniz; sizinle birlikte namaz kılmış dua etmiş, aynı ülküye
hizmet etmişsiniz; evin en değerli eşyalarının saklandığı kasaya (buna kozmik
oda diyelim) halen ev halkının en değer verilen kişileri marifeti ile açmış ve
ne var ne yok öğrenmesine izin vermişsiniz; komşular, mahalle halkı, akrabalar
binlerce defa bu “sizce mutena olan bu kişinin ürkütücü bir yanı olduğunu, bir
gün bu evi belaya sürükleyeceğini” söyleyerek uyarmış, siz sadece gülüp
geçmişseniz; çok sayıda avukat, hukukçu, yazar, çizer, bilim adamı Ergenekon ve
Balyoz diye başlayan çok sayıda davanın kumpas olduğunu ve bu savcı ve
yargıçların Türk adaletini temsil etmediğini haykırmasına karşın, bu savcı ve
yargıçların hatalı karar verdiğinde doğacak maddi ve manevi suçun ödentilerini
devlete yükleyen yasa çıkardınız (bu yasanın açık anlamı: Benim yönetimime ve
anlayışıma uygun karar alırsanız başınıza hiçbir şey gelmeyecektir demektir;
şimdi de sıkılmadan kandırıldık diyorsunuz)[i]; evinizin
güvenliği için tuttuğunuz bekçilerden size uyaranları derhal işinden atmış
yeteneksizlere ve işbirlikçilere kulak vermişseniz; hırsızı övücü toplantılara
cumhur cemaat katılmış övücü nutuklar atmışsanız; kirli işlerini görmezden
gelmişseniz; yurt-barınak yapamayıp sokağa terk ettiğiniz bu ülkenin fakir
çocuklarını bu yamyamın kucağına atmışsanız hatta bu çocukları evinizin kirli
işleri için gelecekte yandaş olarak görmüşseniz; cumhuriyeti kuranlara akşam
sabah küfür edilmesine sessiz kalmış, zaman zaman siz de katılmışsanız sizin de
verilecek hesabınız var demektir.
Bütün uyarılara karşın sonunda koynunuzda geliştirip büyülttüğünüz bu kişi ve
şürekâsı evi soymaya kalkışınca “kandırıldık” diye günah çıkarmaya başladınız.
Meydanlara çıkıp bu aşağılık hareketin sanki sorumlusu siz değilmiş gibi
nutuklar atmaya başladınız. Bakın bu ülkeye hiçbir melanet durup dururken
gelmedi. Türkiye’de olan tüm darbe ve muhtıraların temelinde yönetimlerin
bilgisizliği, yeteneksizliği, çıkarcılığı, demokrasinin özünü
içselleştirememesi, ihmali, vurdumduymazlığı, ağır kusurları yatmaktadır. Hep
bir ağızdan darbe ve muhtıraları kınayalım, lanetleyelim. Ancak izin verin de
gelecekte olacakları önlemek için şu soruyu de kendimize çekinmeden, açık
yüreklilikle soralım: Hırsızların suçu vardı da ev sahiplerinin hiç mi
kusuru yoktu? Galiba bu melanetlerin bir daha tekrarlanmaması için önce bu
son soruya yanıt vermemiz ve gerekeni yapmamız gerekmektedir.
Son günlerde siyasetçiler, yazarlar, bilim adamları, yöneticiler ağızlarını
açar açmaz “Üst Akıl”dan dem vurarak aklanmaya çalışıyorlar ve hedefi
bulduklarının müjdesini yavan bir şekilde veriyorlar. Ömrünüz korku ile geçti.
Kıvırmayın. Ben açık açık yazayım. Sizin Üst Akıl dediğiniz Amerika Birleşik
Devletleri yönetimleridir. Teşhis doğrudur; eşek olanın üstüne binen çok olur
sözü de doğrudur. Ne melanet geldiyse yöneticilerimizin ziyaret edip akıl
aldığı oval ofisin sahiplerinden geldi. Bunu bilen ve önlemeye çalışanlar
geçmişte oldu mu oldu (çoğu canıyla ödedi); kimlerdi? Size anlatayım.
Türkiye Cumhuriyeti ne zamandan beri kandırılıyor, kimler tarafından
kandırılıyor? Önce bunu bilmeliyiz. Çünkü ne yazık ki halkımız okumuyor,
geçmişe ilişkin bilgisi hemen hemen hiç yok; öğrendiklerini de hemen unutuyor;
buna bilim dilinde balık hafızalılar deniyor.
Menderes’in NATO’ya girme ve biraz yardım alma bahanesiyle yaptığı “elimizi
kolumuzu bağlayan çok sayıda” anlaşmaları bu yazıda dile getirmeyeceğim (daha
önce Türkiye’de herhangi bir yabancı ülkenin askeri üssü bulunmuyordu ve
kendimizi bağlayan anlaşmalar da en azından 1946 yılına kadar yoktu). Yıl 1969
Şubat 16, tarihe geçen adıyla “Kanlı Pazar” Amerika’nın 6. Filosu İstanbul’u
ziyaret edecek. Bir grup üniversite öğrencisi (76 gençlik örgütü) bu filonun
ziyaretinin ve İstanbul’u bir genelev gibi kullanmalarının bir emperyalist
çıkarma olacağını, bu ilişki ile Türkiye’nin gelecekte altının oyulacağını,
çeşitli dalaverelerin başlangıcı olacağını sezinleyerek, Beyazıt Meydanı’ndan
başlayarak Karaköy’de “6. Filo defol” sloganı ile tepki göstermeye kalkıştı. Ne
oldu biliyor musunuz? Valilikten izin alınmasına karşın, Türk güvenlik güçleri
izin vermedi. Tepki gösterenleri, araya girerek gruplara böldü ve çok sınırlı
sayıda gencin iskeleye girmesine izin verdi. Bu arada daha sonra
Milliyetçi-Ülkücü ve Milli Görüşçü takımın beyinlerini oluşturacak insanların
da dâhil olduğu bir kesimin, karşı tepki göstermek üzere Taksim Meydanı’nda toplanması
ve daha sonra toplu namaz kılınmasından sonra bu nümayişçi gençlerin üzerine
saldırmaları için gerekli tüm zemin hazırlandı. Mehmet Şevket Eygi gibi
yazarların azmettirmesi, Komünizmle Mücadele Derneği, Milli Türk Talebe
Birliği’nin öncülüğünde literatürefaşist şiddet olarak geçecek olay
gerçekleşti (Vikipedia). Bu gün FETO’ya iş adamı olarak yardım etmiş olanlar ve
benzerleri o gün de camiye sakladıkları 2000 kadar değneği bu anti
nümayişçilerin eline vererek onları eşek sudan gelinceye kadar güvenlik
güçlerinin gözetiminde dövdüler; bıçakladılar; taşlarla kafalarını gözlerini
yardılar; Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan bıçaklanarak yaşamını orada
yitirdi. İktidarda AP partisi vardı. Bu tepkiyi hazırlayan gerçek milliyetçi
gençlerden 12’si daha sonra milli güvenlik güçlerimizce çeşitli yerlerde
kıstırılarak öldürüldüler ve Menderes hükümetleri zamanında zemini hazırlanmış
Üst Akıl, böylece bu ülkeye bu kesimin aracılığıyla yerleşti. Unutmadan
söyleyeyim Bekir Coşkun’un da 31 Ağustos 2016 tarihinde köşesinde dile
getirdiği gibi, bu gün Büyük Millet Meclis başkanlığına getirilen İsmail
Kahraman o gün cihat çağrısı yapıp, kürek saplarını emperyalist uşaklarına
dağıtanlardanmış; cihat dediği de 6. Filoyu savunmakmış. Daha da gülünç tarafı,
Kıble yerine 6. Filoya dönerek namaz kılmaları olmuş. Diyoruz ki Üst Akıl ile
flört edilenleri Allah kahretsin; iyi de içimizde hala yetkili olarak
dolaşanları ne yapacağız Alt Akıllılar.
Üst Akıl lafından da nefret ediyorum; kim üretti ise kahrolsun; çünkü üst akıl
denince bizim alt akıl olduğumuz anlamı çıkıyor (buna halk dilinde geri
zekâlılar denir). Ben bir Atatürkçü Cumhuriyet çocuğu olarak bu sıfatı asla
kabul edemem. Olsa olsa bizim aramızda geri zekâlılar vardır diyebilirim.
Dolayısıyla FETO’nun (Gülen’in) emperyalistlerle iş birliği bir başlangıç
değildi; bir sonuçtu. Bunu bu ülkenin aydınlık yüzlü insanları hep gördü ve
yönetimleri hep uyardı. Son darbede Amerika Birleşik Devletlerinin denetiminde
olan, habersiz bir sineğin bile uçamayacağı İncirlikten kalkan uçakların
darbecilere yakıt ikmali yapmasını bu halka nasıl açıklayacaksınız, 6. Filonun
bekçileri? (onların bir kısmı hala aramızda) O gün de bu gün FETO’cularla kol
kola gezmiş Üst Aklın uzantıları, işbirlikçileri vardı. Hatta 6. Filo ihanetine
bizzat katılan çok sayıda kişi son yönetimde bu ülkenin en yüksek makamlarına
yüceltilmişlerdir. Bu zevat hala ortalıkta Üst Akıl saptırması ile sırıtarak
beyanatlar veriyor. Bu halk o günden bu yana “çeşitli adlar altında zuhur eden”
bu guruplar tarafından hep kandırılmıştır.
Bizim, Atatürk’ün yapmaya çalıştığı gibi hiçbir ülkeye göbek bağıyla
bağlanmamıza gerek yok. Bu ülkenin insanları devletler kurmuş ve yönetmiş bir
halkın çocuklarıdır. Kendi ayaklarımız üzerinde onurla ve başarıyla durabilirdik,
durabiliriz de; yeter ki kendini ümmetçiliğe, Arap Milliyetçiliğine, batı
hayranlığına kaptırmamış, evrensel değerleri ölçüt almış, oval ofisten ve
Brüksel’den talimat almayan, Cumhuriyetimizin kuruluş ilkelerinden ilham alan
laikliği ve demokratik olmayı içine sindirmiş liderleri ve yöneticileri
seçebilelim.
Bu yorumdan sonra birkaç kuşakta zor temizleyeceğimiz, cumhuriyetin bugüne
kadar aldığı en büyük darbenin (kalkışmanın) ve yıkımın bir genel
değerlendirmesini yapalım.
Sonunda, yılların birikimi 15 Temmuz kalkışması ile tümüyle su üstüne çıktı.
Son yarım yüzyıllık siyasi tarihimizin kirleri, siyasilerimizin, yönetimimizin
yetersizlikleri; din paravanasını kullananların çirkin yüzü; iktidar için kimin
kimlere taviz nasıl tavizler verdiği; aydın bir kesimin kumpaslarla birkaç
soysuza nasıl teslim edildiği; halkının çıkarını korumak için iş başında
olanların bunları görüp vatandaşını koruyacağı yerde adaletin yüz karası
savcıların melaneti yetmiyormuş gibi, savcılığa nasıl soyunduğunu; kılıcın ucu
kendilerine değince gözlerini fal taşı gibi açarak zorunlu olarak cumhuriyete
nasıl sahip çıkmaya çalıştıklarını ibretle izliyoruz.
Bu ülkedeki düşünen, çıkar peşinde koşmayan, cumhuriyete gönül vermiş, akıllı,
geleceği görebilen yüzlerce insan “yapmayın, etmeyin, tehlike büyük; gelin bu
dincilik tutkusundan vazgeçin; cemaatleri siyasete sokmayın; cemaatçi olanları
ayıklayın” demesine karşın, yöneticilerin kılı kıpırdamadı; inadına
cemaatçileri bir yerlere atadılar. Kandırıldık lafı, doğuştan ve genç yaşta
dini eğitim alarak beyni formatlanmış insanlar için geçerlidir; akıllı ve
eğitimli insanlar için kandırıldık sözü özür olarak görülmez. Çünkü
istihbaratı, danışmaları, yüzlerce bilgi kaynağı olan bir yönetim kandırılamaz;
ancak bir birey kandırılabilir. Kaldı ki bu ülkenin okumuş, eğitimli, akıllı,
dünyayı tanıyan yüzlerce insanı binlerce defa kandırılıyorsunuz, cemaatçilik,
din simsarlığı ve Atatürk düşmanlığı sizi ve bizi bir yere götürmez diye uyardı
(e az ben çok sayıda yazımda uyardım). Hiç birine kulak asılmadı. Kime önem
verildi? Kozmik odanın talan edilip bilgilerin PKK’ya sızdırılmasına neden
olanlar, kumpasın genişletilmesini ve devamını sağlayanlar; FETO örgütüne
yıllarca devletin olanaklarını peşkeş çekenler ve her fırsatta ona övgü düzenler
hala yönetimin içinde “abi” sıfatıyla yer bulunuyorlar ve utanmadan, sırıtarak
ekranlara çıkıyorlar.[ii]Bu köpekdişinin
kökleri hala yönetimin içindedir. Bir avuç cumhuriyetçiye, Kemalist’e ve
Atatürkçü’ye kulak verin. Tehlike birkaç on yılda geçecek gibi değil. Bir ilke
imza atın derim: Kalkışmanın en büyük zeminini hazırlayan sizler; bu zeminin
pislikten temizlenmesi için elinizden geleni yapın derim. Bunu yaparken bir
devrin kandırıldığını söyleyen dönek, yalaka, din simsarı, çıkarcı insanlarıyla
bunu yürütemezsiniz. Doğruyu yazan basına kulak verin. İnsanı doğru yola sokan
akıllıca yapılmış uyarı ve eleştirilerdir. Bu ülkede kandırılan bir kesim varsa
o da “kandırıldığının farkına varamayan” halkın kendisidir.
Doğru ya da düzmece, ancak dünya tarihinin en büyük soygunlarından biri olarak
sunulan 17-25 Aralık soygun öyküsü birilerini (son darbecileri) harekete geçmek
için yeşil ışık yakmıştır[iii].
Çünkü hukuken aklanmayan bir hırsızlık vakası, her zaman kuşkuludur ve halkın
yanında itibar yitirilmesidir. Bu aklanmayan olay iyileşmeyen; kabuk bağlamış
bir yara olarak tarihimizin kirli sayfalarına işlenmiştir. Yaklaşık 40 yıldır
cumhuriyeti yıkmaya yemin etmiş, en sinsi ve kurnaz yöntemleri kullanmış, belli
ki büyük bir ülkenin önemli desteğini almış; onunla yetinmemiş kendini akılı
zanneden birçok siyasimizin desteğine mazhar olmuş bu örgüt aradığı zemini
bulduğunu düşünerek düğmeye basmıştır. Hele ki, kumpas davaları ile tamamen
temizlenmemiş cumhuriyete ve Atatürk ilkelerine bağlı bir avuç kahraman subay
canları pahasına bu kalkışmayı önlemiştir.
Her şeyde bir hayır vardır sözünü şimdi daha iyi anlıyorum. Eğer 17-25 Aralık
soygunları gündeme gelmeseydi. Vücudumuzun her hücresi bu virüsle bulaşmış
olacaktı. Bu cumhuriyet yıkılacak niteliği Ortaçağı anımsatan yeni bir düzen
kurulacaktı. Bir yüzyıldır zor şer yetiştirmeye çalıştığımız aydınlık yüzlü
insanların kafaları belli ki yerinde olmayacaktı.
Yıllarca yazıldı, söylendi, bu ülkenin geleceği için “dini siyasete ve eğitime
sokmayın” dendi. Anlayan kim? Tam tersi yapıldı. İnsan karşılaştırma yapabilen
mahlûktur; başarısı da bu özelliğinden kaynaklanır. Yaklaşık %80 Ateist olan
Japonya, yaklaşık %65-80’ni Ateist olan Norveç, İsveç, Finlandiya, Danimarka
hatta Hollanda bilimde neden bu kadar yeni buluşa imza atmış; sanatta ve
edebiyatta önemli yerlere gelmiş; hırsızı, soyguncusu, yalancısı,
dolandırıcısı, teröristi en az olan ülkeler olmuş da, aklını dinle bozmuş İslam
ülkelerinin tümü; Hindistan, Güney Amerika ülkeleri ahlaksızlıkların ve
anarşinin yuvası olmuş?
Bütün bunlardan sonra gelecek için umutlu musun diye sorarsanız, doğrusu evet
diyemeyeceğim. Çünkü hala din eksenli bir yönetim peşinde koşuluyor. Türk
milleti gelecek için büyük endişelerle kıvranırken, liyakatli insanların
belirli yerlere atanmasını özlemle beklerken, yönetim, sanki çok elzemmiş gibi,
darbenin en sıcak günlerinde topçu kışlasını gündeme sokuyor; polislerin
türbanlı olmasının yolunu açan kararlar alıyor. Hiç kimse demiyor ki, dünyada
polisinin başına türban takıp da insan içine karışmış bir ülke var mı diye?
Yıllarca türbana tavır koymuş Türk Silahlı Kuvvetlerinin sağlık açısından
amiral gemisi olan GATA’nın Suudi hanımlarını andıracak bir bayan doktora
teslim töreninin görüntülerini boy boy basına servis ediliyor. Türk demokrasisi
türbana endekslenmiş demokrasi oluyor. Yandaş basın hep şöyle yazıyor “Türkiye’ye
demokrasi artık yerleşmiştir; türbanlı kadınlar artık her yerde boy
gösterebiliyorlar”. Demek ki batı demokrasisi hiçbir zaman bizim demokrasimizin
düzeyine ulaşamadı. Bu düpedüz uygarlaşma yolunda epeyi yol almış bir ülkenin
yıllar sonra tekrar Ortadoğu çukuruna yönlendirilmesi demektir. Basın, eğer
doğruyu yansıtıyorsa, gazeteler, Türkiye’nin önemli yerlerine, kesinlikle
tarafsız ve yansız olan kurumlarına yine cemaatçilerin atandığı haberleriyle
dolu. Bu da daha sonraki bir kalkışmanın yumurtalarının kuluçkaya konması
demektir. Sayısız cemaat sırada aport halinde beklemede olmalı… El konan FETO
okulları imam hatip liseleri olarak eğitime sokuluyor. 03 Eylül 2016 tarihinde
internette -eğer doğruysa, dilerim doğru değildir- milletin sarayı milletin
camisi diye vergilerimizle yapılan camide büyük bir kitleyle zikir yapılmış.
Belli ki cemaatin biri gidiyor, birileri geliyor. İnsan ister istemez düşünüyor.
Fetullah Gülen denen meczubun yapmak istedikleri başka birileri tarafından
sistematik bir şekilde gerçekleşiyor. Amaç şeriat devleti miydi? Giyimiyle,
kuşamıyla, eğitimiyle, devletin zirvesindeki milletin binalarında yapılan
zikirle al sana ön hazırlıkları.
Demek ki huylu huyundan vazgeçmiyor. Yayı ne kadar gererseniz yapacağı tahribat
o kadar derin olur ve o denli uzaklara uzanır. Bu nedenle umutsuzum. Sadece bir
(bu) belayı halkımızın sağduyusuyla ve Atatürkçü subayların özverisiyle
savuşturduk. Sistematik ve sinsi bir şekilde dini eğitimle formatlanan
zamanımızın genç kuşağının gelecekte bu erdemi göstereceğini kimse garanti
edemez; tam aksine kalkışmalara yandaş olması beklenen bir nesil yetişiyor.
Aslında yetiştirildi de biz hala uyur numarası yapıyoruz. Ülkemizden akın akın
IŞID denen belaya katılımı laik ve Atatürkçü eğitim uygulaması ile mi
açıklayacaksınız? 19 Eylül 2016’da okulların açıldığı gün cumhurbaşkanı “okullara
sahip çıkmalıyız” diye bir mesaj verdi ve hemen ardından haberlerde bundan
böyle ilk ve ortaokullarda din dersi (ayet öğrenme, fıkıh, peygamberimi
seviyorum, dinimi seviyorum, kuran okuma, Arapça öğrenme) başlıkları altında
din dersi eğitiminin zorunlu hale getirildiği açıklandı. Cemaat de
yönlendirmeyi bu yolla yapmıştı. Anadolu’da yüzyıllardır söylenen bir öz söz
vardır: Bela nereden gelir? Ölünün köründen.
Sonuçta
siyasi erkân bütün bunların yasalardan kaynaklandığını ileri sürerek ağızlarını
açtıklarında yen Anayasa ile söze başlıyorlar. Belki de dünyanın en demokratik
ve özgür anayasasını 1960’lı yıllarda yapmıştık. Aynı kafa (özellikle
tutucular) bu bize bol geldi diye sürekli yonttular. Aslında iki şeyi bir türlü
anlayamadık, birincisi halkı bilinçli olan bir ülkenin üst akla (yerine göre
moda söylemle vesayet kurumlarına) danışması gerekmez; yönlendirmesini de kabul
etmez. Formatlanmış beyinler üst aklın peşine takılırlar (çünkü bu tip
insanlarda her zaman birine biat etme kültürü gelişir; bu kültürü şeyhinden,
dini önderinden edinir). İkincisi, sorunlarımız büyük ölçüde yasalardan (bu
cümleden olmak üzere Anayasadan) kaynaklanmıyor; siyasilerin Anayasa ve
yasalara bin bir katakulli ile uymamasından kaynaklanıyor. Bizde yapılan darbe
ve muhtıralara bir bakın, yapanların hepsi darbe ilanlarına Anayasaya saygı
çağırısı ile başlıyor.
Adı geçen hükümetler ve son kalkışmaya muhatap hükümet hep kötü şeyler mi
yaptı? Hepsinin bu ülkeye şu ya da bu şekilde katkıları oldu. Son birkaç
hükümetin de özellikle geçmişte hayal etmeye bile zorlanacağımız katkıları
oldu. Ancak demokrasinin en nankör tarafı (belki de en muhteşem tarafı)
yöneticiler önemli bir hata işlediği zaman yaptıklarına bakmaksızın görevi
başkasına devretmeleridir. Bu nedenle sorunlar kronikleşmez; demokratik
yollardan çözüm bulunur. Demokrasiyi şeklen işleten ülkelerde yöneticiler
tutkalla yapışmış gibi görevlerini bırakmaz, çeşitli suçlamalar ve inkârlarla
egemenliklerini devam etmeye çalışırlar. Diretmelerinin nedenlerinden biri de
bu gibi toplumlarda yönetici kendisine, çoluk çocuğuna, çevresine ekonomik
çıkar sağlamasıdır. Gittiğinde foya açığa çıkacaktır. Bu nedenle başta kalmak
için her yolu dener ve bir gün darbe, kalkışma ya da muhtıra ile karşılaşırlar.
Almanya’nın efsanevi başbakanı Willy Brandt, hem ülkesinde hem de dünyada en
saygın yere sahipti. Alman milleti neredeyse ona tapıyordu. Ancak
danışmanlarından birinin casus olduğu ortaya çıkarıldığı akşam hemen, bunu
yönetim aksaması ya da hatası olarak algılayarak “kandırıldık, boş bulunduk
gibi laflar etmeden” görevinden hemen ayrıldı (1974)[iv]. Batı
demokrasisi buna benzer örneklerle bezenmiştir. İşte bu nedenlerle bu ülkelerde
muhtıra, kalkışma ve darbe olmuyor. Bu nasıl kandırılma ki Sözcü Gazetesinin
04.09.2016 tarihli yazısına göre 150 General, 10.000 Subay, 12.000 Astsubay,
5.000’e yakın akademisyen, 100 000’e yakın bürokrat ve memur (gerisi daha yavaş
yavaş geliyor), casusluk, terör örgütüne üye olma, vatana ihanet, darbeye hazırlık
ve teşebbüsten tutuklanıyorlar, işlerinden uzaklaştırılıyorlar, soruşturmaya
uğruyorlar ve biz sütten çıkmış ak kaşık gibi “haberimiz yoktu” diyebiliyoruz.
Sözcü Gazetesi 13 Eylül 2016 tarihli basımında, Emniyet Müdürü Dr. Adil Serdar
Saçan Fetullah Örgütünün önemli kişilerini (bu gün hepse tutuklu ya da kaçmış)
o zamanın Devlet Güvenlik Mahkemesine isim isim telefonlarıyla bildiriyor ve
tehlikeyi açık açık anlatıyor. Devlet Güvenlik Mahkemesi Başsavcısı Nuh Mete
Yüksel gerekli izni veriyor (izin verdiği için o da bir kaset ile yolcu
ediliyor). Ancak siyasi irade bu soruşturmayı durdurduğu gibi, müdürü de
sürüyor. Halkın ifadesiyle “boru değil” emniyet müdürü dikkat çekiyor.
1999 yılında bir açık oturumda, cüzzamlı hastaların anası ve koruyucusu olan
Sayın, Rahmetli Prof. Dr. Türkan Saylan sanki geleceği görüyormuş gibi cümle
cümle anlattı[v]. Ne mi yaptık?
Ağır kanser hastası olan Sayın Prof. Dr. Türkan Saylan’ın evini gece yarısı
bastık, kendisini zindana tıktık. Bu ülkede kandırılamayacak kadar akıllı
insanların olduğunun farkına varamadık.
Silivri Mahkemelerini birkaç defa başından sonunu izledim. İnönü Üniversitesi
Rektörü Sayın Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu ve Sayın Dr. Doğu Perinçek
savunmalarında ilkokuldan terk birinin bile anlayacağı açıklıkta, belgelerle bu
yargılamaların bir düzmece olduğunu açık açık anlattılar; tehlikenin ve şer
odağının merkezine dikkat çektiler. Savcı gayet gayri ciddi bir şekilde elini
iki tarafa sallayarak “tutuklanmalarının devamına” dedi ve yargıçlar da büyük
bir karar veriyormuş gibi kabul ettiler. O gün Türkiye’nin geleceği açısından
dünya başıma yıkılmıştı; günlerce uyuyamadım. Böyle bir seciyesiz yargılama taş
devrinde bile olamazdı. Silivri mahkemelerini tek bir defa izleyen biri notunu
hemen orada verebilirdi. Öyle oldu mu? Köşe yazarlarına soruyorsunuz,
İstanbul’da oturmalarına karşın “merak edip!!!” bir defa bile izlememişler;
şimdi sayfa sayfa yazı döktürüyorlar. Çatı iddianamesinde bir cumhuriyet
savcısı FETÖ örgütünün bütün yapılanmasını, amacını ve yapacağı eylemleri
önceden tek tek sırasıyla bir bir hiçbir hata yapmadan yazmış olduğu açıklandı
(Vatan Gazetesi 19.09.2016). Vatandaşlarının hatta suçluların bile haklarını
korumak yükümlülüğünde olan yönetim, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Adalet Bakanın
belki Genel Kurmay Başkanı ya da ilgili kurumların başındakiler, sayısız
danışmanlarından birini gönderip “karışmadan giden bakın bakalım oralarda ne
oluyor?” deseydiler ve tek bir defa bile görüş alsaydılar, göğüslerindeki
yumruk büyüklüğündeki organın sesini duyabilseydiler, bu tezgâhı hemen
anlayabilirlerdi ve yüzlerce gerçek vatanseverin zindanlarda çürümesini
önleyebilirlerdi. Şimdi kalkıp yazarı, çizeri, yöneticisi, şunu, bunu biz
kandırıldık diyor. Bu sözleri duyunca hemen kalkıp aynaya bakıyorum, acaba
anlımda “keriz mi yazılıyor” diye.
Kafamız karmakarışık. Bakanlarımız bir zamanlar PKK terör örgütü için Ateist,
Komünist, Leninist güruh; Fetullah Gülen için de kâinatın imamı, himmet-hizmet
cemaati diyorlardı. Şimdi de İslamiyet’in en katı görüşüne sahip Sünni/Nurcu
tarikatına bağlı FETO örgütü ile PKK’nın birlikte hareket ettiği; aynı amaca
hizmet ettiği söyleniyor. Açılıma karşı çıkanlar ve tehlikeyi sezinleyerek
uyaranlar demokrasi düşmanı olarak damgalandı; 16 Eylül 2016 günü başbakan
Sayın Binali Yıldırım 26.000 şehide ve 7.000 gaziye kendi el yazısı ile
başsağlığı ve geçmiş olsun mektubu yazarak, dünyadaki birçok savaştan daha çok
insan yitirilen bir terörle mücadelenin aslında başarı-başarısızlık analizini
gözler önüne serdi. Millet olarak bu şer çetesine esas zemini hazırlayanların
yargılanmasını görmek istiyoruz. Bunun riskini alanlar bu belanın
temizlenmesinde başarılı olacaklardır.
Nasrettin Hoca bir gün bir kahvenin önündeki bir bahçede gazelleri panik bir
şekilde karıştırıp bir şeylere bakar gibi yapıyormuş.
Kahvedekiler: “Hayrola hoca ne arıyorsun?” diye sormuşlar.
Hoca: Çuvaldızımı kaybettim onu arıyorum.
Kahvedekiler: Hoca, çuvaldızla bahçede ne yapıyordu ki kaybettin?
Hoca: Aslında çuvaldızımı ahırda kaybetmiştim.
Kahvedekiler: İyi de hoca ahırda yitirdiğin çuvaldızı bahçede niye arıyorsun
ki?
Hoca: Vallahi orası çok karanlık, onun için burada arıyorum.
Yalan yanlış beyanlar vererek Fetocuların Kozmik Odaya girmesine zemin
hazırlayarak Türkiye’nin savunma sisteminin deşifre edilmesine, hatta
teröristlere servis edilmesine neden olanlar: hocaya laf söyleyenlere hakaret
edenler; tehlikeyi önceden haber veren yetkilileri görevden alanlar ya da o
yana bu yana sürenler; en önemli kadroları ve değerli arsaları bu melunlara
peşkeş çekenler sırıtarak ortalıkta dolaşıyor. Aslında çuvaldızın yitirildiği
yer şu anda bir türlü elimizi sürmediğimiz esas sorumluların bulunduğu yerdir.
Eğer yönetim bu melanetin bir daha tekrarlanmamasını ve gerçek suçluları bulmak
istiyorsa önce temizliğe kendi evinden başlamalıdır.
Bir fıkra ile başlamıştık, yine Ali Demirsoy’un “Anılar, öyküler ve fıkralarla
Anadolu” kitabından, cemaat-yönetim işbirliği ile ilgili bir fıkra ile
bitirelim:
Er önemli bir yerde önemli bir tesis için gece nöbet tutuyor. Ancak büyük
abdesti geliyor. Ne yapsın? Nöbet sırasında abdeste gitmek yasak; çok önemli
bir görevde de buluyor. Sağa bakıyor, sola bakıyor; gelen yok giden yok.
Tüfeğini kulübeye dayayıp, arkaya geçip abdestini yapmaya başlıyor.
Bu arada general denetim için tesise geliyor. Nöbetçi kulübesinde tüfeği görüp
de nöbetçiyi görmeyince, tüfeği alarak askeri aramaya başlıyor. Askeri iş
başında yakalıyor. Ye bakayım şu bokunu diye tüfeği ona doğrultuyor. Asker
bakar ki çare yok bokunu yiyor. General silahı askere uzatıyor ve bir daha
böyle bir şey yaptığını görmeyeyim diyor. Ancak asker çok kızmıştır. Tüfeği
alır almaz generale çeviriyor ve bu boktan sen de yiyeceksin yoksa seni burada
gebertirim diyor. General bakar ki er ciddi; postu deldirecek. Bir parmak da
kendisi boktan yiyor.
İkinci gün general teftişe çıkıyor. Erler sıra ile dizilmiştir. Büyük bir
azametle önlerinden yavaş yavaş geçiyor. Bir önceki günün nöbetçisinin önüne
gelince: Gözüm seni bir yerden ısırıyor asker diyor.
Evet, generalim geçmişte birlikte çok bok yemiştik.
***
[i] Bu savcı ve yargıçlar, yarın normal işleyen bir
hukuk sisteminde, biz devlet güvencesinde (ya da görüşünde) bu kararları verdik
ve o günkü yasaya göre verdiğimiz kararlardan da sorumlu değiliz derlerse ne
yapacaksınız? Biz de sizin gibi kandırıldık derlerse ne yapacaksınız?
[ii] Bu sırıtanlar biz
kandırıldık diyerek geçmişteki suçlarından sıyırılmaya çalışıyorlar. Pek ala
darbeye kalkışanlar, bu ülkenin aydınlık yüzlerini zindanlarda çürüten hukuk
müsveddeleri ve bu terör örgütüne maddi katkıda bulunanlar biz de kandırıldık
derlerse ne yapacaksınız? Devlet kandırıldıktan sonra diğerleri haydi haydi
kandırılır demektir.
[iii] 15 Haziran
2015 seçiminde muhalefet partileri kalkışmaya güçlü bir neden hazırlayan 17-25
Aralık yolsuzluklarını gün yüzüne çıkarmak için büyük ve tarihi bir fırsat
yakalamıştı. Kısa süreli de olsa bir koalisyon kurup halkın kuşkulandığı,
darbecilere neden oluşturan tüm işlem ve olayları; bu arada 17-25 Aralık
olaylarını masaya yatırıp aydınlığa çıkarabilirlerdi. Ancak malum partinin
inadı nedeniyle (artık inat da diyemiyorum; çünkü bu parti, yönetimin
cumhuriyetin gidişini değiştirmek için alacağı her kararda can simidi oldu)
hiçbir şey açıklığa çıkarılamadı ve darbecilere çok güçlü bir neden sunuldu.
Gelecekte muhalefet de özellikle malum parti de bu darbenin sorumlularından
sayılacaktır.
[iv] Bizde
yöneticilerin atadığı bakanlar, bürokratlar, yaveri, danışmanları, korumaları,
arkadaşları, partidaşları, silah arkadaşları ve neredeyse alayı, casus, hain,
darbeci çıkıyor; istifayı bırak yaprak kımıldamıyor…
[v] http://edepsiz.tv/gundeme-bomba-gibi-dusen-video-kesinlikle-izlenmeli-turkan-saylan-feto-yu-bakin-17-yil-once-nasil-anlatmisti
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder