28 Ocak 2015 Çarşamba

İKTİBAS; Tarihin kırılma anı…, Hasta Adam Avrupa..., Hasan Hüseyin ÖZ

Tarihin kırılma anı…
Hasan Hüseyin ÖZ
Geçen yazımızda Avrupa’nın hastalığına değinmiştik. Kimilerine bu yazı toptancı bir bakış olarak görülebilirdi. Nitekim bu yönde birkaç eleştiri almadık da değil… Fakat biz bu iddiamızda ısrarcıyız.
Çünkü biz, sadece bugün görülen semptomlardan hareketle yazmadık bahsi geçen yazıyı. Kaldı ki, bizim yazımıza itiraz noktası “ilerilik-gerilik” skolastisizminin oluşturduğu ezberlerden kaynaklanıyordu. Hal bu ki, bizim tezimiz esasa ilişkindi.
Esasa ilişkin demişken hemen şunu belirtelim ki, Batı’nın –genel kabul çerçevesinde- merkez kabul edildiği tarih felsefesine hiçbir zaman inanmadık. Hatta buna “istisna hastalığı” diyerek, insanlığın bu hastalığın oluşturduğu terör ve şiddet dalgasından çok çektiğini hem okuduklarımızdan hem de halde şahit olduklarımızdan örnekler veriyoruz. İşin garip tarafı, bugün yaşanan şiddetin gerçek nedenini bir türlü söyleyemememizin sebebi de -en azından okuryazarlarımız için geçerli bu durum- batı merkezci tarihe ezber düzeyinde teslim olmamız. Batılı eğitim sisteminin tezgahından geçmiş okuryazar tayfamızın -yani her kesim dahil buna - nispetini batının tarihi çerçevesinde inşa edip, farkında veya değil entegrist aklın yol göstericiliğinde(!) kendi topraklarıyla ergen düzeyinde bir bağ kurması, bugün aşılmaz gibi duran sorunlar meydana çıkarmıştır.
Tanzimat’tan bu yana “gâvura gâvur” diyememenin oluşturduğu bir sıkıntı galiba bu. Gâvur, yani örten, örttüğünü de bir mevzuat müktesebatıyla gizleyen anlamına geliyor. Kaldı ki, Semitik dillerce oluşmuş ontoloji çerçevesinde konuyu ele alacak olursak Avrupa, güneşin battığı karanlık ülke anlamına gelen “erep” kökünden gelmektedir ve dolayısıyla “örtme” eğilimi onun en önemli davranış kalıplarından biridir.
Marshall Berman, muhteşem kitabı “Kara Athena”da bu konuyu tafsilatıyla anlatıyor. Yunan’ın oluşması, Kenan bölgesinden devşirilmiş ve sonra afaziye tabi tutulmuş kelimelerin köksüzlüğü ve dahi Rönesans’tan itibaren yeniden dolaşıma sokulan, fakat her yüz yılda bir değişen “Yunan imgesi” çok büyük sorunlar ortaya çıkarmıştır.
Bir de “Avrupa ruhu” denilen şeyin antropomorfik anokranizme dayandığını bilmekte fayda var. Antropomorfik anokranizm, ebedi kopuşun oluşturduğu teolojinin ifadesidir ve bu teoloji “mevzuat manzumesi” ile hayatiyetini sürdürmektedir. Bu yüzden de Avrupa köleci bir sistem üzerine kurulmuş merkezdir. Yani, özgürlük tanımı dahi mevzuat manzumesiyle köleliğin kılıflanarak yeniden sunulmasıdır. Bakmayın siz, bizim muhafazakârlarımıza kadar sinmiş “batının demokrasisi ve özgürlüğü” söylemlerine.
Evet, Avrupa “köleci” bir merkezdir. Yunan site devletleri, Roma imparatorluğu ve nihayet kapitalist sistem hep bu mevzuat üzerine yükselmiş, köleci sistem üzerine oturmuştur. Kölecilik mevzuatla kayıt altına alınmıştır batı dünyasında. Bugün içinde yaşadığımız ve görece refah söylemleriyle meşrulaştırılan sistem tam da bu mevzuatın bize düşen yanını temsil etmektedir. Görece refah sistemi, bizim gibi batıya eklemlenme çabası içindeki toplumların köleleştirilmesinin aracıdır.
Mesela 1789 İhtilal-i Kebiri, oluşturduğu müktesebat marifetiyle, eski sistemin yani köleciliğin kılıflanarak tekrar dolaşıma sokulduğu dönemin adıdır. Kardeşlik, hürriyet, insan hakları gibi mottolarıyla ortaya çıkan ihtilal, burjuva temerküzünün meşrulaştırılması ve bahsi geçen mottoların içinin boşaltılmasına ilişkindir.
Buraya kadar yazdıklarımdan oksidentalist olduğum hükmüne varabilirsiniz. Yani kendini oryantalizme karşı konumlandırmış bir batı karşıtı. Kendimi gizlemeyeceğim. Heredot tarafından oluşturulan doğu batı ayrımının muhayyel çağrışımlarını bir tarafa bırakırsak, Almanların bile “abendland” dedikleri “alacakaranlıklar ülkesi” olanBatı’ya hakikat düzleminde baktığım zaman, ancak ve ancak bir örtü vazifesi gören mevzuat yığınını görüyorum. Mevzuat yığınından kimlik devşirilemez. Kimlik diye sunulan şeylerin ise dıştan oluşturulan “belirlenim”lerden ibaret olduğunu biliyorum. Burada ezber düzeyinde batıya bağlı olan “aydınlar”, “doğu için de aynı şey söz konusu” diyebilirler. Lakin kadim demde, doğuda arızi olanların batıda normali yansıttığı gerçeğiyle bu aydınlar yüzleşemezler bile.
Bugün radikal bir sorgulama yapmak zorunda olduğumuz bir kırılma anını yaşıyoruz. Daha sonra açmak kaydıyla şu notu düşelim: Artık çıkar ilişkilerinin belirlediği denge sistemi çökmek üzere. Eğer bu süreci güncel dünyanın oluşturduğu kavramlarla karşılamaya çalışırsak büyük bir hata işlemiş oluruz. Avrupa’nın hastalığı daha dün başlamış bir hastalık değil. Ebedi kopuşun oluşturduğu “istisna” hastalığından neşet eden şiddet dalgasını, birilerinin dediği gibi modernizmin bir görüntüsü diye düşünürsek işin içinden çıkamayız.
Artık köleci sistemi daha iyi görmemiz gerekiyor. Mevzuat yığınıyla zarflanan kölecilik sistemine karşı bu ülkenin insanının vacip düzleminde vereceği cevaplara ihtiyaç var. Mahut ideolojilerin ve iş tutuşların ötesinde cevaplar bunlar. (İktibas, HABER10_24 Ocak 2015 Cumartesi 11:58)
Hasta Adam Avrupa
Hasan Hüseyin ÖZ
"Hasta Adam terimi Osmanlı'nın son dönemi için kullanılmakta iken 21. yüzyılın başında Avrupa için kullanılmaya başlandı…" Bu tesbiti, Londra’da katıldığı bir forum toplantısında Başbakan Ahmet Davutoğlu dile getirdi.
Sözün Londra’da ifade edilmesi gerçekten önemli… Medeniyet tarihçisi Braudel’in ‘Medeniyet ve Kapitalizm’ kitabında dile getirdiği gibi, 19. yüzyıldan başlayıp, 20. yüzyılın ortasına kadar paranın merkezi olan Londra, kapitalist batı medeniyeti için önemli bir merhalenin adıdır dolayısıyla.
Oryantalizm şakirtleri, başta Altan kardeşler ve Şahin Alpay’ın bu söz karşısında nasıl bir yazı yazacağı hiç şüphesiz önemli!
Oryantalizmin şakirtlerinden bahsetmişken, son zamanlarda bunlara eklemlenen ve her fırsatta Türkiye aleyhine kararlar aldırmak için Avrupa parlamentosunun bekleme salonlarında delege kovalayanların, yani neo-şakirtlerin neler düşündüğü de merak konusu…
Nedense ben hep buradakileri merak ediyorum. Bu söz üzerinde, Avrupa tarihinden yola çıkıp hal hakkında bir analize bir türlü elim varmıyor. Görünen köy kılavuz istemez diyerek geçiştiriyorum.
Eminim birçok insan da farklı düşünmüyordur.
Mesela “bizim gibi gelişmekte olan ülkeler” isnadıyla başlayan cümleler kurmaya devam edecekler mi bu azgelişmişlik ideolojisinin müntesipleri.
Gerçekten içinde bu ifadenin geçtiği kaç yazı yazıldı acaba bu ülkede. Ben kendi namıma bu cümlenin içinde bulunduğu onlarca yazı okudum şimdiye kadar. Akademik yazılarda, dergilerde, gazete köşelerinde… Aynı nakaratı ısıtıp ısıtıp önümüze koydular. Biz de bir ameliye doğrultusunda okuduk durduk bunları.
Ekonomik krizle boğuşan, gittikçe güvenlik gerekçesiyle içine doğru kapanan ve her geçen gün yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın arttığı Avrupa için bu cümlenin içinde geçen bir metin yazabilecekler mi şimdi bahsi geçen eşhas; ne dersiniz?
Yazamazlar… Neden mi?
Çünkü, müktesebat yığını olan Avrupa’nın sözünün dışında bir söz bilmezler de ondan.
Zira Avrupa’nın sorunu Avrupa’nın kendi içinden çözebileceği bir sorun değildir; müktesebat yığınıyla öteledikleri daha temel sorunlarla yüz yüzedir. Dolayısıyla hastadır Avrupa.
Mesela özgürlükler sorunu… Her şeyin müktesebatlar yığınıyla belirlendiği bir zeminde, gerçek manada özgürlüklerden bahsedilemez. Ferdin olmadığı yerde, müktesebatla tanımladıkları yığın sistemi içinde özgürlük, sadece ve sadece şekli olarak kalır.
Kaldı ki son zamanlarda tartışılan konuların başında özgürlüklerin kısıtlanmasının gelmesi tesadüf değildir. Çünkü şekli olan feda edilebilir bir husustur.
Bu sözüme Ahmet Hakan, “ama bizde de yok ki özgürlük…” diyerek itiraz edebilir; Nişantaşı’nda kahvesini yudumlarken.
Ne diyelim; ona da cevap vermek zorundayız...
Bu topraklarda özgürlük tanımını yapabilmek için prometheliğe soyunan zevatın oluşturduğu müktesebat “tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan” skolastizmini oluşturmuştur.
Ülkenin aydını(!) kendi kavramlarına düşmansa, batıdan afazi bir şekilde devşirdiği kelimeleri aydınlık namına tekellüm ederek yazılar kaleme alıyorsa, bırakın özgürlüğü, özgürlüğü tehdit eden sistemin bile teşhisi yapılamaz.
Hâlbuki bu tartışmaların hakikate evrilmesinin zemini yerliliktir. Yerlilik fikrinden sapmış, Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle ‘edebiyat-ı cedide’ kıvamında melankolik ve histerik hülyalarda yaşayanların kavrayamayacağı bir zemindir burası.
En ilkel düzlemde “ama bizde de yok ki…” gibi bir sözle geçiştirilemeyecek kadar önemli bu konu dolayısıyla.
Evet Avrupa hastadır. Dolayısıyla deniz bitmiştir.
Yukarıda birkaçının adını zikrettiğimiz sol liberaller, hâlâ 19. yüzyıl pozitivizmini tek gerçek zanneden bir kısım Kemalistler, Marksizmi slogan düzeyinde tekellüm eden solcular için de deniz bitmiştir.
Çünkü Avrupa merkezciliğin güç nisbetinde oluşturulan istisnai söylemi, yerini büyük bir kaos teorisine bırakmaktadır.
Bu zannedildiği gibi bunalım yüzyılı filozoflarının söylediklerinin tekrarı değildir. Bu belki de nihilizmle karışık bir sanrı, daha doğrusu dünyaya ihraç edilenin kendisini tehdit etmeye başlamasıdır.
Jean Baudrillard’ı okumaya salık veririm yukarıda bahsi geçen eşhasa.
Baudrillard’ın simülasyon ve gerçekliğin yok edilişi üzerine geliştirdiği teorisi, işte o “istisna”nın hastalığının semptomlarını veriyordu.
Bu teori, tam da bizimkilerin tekellüm ettikleri müktesebatın üzerine benzin dökmek anlamına geliyordu.
Dolasıyla kala kala elinde afazi kaldı…
Ya bizimkiler ne yapacak şimdi?
(İktibas_HABER10_19 Ocak 2015 Pazartesi 08:33)
hasanh15@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder