MECLİS
BAŞKANI İSMAİL KAHRAMAN’I LİNÇ ETME GİRİŞİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ - 1:
Giriş
İslam
Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği konferansta, Meclis
Başkanı İsmail Kahraman da bir konuşma yapmıştır. Meclis Başkanının “Yeni
Türkiye ve Yeni Anayasa” adlı konuşmasında, “Laiklik bir kere yeni anayasada
olmamalıdır”, “Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım”
(1,2) demesi üzerine, Türkiye’de her zamanki gibi “bir kaşık suda fırtına
kopartanlar”, Meclis başkanı İsmail Kahraman’ı “linç etmeye kalkmışlar” ve
“İstifa etmesini” istemişlerdir.
Cumhuriyet
Tarihi boyunca laiklik ve sekülerlik üzerinden yürütülen psikolojik harekat ile
yol boyu, Müslüman camia tehdit edilmiş ve hakarete uğramış, hatta mahkum edilmiştir.
Yürütülen psikolojik harekâtın sonucunda, Müslüman camia içerisinde laikliği
benimseyen bir insan unsuru ortaya çıkmıştır. Din ve Laiklik kavramlarının
anlam alanlarının çarpıtılarak kullanılması, sosyal bir şizofreniye sebebiyet
vermiştir. Bu nedenle “Din”, “sekülerlik” ve “laiklik” kavramlarının
tartışılmasında fayda vardır.
Bu yazı
dizisinde önce Meclis Başkanı Kahraman’ın yaptığı konuşma değerlendirilecek
sonra da Din, dünyevileşme, sekülerleşme ve laikleşme kavramlarının anlam
alanları ele alınıp incelenecektir.
Meclis
Başkanı İsmail Kahraman’ın Konuşması
Meclis
Başkanı İsmail Kahraman konuşmasında, Osmanlının son dönemlerinde başlayan ve
Cumhuriyet Döneminde zirveye çıkan yanlış bir yaklaşıma dikkat çekmeye
çalışmıştır. Bu yanlış yaklaşım, insanı ve milleti önceleme yerine devleti
önceleme; millet için devletin var olması yerine devlet için milletin var
olması yaklaşımıdır. O nedenle Kahraman konuşmasında, devlet ve millet
kaynaşmasına vurgu yaparak insanın ve milletin öncelenmesine dikkat çekmek
istemiştir:
«Önce
insan. Yeni Anayasa önce insan demelidir. Devlet insanın hizmetinde,
vatandaşının hizmetindeki bir örgüt olmalıdır. Bizde tersine, devleti koruyan,
ferdi ise hizmet ettiren noktada olan anayasalar olmuştur… Yeni anayasa ferde
ehemmiyet vermeli. Devlet, kendini ferdin hizmetinde bilmeli… “ (1,2).
Kahraman’a
göre insanı ve milleti değil de devleti önceleme yanlış yaklaşımı, mevcut
anayasanın ruhuna sinmiştir. Mevcut anayasa, bir yerde özgürlükleri verirken
bir başka yerde özgürlükleri geri alarak yığınla tezadı bünyesinde
barındırmaktadır. Bu tezat, hem diline hem de muhtevasına yansımıştır:
“Mevcut
anayasanın dili de imlası da düzgün değil… Birinci kısmında hürriyeti verir.
Maddenin hemen ikinci kısmında ‘ancak, şu kadar ki, fakat’ diyerek hürriyeti
geri alır. Niye? Çünkü bir darbe anayasasıdır. 61 de böyledir. 82 de böyledir…
Hürriyeti verdikten sonra tahdit olmamalı…” (1,2)
Kahraman’a
göre kendi toplumsal yapımıza, gerçekliğimize uygun olarak anayasa
yapılmalıdır. Anayasada kurucu irade olarak millet yer almalı ve anayasa millet
tarafından yapılmalı, zamana, zemine ve şartlara bağlı olarak da
değiştirilebilmelidir. Tepeden inme Anayasa yapılmamalıdır:
“Anayasanın
gözlerde büyütülmesi çok yanlıştır. ‘Anayasa değişir mi değişmez mi?’ gibi tartışmalar
var. Tabii ki değişir, nihayetinde bu bir yasa. Anayasayı millet istediği gibi
yazar, kaleme alır ve yayınlar. Çünkü kendini yönetecek noktaları, o tespit
edecek. ‘Kurucu irade şöyle dedi, böyle dedi’ denmez. Kurucu irade, milletin ta
kendisidir. Millet bunu yapmalıdır… Anayasayı toplumla kaynaşarak yapacaksınız.
Bizdeki anayasa çalışmaları daha çok tepeden inme şeklinde yapılmıştır.” (1,2)
Toplumsal
değişimi, zamanı, zemini ve içinde bulunulan şartları göz önüne almayan, katı
ve ayrıntılı bir anayasa, toplumsal isteklere zamanında cevap verememektedir.
Böyle bir anayasa, toplumsal isteklere cevap verebilme amacıyla yapılacak tüm
yasal düzenlemelerin önünde de büyük bir engeldir. Bunu aşabilmek için
pansumanvari değişimler yapılarak ihtiyaçlar karşılanmaya çalışılmaktadır. Bu
da, Anayasayı yamalı bohça haline getirmektedir. 1982 anayasası, bu nedenle
“yamalı bohçadır ve Türkiye’nin bütünlüğünü göz önüne alamamaktadır.” Meclis
Başkanı Kahraman’ın dikkat çektiği noktalardan biri de budur.
Anayasalar,
milletlerin inancına, hayat felsefesine, akaidine, dinine imanına göre yapılır.
Kendi kültür ve medeniyet kodlarını koruyan, geliştiren, geliştirmeye imkân
veren yasaların anası olarak şemsiye görevi görür. Ayrı dünya görüşü, hayat
felsefesi, din ve imana sahip bir toplumda geçerli ve başarılı olan anayasa
veya yasalar, farklı dünya görüşü, hayat felsefesi, din ve imana sahip bir
başka toplumda geçerli, başarılı olmaz, olamaz. Bugün mevcut anayasa ve
yasalar, tepeden inmeci ve toplumsal gerçekliğimize uygun olmayıp kültür ve
medeniyet kodlarımızla uyuşmamaktadır. Kahraman konuşmasında, dikkat çekmek
istediği en temel nokta burasıdır:
“Peki,
niye biz Müslüman bir ülke olarak, dinden kendimizi arındırma, geri çekme
durumunda olacağız? Niye? İslam İşbirliği Örgütü’ne kayıtlıyız, üyesiyiz,
kurucusuyuz. İslam Kalkınma Bankası’nda varız İslam Dışişleri Konferansı’nda
varız. Bir İslam ülkesiyiz. Bu nedenle dindar bir anayasa yapmalıyız.” ...
Anayasamızın dinden kaçınmaması lazım.” (1,2)
Bin yıl
İslam Kültür ve medeniyeti ile yoğrularak şekillenmiş bir milletin, dinine göre
bir hayat tarzı inşa etmesinin önünde en büyük engel, laikliktir. Muhtemelen bu
nedenle Meclis başkanı, dini hayattan koparan, tecrit eden bir ilke olarak
laiklik ilkesinin Anayasa ve yasalarda yer almasına karşı çıkmaktadır:
“Ladinilik
olmamalı yeni anayasada ve dindar bir anayasa olmalı. … Herkes dini inancında,
bunu yaşamada ve ifade etmede hürdür. Fransa’daki anlayış da bu. ‘Allah
demeyeceksiniz’ Allah Allah. Ölürken mi diyeceksiniz… Laiklik bir kere yeni
Anayasa’da olmamalıdır. Dünyada üç anayasada laiklik var. Fransa’da var.
İrlanda’da var. Bir de Türkiye’de var. Tarifi de yok. İsteyen, istediği gibi
bunu yorumluyor. Böyle bir şey olmamalıdır...” (1,2)
Meclis
Başkanı Kahraman, bir taraftan laikliğin anayasada yer almamasına karşı
çıkarken diğer taraftan da laikliğin tanımının açık olarak yapılmamasından
şikâyet etmektedir. Ancak Allah lafzının geçmediği ve fakat laiklik ilkesinin
en katı bir şekilde yer aldığı 1961 ve 1982 anayasalarını “dindar anayasalar”
olarak da nitelendirmektedir:
“Mevcut
anayasanın herhangi yerinde Allah lafzı yok ama Anayasa inanca göre tasnif
edildiğinde; bu 82 Anayasası da, 61 Anayasası da dindar anayasalardandır.
Neden? Diyanet İşleri Başkanlığı idare içinde vardır. Resmi tatiller, Kurban
Bayramı, Ramazan Bayramı’dır. Din dersleri mecburidir ve inanca dayalı bir
yapısı vardır. Yani seküler değildir, dindar anayasadır. Laiklik tarifi de ona
göre olmalıdır… Mesela dindar anayasa meselesinden Anayasamızın kaçınmaması lazım.
Dini olarak bahsetmesi lazım.” (1,2)
Burada bir
tezat vardır. Bir anayasada, “Diyanet İşleri Başkanlığı”, “Resmi tatiller”,
“Kurban Bayramı”, “Ramazan Bayramı” ve “Din derslerinin
mecburi” oluşunun yer almış olması, o anayasayı dindar anayasa
yapmaz/yapamaz. Dinin hayatı tanzim etmesini sağlamayan, buna imkân vermeyen
bir anayasa dindar olamaz. Dini, ibadet boyutuna indirgeyerek ferdin kalbine,
evine ve camisine hapseden bir anayasa, İslam dinini parçalamakta, bütünlüğünü
bozmakta ve dini tahrif etmektedir. “Ilımlı İslam” denilen de bundan başkası
değildir. Böyle bir din “Allah indinde Hak din İslam’dır” ilkesine
aykırıdır.
Meclis
Başkanı Kahraman’ın 26 Nisan 2016 Salı Tarihli Basın Açıklaması Yanlış
Olmuştur.
Meclis
Başkanı konuşmasının bütünlüğü içerisinde, kavramsal düzeyde tezatlar var olmuş
olmasına rağmen, Türkiye’nin en hayatı meselesine cesaretle parmak basmış ve
gündeme taşımıştır. Normal olarak AKP, MHP, Saadet Partisi, BBP, gönüllü
kuruluşlar, kanaat önderleri ve bilim insanları bu değerlendirmelere sahip
çıkıp laiklik konusunun felsefi boyutta tartışılmasına imkân vermeliydiler. AKP
ve MHP kurmaylarının bu tartışmaya katılmayıp laiklik ilkesine sahip çıkmaları,
Kahraman’ı çok etkilemiş olmalı ki 26 Nisan 2016 Salı Tarihli Basın
Açıklamasında yanlış anlaşıldığını ifade ederek laikliğin tanımının yeniden
yapılmasını istemekte ve laiklik ilkesine sahip çıkmaktadır:
«… Bu
kavram siyasi hayatımızda ve yargısal uygulamalarda bireysel ve toplumsal hak
ve özgürlükleri sınırlayıcı, yok edici bir araç olarak kullanılmıştır ve ciddi
mağduriyetlere yol açmıştır. Bu haksızlıkların en temel sebebi laiklik
kavramının tanımının yapılmamış olmasıdır.
Mevcut
anayasamızda Türkiye’nin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu
belirtilmekte ancak laikliğin tanımı yapılmadığından, din ve vicdan hürriyeti
kavramları da tartışmaların ortasında yer almaktadır.
Yersiz,
lüzumsuz ve halkı kamplaştırıcı tartışmaların önüne geçmek için, laiklik
kavramı, kötü niyetli yorumlara yol açmayacak şekilde, açık ve net bir biçimde
tarif edilmeli, istismar edilmesinin önüne geçilmelidir.
Esasında;
laiklik her türlü din ve inanç mensuplarının ibadetlerini özgürce icra
etmelerini, dini kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda hayatlarını tanzim
etmelerini güvence altına alır. Bu bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal
barış ilkesidir.
“Anayasanın
dindar olması” beyanımdaki kastım; hiçbir ayrım yapmaksızın din ve vicdan
özgürlüğünün anayasamızın lafzi ve ruhu ile güvence altına alınmasını sağlamayı
temenni etmektir.
Laikliğin
farklı inanç gruplarına sağladığı hürriyetlerin mevzuatta yer bulması, devlet
ve milleti karşı karşıya getirmeyen bir laikliğin tarifi ve tatbikatı yeni
anayasada olmalıdır.” (3)
Bu
açıklama çok yanlış olmuştur. Din Laiklik ve sekülerlik kavramları incelenirken
bu metin yeniden değerlendirilecektir.
Sonuç:
Meclis Başkanı Kahraman Yalnız Adam Konumuna Sokulmamalı
Bu ülkede
Allah’ın var olup olmadığı, Hz. Peygamberin aile hayatı dâhil tüm yapıp
ettikleri, Kur’an ve sünnet, namaz, hac, oruç, kurban sürekli tartışılmakta/tartışılabilmektedir.
Ancak bu ülkede, “laiklik” gibi bazı kavramlar, belli kesimler tarafından
putlaştırılarak tartışılamaz kılınmıştır. Tartışmaya açılmak istendiğinde de
bir kaşık suda fırtınalar kopartılarak muhataplar suçlu ilan edilip susturulmaya
çalışılmaktadır.
Mümin
olduğunu söyleyen herkesin, laikliğin felsefi/hikmet boyutunun ne olduğu
üzerinde tefekkür etmesi gerekmektedir. Laiklik, dini, sadece ibadet boyutuna
indirgeyen bir tanımlama yapmaktadır. Bu yeni din, Kur’an ve Sünnetin tanımladığı
bir din değildir. O nedenle, Dinin, Sekülerlik ve laikliğin felsefi, hikmet
boyutu tartışılmalıdır.
Meclis
Başkanı yaptığı konuşma ile bu imkânı sağlamıştır. Türkiye’nin en hayatı
meselesine cesaretle parmak bastığı için de takdir edilmeli ve desteklenmelidir.
Desteklenecektir. Şer cephesi tarafından linç edilmesine müsaade edilmemelidir.
Müsaade edilmeyecektir. Yalnızlığa terk edilmemelidir. Terk edilmeyecektir.
Kendilerine
teşekkür ediyoruz.
Tam
zamanında yaptığı basın açıklaması için TGTV yönetimine de teşekkür ediyoruz.
Herkesi,
Meclis Başkanı Kahramanı destek olmaya davet ediyoruz.
Kaynaklar
1- TBMM
Başkanı Kahraman’dan Tartışılacak Sözler”, Doğan Haber Ajansı 25.04.2016;
http://www.dha.com.tr/tbmm-baskani-ismail-kahraman-laiklik-bir-kere-yeni-anayasada-olmamalidir_1207891.html.
2- “TBMM
Başkanı Kahraman: Kendimize Uygun Bir Anayasa Yapacağız”, Star 26.04.2016;
http://haber.star.com.tr/sondakika/kendimize-uygun-bir-anayasa-yapacagiz/haber-1106687
3- Mustafa
Şentop: Anayasa Teklifimizde Laiklik Var, Timetürk 26.04.2016;
***
Prof. Dr.
Burhanettin CAN
Giriş
İslam
Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği konferansta, Meclis
Başkanı İsmail Kahraman’ın “Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa” adlı
konuşmasında, kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplarda, “Laiklik bir kere
yeni anayasada olmamalıdır”, “tarifi yapılmalıdır”, “Dindar anayasa
meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım” (1) demesi üzerine, Türkiye’de her
zamanki gibi “bir kaşık suda fırtına kopartanlar”, Meclis başkanı İsmail Kahraman’ı
“linç etmeye kalkmışlar” ve “istifa etmesini” istemişlerdir.
Meclis
Başkanının konuşması üzerine başlatılan tartışmalarda kullanılan din, laiklik
ve sekülerlik kavramlarına taraflar aynı anlamı yüklememektedir. Kelime aynı ve
fakat muhteva farklıdır. Bu da tarafların birbirini anlamasına mani olmakta,
gerilim artmakta, hakaret edilmeye başlanmakta, kavga noktasına gelinmektedir.
Bu nedenle konumuz açısından “Din”, “sekülerlik” ve “laiklik” kavramlarının
taşıdığı anlamların tartışılmasında fayda vardır.
Bu
tartışmaya girmeden önce, genel olarak, bir kelime haznesinde/sözlükte yer alan
“anahtar” ve “odak” kelimelerin anlam alanlarının ne olduğunu, yanlış
değerlendirildiklerinde neden olacağı sorunları, ana hatları ile ele alıp
incelemeliyiz.
Tarif Nedir?
Meclis
Başkanı Kahraman, gerek yaptığı konuşmada ve gerekse yaptığı basın
açıklamasında, laikliğin açık, net bir tarifinin yapılmamış olmasından ve bunun
neden olduğu sıkıntılardan şikâyet etmektedir:
“Dünyada
üç anayasada laiklik var. Fransa’da var. İrlanda’da var. Bir de Türkiye’de var.
Tarifi de yok. İsteyen, istediği gibi bunu yorumluyor. Böyle bir şey
olmamalıdır...” (1)
“…Bu
kavram siyasi hayatımızda ve yargısal uygulamalarda bireysel ve toplumsal hak
ve özgürlükleri sınırlayıcı, yok edici bir araç olarak kullanılmıştır ve ciddi
mağduriyetlere yol açmıştır. Bu haksızlıkların en temel sebebi laiklik
kavramının tanımının yapılmamış olmasıdır.
Mevcut
anayasamızda Türkiye’nin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu
belirtilmekte ancak laikliğin tanımı yapılmadığından, din ve vicdan hürriyeti
kavramları da tartışmaların ortasında yer almaktadır.
Yersiz,
lüzumsuz ve halkı kamplaştırıcı tartışmaların önüne geçmek için, laiklik
kavramı, kötü niyetli yorumlara yol açmayacak şekilde, açık ve net bir biçimde
tarif edilmeli, istismar edilmesinin önüne geçilmelidir.” (2)
Türkçe
sözlüklerde Tarif (Tanım), “1- Bir nesneyi bütün vasıflarını içine alacak
şekilde sözlü veya yazılı olarak anlatma; 2- Bir kavramı kelimelerle ifade
etme, 3- Bir nesneyi belli başlı noktalarını zikrederek tanıtma.” (3) olarak
ifade edilmektedir. Bir şeyin tarifi öyle olmalı ki kafa karışıklığına,
anlaşmazlığa sebebiyet vermesin. Bunun için tarifin, ‘Ağyarini/Ağyarına mâni,
efradını/efradına câmi’ olması gerekir denmiştir (4). Bununla anlatılmak
istenen tarifin, tarif edilen hususa ait bütün nitelikleri toplaması, ondan
farklı olan nitelikleri dışta bırakmasıdır. Ne gereğinden fazla uzun olması ne
de anlaşılamayacak kadar kısa kalmasıdır.
Herhangi
bir şeyin tarifinin bu kapsamda olması gerektiği gerçeğini göz önüne
aldığımızda Türkiye’de laiklik, laisizm, sekülerlik ve sekülerleşmenin açık bir
tanımı olduğunu söylemek çok zordur.
Kelimelerin
Anlam Alanları, Anahtar Kelime, Odak Kelime
İnsanoğlu
hayatı boyunca, haberleşmenin, iletişimin, karşılıklı anlaşmanın aracı olarak
değişik kelimeleri türetmiş ve kullanmıştır. Kelimeler, yalnızca bir konuşma
aracı değil; aynı zamanda, toplumun içinde bulunduğu durumu, dünya görüşünü,
kültürü, sistemi algılayıp değerlendirebilme aracıdır da. Toplumun ilişkileri,
davranışları, anlayışları, kültür ve yaşantısı hakkında bilgi verirler.
Bazı
kelimeler tek anlamlı, bazıları ise birden fazla anlamlıdır. Her kelimenin
kendine özgü bir sözlük manası vardır ki biz o kelimeyi, bulunduğu münasebet
sistemi dışında da mütalaâ etsek, kelime yine o manayı taşır. Buna kelimenin
“esas manası” denmektedir. Esas mana, kelimenin her zaman taşıdığı, hangi
sisteme girerse girsin, toplum tarafından aynı kelime olarak bilindiği sürece
yitirmediği manadır (5).
Bazılarının
ise sözlük anlamlarının yanı sıra, sözlük anlamlarından daha öncelikli olarak
kullanılan bir başka anlamları daha vardır. Buna ıstılahı anlam denmektedir.
Istılahı (izafî ) mana, kelimenin kökünden gelmeyen, fakat içinde bulunduğu
münasebet sisteminden ve bu sistemdeki diğer kelimelerle kurduğu ilişkiden
doğan özel bir anlamdır. Esas mana, kelimenin her zaman taşıdığı asıl mana
iken; ıstılahı (izafî) mana içinde bulunduğu özel sistemden, bu sistemdeki
diğer kelimelerle olan münasebetinden kazandığı özel manadır.
Kur’ân’ın
içinde yer alan Kitap, Yavm, Sâ’at, Kefere gibi pek çok kelimenin hem esas
manası hem de ıstılahı manası vardır. Kitap kelimesinin esas manası, “yazılmış
veya basılmış sayfaların bir araya getirilmesi ile oluşan toplam” (3) iken
vahiy alanında dini terminolojide ıstılahı anlamı, “Kur’an”dır (2/174). Tıpkı
bunun gibi, din ve laiklik kelimelerinin bir esas anlamları bir de ıstılahı
anlamları vardır. Din ve laiklik tartışmalarına bu açıdan da bakmak
gerekmektedir.
Kelimelerin
ıstılahı anlamları, bir mıknatısın çekim alanına benzer. Bir mıknatıs gibi
kelimenin çevresinde bir anlam alanı meydana getirir. Başka kavramlarla özel
bir ilişki ağı kurarak, genel düşünce ve kültürel yapı sisteminin içinde özel
bir konum alır. Genel olarak bir sistem içinde yer alan bu tür kelimelere
“anahtar kelime” adı verilmektedir (5). Bazı anahtar kelimeler, çok geniş bir
alanda birçok farklı anahtar kelimenin anlam alanları üzerinde etkili olabilme
gücüne sahiptir. Bu tür anahtar kelimelere “odak kelime” adı verilmektedir.
Genel olarak kelimeler, özel olarak da, anahtar ya da odak kelimeler, zamana
bağlı olarak anlam kaymasına uğrayabilir, anahtar ya da odak kelime olma
özelliğini kaybedebilir. Anlam alanları daralabilir ya da genişleyebilir.
Bazıları tamamen unutulup kullanılmaz hale gelebilir. Bunlar, toplumun zihinsel
ve kültürel değişiminin bir ölçüsü olarak ortaya çıkmaktadır.
Hem din
hem de laiklik kelimesi sosyal hayatta pek çok kelimeyi etkileyen ve
şekillendiren çok önemli anahtar ve odak kelimelerdir. İnsanlık tarihi boyunca
anlam alanları, bazen daralmış bazen de genişlemiştir.
Bir
düşünce sisteminde, bir bilim dalında kendine özgü pek çok anahtar kelime
mevcuttur. Bu kelimeler; bu alanla ilgilenen şahıslarda, kelimenin kuşattığı
alanın, ilişki ağının toptan bir bütün olarak canlanmasına neden olur. Bir
bilgisayar mühendisinin, Bilgisayar dendiğinde donanımdan yazılıma kadar birçok
alt anlam alanlarını içeren terimler, konular hafızasında canlanır. Bilgisayar
kelimesinin oluşturduğu sistem, birçok anahtar sözcüğü içermekte, onlarla
karışık bir ilişki ağı kurmaktadır. Bu nedenle bir anahtar sözcük olan
bilgisayar, kendi özel alanı içerisinde odak kelime olarak
nitelendirilmektedir. Fakat aynı bilgisayar terimi, internet içerisinde odak
kelime olma özelliğini kaybeder, bir anahtar kelime olma özelliği kazanır.
Kelimeler,
alanla ilgilenen bireyler tarafından aynı şekilde algılanmalıdır. Kafalarda
aynı çağrışım olmalı, hafızada aynı şey canlanmalıdır. Aksi takdirde o özel
alanla ilgilenenlerin anlaşmaları mümkün değildir.
Günümüzdeki
kavram kargaşasının biraz daha anlaşılabilmesi için Televizyon kavramını, göz
önüne alalım. Televizyon haberleşme sisteminde ses ve görüntüyü insanlara
aktaran teknik bir cihazdır. Televizyonda ses ve görüntü aktarımı, birlikte
olan iki önemli fonksiyondur. Televizyonda görüntü yok, ses varsa, şekil olarak
televizyon olmasına karşılık; bir radyo olarak fonksiyon icra ediyor demektir.
O teknik cihaza televizyon demiş olmanız, onun, televizyonun fonksiyonunu icra
ettiği anlamına gelmez.
İşte
Türkiye’de belli zamanlarda canlanan din ve laiklik tartışmalarında tarafların
her iki kavrama yükledikleri anlamlar aynı değildir. Dahası taraflar, her iki
kelimenin anlam alanlarını, televizyon örneğinde olduğu gibi, içini boşaltarak
kullanmaktadırlar.
Kavramsal
Kargaşa
Konfüçyüs’e,
‘Toplumun kaderi senin eline verilirse onu düzeltmek ve iyileştirmek için ne
yapardın?’ diye sormuşlar. Konfüçyüs soruyu; “İlk işim isim ve kavramları
değiştirmek olacaktır. Çünkü toplum, isim ve kavramları yanlış tabir
etmek ve kullanmakla bozulur.” (6) şeklinde cevaplandırmıştır. Max Moller ise
‘Kelimelerin yanlış ve bozuk kullanılması önce eserde dil hastalığı, sonra da
ahlakta hastalık doğurur; çünkü bozuk bir kelime ve yanlış bir deyim giderek
yaşamanın bir parçası haline gelir.’ (6) demek suretiyle kelimelerin
anlamlarının bir toplum ve bir kültür ve medeniyet için ne kadar hayatı öneme
haiz olduğunu ortaya koymaktadır.
Kelimelerin
Anlamlarını Çarpıtmak Suretiyle Tahrif Etme
Tevhidi
değerlerin/İslam’ın meydana getirdiği dinamizm ve direnç karşısında
tutunamayanlar, Tevhidi değerleri/İslam’ı bulandırarak tasfiye etmek için onun
anahtar-odak kelimelerinin anlam alanlarını tahrif etmeye kalkmışlardır. Birçok
kelimenin anlamlarını çarpıtmak için onları bulundukları anlam ağından,
semantik alandan, koparmak istemişlerdir ve de istemektedirler: “Onlar,
kelimeleri konuldukları yerlerinden saptırırlar. … İçlerinden birazı dışında,
onlardan sürekli ihanet görür durursun.” (5 Maide 13, 41)
Gerçeklerin
Üzerini Örterek Tahrif Etme
Bazı
durumlarda Kur’an’da var olan bazı değerleri, eklemleme yaparak veya anlam
sahalarını kısıtlayarak çarpıtmak mümkün olamayabilir. Bu durumda, kendi
savundukları fikirlere karşı olan bu değerlerin gündeme gelmemesi için gayret
sarf ederler. Onlar için bunların üzerlerinin örtülmesi, tartışılmasından daha
yararlıdır:
“Allah’ın
indirdiği Kitaptan bir şeyi gözardı edip saklayanlar ve onunla değeri az bir
karşılığı satın alanlar; onların yedikleri karınlarında ateşten başkası
değildir...” (2 Bakara 174)
Türkiye’nin
en ciddi sıkıntısı, kavramların kendi anlam alanlarından koparılarak
çarpıtılmasıdır. Birçok kavram gibi Din ve Laiklik kavramları kendi asli anlam
alanlarından koparılarak yorumlanmakta ve değerlendirilmektedir. Kavramların bu
şekilde anlamlarının çarpıtılması, kavramların tanımlanmasındaki sınırları
muğlâklaştırmakta ve silah haline dönüştürmektedir. Değer yüklü olan
kavramların, bu şekilde çarpıtılarak kullanılması, hakla batılın, maruf ile
münkerin, adaletle zulmün, helal ile haramın birbirine karışmasına ve bunun
doğal sonucu olarak sosyal şizofreniye sebebiyet vermektedir. O nedenle
Baki, “Batıl her zaman batıldır, asıl tehlike onun Hak suretinde
görünmesindedir.” demiştir.
Öyleyse;
“Hakkı
batılın yerine geçirmeyin ve sizce de bilinirken hakkı gizlemeyin.” (2Bakara
42)
Kaynaklar
1-http://haber.star.com.tr/sondakika/kendimize-uygun-bir-anayasa-yapacagiz/haber-1106687;
Star 26.04.2016.
2-http://www.timeturk.com/mustafa-sentop-anayasa-teklifimizde-laiklik-var/haber-141317;
Timetürk 26.04.2016.
3- Doğan
M., Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.
4- Ülken,
H. Ü., Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, S.121.
5- Izutsu,
T., Kur’an’da Allah ve I+nsan, Ankara Ünv., Ankara, 1975, s.21,22
6- Şeriati
A. Medeniyet ve Modernizm, Düşünce Yayınları, İstanbul, 1980, S:40-120.
***
LİNÇ ETME
GİRİŞİMİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ-3:
Sekülerlik,
Sekülerleşme
Giriş
Meclis Başkanının anayasa ve
laiklikle ilgili konuşması üzerine başlatılan tartışmalarda kullanılan din,
laiklik ve sekülerlik kavramlarına taraflar, aynı anlamı yüklememektedir.
Kelime aynı ve fakat muhteva farklıdır. Bu da tarafların birbirini anlamasına
mani olmaktadır. Bu nedenle konumuz açısından “Din”, “sekülerlik” ve “laiklik”
kavramlarının taşıdığı anlamların tartışılmasında fayda vardır.
Burada sekülarizm/sekülerleşme
kavramı ele alınıp incelenmektedir.
Sekülarizm
Kavramlar,
toplumun ilişkileri, davranışları, anlayışları, kültür ve yaşantısı hakkında
bilgi verirler. Bazı kelimelerin hem “esas anlamı” hem de “ıstılahı anlamı”
vardır(1). Bazı kelimeler “anahtar ya da odak kelime özelliğine sahiptir. Bazı
kelimeler, zamana bağlı olarak anlam kaymasına uğrayabilir, anlam alanları
daralabilir ya da genişleyebilir. Bazı kelimeler de tamamen unutulup
kullanılmaz hale gelebilir. Bunlar, toplumun zihinsel ve kültürel değişiminin
bir ölçüsü olarak ortaya çıkmaktadır. Bazı kavramlar da, aydınlar, okumuşlar
veya devlet eliyle yabancı bir toplumdan transfer edilip kendi toplumlarına sunulmakta
hatta dayatılmaktadır. Osmanlı’da Batıya giden Jöntürkler’in, kendilerinin dahi
tam bilemedikleri, kendi toplumları için de bir karşılığı olmayan birçok
kavramı Avrupa’dan alıp toplumlarına kabul ettirmeye çalışarak kavramsal bir
kargaşaya neden olmuşlardır(2). Bu, Cumhuriyet döneminde Devlet eliyle yapılmak
istenmiştir. Sekülerlik ve laiklik gibi birçok ithal kavram, kabullenmesi için
halka baskı yapılmıştır.
Hem
Sekülarizm hem de laiklik kelimesi, sosyal hayatta pek çok kelimeyi etkileyen
ve şekillendiren çok önemli anahtar ve odak kelimelerdir. Zamanla anlam
alanları, bazen daralmış bazen de genişlemiştir. Bunlar ortaya çıktığı günden
bu güne anlam alanı değişiklik göstermiş kavramlardır. İlk kullanılışı ile
şimdiki kullanılışı arasında çok ciddi anlam farklılıkları vardır.
"Seküler"
kelimesi, Latince olup 'ırk, çağ, dünya' demek olan 'saeculum'dan gelmektedir. 'Saecularis', 'saeculum'a
ait olan' anlamına gelmektedir. Bu
kelime eski Fransızca'ya 'seculer' ve oradan İngilizce'ye 'secular' şeklinde intikal etmiştir. Kelime
modern Fransızca’da 'seculaire'dir(3).
Sekülarizm(secularisim), “saccularis”ten türemiş bir kavram olup çok geniş bir
anlam alanı vardır. Sekülarizm, “yeryüzüne ait olan, içinde yaşanılan çağa ait
olma, ömür boyu olan, dine ve kiliseye bağlı/bağımlı olmayan,
ruhbanlara(clergy) ait olmayan, toplumsal ahlak standartlarının dine ve dinlere
göre değil, güncel hayata göre düzenlenmesinden ve ayarlanmasından yana olmak,
güncel-dünyevi hayatı ilgilendiren her konuda ve/veya özel konuda dinsel
yargıları dıştalamak veya kasten dıştalamak anlamlarına gelmektedir”(3,4).
Sekülerleşme,
doğduğu zamanki anlamıyla yol boyu kazandığı ıstılahı anlamı birbirinden çok
farklılaşmıştır. Samuel Johnson’ın Sözlüğünde sekülerleşme ilgili kavramlara
yüklenen anlamlarda bunu görebilmekteyiz:
“Sekülerleştirmek(secularize):
Uhrevi/dini olanı, gündelik hayattan uzaklaştırma.
Sekülerleşme(secularization):Sekülerleştirme eylemi. Dinin gündelik hayattaki
etkisini ve yerini azaltma, sınırlama süreci.”(5)
Loobster
sözlüğünde ‘secularism’ sözcüğü şöyle açıklanmaktadır(6):
“a-
Dünyevi ruh dünyevi yönelişler. İlke ve uygulamalardan oluşan ve her çeşit
inanç ve ibadeti ret eden sistem.
b- Din ile
kilisenin, devlete ve özellikle genel eğitim işlerine hiçbir şekilde müdahale edememesi
anlayışı.”
Oxford sözlüğünde ‘secular’ sözcüğü şöyle
tanımlanmaktadır(6):
“a-
Dünyevi ya da maddi olan. Dini ve ruhi olmayan.
b- Dinin,
ahlak ve eğitime temel olması gerekmediğini söyleyen görüş.”
“Uluslar
arası Üçüncü Yeni Sözlük”, ‘secularism’ sözcüğünü şöyle açıklanmaktadır(6):
“Hayatın
tamamında ya da bir bölümünde dinin veya dini değerlerin yönetime müdahalede
bulunmaması veya bu değerlerin amaçlı bir biçimde hayatın dışına itilmesi
anlayışı üzerine kurulu yöneliş, akım.
Davranışsal
ve ahlakı değerler, din kesinlikle dikkate alınmaksızın hayatın çağdaş ve
sosyal dayanışma değerleri üzerine kurulmalıdır düşüncesi üzerine kurulu sosyal
ahlak sistemi”
Yukarıdaki
tanımlardan görülebileceği gibi Sekülerleşmede insanın bütün ilgisi ve dikkati,
yalnız ve yalnız bu dünyaya çevrilmiştir. Şu an, yaşanan an önemlidir. Ahret
hayatı ya inkâr, ya unutulmuş ya da önemsiz bir hale gelmiştir. Harvey Cox, bu
süreci şöyle tanımlamaktadır:
“İnsanların
en temel ilgi ve yöneliminin bu dünyanın dışından-ötesinden ve üstünden, sadece
ve sadece bu dünyaya yönelmesi hareketidir. Bu, bu dünyanın bağlı olduğu mitik,
metafizik ve dini her çeşit dualizmden(iki dünya) arındırılmasını içermektedir.
Bunun nihai anlamı ise, bütün hastalıkları ve günahlarıyla, bütün sağlık ve umutlarıyla sadece yeryüzü
alanını kemaliyle ciddiye almaktır.”(7).
Sekülerleşme,
hayatın tüm alanlarının, hatta düşünme sisteminin/zihnin bile dinin etkisinden
tamamı ile arındırılması hareketidir dersek abartmış olmayız:
“Peter
Berger: Mamafih kültür ve sembollerden bahsettiğimizde sekülarızasyonun
toplumsal-yapısal bir süreçten daha fazla bir şey olduğunu kastediyoruz. Sanat,
felsefe ve edebiyatta dini içeriklerin kayboluşu ve hepsinden önemlisi bilimin
dünyada özerk ve tamamen seküler bir yöntem olarak yükselişinde gözlendiği gibi
o, kültürel ve düşünsel bir hayatın tamamını etkisi altına alır. Bununla kalsa
iyi, burada sekülarızasyonun aynı zamanda öznel bir yanının da bulunduğu ima
edilmektedir. Nasıl ki toplum ve kültürün sekülarızasyonundan bahsediyorsak,
aynı şekilde bilincin sekülarızasyonundan da bahsedebiliriz. Yalın bir şekilde
ifade edecek olursak, bu, modern Batı’nın dini açıklamalarından
yararlanmaksızın dünyayı ve kendi öz yaşamlarını yorumlayan gittikçe artan
sayıda bireyler ürettiği anlamına gelir.”(7)
Edward
Bailey’e göre de sekülerleşmenin değişmeyen anlam boyutu, din karşıtlığıdır:
“Seküleri
tanımlamak gayet kolaydır. Sekülerin anlamı sürekli değişmektedir, ama sürekli
olan bir yönü de vardır: Her zaman açık bir şekilde dini olanın karşıtı
anlamına gelir. Dini olan ne anlama gelirse gelsin bu öyledir.”(8)
Sekülaristler,
sekülerleşme teorisi ile dini hem tüm toplumsal hayattan, günlük hayattan hem
de bireyin düşünce/zihin ve ahlak hayatından tamamıyla tasfiye etmek
istemişlerdir. Sekülerleşme kavramını ortaya ilk kez atan Max Weber’e göre,
“Sosyal eylem için kesin bilgi sağlama anlamında ilahi otoriteye yöneliş
geçmişe göre güvenirliliğini kaybetmiş pratik ekonomik faktörler bilginin
değerini belirlemede giderek artan bir rol oynamaya başlamıştır.”(8)
Sekülerlere
göre bilim ve sosyoloji geliştikçe, din etkisiz hale gelecektir: “Sekülerleşme
teorisinin ana teması gayet nettir: Modernleşme ile hem toplumsal seviyede hem
de bireyin zihninde(bilincinde) din gerileyecektir.”(9)
Ancak
zaman bunun tersini ortaya koymuş, din bireylerin ve toplumların hayatında, ruh
dünyalarında çok ciddi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıp yaygınlaşmıştır. Bu,
sekülerleşme teorisine vurulan ciddi bir darbedir. Sekülerleşme
teorisyenlerinden Bryan Wilson, Peter Berger, Thomas Lucman ve Karel
Dobbelaere, Dinin insanın düşünce ve ahlak dünyasında bir ihtiyaç olarak var
olması gerektiğini savunarak inşa ettikleri sekülerleşme teorisini eleştiriye
başlamışlardır(8-10). Sekülerlere göre sekülerleşmenin bir “toplumsal boyutu” bir
de “kişisel bilinç boyutu” vardır. Sekülerleşme, her iki boyutta da dine savaş
açmıştır. Ancak bu savaşta isteneni sağlayamamış, özellikle kişisel bilinç
boyutunda ciddi bir başarısızlığa uğramıştır. Peter Berger bu noktada,
“Toplumsal seviyedeki sekülerleşmenin mutlaka bireysel bilinç seviyesinde de
gerçekleşmesi gibi bir zorunluluk söz konusu değildir” diyerek sekülerleşmenin
tümüne değil bilinç düzeyindeki değişim zorlamasına karşı çıkmaktadır.
Burada
dikkat edilmesi gereken şey, hayatın dini kurallarla tanzim edilmesi ile
düşünce, inanç ve ahlak yapısında dinin etkili olması farklı şeylerdir.
Sekülerleşme teorisine eleştiri yönelten bu seküler düşünürler, dinin birey
için bir ihtiyaç olduğunu, bireyin özel hayatında/zihninde bir karşılığı
bulunduğunu fakat bunun toplumsal, kamusal, siyasal hayatı tanzim etmek
şeklinde anlaşılmaması gerektiğini ifade ederek önceki düşüncelerini bir miktar
revize etmektedirler(8-11). Yoksa
sekülerleşme teorisinin tamamından vazgeçmiş değillerdir.
Bu durum,
Jürgen Habermas’ın 3 Haziran 2008, İstanbul Bilgi üniversitesinde yaptığı
konuşmada açıkça görülmektedir:
“…Dindar
vatandaşlar ve cemiyetler yasal düzene sadece yüzeysel olarak uymamalıdır; ayrıca, kendi inançlarının önermelerini
anayasal prensiplerin seküler meşruiyetine
uygun hale getirmeleri beklenir.
Katolik
Kilisesi renklerini Liberalizm ve demokrasının gönderine, 1965’te 2. Vatikan
Konsülü’yle çekti. Ve Almanya’da, Protestan Kiliseleri de farklı davranmadı.
Açıkça görülüyor ki, bugün İslam’i dünyada da, Kuran’ın doktrinine ‘tarihsel –
hermenötik’ bir yaklaşımın gerekli olduğu kavrayışı gelişiyor... Seküler
devletin çatışan dini görüşlere karşı tarafsızlığıyla, siyasi kamusal alanın
tüm dinsel katkılardan temizlenmesini birbiriyle karıştırmayalım.”(12)
Sonuç:
Sekülerizm,
Dinin Toplumsal Hayattan Tasfiye edildiği Bir Yaşam Tarzının Adıdır
Sekülarizasyon,
varlık teorisi, bilgi teorisi ve değer teorisi açılarından dine açılmış bir
savaşın adıdır. Günlük hayatta, sanatta,
kültürde, eğitimde, dil de, bilimde,
değerlerde, düşüncede, ekonomide, siyasette yönetimde ve devlet hayatında;
kısaca günlük hayatın hiçbir yerinde dine ve dini düşünceye yer yoktur.
Seküler
düşüncede, Allah’ın ve Ahret hayatının var olup olmaması önemli değildir. Allah
var olabilir. Ancak Allah, hiçbir şekilde bu dünyaya, bu dünyada ki hayata
karışamaz, onu tanzim edemez. Bu dünyada ki hayat, Ahret var diye düzenlenemez.
“Biz bu dünyada varız, bu dünyada yaşar ve ölürüz. Öte bizi ilgilendirmez. Olsa
da olur olmasa da olur, fark etmez” denmektedir. Nitekim İngiliz Ansiklobedisi,
“Secularism”, Ahiretten ilgilerini keserek insanları yalnızca dünyaya
yönlendirme hareketi” (6) olarak tanımlamaktadır.
Özet
olarak Seküler düşünce, Allah’ın ve Ahretin bu dünyanın tanzim edilmesinde
hiçbir rolü olmaması esasına dayanmaktadır.
Bir mümin
bunu kabul edebilir mi?
Kaynaklar
1- Izutsu,
T., Kur’an’da Allah ve İnsan, Ankara Ünv., Ankara, 1975, s.: 21, 22.
2-Ramsaur,
E. E., Jöntürkler, 1908 İhtilalinin Doğuşu, Pınar yayınları, İstanbul, 2011, S:
18.
3- Hocaoğlu, D., Laisizm'den Milli Sekülerizm'e Laiklik
Sorununun Felsefi Çözümlenmesi, Selçuk Yayınlar, Ankara,
1995, S: 80-90; 48-52;
4-Webster,
1976, S: 2053, Aktaran; Aytunç Altındal, Laiklik Enigmaya dönüşen Paradigma,
Alfa, İstanbul, 2007, S: 6.
5- Kaplan
Y., ‘Seküler Aklin Ötesi’, İslamiyat IV (2001), Sayı 3 S: 81-102.
6-Kardavi,
Y., İslam ve Laiklik, Denge Yayınları, İstanbul, 1996, S: 59-60.
7- Güler
İ., “Dünyanın başına gelen Derin sapkınlı: Dünyevileşme, İslamiyat IV
(2001), Sayı 3, Sİ 35-58.
8 –
Swatos, W., H., Christiano, K.,j., Sekülerleşme Teorisi: Bir Kavramın Serüveni,
Sekülerizm Sorgulanıyor, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002, S: 95-122.
9- Berger,
B., “Sekülerizmin Gerilemesi”, Sekülerizm Sorgulanıyor, Ufuk Kitapları,
İstanbul, 2002, S: 7-10
10- Hadden
J., K., “Sekülerizmden dönüş”, Sekülerizm Sorgulanıyor, Ufuk Kitapları,
İstanbul, 2002, S: 123-159.
11-
Berger, B., “Dinin Krizinden Sekülerizmin Krizine”, Sekülerizm Sorgulanıyor,
Ufuk Kitapları, İstanbul, 2002, S: 75-94.
12- 6
Haziran 2008, Radikal, S. 10.
***
Prof. Dr.
Burhanettin CAN
Giriş
"Laiklik"
ve "Sekülerlik" kavramlarının anlam alanları ve tarihsel gelişimleri,
göz önüne alındığında “din ve devlet ayrımı” yahut da “din işleri ve
devlet işlerinin ayrımı” şeklinde formüle
edilebilecek kavramlar olmadığı rahatlıkla görülebilir. Kavramların gerçek
boyutları ile ortaya konabilmesi için tarihi arka planı göz önüne almak, onu
tartışmak gerekmektedir. Söz konusu kavramların tarihin bir döneminde aniden
ortaya çıkmadıkları, çok uzun bir tarihi geçmişleri olduğu, varlık teorisi,
bilgi teorisi ve değer teorisi kapsamında, Yunan(grek)-Roma-Yahudi- Hristiyan
kültürü düzleminde vuku bulan “Rönesans”, “Reform”, “Aydınlanma” ve “Modernizm”
diye isimlendirilen hareketlerin sonucunda(1) “esas” anlamlarından koparak yeni
“istilahi” anlamlara kavuştuklarının bilinmesinde fayda vardır.
Burada
Laiklik, Laikleşme, Laisizm kavramlarının ortaya çıkmasına vesile olan arka
plan ele alınıp incelenmektedir.
Laik
Kavramının Ortaya Çıkış: Esas Anlamı
"Laik"
kelimesi Grekçe
olup 'laos' kökünden türetilmiştir. 'Laos', 'halk', ‘avam’,
“ahali”, “reaya” anlamındadır. Laos’tan 'laikos' türemiştir. 'Halkdan adam' demektir. Kelimenin Klasik Grekçe'deki
anlamı 'ferdi kişi', belirli bir şeye bağlı olmayan'dır. Bu kelime, Geç Latince'de 'laicus', Fransızca'da 'lai' ve İngilizce'de ise 'lay' şeklini almıştır. Terim olarak anlamı, genel olarak, 'belirli bir
meslek grubuna dahil olmayan kişi', “belirli bir sınıfa dahil
olmayan kişi” demektir. Özel anlamları 'rahipler
sınıfının dışında olan kişi' ve/veya, 'bu sınıfa dahil
olup da hizmet ve el işleriyle meşgul olan kişi', olmaktadır.
Görülebileceği gibi 'Laik'
kelimesinin esas anlamı, köken olarak 'dinin karşıtı
olan kişi' değil, bir müessese olan 'kilise mensuplarının/ruhban’ın (clerical)' dışındaki kişi', 'avam'dır. Ruhbanlar 'havass'dır,
laikler ise 'avam'dır(1).
Grekçe'de,
"halk'' kavramını ifade etmek üzere iki ayrı kelimeden
söz edilebilir. Bunlardan birisi, “aristokratlar(zadegan)” sınıfının dışında olan kitleyi ifade eden "demos"
kelimesidir. Bu kelime, bu sebeple, aynı zamanda, siyası iktidardan
pay alamayan kesimi de ifade etmektedir. İkincisi ise, din adamları (klerikaller)
sınıfının dışında kalan kitleyi ifade eden "laos"
kelimesidir. Laos ile ifade edilen kitle içerisine, siyasi iktidarı elde
tutan krallar da dahildir. Nasıl ki Demos, aristokratların
ve/veya
siyasi iktidarın düşmanı olan değil, sadece
onun dışında olan kitleyi ifade etmekte ise, benzer şekilde, laos
da, din adamları ve/veya din adamları tarafından temsil edilen din kurumunun düşmanı olan
değil, o
kurumun dışında olan kitleyi ifade etmektedir.
Eski Ahit'te mevcut
olmayan, Laos’dan türetilen "laik" kelimesi, din adamları(klerikaler)
dışındaki kitleyi
ifade etmesi anlamında miladi ilk asırda RomaIı Clement tarafından, laiklerle ruhbanların münasebetlerinden bahseden bir pasajında kullanılmıştır(1).
Ruhbanlar ve diğerleri şeklinde bir ayırıma gidilmesinin sebebi,
Hıristiyanlık düşüncesinde ruhbanlara/Din Adamlarına atfedilen anlam ile
ilgilidir. Hıristiyanlığın
kutsal ve bağlayıcı referansları İnciller, Resullerin işleri, Havari mektupları
ve Kilise konsüllerinin tespit ettiği temel iman esaslarıdır. Hz. İsa’dan sonra
onun vahiyleri, Resul ve kilise azizlerine intikal etmeye devam etmektedir(2).
Pavlus’a göre “Havariler, Mesih’in hizmetçileri ve Allah’ın sırlarının
kâhyalarıdır. İnsan bunu böyle bilmelidir.” “Vaiz ve Resul olarak imanda ve
hakikatte milletlerin muallimi olarak ben tayın olundum” demektedir(Timoteosa
1,2: 71; Timoteosa II, 1:11)Kim???
Görülebileceği
gibi Hıristiyanlık düşüncesinde hiyerarşinin zirvesinde “Tanrı” en alt basamağında da “halk”, Tanrı ile halk
arasında ara katman olarak “ruhbanlar” yer almaktadır. Ruhbanlar böyle bir
konumda olunca bu sınıfa dahil olmayanların durumunu belirleyecek bir kavrama,
ihtiyaç hasıl olmuştur; o da, yukarıda ifade edilen laik kelimesidir. Bu
nedenle Hıristiyanlıkta toplum ruhbanlar ve laikler/sekülerler olarak iki ana
sınıfa ayrılmışlardır(1,2).
'Ruhban
olmamak' terimi 'Kilise kurumu mensubu olmamak' anlamındadır.
Bundan dolayı
laik, ruhban olmayan, ama Hıristiyan olan sıradan insan demektir(1). Bu
sınıflandırma ile Kilise, Kilise kurumu içi ve Kilise kurumu dışı
şeklinde iki
ayrı varlık alanına bölünmüştür. Bu iki
sosyal alan birbirlerinin düşmanı değil, birbirlerinin tamamlayıcılarıdır.
Ancak ruhbanlar “Tanrı'nın” memurları ve laikler de
kul/reaya taifesidir.
Laik
kelimesinin esas anlamı buydu. Ancak tarihi süreç içerisinde esas anlamında
meydana gelen kırılmalar sonucu kelime yepyeni bir anlam, ıstılahı anlam,
kazanmıştır. Aşağıda bu sürecin kısa bir özeti verilmektedir.
"İki-Kılıç" Doktrini; Regnum-Sacerdotium
Batıda
Hıristiyanlığın yasak olduğu dönemlerde Hıristiyanlar,
Roma'nın zulmünden
korunmak amacıyla Matta İncili'ndeki
"Kayzerin/Sezar’ın Hakkını Kayzer'e/Sezar’a ve Allah 'ın Hakkını Allah’a verin"(Matta, Bab:22., Ayet:21) ayetini bir
ilke olarak benimseyip mücadelelerini buna göre yapmışlardır. Hıristiyanlığın iki büyük kurucusu olan Aziz Petrus ve Aziz
Pavlus (St.Peter ve St. Paul) bu yaklaşımla, "dünyevilik"
ile "uhrevilik" , "dünya işleri" ile "din işleri" ve "dünyevi güç merkezi" ile
"ruhanı güç merkezi" ayrımı yaparak
Hıristiyanlığın dünya işlerini, krallara, imparatorlara bıraktığı, dolayısıyla
kendilerinden tehlikeli olmadığı mesajını Romalı İmparatorlara vermek
istemişlerdir(1).
Ancak Hıristiyanlık meşruiyet kazanıp açık faaliyet gösterip
kuvvetlenince, bu
ilke terk edilmiş; bunun yerine "İki-Kılıç
Doktrini"
savunulmaya başlanmıştır. İki-Kılıç Doktrini, Luka İncili'ndeki "Ve onlar: Ya Rab, işte, burada iki kılıç, dediler.
İsa onlara:"Yeter",
dedi.”( Luka., Bab:22., Avet:38) ayetine dayandırılmıştır. Buradaki İki Kılıç ile "Tanrı'nın Hristiyanlık'ı
korumak
üzere verdiği iki güç kaynağı"
kast edilmektedir. Bunlar
“Dünyevi İktidar (Regnum)”
ile “Ruhani
İktidar
(Sacerdotium)'dır”(1,2).
İki
Devlet: Dünya Devleti - Sitesi( civitate terrana) ve Tanrı Devleti –Sitesi
(civitate- dei)”
Hristiyan
Teolojisinin önemli isimlerinden Saint Augustin-Aziz Augustin(354-430) yazdığı
eserde, Roma'nın yıkılışının sebebini, “iki
devlet”in, “Dünya
Devleti-Sitesi( civitate terrana) ve Tanrı Devleti –Sitesi(civitate- dei)”, yanlış konumlanması,
aralarındaki ilişkinin yanlış kurulması olarak açıklamaktadır. Saint Augustin’e
göre(354-430) “İlk Günah sonucunda Cennet'ten kovulmuş olmasından beri dünya iki ayrı
siyasi varlık alanına taksim olunmuştur. Bunlardan birisi,
“Tanrı Devleti – Sitesi”(civitate- dei) diğeri de Yeryüzü/Dünya Devleti
- Sitesidir(civitate terrana). Tanrı Devleti
(Sitesi) gelecekteki Tanrı ülkesinin bütün yurttaşlarından, yani Tanrı'nın inayetine mazhar olmuş, günahlardan
arınmış mü'minlerden kurulu olacaktır.
Buna
mukabil Yeryüzü (Arz) Sitesi (Devleti) ise kötü'ye, Şeytan'a boyun
eğmiş olanlardan
kurulmuş olacaktır. Dünya Devleti acımasız, gaddar, işkenceci,
savaşçı, baskıcı ve entrikacıdır. Tanrı devletinde ise ebedi huzur, sükûn,
huzur ve mutluluk, ahlak ve adalet vardır. Hz. İsa’nın amacı bu tür bir yaşam
tarzıdır. Bizim görevimiz, bu anlayışa uygun bir devlet kurmak için çaba
göstermektir. Bütün insanlık tarihi, bu ikisinin arasındaki mücadelenin ve gitgide birbirlerinden ayrılmalarının bir sürecidir.”(1, 3)
Aziz Augustin
yazdığı eserle Hristiyanlığı etkisi altına alacak
olan bir devlet ve tarih felsefesi geliştirmiş
ve iki devletin kilise çatısı altında olması gerektiğini savunmuştur.
İki Kılıç ve İki Devlet doktrinlerinin temelleri,
Hıristiyanlığın Kutsal kitaplarında yer almaktadır. Hıristiyanlığa göre “Baba Kimseye hükmetmez,
hükmü oğula vermiştir”(Yuhanna, 3:17; 5:22-23; 27:47). “İsa ise her hükümetin
başıdır”(Koloselilere, 2:10). “İsa’nın hakikati resullerdir”(II.
Korintoslulara, 11: 13). “Resuller Rabbin verdiği yetkilere göre hareket
ederler”(II. Korintoslulara, 13:11). “Bedenin kurtarıcısı Mesih aynı zamanda
Kilisenin başıdır”(Efesoslara, 5:23). “Kilise, Mesihin kendi
bedenidir”(Koloselilere, 1:18, 24). “Kilisenin başında bulunan Papa resullerden
vahy almaktadır. Papa masum ve yanılmazdır.” (2)
Bu esaslara dayalı ve "Kayzeryo - Papizm" olarak da
adlandırılan "Papalık Doktrinini" (Papal Doctrine), Papa I. Leo
(440-561) tarafından, "Papa'nın İsa tarafından St. Peter'e verilen yetki
ve fonksiyonlarının meşru varisi ve halefi olduğunu ve buna dayanarak monarşik fonksiyonlara
sahip olduğunu", “ruhani ve dünyevi iktidarın başının Papa ve din adamları olması
gerektiğini” ileri
sürerek
Savunmuştur(1). Benzer şekilde 11. asırdan itibaren Papa
VII. Gregoria, bu iki iktidarın ruhanî iktidarın başkanlığında
birleştirilmesini savunmuştur. Bunun için Pavlus’un “Mademki biz size ruhani
şeyler ektik, sizin cismani şeylerinizi biçeceksek, büyük şey mi? Eğer
başkaları sizi hâlâ hâkimiyette hissedar iseler, biz daha ziyade değil
miyiz?”(I. Korintoslulara, 9: 11-12) sözlerini mücadelesine dayanak olarak
kullanmıştır.
Batı’da Kilise - Devlet İlişkisi: Üç Model
Batı'da, Kilise - Devlet ilişkisi ana hatlarıyla,
Hıristiyanlığın yasak olup olmamasına ve “dünyevileşmenin” olup olmamasına
bağlı olarak değişiklik göstermiştir.
“Dünyevileşme öncesi dönemde” Kilise - Devlet ilişkileri, üç farklı
modele göre şekillenmiştir(1,2,4):
Ortodoks Kilisesi ve Bizantinizm Modeli (Tabi Klerikalizm)
Katolik Kilisesi ve Kayzeryo-Papizm Modeli(Metbu Klerikalizm)
Seküler/Laik
Model(Protestan Kilisesi ve Katolik Kilisesi)
Ortodoks Kilisesi ve Bizantinizm modelinde (Tabi Klerikalizm),
Ortodoks Kilisesi (Bizans İmparatorluğunun çok güçlü olduğu bir dönemde
doğmuştur.) devlete bağlıdır(1,2).
Katolik Kilisesi ve Kayzeryo - Papizm Modelinde (Metbu Klerikalizm), yukarıda ana hatları ile açıkladığımız iki devlet, iki kılıç,
iki iktidar, kilisenin altında ruhani liderliğin önderliğinde
birleştirilmiştir. Bu güçlerin her ikisini birden nefsinde toparlayan papalar,
“İmparator - Papa” kimliği kazanmışlardır(1).
Sonuç
Papalık makamının, kendisine bağlı Kilise teşkilatları vasıtasıyla, Katolik olan memleketlerdeki siyasi iktidarlar
üzerinde kurduğu büyük baskı ve otorite, zamanla Atepki almaya başlamış ve
milliyetçilik duygularını harekete geçirmiştir. Almanya, İngiltere gibi
ülkelerde Katolik Kiliseleri, 'Roma'nın ajanı' olarak görülmeye başlanmış ve “Milli Kiliseler fikri” ortaya atılmıştır(1).
Almanya'da Lutheran Protestan Hareketi, İngiltere'deki Anglikanist Protestan
Hareketi ortaya çıkmış ve Calvin ve Zwingli Protestan Hareketlerinin de Kuzey
ve Kuzey Batı'da önemli etkileri olmuştur. Bütün bu Protestan hareketlerin
neticesi, anlam alanının geçen yazıda incelediğimiz Sekülerizmin ortaya çıkması
olmuştur.
Almanya ve İngiltere’nin aksine Fransa'da Kiliseye karşı
mücadele, çok sert ve şiddetli olmuştur.
Bu mücadele sürecinde Papalık Makamına tepki olarak Protestan olmayan
bir Millli Katolik Kilisesi(Gallikanizm)
ve Laiklik, Laisizm, Laikleşme ortaya çıkmıştır.
Öyleyse Laiklik, Laisizm, Laikleşme nedir? Sekülerlik,
Sekülarizm, Sekülerleşme ile aralarında ne fark var ya da aralarındaki ilişki
nedir?
Kaynaklar
1-Hocaoğlu, D., Laisizm'den Milli Sekülerizm'e Laiklik
Sorununun Felsefi Çözümlenmesi, Selçuk Yayınlar, Ankara,
1995, S: 48-52, 80-90, 100-150.
2-Bulaç
A., İslam ve Modern Zamanlarda Din-Devlet İlişkisi, Cogito, Laiklik, Sayı 1 Yaz
1994, Yapı Kredi Yayıncılık, İstanbul, Mayıs 2007, S:67-87)
3- Öktem
N., Dinler ve laiklik, Cogito, Laiklik, Sayı 1 Yaz 1994, Yapı Kredi Yayıncılık,
İstanbul, Mayıs 2007, S:33-49
4-
Altındal, A., Laiklik Enigmaya dönüşen Paradigma, Alfa, İstanbul, 2007, S:6-10.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder