DEMOKRAT PARTİ CUMHURİYET
HALK PARTİSİ İLE AYNI KÖKTEN GELMEZ…
CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu ‘Adalet Yürüyüşü’ adını verdiği Ankara-İstanbul arası bir
propaganda yürüyüşü yaptı. Karavanlar, ambulanslar, doktorlar eşliğinde yapılan
bu yürüyüş doğrusu benim hiç ilgimi çekmedi. Hatta bu yürüyüşü çok yersiz
buldum, kınadım. Öyle ya FETO olayı gibi cumhuriyet tarihimizin en kritik milli
mücadelemizi yapmışız, silahsız insanlarımız tanklara, darbeci askerlerin
tüfeklerine, ağır silahlarına göğüslerini siper etmiş ve darbeyi canları
pahasına önlemişler, 250 şehit ve 2150 gazi
vermişiz. Devletimizi ordu, yargı, üniversite, siyaset her yönden bir
virüs gibi saran CIA destekli FETO Terör Örgütü ile amansız bir mücadeleye
başlamışız ve pek tabi olarak OHAL ilan edilmiş, gözaltılar, yargılamalar
yaşanırken, adalet adı verilen bu yürüyüş kime hizmet etmiştir? Dedim ya bu
yürüyüşü çok yersiz buldum ve hiç ilgimi çekmedi. Ancak yürüyenler arasında
bugünkü DP Genel Başkanını görünce doğrusu üzüldüm. Demokrasi ile yönetilen bir
ülkedeyiz, muhalefet genel başkanları izin almak suretiyle istedikleri
propaganda yürüyüşlerini yapabilirler. Zaten bu yürüyüş de ülkemizdeki
demokratik yönetimin belgelerinden biri olmuştur. Çok şükür bir provokasyon
olmadan, kazasız belasız yürüyüş tamamlandı.
***
Yukardaki girişten
anlaşılacağı üzere, makalemizin ana teması DP ve CHP ilişkileridir. Bu gün 27 Mayıs
ve Yassıada’nın acısını tam anlamıyla çekmemiş ama Demokrat Partiliyim diyen
bazı kişilerin DP ile CHP’nin aynı kökten geldiklerini ve temelde aynı
felsefeye sahip olduklarını iddia ettiklerini hayret ile görüyorum. Atatürk
dönemi ve tek parti döneminde, DP’yi kuracak siyasetçilerin CHP içinde görev
yaptıkları doğrudur, zira o dönemde başka parti yoktur. Bu bağlamda şunu da
kesinlikle ifade etmeliyiz ki, DP’nin kurucuları olan Celal Bayar’ın, Adnan
Menderes’in, Refik Koraltan’ın ve Fuat Köprülü’nün siyasal görüşleri ve
felsefelerinin CHP ile en ufak bir benzerliği yoktur. Nitekim 7 Ocak 1946
tarihinde DP adında, CHP’den başka bir parti bu yüzden kurulmuştur. Ne demek
istediğimi daha iyi ifade edebilmek için izninizle Atatürk döneminden itibaren
kısaca, siyasal yaşamımızdaki olayları hatırlayalım ve bu günkü siyasal
eğilimlerin geçmişteki orijinlerini görelim.
***
TBMM’de görev yapmakta olan,
milli mücadele kahramanlarımızdan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Cafer
Tayyar, Hüseyin Rauf Orbay ve 28 arkadaşı 1924 yılında ‘Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası’ adını verdikleri bir parti kurdular. Bu partinin o zamanki
adıyla nizamnamesinin 6. Maddesi şöyle idi.
“Madde 6: Fırka, efkâr ve itikadı diniyeye hürmetkârdır.”
Halk Partisi bu maddeye
şiddetle tepki gösterdi. Bu madde laiklik prensibine uymaz, dendi. Halk
Partisine göre, bu madde ile doğrudan doğruya irticaya taviz veriliyordu. Kısa
bir süre sonra yeni partinin nizamnamesinin 40.
Maddesi de eleştiri
oklarından nasibini aldı.
“Madde 40: Serapa muhtacı imar olan bir memlekette yalnız kendi servet
ve sermayesiyle yaşamak fikrinin doğru olmadığına kaniiz. Bunun için yabancı
sermayeye muhtacız. Temini asayişle, teessüsü süku ve istikrar ile harici
sermayelere gösterilecek hüsnü kabul ile, herkes telkini itimat ederek, bu
sayede harap memleketimizi sert adımlarla inkişaf ettireceğiz.”
Halk Partisine göre, 6. Madde
irticayı davet ediyor, 40. Madde de memleketi yabancılara satıyordu. Halk
Partisi yeni partinin isminden de rahatsız oldu ve Kütahya milletvekili Recep
Peker’in önerisiyle isimlerinin başına cumhuriyet kelimesini getirdiler.
Bazı anlatımların aksine
Atatürk yeni partinin kuruluşundan büyük memnuniyet duymuştur. Bir muhalefet
partisinin olması ve eleştiri çığırının açılması zaten Atatürk’ün çok arzuladığı
bir uygulama idi. Ama CHP safındaki özellikle İsmet Paşa, Recep Peker yeni
partiden dolayı adeta isyan halinde idiler. Nitekim kısa bir süre sonra İsmet
Paşa başbakanlıktan istifa eder ve Ali Fethi Okyar yeni başbakan olur. Yeni
parti, bir taraftan CHP tarafından sürekli ağır bir şekilde tenkit edilirken,
diğer taraftan Atatürk tarafından desteklenmektedir. Atatürk kendisini ziyaret
eden yeni parti mensuplarından Dr. Adnan Adıvar ve Ali Fuat Cebesoy’a şu
sözleri sarf eder,
“Türkiye’mizde partiler ve parlamento hayatının
başlamasından memnuniyet duyuyorum. Birbirlerini kontrol edecek fırkaların
mevcudiyetini hâkimiyeti milliye ve bilhassa cumhuriyeti idareye malik bir
memleket için tabii görmekteyim. Cumhuriyet Halk Fırkası ile manevi rabıtamı muhafaza
etmekle beraber, bir Reisicumhur olarak muhafaza etmeyi esas kabul
ediyorum.”
Bu arada Meclis’te bütçe
müzakerelerinde CHP’ye akıl dolu tenkitlerde bulunan Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası mensuplarından Ardahan mebusu Halit Paşanın, etrafı Afyon mebusu Ali
Çetinkaya, Kozan mebusu Ali Saip, Cebelibereket mebusu Avni, Gaziantep mebusu
Ali Kılıç, Elaziz mebusu Hüseyin, Rize mebusu Hüseyin ve Rize mebusu Rauf
tarafından çevrilir ve çıkan kavgada Halit Paşa öldürülür. Fakat olay sıradan
bir adliye olayı kabul edilir ve ört bas edilir.
13 Şubat 1925 tarihinde
Doğuda Şeyh Sait isyanı çıkar. 2 Mart’ta toplanan CHP grubu, Fethi Okyar
hükümetinin isyanla ilgili aldığı tedbirlerin yetersiz olduğunu, sadece doğuda
değil bütün yurtta tedbir alınması gerektiğini, isyanın Terakkiperver
Cumhuriyet fırkasının ‘efkâr ve dini itikatlara hürmetkarız’ cümlesinin tahriki
üzerine başladığını ve bundan dolayı da yeni partinin derhal kapatılması
gerektiğini, ileri sürerler. Fethi Okyar yaptığı cevabi konuşmasında, ‘olaylar
nerede çıkmışsa orada önlem almak gerektiğini vurgular ve ekler,
“Bende Müslümanım ve dinime hürmetkârım. Hanginiz
efkâr ve itikadatı diniyeye hürmetkâr değilsiniz. Doğudaki isyanın hakiki
mesulü Recep Peker’dir. Dâhiliye Vekâletinde bulunduğu devre içindeki
idaresizliği dolayısıyla memlekette bir Kürdistan meselesi çıkarmıştır. Recep
Peker şarkta (doğuda) takip ettiği siyaset dolayısıyla burada yaşayan insanları
isyan edecek hale getirmiştir. Şimdi kalkmış burada beni tenkit ediyor. Erkânı
Harbiye Umumi Reisi (Genel Kurmay Başkanı) ile görüştüm. Aldığımız tedbirler
kâfidir. Fazlasına lüzum yoktur. Lüzumsuz şiddet hareketleriyle ben ellerimi
kana boyayamam…”
Bu konuşmadan sonra Fethi
Okyar 60 oy’a karşılık 92 oy’la başbakanlığı İsmet Paşaya devreder ve Recep
Peker de Milli Müdafaa Vekili olur. İsmet Paşa ve Recep Peker önderliğindeki
CHP’nin ilk işi ünlü ‘Takriri Sükûn Kanunu’nu Meclis’e getirmek olur. Takriri
Sükûn kanununun metni şudur,
“Madde 1: İrtica ve isyana ve memleketin içtimai
nizamıyla huzur ve sükûneti ve emniyet ve asayişini ihlale bahis bilumum
teşkilat ve tahrikât ile teşebbüsat ve neşriyatı hükümet resen ve idareten
men’e mezundur. İş bu ef’al erbabını hükümet, İstiklal Mahkemelerine sevk
edebilir.
Madde 2: İşbu
kanun neşri tarihinden itibaren iki sene müddetle mer’idir.”
Kanun Meclis’te tartışılır.
Kanunun dönemin Anayasası Teşkilatı Esasiye Kanununa aykırı olduğu izah
edilmeye çalışılır. Rauf Bey (Rauf Orbay), ‘doğuda küçük bir kasaba şeyhi
tarafından çıkarılan bir isyan var, ama siz cumhuriyetin tehlikede olduğunu
ileri sürerek ülke çapında, temyizi dahi olmayan, kararları üç kişinin iki
dudağı arasında olan divanı harpler kurup tüm ülke çapında baskı rejimine
gidiyorsunuz’ der. İstiklal Mahkemeleri, İstiklal Harbinde kurulmuş, çalışmış
divanı harplerdir. Rauf Orbay,
“Biz Şeyh Sait’e karşı İstiklal Harbi mi yapıyoruz?
İsmet Paşa İstiklal Mahkemelerini istediklerini yapmak için bir alet olarak
kullanmak istiyorsa pek ziyade yanılıyorlar.”
Der. Söz alan Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası mebuslarından Halis Turgut Bey,
“Bu isyanın 2 ay bile devam etmesi mümkün değildir. Bu
derece ağır bir kanunun 2 sene devam ettirilmesi başka gayeler taşımaktadır. Bu
gibi yanlış hareketler cumhuriyet tarihimizin geleneklerinde kötü izler
bırakacaktır.”
Söz alan Recep Peker matbuata
(basın) ağır hakaretlerde bulunur,
“Bu matbuat, o hale gelmiştir ki, her sabah
sütunlarında milletin yüzüne fışkıran saralı ifrazat, masum halka mütemadiyen
devlet kuvvetinin itibara layık olmadığı fikrini aşılamıştır.
Meclis kayıtlarında bulunan
bu cümleler Halk Partililer tarafından alkışlarla karşılanır. En son İnönü
kürsüye gelir ve tartışmalara noktayı koyar,
“Emniyet ve asayişi temelinden muhafaza etmek, kuvvetlendirmek
için bütün kanunlar gibi İstiklal Mahkemeleri de bir vasıtadır. Vaziyetin
icaplarına göre daima tedbir alınacaktır.”
(27
Mayıs 1960 darbesinden sonra, İstiklal Mahkemeleri uygulaması yumuşatılarak,
bir varyasyon olarak Yassıada’da tekrar sahnelenecektir.)
Meclisteki
tartışmalar devam ederken Kazım Karabekir Paşa bir konuşma yapar ve sözlerini
şu cümleler ile bitirir,
“Yirminci asırda zan ve vehimle millet
idare edilemez.”
Bu
tartışmalar cereyan ederken Meclis’e, CHP tarafından bir kanun taslağı daha
verilir. Bu kanun taslağına göre,
İstiklal Mahkemelerinin vereceği idam kararları TBMM tasdikinden
geçirilmeyecek, sadece hükümetin tasdiki ile infazlar yapılacaktır. Tüm bu
teklifler Meclis’te tek parti hâkimiyetine sahip olan CHP oyları ile alkışlar
arasında kabul edilir. İlginçtir isyan o günkü tabiri ile şarkta ama bu kanun
teklifi ve kabulünün ertesi günü İstanbul’da Tevhidiefkar, Son Telgraf,
İstiklal, Sebilürreşat ve Aydınlık Gazeteleri süresiz olarak kapatılırlar.
Basın tarihine meraklı olanlar bu olayı ayrıntılı inceleyebilirler. Bu olayın
ardından da anında kurulan İstiklal Mahkemeleri bir beyanname yayımlar,
“Cumhuriyet halkı, takriri sükûn arzusu
taşımaktadır. Fevkalade emirlere riayet etmeyenler, cumhuriyet halkının takriri
sükûn arzusunu temsil eden mahkemelerimizi derhal karşılarında bulacaklardır.”
Matbuat
susturulmuş ve ülkede bir korku havası yaratılmış ve sıra esas işe gelmiştir.
Henüz üç aylık bulunan ve daha memleketin 3-4 vilayetinde şubesi bulunan
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına ani bir gece baskını yapılır. Ne kadar evrak
varsa çuvallara doldurulup emniyet merkezlerine getirilir. Diyeceksiniz ki,
doğuda isyan var, ama hala yeni kurulmuş, örgütlenmesini bile tamamlamamış bir
parti ile CHP niye bu kadar uğraşıyor? Bunun sebebi açıktır, Atatürk partiler
üstü kalacağını muhtelif konuşmalarında ifade etmiştir. Ancak Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkasının ağır toplarından Kazım Karabekir, Hüseyin Rauf Orbay, Ali
Fuat Cebesoy, Atatürk’ün İsmet Paşadan daha yakın arkadaşlarıdırlar ve tıpkı
Celal Bayar gibi bir şekilde kendisinin yerine başbakan olabilirler. Ayrıca
yeni parti dikkati çekecek şekilde halktan ilgi görmektedir. Dolayısıyla bu
isimlerin bertaraf edilmesi şarttır. Nitekim Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkasının genel merkezine yapılan baskında, suç teşkil edecek hiçbir evrak
bulunamamasına rağmen İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu) 3 Haziran 1925
tarihli toplantısında şu kararı alır.
“Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının
programında mevcut ‘efkar ve itikadatı diniyeye hürmetkar olmak’ esasını
irticakarhane tahrikata vesile ittihaz eden bazı eşhasın tahrikat yaptıkları
sabit olmuş ve fıkranın kanuni vaziyeti hakkında hükümetin dikkatinin
çekilmesine müttefikan karar verildiğine dair mahkeme kararı müddeiumumilikten
hükümete tebliğ olunmuştur. Vatandaşın aldatılmaktan ve tahrikten korunması
için Terakkiperver fırkanın faaliyetten men’i
Hükümetin artık müsamaha edemeyeceği
vazifeler arasına girmiştir. Binaenaleyh bu kararnamenin tebliği tarihinden
itibaren Takriri Sükûn Kanunu ahkamına tevfikan Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkasının bilcümle merkez ve şubeleri, alakalı hükümet memurları tarafından
kapatılacaktır.”
Böylece
yakın gelecekte DP olarak temayüz edecek olan anlayışı, zihniyeti içeren
cumhuriyetimizin ilk muhalefet partisi tarihe karışmış oluyordu. Suçu dini
inançlara saygılı olması ve yabancı sermayeye açık olmasıdır.
Takriri
Sükûn Kanunu 2 yıl süre ile çıkmasına rağmen, 13 Şubat 1925’de başlayan Şeyh
Sait isyanı, 2 ayda 15 Nisan 1925’de tamamen bastırılır. Diyarbakır İstiklal
Mahkemesinde 389 kişi mahkeme edilmiş, bunlardan 49’u idama mahkûm olmuştur.
İsyanla hiç ilgisi olmayan Ankara İstiklal Mahkemesi gazeteci Hüseyin Cahit
Yalçın’ı müebbet sürgün cezasına çarptırmıştır. Suçu Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası genel merkezinde yapılan ani aramaları, gazetesi Tanin’de baskın diye
yazmasıdır. Ayrıca İstanbul’da bulunan 14 gazeteden 8’i de kapatılır. Açık kalan 6 gazete de varlıklarını
Başbakan İnönü ve hükümete sürekli dalkavukluk yaparak sürdürürler. Örneğin 18
Temmuz 1925 günü çıkan Hür Fikir gazetesinin yazı işleri müdürü Kılıçzade Hakkı
Beyin yazısı,
“İsmet Paşa Hazretleri bana seyahatim
hakkındaki intibalarımı sordular. Kendisine dedim ki, ‘Eseriniz olan Takriri
Sükûn Kanunu bir mucizedir ki, Mesih İbni Meryem’in maruf ekmek ve
balıklarından ziyade halkı doyurmuştur. Bu mucizevi kanunun sayesindedir ki,
Türk Vatanı bu güne kadar görmediği asayişe nail olmuştur. Dört sene daha
uzatılmasını rica edeceğim.”
Hâlbuki
Takriri Sükûn Kanunu da, İstiklal Mahkemeleri de 2 ay içerisinde tamamen
bastırılan yöresel Şeyh Sait isyanı için çıkarılmıştır. İsyan bastırılmış ama
kanun hala yürürlüktedir, mahkemeler de işlemektedir. Başbakan İsmet İnönü 9
Kasım 1925 günü TBMM’de yaptığı konuşmada şu sözleri sarf eder,
“İstiklal Mahkemelerinin faaliyetleri
bilhassa hayırlı ve feyizli olmuştur.”
Tek
muhalefet Partisinin kapatılmasını da hayırlı telakki eden İsmet Paşa,
gelişmelerden çok memnun görünmektedir. İstiklal Savaşımızın liderlerinden Ali
Fuat Cebesoy anılarında şunları yazmıştır,
“Birinci Büyük Millet Meclisinde ne
kadar tanınmış muhalif varsa hepsi birer bahane bulunarak İstiklal
Mahkemelerine getirilmiş ve bunların ekserisi birer surette cezalandırılmışlardı.
İstiklal Mahkemelerinin en mühim icraatı muhalefeti ve basını susturmak ve
ortadan kaldırmak olmuştur.”
İşte
bütün bu işleri yapanlar, 2017 yılında devleti ele geçirmesine ramak kalan FETO
işgal hareketini canları pahasına bastıranları ve müsebbiplerini tespit etmek
ve yakalamak için çıkarılan OHAL kanununu sürekli eleştiren Cumhuriyet Halk
Partililerdir. Bazı kişiler 250 şehidimizi görmeden, uydurma bir havadis olan
kesik başın esrarı ile uğraşmaktadırlar. Vatan uğruna ölen bu insanlarımıza şehit
bile diyemeyen ama darbeye danışıklı dövüş muamelesi yapan, vatan sevgisinden
nasibini almamış bu kişiler birer utanç abidesidirler.
7
Mayıs 1926’da Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal’e karşı düzenlenmiş bir suikast
girişimi ortaya çıkarılır. Bir ihbar üzerine, suikastçılar Ziya Hurşit, Çopur
Hilmi, Laz İsmail, Gürcü Yusuf derhal yakalanırlar, İstiklal Mahkemelerinde
yargılanırlar ve 15 kişi ile birlikte asılırlar. Mustafa Kemal Atatürk ünlü
sözlerinden birini İzmir suikastı olayından sonra sarf etmiştir,
“Benim naçiz vücudum bir gün elbet
toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”
Ancak
menfur suikast olayı ile başlayan yargılamalar, infazlar kolay kolay durmaz.
Daha 1919 da elinde, Mustafa Kemal’in askerlikten çıkartılması ve tutuklanması
ile ilgili padişah fetvası ve koskoca bir kolordusu bulunduğu halde, Mustafa
Kemal’i tutuklamayan, Erzurum Kongresinde de emrinde çalışacağını ifade eden,
İstiklal Mücadelemizin kilit liderlerinden Kazım Karabekir Paşa, Mustafa
Kemal’in Harbiye’den arkadaşı ve çok defa mektep tatillerini birlikte
geçirdikleri Ali Fuat Cebesoy, İstanbul’a ilk giren kumandan Refet Bele, Cafer
Tayyar Paşa, Rüştü Paşa, Garp cephesi kumandanı Ali Fuat Paşa, İsmail Canbulat,
Sabit, Necati, Halis Turgut, Hilmi Bey, yine Mustafa Kemal’in arkadaşı
Türkiye’nin ilk başvekili Rauf Orbay dâhil birçok Türkiye’nin medarı iftihar
şahsiyeti, sanki suikast ile ilgileri varmış gibi İstiklal Mahkemelerinde
yargılanırlar. Tüm bu şahsiyetler Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensubudur
ve bu yargılamalarla itibarları yerle bir edilmeye çalışılmıştır. Ayrıca
İttihat ve Terakkicilerden Maliyeci Cavit Bey, Dr. Nazım gibi şahsiyetlerde
yargılanıp idam edilirler. Karabekir Paşa beraat ederken, Rauf Orbay gıyabında
10 yıl kürek cezasına mahkûm edilmiştir. Dr. Rıza Nur, Rauf Orbay gibi bir çok
İstiklal Savaşımızın önemli şahsiyeti yurt dışına kaçmak zorunda
kalmışlardır.
İstiklal
Mahkemelerinin kararları ünlü 3 Alinin, Kel Ali (Ali Çetinkaya), Kılıç Ali ve
Ali Saip Ursavaş’ın iki dudağı arasındadır. Bazen tipini beğenip, genç,
yakışıklı deyip idamından vaz geçtikleri, bazen de görür görmez suçlu
olduklarına kani olup idam hükmü verdikleri birçok insan olduğunu, tarih
kitaplarından öğreniyoruz. Bu mahkemelerin temyizi de yoktur. Zaten bunlar
mahkeme değil bir çeşit divanı harptir.
İsyan,
suikast derken, tüm muhalefet ekarte edilmek suretiyle 1930 yılına gelinmiştir.
Ancak Gazi Mustafa Kemal muhalefetsiz bir tek parti hükümetinden rahatsızdır,
nitekim 1930 yılında yeni bir, muhalefet partisi denemesini organize eder.
Paris Büyükelçisi eski başvekillerden Ali Fethi Okyar’ı parti kurmakla
görevlendirir ve böylece Serbest Fırka kurulur. Fethi bey Atatürk ile uzun uzun
konuştuktan sonra 8 Ağustos 1930 günü gazetecilere şu beyanatı verir. Beyanatın
özünden Gazi Hazretlerinin İsmet Paşadan hayli şikâyetçi olduğu anlaşılıyor.
Zira böyle olmasa Fethi Bey asla böyle bir beyanat veremezdi,
“Anlaşılıyor ki, Gazi Paşa Hazretleri, İsmet
Paşa Hükümetindeki murakabesizlikten ve idaresizlikten bıkmıştır. Benden yeni
bir fırkanın (parti) kurulmasını istiyor. Bana yapılan bu teklifi bende kabul
ettim. Kuracağım fırkanın yüksek nezareti ve idaresi yine Gazi Paşanın elinde
olacaktır. Gazi, Halk Partisinden ayrılmamakla beraber benim fırkamın da mürevvici
olacak ve adayların tasvibi de onun yüksek tasdikinden geçecektir. Ayrıca fırka
için lüzumlu parayı da vermekte ve Meclis’ten 70-80 mebusun da bizim fırkamıza
geçmesine müsaade etmektedir.”
CHP cephesinde büyük bir
telaş başlar. Yalova’ya İsmet Paşa dâhil birçok bakan gider ve Gazi
Hazretlerini bu işten vaz geçirmek isterler ama nafile, Gazi Paşa kararlıdır.
Hatta Gazi Paşa yeni partiyi güçlendirmek için kardeşi Makbule Atadan’ı ve en
yakınlarından Kütahya mebusu Nuri Conker’i de yeni partiye sokar. Parti ilk
şubelerini İstanbul, İzmir ve Aydın’da açar. AYDIN ŞUBESİ İL BAŞKANI 30
YAŞINDAKİ ADNAN MENDERES’DİR. İşte Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile vücut
bulan ve Serbest Fırka ile devam eden DP çizgisi budur, bu çizginin CHP ile
uzak yakın bir ilgisi yoktur. Hatta bu hareket, CHP’ye karşı liberal, demokrat,
halkçı, laik siyasetçiler tarafından oluşturulmuştur. Serbest fırkanın esas adı
Serbest Laik Cumhuriyet Fırkasıdır.
4 Eylül 1930 günü Fethi Bey
ilk mitingini yapmak üzere vapurla İzmir’e gider. Fethi bey İzmir’de gördüğü
muazzam ilgiye kendisi bile inanamaz. İzmir valisi Kazım Dirik, Fethi beyi
konuşturmamak ister. Emir Ankara CHP Genel Merkezinden gelmiştir. Ayrıca 200
kişiden müteşekkil, Fethi Bey aleyhine tezahürat yapacak bir grup oluşturulmuştur.
Kürsüye Fethi beyin yerine Adliye Vekili Mahmut Esat Bey çıkartılır. Halk bu
provokatif oyunlar üzerine galayane gelir, Halk Partisi binası önünde
toplanırlar. Çıkan olaylarda çocuk yaşlarda bir genç ölür. Ölen genci kucağına
alan babası Fethi beyin önüne gelir ve şu sözleri sarf eder,
“İşte sana bir kurban! En aziz varlığımı cansız olarak
önünüze seriyorum. İcabında kendi canımı da vermeye hazırım! Başka kurbanlar da
vermeye hazırız! Yalnız sen bu memleketi kurtar! Zalimlerden bizi koru.”
Babanın sözleri çok acıdır.
Serbest Cumhuriyet Fırkası İzmir mitingi olayları hakkında çok yazılıp
çizilmiştir. Köylünün yanına sadece
askere almak veya vergi toplamak için gönderilen jandarma, karasaban ve
kağnılarla yapılan tarım, ülkede şeker ihtiyacının bile karşılanmadığı
yokluklar, trohom, tifüs, verem gibi salgın hastalıklar ve sağlık hizmetlerinin
yetersizliği bu sahneleri doğurmuştur. Fethi bey İzmir’den sonra Aydın, Manisa
ve Balıkesir’ de gider. Her gittiği yerde bir kurtarıcı gibi karşılanır. Tıpkı
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası girişiminde olduğu gibi, Serbest Cumhuriyet
Fırkası girişimine de halk dört elle sarılmak istemektedir. Ama heyhat, Halk
Partililer Serbest Cumhuriyet Fırkasının gördüğü büyük ilgiden son derece
rahatsız olurlar ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına karşı kullandıkları aynı
taktiklere başvururlar. Fırka gericidir ve bu fırka varlığı ile irtica
tehlikesini hortlatmaktadır.
15 Kasım 1930 günü yeni
belediye seçimleri Meclis’te görüşülürken Fethi Bey kürsüden şu sözleri sarf
etmek ihtiyacını duymuştur,
“Arkadaşlar! Ahalinin reyini Serbest Cumhuriyet
Fırkasına vermesini irtica diye tefsir edenler, halkın en tabii hakkı bulunan
reylerini inhisar altına almak isteyenlerdir. Unutmayınız ki, Serbest
Cumhuriyet Fırkası Gazi Hazretlerinin tasvip ve teşvikiyle meydana
çıkmıştır.”
Ne kadar ilginç değil mi,
günümüzde de aynı zihniyet hala irtica tehlikesini işlemekte ve rakiplerini
mürtecilikle suçlamaktadır. Bitmek tükenmek bilmeyen bir irtica kuruntusu ve
bir türlü gelmeyen şeriat yönetimi. Hiç düşünmezler bu devirde kim Diyanet
İşleri Başkanlığını kapatıp Şeyhülislam’ı getirecek veya hakimleri kaldırıp
kadılara görev verecek?
Meclis’te Fethi beye karşı
saldırılar dozunu gitgide artırırken, Fethi beyin ve partisinin gördüğü ilgi
tedirginlik yaratır. Konuyu Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e nasıl
naklettilerse, Cumhurbaşkanının da olaylardan rahatsız olduğu haberi Fethi beye
ulaşınca, Fethi bey Dâhiliye Vekâletine bir mektup yazarak partisini kapatmak
zorunda kalır,
“Büyük Gazimiz Mustafa Kemal Hazretlerinin teşvik ve
tasvibi ile Serbest Cumhuriyet Fırkasını teşkil etmiştim. Şimdi Serbest
Cumhuriyet Fırkasının feshine karar verdim. Bu karar fırka teşkilatına tebliğ
edilmiştir. Keyfiyeti arz ederim efendim.”
Böylece ilerde Demokrat Parti
olarak belirecek liberal, halkçı, demokrat, laik zihniyet; İtalya’daki
Mussolini, Almanya’daki Hitler anlayışını esas almış görünen tek parti, Milli
şef devletçi zihniyeti tarafından bir kere daha durdurulmuştur. İlerde DP ve
CHP olarak amansız bir mücadeleye girecek bu iki zihniyet birbirine asla
karıştırılmamalıdır. Zira Atatürkçü olan DP’dir, Atatürk’ü unutturmaya çalışan
da CHP’dir. Eğer CHP, söz ettiğimiz bu iki fırka girişimini önlememiş olsaydı,
daha o tarihlerde mutlaka seçimleri kaybedip iktidarı teslim edecekti. Türk
demokrasisi de 25 yıl önceden çok partili sistemle tanışacak ve olgunlaşma
sürecine daha erken girecekti.
10 Kasım 1938’de Atatürk’ü
kaybettik. 11 Kasım 1938’de İsmet İnönü Cumhurbaşkanı oldu. Akabinde Halk
Partililer tarafından, CHP’nin değişmez genel başkanı ve Ebedi Şef Atatürk’e
nazire gibi Milli Şef yapıldı. Rahmetli Atilla İlhan Atatürk’ün ölümünden bir
gün sonra İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesini mantıken bir türlü
benimseyememiş ki, şu cümleleri sarf etmiştir (Hikmet Özdemir, Devlet Krizi TC
Cumhurbaşkanlığı Seçimleri),
“Babıali Baskını neyse İnönü’nün cumhurbaşkanı
seçilmesi de odur. Ordu ağırlığını koymuş ve tamamiyle iktidardan tasfiye
edilmiş olan İnönü cumhurbaşkanı seçilmiştir.”
1939 da başlayan 2. Dünya
Harbi’nin de etkisiyle Türkiye’de tam bir sefalet dönemi yaşanır. Orta
Anadolu’da açlık vardır. Ekmek, hatta kefen bezi bile karneye başlanmıştır.
Türkiye harbe girmemiş ama harbe giren ülkelerden daha fazla sıkıntıya
düşmüştür. Tek Parti Milli Şef CHP yönetimi devam etmektedir. Bu yönetimin
kararları, uygulamaları akıl alacak gibi değildir. Örneğin ülkede şeker
ihtiyacı karşılanmıyor ve şeker 26 kuruş, çare olarak 15 Kasım 1942’de çıkartılan
kararname ile şekerin fiyatı 500 kuruşa çıkarılıyor. Bu tuhaf karardan 1 ay
sonra Varlık Vergisi uygulamasına geçiliyor. Ardından gayrimüslimlere zorunlu
ve süresi belli olmayan askerlik uygulaması geliyor. Gelirlerinden çok varlık
vergisi talep edilen ve bu vergiyi ödeyemeyen gayrimüslimler Aşkale çalışma
kamplarına sevk ediliyorlar. Nazivari bir uygulama. O dönemde basın
özgürlüğünden bahsetmek söz konusu değildir. Gazeteler bir bakanın telefonu ile
süresiz kapatılmaktadır.
Savaş 1945 yılında demokratik
devletlerin galibiyeti, diktatörlükle yönetilen devletlerin ise mağlubiyeti ile
sona erer. Galip devletler (müttefikler) dünyaya yeni bir düzen vermek üzere
ABD San Francisco kentinde toplanırlar. Bu devletler Meclis’lerinde muhalefet
partileri bulunan ülkeleri demokratik addetmektedirler. Böylece CHP ve İnönü
için artık parti kapatma yolu tıkanmıştır.
7 Haziran 1945 günü, CHP
içindeki liberal kanat milletvekillerinden Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat
Köprülü, Refik Koraltan bütçe müzakereleri sırasında, hükümete yönetimi
eleştiren bir takrir verirler. Takrir son derece akılcı ve masumdur. Takrir,
hükümetin Meclis tarafından denetlenmesi, vatandaşların hak ve hürriyetleri
Anayasa çerçevesinde daha iyi kullanabilmesi, çok partili hayata geçilmesi gibi
demokratik talepler içermektedir. Ancak eleştiriye hiç alışık olmayan CHP
Hükümeti bu takrire şiddetle tepki verir. Menderes, Koraltan, Köprülü partiden
ihraç edilirler. Celal Bayar’da önce milletvekilliğinden sonra da CHP’den
istifa eder.
8 Temmuz 1945 günü, müteahhit
Nuri Demirağ ‘Milli Kalkınma Partisi’ni kurar. 7 Ocak 1946 günü de Takrir
yüzünden CHP’den ayrılan bu dört isim Demokrat Partiyi kurarlar. Başta Menderes
olmak üzere Demokrat Parti kurucuları, tek parti dönemi olduğu için CHP içinde
siyaset yapmaktaydılar. Yoksa toprak reformundan, karma ekonomiye, din
hürriyetinden, sosyal, siyasal hürriyetlere kadar DP’nin felsefesi, buraya
kadar yazdıklarımızdan da anlaşılacağı gibi CHP’ye hiç benzemez.
DP kurulur kurulmaz tıpkı
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkaları gibi büyük
ilgi görmeye başlar ve CHP’de bu ilgiden son derece rahatsız olur ve DP’nin bir
şekilde önünü tıkamaya çalışmaya başlar. İlk girişimleri Belediye Seçimlerini
öne almak olur. Teşkilatlanmasına yeni başlamış olan DP bu seçimlere giremez.
Daha sonra 1947’de yapılması gereken genel seçimler de erkene alınır. Çünkü DP
gördüğü büyük ilgiye rağmen yeni bir partidir ve teşkilatlanmasını
tamamlamamıştır. DP, tarihimize yüz kızartıcı derecede hileli seçimler olarak
geçen 1946 seçimlerine katılır. CHP’nin uygulattığı yöntem acayiptir. Açık oy,
gizli sayım, oyunuzu açık olarak kullanıyorsunuz ve sayımı devletin mülki
amirleri gizli olarak yapıyorlar. Seçimlerde birçok bölgede sandıklar kaçırılıp
saklanmıştır. Seçim sonuçları açıklandığında DP tarafında haklı bir öfke hâkim
olur. ‘SİNE-İ MİLLET’ ifadesi ilk defa o gün söylenmiştir. DP, CHP iktidarını
tanımama kararı alır. Ancak Celal Bayar bu fikre sıcak bakmaz.
Kurulduktan 7 ay sonra
yapılan bu hileli Seçimlere rağmen DP 62 milletvekilini Meclis’e sokmayı
başarmıştır. CHP’nin 397 milletvekili vardır. Cumhurbaşkanlığı seçimini de bu
sonuca göre CHP’nin adayı İsmet İnönü kazanır. DP’nin adayı Mareşal Fevzi
Çakmaktır.
Sonuçta CHP, Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkasını, ardından Serbest Cumhuriyet Fırkasını ve nihayet 1946
hileli seçimleri ile de Demokrat Partiyi durdurmuş oluyordu. Ancak 1950’de bu
bel altı vuruşlar sökmeyecektir ve söz milletin olacaktır. Böylece asker,
bürokrat saltanatı, iktidarı milli iradeye, yani DP’ye teslim edecektir.
Türkiye Cumhuriyeti siyaset
tarihinde, Türkiye’ye en büyük zararı veren olay 27 Mayıs 1960 darbesi
felaketidir. 27 Mayıs bir depremdir, bir afettir. Eğer 27 Mayıs bu güne kadar
masaya yatırılıp yargılansaydı, 15 Temmuz kanlı darbe girişimi de
olmayabilirdi. 27 Mayıs’ın yargılanmasından en büyük zararı görecek unsur
CHP’dir. Çünkü alenen 27 Mayıs’ın arkasındadır.
27 Mayıs temelde CIA
desteklidir. Bu darbeyi çekirdek kadrosu teğmen, yüzbaşı seviyesinde 33 subay
ve 5 generalden oluşan bir cunta (çete) yapmıştır. Darbeden sonra bu genç
subaylar üstlerine yani albaylara, generallere emirler dağıtmışlardır ve
komutanlar bunların önünde esas duruşta emir dinlemişlerdir. Tıpkı 15 Temmuz
2016 girişimindeki askeri yapıda olduğu gibi. Emir veren imam ast subay, emir
alan tuğgeneral. 27 Mayıs’ın arkasındaki entelektüel sermaye CHP çevresi, bazı
yazar ve gazeteciler ile dönemin üniversite hocalarıdır. Bu bakımdan CHP’nin
adalet yürüyüşü adını verdiği girişimini şahsen şiddetle eleştiriyorum. Ne yani
FETO yapılanmasının üstüne devlet gitmesin mi?
27 Mayıs darbesinin yapıldığı
günler dikkatle incelenecek olursa, 27 Mayıs’ın ciddi bir entelektüel boşluğu
olduğu hemen görülür. Darbenin ertesi günü ne yapacaklarını bilmeyen darbeci
askerlerle karşılaşırsınız. Ama bu entelektüel boşluğu ne yazık ki CHP
doldurmuştur. Bu arada dikkatli bir göz suflörlük yapan ABD ve NATO önerilerini
fark eder. Hazırlıksız, programsız ülkeyi ele geçiren maceracı subaylar,
CHP’lilerin coşkun tezahüratları karşısında kasım kasım kasılırlarken, her biri
kendini bir Atatürk telakki ederken, meşruiyet (yasallaşma) sorununu akıllarına
bile getirmiyorlardı. Zira İstanbul Üniversitesi Rektörü Ordinaryus Profesör
Sıddık Sami Onar, Profesör Hüseyin Nail Kubalı meşruiyet konusunda şu ifade de
bulunuyorlardı (Abdi İpekçi, Ömer Sami Çoşar İhtilalin İçyüzü)
“Meşruiyet ihtilalinizdir. Hukukun hiçbir önemi yok,
ne isterseniz yapın, güç sizde…”
Yassıada zulmüne de, Yassıada
Mahkemelerine de, Türk halkını derinden yaralaya o menfur infazlara da
bahsettiğimiz, darbenin akıl hocalığına soyunan CHP’li kesim sebep olmuştur. DP
ile CHP aynı kökten geliyor demek tamamen bu gerçekleri görmemekten, yani bir
nevi bilgisizlikten kaynaklanır. Menderes ve 2 bakanını astıran bu zihniyetin
DP zihniyeti ile uzak yakın alakası yoktur. DP 1950 yılında iktidara geldiği
zaman ilk kullandıkları cümle, ‘Devri sabık yaratmayacağız’dır.
Darbeciler ve destekçileri
halkın sevgilisi Menderes’i her ne olursa olsun ortadan kaldırmayı baştan beri
kafalarına koymuşlardı. Zira onlara göre, Menderes serbest bırakılırsa tekrar
seçim kazanır ve memleketin başına geçer ve öç alabilirdi. Menderes’in idamına
Yassıada Mahkemeleri 2 gerekçe gösterdi. Anayasayı ihlal ve İnönü’yü Topkapı’da
öldürmeye teşebbüs. Hâlbuki İnönü Topkapı davasında şahitlik yapsa infazlar
önlenebilirdi. Ama yapmadı. Mahkemede Menderes’in avukatı haklı olarak,
İnönü’nün mahkemeye şahit olarak gelmesini talep etti. Ama Başol ve Egesel
şiddetle karşı çıkarak, ‘İnönü gibi mümtaz bir şahsiyeti bu ortama çağırmak
haddinize mi’ diye cevap vererek talebi ret ettiler. Hâlbuki bunu duyduğuna
şüphe olmayan İnönü, ‘hayır, geleceğim’ dese ve gelse, ‘aramızda sert
mücadeleler oldu, ama beni öldürmeye teşebbüs ettiler diyemem’ dese ve idam
kararlarına karşı olduğunu söylemek değil, ima bile etse Menderes ve 2 bakanı
asılmazlardı. Zira aynı davada Kasım Gülek de şahitlik yaptı ve Salim Başol’un
ısrarlı sorularına, ‘Elimi vicdanıma koyarak, niyetleri İnönü’yü öldürmekti’
diyemem demişti. Bu ifadeden sonra Kasım Gülek’in de CHP’deki işi kısa sürede
bitirildi.
İnönü’nün eline idamları
önlemek bakımından bir büyük fırsat daha geçmişti ama onu da elinin tersi ile
itti. Şöyle ki, darbe destekçilerinden Docent Muammer Aksoy, 5 Kasım 1969
tarihinde ‘Siyasi Haklar Oyunu ve Sonuçları’ başlıklı yazısında tüyler ürperten
şu açıklamayı yapıyor,
“Milli Birlik Üyeleri, Yassıada hükümlerinin
tasdikinde Temsilciler Meclisinin yetki sahibi olmasını teklif ettiği halde,
İsmet Paşa bunu ret etmiş ve ’başladığınız işi tamamlayın’ diyerek infazların,
CHP’nin çoğunlukta hatta tamamını teşkil ettiği Temsilciler Meclisinden geçmesi
imkânını, YANİ İDAMLARIN KENDİSİ EVET DEMEDİKÇE İNFAZ EDİLMEMESİ İMKÂNINI KENDİ
ARZUSU İLE ORTADAN KALDIRMIŞTIR…”
8 Şubat 2009 tarihli Vatan
Gazetesinde, CHP’nin 27 Mayıs öncesi günlerde Gençlik Kolları başkanı olan
Orhan Birgit Sanem Altan ile bir söyleşi yapıyor,
“28 Nisan 1960 Öğrenci Olaylarını itiraf ediyorum ki organize ettim. Perde
arkasındayım o işin. Öğrencilerin gösteri yapmasını istiyorduk biz. Ne
yapacaklardı? ‘Katil Menderes, diktatör Menderes’ diye bağıracaklardı, nümayiş
yapacaklardı.”
28-29 Nisan Öğrenci olayları,
yüzlerce öğrenci öldürüldü, kıyma yapıldı, Konya yolunu inşaat inde asfaltın
altına saklandı, yalanını fısıltı gazetesiyle dolaştığı ve darbenin bahanesinin
oluşturulduğu olaylardır. Bakın CHP Genel Sekreter yardımcısı, CHP milletvekili
Kamil Kırıkoğlu, Tanju Cılızoğlu ile birlikte anılarını yayımlamıştı. Sayfa
103’den aktarıyorum,
“Darbe öncesi günlerde, öldürülen öğrenciler kıyma
makinelerinden geçirildi, söylentilerini araştırmak için CHP 3 kişilik bir
parlamento heyeti kuruyor. Heyet araştırmalar yapıyor ve böyle bir olayın
olmadığını, söylentiden ibaret olduğunu bir rapor ile CHP grubuna götürüyor.
Grupta rapor okununca İsmet Paşa raporu sert bir şekilde eleştiriyor, kızıyor
ve Paşa, ‘OLMAZ YOKTUR DEMEYECEKSİNİZ, VARDIR İMAJI VERECEKSİNİZ’ DİYOR”
Kamil Kırıkoğlu demek ki,
vicdanlı bir insanmış ki, bu gerçekleri anılarında anlatmış.
Darbe yapılmış, CHP’liler
sokaklara dökülmüş sevinç gösterileri yapmaktalar. Bu durumu gören İnönü
CHP’lilere sesleniyor ve kayıtlara geçen şu ifade de bulunuyor, ’27 Mayıs’ın ne
içindeyiz, ne de dışında’ Yani henüz bize görev verilmedi demek istiyor.
Gazeteci yazar Bedii Faik,
‘İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci’ adlı kitabının 25. Sayfasında idamlar ve
İnönü, CHP ilişkisine değinmiş,
“İnönü, siyasi hasımlarının idam edilmelerine samimi
olarak karşı idiyse, teşebbüsünü daha o günlerde yapmalı değil miydi? Siyasi
mahkûmlara ölüm cezasının verilmesini doğru bulmayan ve buna karşı olan bir
lider, yabancı devlet başkanlarının teşebbüsleriyle hazır belirmiş olan böyle
bir fikrin hemen üstüne atılıp, o teşebbüs katarına kudretli bir lokomotif
olmak varken ne yapmıştır? Tam aksine bütün dost devlet ricalinin temennilerini
çeşitli kompleksler içinde önemli sayıp saymamak arasında bocalayıp kah çalımlı
kah karasız tavırlar takınan, devlet yönetiminde tecrübesiz askerlerin bu
haline seyirci kalmıştır! Böylece idam fikrinin daha fazla perçinlenmeden, daha
çok macunlaştırılmadan hafifletilmesinin belki de mümkün olduğu günleri, hiçbir
teşebbüs ve telkinde bulunmadan geçirmiştir. Samimi olan hareket, şüphesiz
yabancı devlet erkanınınki idi. İdam kararları bir emrivaki olduktan sonra,
infazı durdurmanın güçlüğünü, ölüm cezalarını verildikten sonra geri çevirmenin
zorluklarını onların bilip de İnönü yaşındaki bir tecrübenin bilmemesi herhalde
düşünülemez. AMA EĞER MAKSAT HEM KURTARMAYI İSTEMİŞ, HEM DE BUNU BÜTÜN
GAYRETİNE RAĞMEN KABUL ETTİREMEMİŞ OLMAK İSE, TABİ O ZAMAN YAPILACAK ŞEY
ELBETTE TAM SON DAKİKADA ORTAYA ATILMAKTIR.”
Ve İnönü de tam son dakikada
ortaya atılmıştır. Rahmetli Nusret Kirişcioğlu, ‘Kayseri Cezaevinde Bir
Yıldönümü, sayfa 111’
“İnönü güya idamlara aleyhtar imiş ve mani olmak için
teşebbüse geçmiş de muvaffak olmamış hissini verecek bir mektup düzenledi. Bu
mektup alakalılara zamanında verilmemişti. Ama yine de kandırılmış bir iki
gazetede böyle bir mektuptan bahsedildi. Böylece İnönü’nün idamlara taraftar
olmadığı hissi yayılmak istendi. Bu tertip İnönü’nün seçimlerdeki sukutunun
(düşüş) mahiyetini ortaya vurmaktan öteye bir fayda sağlayamadı. Hatta bir
bakıma da geri tepti. Çünkü İnönü’nün idamları istediği biliniyordu.”
27 Mayıs darbesine takaddüm
eden günlerde Kore’de bir askeri darbe olmuş ve Syngman Rehee devrilmiş,
İnönü’nün Meclis’te sarf ettiği şu sözlere bakın,
“Türk milleti Kore milletinden daha az haysiyetli
değildir.”
İdamların ikinci sebebi
olarak gösterilen 146/1 Anayasayı ihlal, DP tarafından Meclis Tahkikat
Komisyonu kurulmasına dayandırılır. Halbuki Tahkikat Komisyonu o tarihte
yürürlükte olan Teşkilat-ı Esasiye kanununun 22 maddesine ve Meclis içtüzük 177
maddeye göre tamamen yasal bir uygulamadır.
Darbecilerin başı Orgeneral
Cemal Gürsel, darbeden hemen sonra İnönü’ye telefon ediyor, konuşuyorlar ve
sözlerini şöyle bitiriyor, ‘…emirleriniz bizim için daima peygamber buyruğudur
sayın paşam’ Demokrasi ile idare edilen bir ülkede, darbe olmuş, silah zoruyla
seçim ile gelmiş bir iktidar devrilmiş ve Parlamentoda ana muhalefet partisinin
genel başkanının darbecilerin başına söylediği şu sözlere bakın (İnönü’nün
damadı gazeteci Metin Toker’den öğreniyoruz, İnönü’lü yıllar),
“Memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız,
büyük iş yaptınız, mutlu ve uğurlu olmasını dilerim. Asıl başarınız için ben
sizin emrinizdeyim, paşa hazretleri. Sizleri anlıyorum. NE ZAMAN BİR ARZUNUZ
OLURSA EMRİNİZE AMADEYİM.”
Laf mı bunlar, iş birliği
teklifi yok mu bu sözlerde. 15 Temmuz
2016 darbe girişimi cereyan ederken, bu günkü CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu’da Bakırköy Belediye Başkanının evine gidiyor, lüks bir odada,
lüks bir koltukta darbe girişiminin nasıl sonuçlanacağını televizyondan
seyrediyor. Çıkıp bir kelime etmiyor, herhalde darbeciler kazansa İnönü gibi
davranacaktı. Ama eski cumhurbaşkanımız, Ak Partili Sayın Abdullah Gül, o gece
olayların nereye varacağının belli olmadığı saatlerde tam bir demokrat ruhuyla,
cesaretle şu sözleri sarf ediyor,
''Her şeyden önce Türkiye bir Latin Amerika ülkesi değildir.
Türkiye bir Afrika ülkesi değildir. Türkiye'de bu şekilde bir grubun gece
baskınıyla yönetim değiştirmesi, rejim değiştirmesi mümkün değildir. Asla
mümkün değildir. Dolayısıyla bugün vatandaşlarımın fikri, zikri, inancı,
partisi ne olursa olsun bütün bunları bir yana bırakıp demokrasiye ve milli
iradeye sahip çıkma günüdür, bu bir sınav günüdür. Ayrıca bugün sokağa çıkan
bir kısım askere de şunu söylemek isterim; 'Onların 7 sene Cumhurbaşkanı
olarak, başkomutanlığını yapmış bir kişi olarak emir komuta zinciri altında bir
talimat yoktur. Genelkurmay Başkanı'nın bir talimatı yoktur. Ordu
komutanlarının yoktur, böyle bir durumda kim talimat veriyorsa bunları
kesinlikle dinlemeyin ve bir an önce bu hatadan, bu yanlıştan dönün. TSK'nın
başına karşı yapılan bu rencide edici ve bu kabul edilmez olay asla unutulmaz.
Onun için tekrar söylüyorum; yanlış içerisinde olanlar yanlışlarından
dönsünler, kışlalarına dönsünler, halkla karşı karşıya gelmesinler. Acılar
yaşanmasın. Türkiye bir kaos içerisine girmesin. Halkımıza da hatırlatıyorum ki
bugün demokrasiye sahip çıkma günüdür''
Buraya kadar kısaca özetlediklerimizden, DP çizgisini de CHP
çizgisini de ve aralarında asla bir fikir birliği olmadığını da ifade edebilmiş
olmalıyız. Güneş balçıkla sıvanmaz, olayları tarafsız bir gözle inceleyenler
kimin kim ve ne olduğunu hemen göreceklerdir.
DP ile CHP arasındaki en
önemli fark halkçılıktır. CHP kendi kudretine, kendi azametine,
kendi bünyesine dayanan bir parti iken, DP halka dayanan, her türlü kudreti ve
kuvveti halkta gören, halk desteğinde, halkoylarında bulan bir partidir.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile başlayan, Serbest Cumhuriyet Fırkası ile
devam etmeye çalışan ama önü kesilen milli zihniyet DP ile iktidara gelmiştir.
Açık seçik CHP’nin desteklediği, kışkırttığı 27 Mayıs 1960 darbesi ile DP’nin
de önü kesilecektir. Bu milliyetçi, halkçı zihniyet 1980’den sonra rahmetli
Turgut Özal ile tekrar hizmete başlayacak ancak Özal’ın da şaibeli ölümü ile
yine Türkiye’ye hizmet süreci durdurulacaktır. Çok şükür 2003’den sonra
başbakanımız, cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde Ak Parti ile
DP ruhu, Menderes anlayışı 14 senedir iktidardadır ve büyük hizmetler
yapmaktadır. Konuyu birazcık olsun inceleyenler gerçekleri hemen göreceklerdir.
Zira ‘güneş balçıkla sıvanmaz’
HASAN EMRE OKTAY
Temmuz 2017, Fenerbahçe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder