Hasan Hüseyin ÖZ
Geçen yazımızda Avrupa’nın hastalığına değinmiştik.
Kimilerine bu yazı toptancı bir bakış olarak görülebilirdi. Nitekim bu yönde
birkaç eleştiri almadık da değil… Fakat biz bu iddiamızda ısrarcıyız.
Çünkü biz, sadece bugün görülen semptomlardan hareketle
yazmadık bahsi geçen yazıyı. Kaldı ki, bizim yazımıza itiraz noktası
“ilerilik-gerilik” skolastisizminin oluşturduğu ezberlerden kaynaklanıyordu. Hal
bu ki, bizim tezimiz esasa ilişkindi.
Esasa ilişkin demişken hemen şunu belirtelim ki, Batı’nın
–genel kabul çerçevesinde- merkez kabul edildiği tarih felsefesine hiçbir zaman
inanmadık. Hatta buna “istisna hastalığı” diyerek, insanlığın bu hastalığın
oluşturduğu terör ve şiddet dalgasından çok çektiğini hem okuduklarımızdan hem
de halde şahit olduklarımızdan örnekler veriyoruz. İşin garip tarafı,
bugün yaşanan şiddetin gerçek nedenini bir türlü söyleyemememizin sebebi de -en
azından okuryazarlarımız için geçerli bu durum- batı merkezci tarihe ezber
düzeyinde teslim olmamız. Batılı eğitim sisteminin tezgahından geçmiş
okuryazar tayfamızın -yani her kesim dahil buna - nispetini batının tarihi
çerçevesinde inşa edip, farkında veya değil entegrist aklın yol
göstericiliğinde(!) kendi topraklarıyla ergen düzeyinde bir bağ kurması, bugün
aşılmaz gibi duran sorunlar meydana çıkarmıştır.
Tanzimat’tan bu yana “gâvura gâvur” diyememenin oluşturduğu
bir sıkıntı galiba bu. Gâvur, yani örten, örttüğünü de bir mevzuat
müktesebatıyla gizleyen anlamına geliyor. Kaldı ki, Semitik dillerce
oluşmuş ontoloji çerçevesinde konuyu ele alacak olursak Avrupa, güneşin battığı
karanlık ülke anlamına gelen “erep” kökünden gelmektedir ve dolayısıyla “örtme”
eğilimi onun en önemli davranış kalıplarından biridir.
Marshall Berman, muhteşem kitabı “Kara Athena”da bu konuyu
tafsilatıyla anlatıyor. Yunan’ın oluşması, Kenan bölgesinden devşirilmiş ve
sonra afaziye tabi tutulmuş kelimelerin köksüzlüğü ve dahi Rönesans’tan
itibaren yeniden dolaşıma sokulan, fakat her yüz yılda bir değişen “Yunan imgesi”
çok büyük sorunlar ortaya çıkarmıştır.
Bir de “Avrupa ruhu” denilen şeyin antropomorfik
anokranizme dayandığını bilmekte fayda var. Antropomorfik anokranizm, ebedi
kopuşun oluşturduğu teolojinin ifadesidir ve bu teoloji “mevzuat manzumesi” ile
hayatiyetini sürdürmektedir. Bu yüzden de Avrupa köleci bir sistem üzerine
kurulmuş merkezdir. Yani, özgürlük tanımı dahi mevzuat manzumesiyle köleliğin
kılıflanarak yeniden sunulmasıdır. Bakmayın siz, bizim muhafazakârlarımıza
kadar sinmiş “batının demokrasisi ve özgürlüğü” söylemlerine.
Evet, Avrupa “köleci” bir merkezdir. Yunan site
devletleri, Roma imparatorluğu ve nihayet kapitalist sistem hep bu mevzuat
üzerine yükselmiş, köleci sistem üzerine oturmuştur. Kölecilik mevzuatla kayıt
altına alınmıştır batı dünyasında. Bugün içinde yaşadığımız ve görece
refah söylemleriyle meşrulaştırılan sistem tam da bu mevzuatın bize düşen
yanını temsil etmektedir. Görece refah sistemi, bizim gibi batıya eklemlenme
çabası içindeki toplumların köleleştirilmesinin aracıdır.
Mesela 1789 İhtilal-i Kebiri, oluşturduğu müktesebat
marifetiyle, eski sistemin yani köleciliğin kılıflanarak tekrar dolaşıma
sokulduğu dönemin adıdır. Kardeşlik, hürriyet, insan hakları gibi mottolarıyla
ortaya çıkan ihtilal, burjuva temerküzünün meşrulaştırılması ve bahsi geçen mottoların
içinin boşaltılmasına ilişkindir.
Buraya kadar yazdıklarımdan oksidentalist olduğum hükmüne
varabilirsiniz. Yani kendini oryantalizme karşı konumlandırmış bir batı
karşıtı. Kendimi gizlemeyeceğim. Heredot tarafından oluşturulan doğu batı
ayrımının muhayyel çağrışımlarını bir tarafa bırakırsak, Almanların bile
“abendland” dedikleri “alacakaranlıklar ülkesi” olanBatı’ya hakikat düzleminde
baktığım zaman, ancak ve ancak bir örtü vazifesi gören mevzuat yığınını
görüyorum. Mevzuat yığınından kimlik devşirilemez. Kimlik diye sunulan şeylerin
ise dıştan oluşturulan “belirlenim”lerden ibaret olduğunu biliyorum. Burada
ezber düzeyinde batıya bağlı olan “aydınlar”, “doğu için de aynı şey söz
konusu” diyebilirler. Lakin kadim demde, doğuda arızi olanların batıda
normali yansıttığı gerçeğiyle bu aydınlar yüzleşemezler bile.
Bugün radikal bir sorgulama yapmak zorunda olduğumuz bir
kırılma anını yaşıyoruz. Daha sonra açmak kaydıyla şu notu düşelim: Artık
çıkar ilişkilerinin belirlediği denge sistemi çökmek üzere. Eğer bu süreci
güncel dünyanın oluşturduğu kavramlarla karşılamaya çalışırsak büyük bir hata
işlemiş oluruz. Avrupa’nın hastalığı daha dün başlamış bir hastalık değil. Ebedi
kopuşun oluşturduğu “istisna” hastalığından neşet eden şiddet dalgasını,
birilerinin dediği gibi modernizmin bir görüntüsü diye düşünürsek işin içinden
çıkamayız.
Artık köleci sistemi daha iyi görmemiz gerekiyor. Mevzuat
yığınıyla zarflanan kölecilik sistemine karşı bu ülkenin insanının vacip
düzleminde vereceği cevaplara ihtiyaç var. Mahut ideolojilerin ve iş
tutuşların ötesinde cevaplar bunlar. (İktibas, HABER10_24 Ocak 2015 Cumartesi 11:58)
Hasan Hüseyin ÖZ
"Hasta Adam terimi Osmanlı'nın son dönemi için
kullanılmakta iken 21. yüzyılın başında Avrupa için kullanılmaya
başlandı…" Bu tesbiti, Londra’da katıldığı bir forum toplantısında
Başbakan Ahmet Davutoğlu dile getirdi.
Sözün Londra’da ifade edilmesi gerçekten önemli… Medeniyet
tarihçisi Braudel’in ‘Medeniyet ve Kapitalizm’ kitabında dile getirdiği gibi,
19. yüzyıldan başlayıp, 20. yüzyılın ortasına kadar paranın merkezi olan
Londra, kapitalist batı medeniyeti için önemli bir merhalenin adıdır
dolayısıyla.
Oryantalizm şakirtleri, başta Altan kardeşler ve Şahin
Alpay’ın bu söz karşısında nasıl bir yazı yazacağı hiç şüphesiz önemli!
Oryantalizmin şakirtlerinden bahsetmişken, son zamanlarda
bunlara eklemlenen ve her fırsatta Türkiye aleyhine kararlar aldırmak için
Avrupa parlamentosunun bekleme salonlarında delege kovalayanların, yani
neo-şakirtlerin neler düşündüğü de merak konusu…
Nedense ben hep buradakileri merak ediyorum. Bu söz
üzerinde, Avrupa tarihinden yola çıkıp hal hakkında bir analize bir türlü elim
varmıyor. Görünen köy kılavuz istemez diyerek geçiştiriyorum.
Eminim birçok insan da farklı düşünmüyordur.
Mesela “bizim gibi gelişmekte olan ülkeler” isnadıyla
başlayan cümleler kurmaya devam edecekler mi bu azgelişmişlik ideolojisinin
müntesipleri.
Gerçekten içinde bu ifadenin geçtiği kaç yazı yazıldı acaba
bu ülkede. Ben kendi namıma bu cümlenin içinde bulunduğu onlarca yazı okudum
şimdiye kadar. Akademik yazılarda, dergilerde, gazete köşelerinde… Aynı
nakaratı ısıtıp ısıtıp önümüze koydular. Biz de bir ameliye doğrultusunda
okuduk durduk bunları.
Ekonomik krizle boğuşan, gittikçe güvenlik gerekçesiyle
içine doğru kapanan ve her geçen gün yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın arttığı
Avrupa için bu cümlenin içinde geçen bir metin yazabilecekler mi şimdi bahsi
geçen eşhas; ne dersiniz?
Yazamazlar… Neden mi?
Çünkü, müktesebat yığını olan Avrupa’nın sözünün dışında bir
söz bilmezler de ondan.
Zira Avrupa’nın sorunu Avrupa’nın kendi içinden
çözebileceği bir sorun değildir; müktesebat yığınıyla öteledikleri daha temel
sorunlarla yüz yüzedir. Dolayısıyla hastadır Avrupa.
Mesela özgürlükler sorunu… Her şeyin müktesebatlar yığınıyla
belirlendiği bir zeminde, gerçek manada özgürlüklerden bahsedilemez. Ferdin
olmadığı yerde, müktesebatla tanımladıkları yığın sistemi içinde özgürlük,
sadece ve sadece şekli olarak kalır.
Kaldı ki son zamanlarda tartışılan konuların başında
özgürlüklerin kısıtlanmasının gelmesi tesadüf değildir. Çünkü şekli olan feda
edilebilir bir husustur.
Bu sözüme Ahmet Hakan, “ama bizde de yok ki özgürlük…”
diyerek itiraz edebilir; Nişantaşı’nda kahvesini yudumlarken.
Ne diyelim; ona da cevap vermek zorundayız...
Bu topraklarda özgürlük tanımını yapabilmek için
prometheliğe soyunan zevatın oluşturduğu müktesebat “tavuk mu yumurtadan çıkar,
yumurta mı tavuktan” skolastizmini oluşturmuştur.
Ülkenin aydını(!) kendi kavramlarına düşmansa, batıdan afazi
bir şekilde devşirdiği kelimeleri aydınlık namına tekellüm ederek yazılar
kaleme alıyorsa, bırakın özgürlüğü, özgürlüğü tehdit eden sistemin bile teşhisi
yapılamaz.
Hâlbuki bu tartışmaların hakikate evrilmesinin zemini
yerliliktir. Yerlilik fikrinden sapmış, Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle
‘edebiyat-ı cedide’ kıvamında melankolik ve histerik hülyalarda yaşayanların
kavrayamayacağı bir zemindir burası.
En ilkel düzlemde “ama bizde de yok ki…” gibi bir sözle geçiştirilemeyecek
kadar önemli bu konu dolayısıyla.
Evet Avrupa hastadır. Dolayısıyla deniz bitmiştir.
Yukarıda birkaçının adını zikrettiğimiz sol liberaller, hâlâ
19. yüzyıl pozitivizmini tek gerçek zanneden bir kısım Kemalistler, Marksizmi
slogan düzeyinde tekellüm eden solcular için de deniz bitmiştir.
Çünkü Avrupa merkezciliğin güç nisbetinde oluşturulan
istisnai söylemi, yerini büyük bir kaos teorisine bırakmaktadır.
Bu zannedildiği gibi bunalım yüzyılı filozoflarının
söylediklerinin tekrarı değildir. Bu belki de nihilizmle karışık bir sanrı,
daha doğrusu dünyaya ihraç edilenin kendisini tehdit etmeye başlamasıdır.
Jean Baudrillard’ı okumaya salık veririm yukarıda bahsi
geçen eşhasa.
Baudrillard’ın simülasyon ve gerçekliğin yok edilişi üzerine
geliştirdiği teorisi, işte o “istisna”nın hastalığının semptomlarını veriyordu.
Bu teori, tam da bizimkilerin tekellüm ettikleri
müktesebatın üzerine benzin dökmek anlamına geliyordu.
Dolasıyla kala kala elinde afazi kaldı…
Ya bizimkiler ne yapacak şimdi?
(İktibas_HABER10_19 Ocak 2015 Pazartesi 08:33)
hasanh15@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder