26 Şubat 2016 Cuma

LAİKLİK, İSLÂM, DEMOKRASİ VE TÜRKİYE; - Dr. Esat KIRATLIOĞLU

LAİKLİK, İSLÂM, DEMOKRASİ VE TÜRKİYE
Dr. Esat KIRATLIOĞLU (*)
Dünya tarihinde demokrasi (demos cratos / halk idaresi), gerçek hüviyeti ile bugünkü demokratik ülkelere yerleşebilmek için, hem çok uzun bir yol kat etti, hem de çeşitli zorlu safhalardan geçti. Demokrasi ilk defa İngiltere’de 1215’de Kral John’a, asiller tarafından zorla ilân ettirilen Magna Carta Libertatum (büyük özgürlük fermanı) ile insan hayatı ile özdeşleşti.
63 md den oluşan Magna Carta’nın 3 ana temeli vardır.
1. Vergiyi toplamak ve sarf etmek kralın yetkisinden alındı ve asillerden teşekkül eden bir kurula verildi. Bu kurula kanun yapma yetkisi de verildi.(ilk parlâmento)
2. İnsanlar ancak kanunla cezalandırılabilir,
3. Adalet satılamaz ve geciktirilemez.
Demokrasi çok daha sonra 1776 da ABD istiklal beyannamesi ve 1789 da Fransız ihtilâli ile dünya ve geniş halk tabakaları tarafından duyulur hale geldi. İnsanlar kızıl derili, siyah derili ya da beyaz derili, sarı tenli olsun efendileri ya da kuvvetlilerce inim, inim inletiliyordu. İmparatorlar ve hükümdarlarca orta çağ dediğimiz zaman diliminde Hıristiyanlara uygulanan zulüm, onları ta Kapadokya’ya (Nevşehir civarı) kadar kaçmaya ve kendilerinin yaptıkları yer altı şehirlerinde yaşamaya mahkûm etmişti.
Ancak bir müddet sonra Papalık ve Kilise, devleti yönetir hale geldi.
Öyle ki, bir Alman hükümdarını aforoz eden Papa’dan af dilemek için (Alman hükümdar) Alp dağlarında tatil yapan Papa’dan kabul edilmesi çaresizliği içinde, aylarca karlı dağlarda sürünmüştür. Kilise artık hükümdarların dahi üstünde idi
            Fransa’da kilisenin yönetime baskısı, ayrıca İmparator’un da halk üzerindeki umursamazlığı had safhaya varmıştı. Halk yoksul ve perişandı. Öyle ki, yiyecek ekmek bulamıyoruz diye feryat eden halka, Kraliçe Marie ANTUANET, “o zaman pasta yiyin” diyordu. Bu şartlar altında 1789 halk hareketi ile Fransız ihtilâli oldu. İhtilâlciler cumhuriyet ilân ederek halkın yönetimini sağladılar ve lâiklik prensibi ile de kiliseyi “devletin üzerinde etkisi olmayan bir yapı” biçiminde organize ettiler (ileride laikliği ele alacağız).
            1299 da kurulan ecdadımız Osmanlı devleti Müslüman bir devletti.
1517 de Yavuz Sultan Selim’in Mısırdan, Halifeliğin Osmanlı hükümdarlığına intikalini sağlamasından sonra, İslâmiyet en yüksek makamında padişahlar tarafından temsil edildi. Osmanlı, bir din devleti olmasına rağmen zaman, zaman yaşanan istisnalar hariç, padişahlar ister Müslüman ister Hıristiyan olsun, tebaalarına adil davranmışlardır.
Esasında bunun sebebi kuranın temel kavramını teşkil eden adalet ve insan sevgisi olup; Bunu emreden Kur-an’ı Kerim’in etkinliğidir. 
            1600 yılları civarında Osmanlı Yönetiminde başlayan zaafiyet, tarihte yaşadığımız hüsranları ve kayıpları katlayarak 1918’deki 1. Dünya Savaşı mağlubiyetini getirmiştir. Bu savaşın sonunda 3 kıtaya hükmeden cihan devleti Osmanlı imparatorluğu, Anadolu da 13 ilin dışında tüm topraklarını kaybetmiştir.
            Atatürk’ün, 19 Mayıs 1919’da başlattığı; “yok oluştan bir mucize” diyebileceğimiz azim, irade, cesaret ve inanışla kazanılan istiklâl harbinden sonra, Cumhuriyetin kurulmasına ve bugünkü sınırlara geliyoruz. Osmanlı’nın “son dönemler” tarihini ve hele, hele 1918 -1922 arasının perişan şartlarını, mükemmel ve tarafsız olarak bilmeyen bir kimse, kulaktan dolma ve alışılmamış yarım, (hem de) taraflı bilgilerle bunu takdir etmesi ve değerlendirmesi; tam manâsı ile bir “hiç hükmündedir”.
            Hıristiyan âlemi yukarıda bahsettiğimiz tarihi olaylarla kendine gelmiş ve eğitime, öğrenmeye büyük önem vermiştir. Hıristiyan âleminde İncil, her milletçe kendi diline tercüme edilmiş, hazreti İsa hakkındaki görüş ve (bazı ayrıntılar hariç) İncil’in birçok içeriği aynen Kur-an’ı Kerimde tekrarlanmaktadır.  Bu durum Tevrat için de geçerlidir. Okuma yazma bilme nispeti Hıristiyan âleminde epeyce ilerlemiş ve incilin bildirisi onlarca daha iyi bilinir hale gelmiştir.  Kur’an da ki bildirilen pek çok konu İncil tarafından da bildirilmektedir.
            1870 yılında halkın Hıristiyan âleminde okuryazar yüzdesi ispanyada 30, Fransa’da 69, İngiltere’de 76, Almanya’da 80, Hollanda da 81’dir. Osmanlı imparatorluğunun o tarihte halkın okuma yüzdesi ise yalnız % 3 tür. 1924 yılında Türkiye de 71 ortaokul ve 5965 öğrencisi, 23 lise ve 1241 öğrencisi, 9 fakülte vardır. (üniversite değil) Nüfus 13 milyondur. Halk maalesef Osmanlı döneminde yukarıda görüldüğü gibi okuma yazma bilmezdi.
Namazını kılacak kadar, belki birkaç fazlası ile ayet veya sure ezberlenirdi. En acı olanı Osmanlı döneminde Kur-an’ı Kerim’in Türkçe tercümesi (meal) yoktu. Okuma yazma bilenler belli sayıda sübyan (çocuk) mektebi mezunlarıydı.  Medrese mezunları dışında hocalarımızın büyük çoğunluğu hafız da olsa,  Kur-an’ı Kerim’in Türkçesini bilmiyorlardı. Ya da kulaktan dolma bilgileri vardı. Kur-an’ı Kerim’in gerçek manasını halka bildirecek medreseli hoca sayısı da sınırlı idi. Halk okuma yazmada bilmiyordu. Üstelik Türkçe meali olan Kur-an’ı Kerim de yoktu.
Üstelik 1924’de, Türkiye’de okur-yazar oranı sadece % 4’tür!..
            Selçuklular döneminde ilim dili Arapça olduğundan kayda değer bir Kur’an çevirisi gelişmesi olmamıştır. Osmanlı döneminin ilk kuruluş yıllarında Elham, Mülk, Yasin, İhlas gibi daha çok yalnız bazı kısa sureler konuşulan Türkçeye çevrilmiştir. (meal) Osmanlı’da, daha sonra ilk Şeyh-ül İslâm Molla Fenari ( 1350 -1430) Ayn-ül Ayan isimli esriyle yalnız Fatiha suresini tefsir etmiştir.
            Tüm Osmanlı döneminde ilk defa Sırrı Paşa (1844 -1895) Sırrı-ı Furkan adındaki iki ciltlik eseriyle Kur-an’ı Kerim’i tercüme ve tefsir etmiştir. Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi de, küçük bir ciltten ibaret Safvetu-l Beyan adlı tamamlanmamış kuran tercüme – tefsirini yazmıştır. O dönemde, bazı âlimler ve sonraki Şeyhülislam Mustafa Sabri efendi, bu tercüme ve tefsir işine karşı çıkmışlardır. Aynı dönemde, bir Şeyhülislam Kur-an’ı Kerim’in Türkçe mealini ve tefsirini yapıyor, bir sonraki Şeyhülislam buna karşı çıkıyordu. Elbette bu durumda yapılan tercüme ve tefsir yurt sathında da tam yayınlanamayacaktır.
            Milletimiz bu şartlar altında asırlarca Kur-an’ı Kerim’in içeriğini tam bilmediği halde, Allaha inanç ve iman kuvveti ile Müslümanlığa hakkı ile sahip çıkmıştır.
            Kur-an’ı Kerim yalnız Araplar için inmedi. Kur-an’ı Kerim’in muhatabı sadece Araplar değil, tüm insanlardır. ( Yunus10/57ısra17/82) Kur’an da her millete kendi dillerini bilen bir elçinin gönderildiği belirtilmektedir. ( İbrahim 14/4 İsra 17/15, Şuara 26/208, Kasas 28/59 ) Demek ki Cenab-ı Allah Kur-an’dan önce insanlara İslamiyet’i kendilerinin dillerini bilen peygamberlerce öğretti. Çünkü Hz. Âdem’den Hz. Peygambere kadar bütün peygamberler İslam’ı tebliğ etti. Hz. Musa ve Hz. İsa dâhil ‘Muhakkak ki Allah katında yegâne Din İslâmdır’ (ALİ İMRAN 3/19)
            Son peygamber Hz. Muhammed’e yüce Allah son kitap Kur-an’ı indirmiştir.
Kur-an yukarıdaki ayetlerde belirtildiği üzere çeşitli dil konuşan tüm insanlığa indirilmiştir. Cenabı-ı Allah Hazreti Muhammed’e tüm insanlığa tebliğ için indirdiği Kur-an’ı “biz onu anlayasınız diye Arapça bir kuran indirdik” diye tavsif ediyor. ( Yusuf 12/ 2)
            İnsanlık âleminde çeşitli milletler ve diller var. Kur-an’ı Kerim tüm insanlık için indirildiğine göre, Arap olmayan milletler Kur-an’ı öğrenmek için Arapça mı öğrenecekler? Bu mümkün mü? Bu ayeti kerime ile milletlere Kur-an’ı öğrenmek için Kur-an’ı kendi dilimize çevirin (meal) diye cenabı Allah emrediyor. Kolaylık budur. Cenabı Allah “Kur-an’ı sana meşakkat çekip bedbaht olasın diye indirmedik buyuruyor. (Taha 20/1-4) Hazreti Peygamberimiz ise: ‘Kolaylaştırın zorlaştırmayın’ buyuruyor ( Müslim 3263)
            Tarihimizde, Kur-an’ı Kerim’in ikinci defa tercümesi, cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra; Atatürk’ün direktifiyle kurulan Diyanet İşleri Başkanlığınca (1924) önce Mehmet Akife yaptırılıyor… Mehmet Akif, Kur-an’ı Kerim’i şiir dilinde tercüme ettiğinden “Kur-an bırakılır, bu meal okunur” diye meali daha sonra vermiyor.
1934 Tarihinde yine Atatürk’ün direktifi ile Diyanet işleri başkanlığınca Elmalılı M. Hamdi YAZIR’a  Kur-an’ı Kerim tercüme ettiriliyor. (meal) Hamdi YAZIR da Kur-an’ı tercüme ediyor ve 10 ciltlik bir tefsir meydana getiriyor. Bu tercüme ve tefsir Atatürk’ün emriyle bütün Türkiye’ye dağıtılıyor. Daha sonraki yıllar pek çok Kur-an’ı Kerim tercümesi ve tefsiri yapılıyor. Böylece en sade vatandaş dahi, kendi dili ile kuranı anlıyor ve tefsiri okuyarak ta derinliğine vakıf oluyor. Eğer tarihimiz boyunca milletimiz Kur-an’ı kendi dili ile okuyup anlamış olsaydı, tarihimiz boyunca ve hala yaşadığımız pek çok lanetlenecek işler meydan gelmezdi.
Ama ne yazık ki tarihimizde, okuma-yazma geliştirilmemiştir ve okuryazarlık da ele alınmamıştır. Yukarıda bu konularda net rakamlar verdim dünyanın en büyük cihan devleti olmasıyla hakkıyla övündüğümüz Osmanlı’nın en büyük ihmali okuryazarlığı ele almamış olmasıdır. Kur-an’ı kerim şöyle buyuruyor ‘kul helyestevillezine yalemune vellezine layalemun’ ‘ deki bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ‘ ‘ (zumer 39/9) bilmek içinde Kur-an’ı Kerim’in ilk ayeti kerimede “ıkra” diye okumayı emretmiş olmasına rağmen Kur-an’ı meşrutiyete kadar tercüme etmemişiz ve kuranı doğru anlamamışız. Okuryazar olmamışız ve dolayısıyla öğrenememişiz ve her şeyde geri kalmışız.
            Laiklik konusun’ da kısaca değerlendirmek istiyorum. Laiklik mana itibariyle bizde en yanlış anlaşılan bir terimdir. Laikliği hala büyük bir ekseriyet bizde dinsizlik olarak bilir.
            Ord. Prof. Ali Fuat BAŞGİL 1955 yılında neşredilen “Din ve Laiklik” isimli kitabında acaba neler yazıyor?..
            Laic, Laique kelimesi, Latince Laicus aslından alınmış Fransızca bir kelimedir.
Lügat manâsıyla ruhani olmayan (kilise mensubu olmayan) insan, fikir ve müessese demektir. Katolik dünyasında Hıristiyanlar ikiye ayrılıyorlar. Bir kısmına Clerge denir. Bunlar din adamlarıdır. Ruhaniler sınıfını teşkil ederler. Bu sınıf da, Regulier ve Seculier diye ikiye ayrılır. Regulıer sınıfından ruhaniler kiliseye kapanıp ömürlerini ibadetle geçirirler, hayattan uzak yaşarlar, Seculier ise, Papaz ve Piskopos gibi halk içinde yaşayan Kilise din adamlarıdır. Laik ise ruhaniler sınıfından bu iki zümreye mensup olmayan Hıristiyan halk tabakasıdır. Bu kelime genişletilerek, kilisenin etkisi altında bulunmayan ve ruhani mahiyeti olmayan prensip ve müesseselere de laik denir.
Bu kelime, hukuk ıstılahına Fransız ihtilâlinden sonra girmiştir.
Ali Fuat Başgil, laik kelimesi sinin hukuki manâsı üzerinde şu bilgiyi veriyor: “Bu günün batı memleketleri hukukunda laiklik dinin devlet işlerine, devletin de din işlerine karışmaması; Devletin tarafsız olması din ve mezheplerden hiç birine farklı muamele yapmaması; Dinin de, bir bağımsızlık içinde ahlâk ve maneviyatın yöneticisi olmasıdır.”
Laik kelimesi dilimize cumhuriyetten önce meşrutiyet döneminde girmiştir
            Osman Ergin, 1977 de yayınladığı “Türk Maarif Tarihi” adlı eserinde, son Osmanlı Sadrazamlarından Müşir Ahmet Paşa’nın şu görüsünü veriyor: “Ziya Gökalp Fransızca laik kelimesini ladini diye tercüme etmiştir. Bu kelimenin manası dinsiz demektir. Bu çok büyük bir tercüme hatasıdır. Fransızlar laikliği, Kilisede din adamı (Ruhban) olmayanlar, halktan olanlar için kullanmışlardır.”
            Yine Osman Ergin, doğuyu da batıyı da iyi bilen Ubeydullah efendinin görüşü şudur diyor: “Laiklik kelimesini ladini diye tercüme etmek fevkalade yanlıştır laik kelimesi dinsiz hükümet, din aleyhinde hükümet diye kullanılamaz. Laik hükümet ‘halk hükümeti’ olarak tercüme edilmelidir. Laik hükümet bir sınıfın değil umumun malı olan hükümet demektir.”
            1970 de yayınlanan ‘Modern Türkiye’nin Doğuşu’ isimli kitabın yazarı Bernard Lewis diyor ki: “Ziya Gökalp’in tam bilmediği Fransızcası ile laique deyimini anlatmak için dinsiz anlamına gelen ladini kelimesini kullanmak zorunda kalması büyük bir talihsizlik idi. Laiklik dinsizliktir tercümesi Türkiye’de herkesi birbirine hasım etti.”
            Ord. Prof. Ali Fuat BAŞGİL yine, “Din ve Laiklik” adlı eserinde diyor ki: “Laiklik dinsizlik ve din düşmanlığı değildir. İnsan iş hayatında devletçe konulan kanunlara göre hareket eder laik olur, diğer taraftan özel hayatında dindar olur..”
            Atatürk ‘her fert dinini diyanetini öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteb’dir demiştir’. Nitekim Atatürk 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat (Eğitimin Birliği) kanunu ile yüksek din mütehassısı yetiştirmek üzere İlahiyat Fakültesi’ni ve ilk defa Camilerde görevlendirilmek üzere İmam ve Hatip yetiştiren İmam-Hatip okullarını gerçekleştirmiştir. Ama öğrenci yokluğundan dolayı İlâhiyat Fakültesi de İmam-Hatip okulları da 1932 de kapanmıştır. Yukarıda 1924 de ortaokul ve liselerin öğrenci sayısını zaten vermiştim, o zaman Atatürk dinsiz olsa din adamı yetiştirecek okul açar mıydı?...
            Osman pazarlı 1979 da yayınladığı Sosyoloji Lise 3 adlı kitabında Atatürk’ün ‘ laik hükümet tabirinden dinsizlik manası çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat vermemek lazımdır’ dediğini yazmaktadır. Atatürk dinsiz olsa böyle konuşur muydu?
            Yılmaz Öztuna, 1978 de yayınladığı ‘Büyük Türkiye Tarihi’ adlı esrinde “Hıristiyanlar kilisedeki din adamlarına “Clerge”, bunun dışında kalanlar için de “laik” terimini, kelimesini kullanmaktadırlar” demekte...
            Laiklik anayasanıza 1924’te girmiştir.
Yukarıda, “laikliğin nasıl doğduğunu ve ne demek olduğunu” ama Ziya Gökalp’in laikliği Fransızcadan “dinsizlik” diye yanlış tercüme etmesini bilim adamalarının ifadeleriyle izaha çalıştım. Maalesef bu yanlış tercüme yüzünden, bunun etkisi altında kalanlar hala bugün dahi laikliğin yanlış anlaşılmasını devam ettirmekte ve laikliğe karşı haksızca hücumlarını inatla ve ısrarla sürdürmektedirler
            Bakara suresinin 256. Ayeti ‘lâ ikrahı fid din’dir’; manası ‘dinde zorlama yoktur ‘ demektir. Yani, Kur-an’ı Kerim kimseyi zorla Müslüman yapamazsın diyor. Bu görüş, tüm müfessirlerin yorumudur. Bu ayet hem peygamber hem de devlet reisi olan Hz. peygambere Kur-an emri olarak geliyor. Hz. peygamber aynı zamanda devleti yöneten kimsedir.
Demek ki Hazreti Peygamber’e devlet reisi olarak “dinde zorlama yapamazsın” buyruluyor. Laiklik de, devletin din üzerinde etkisini kaldırıyor. Kur-an insanı vicdanın da hür bırakıyor. Kur-an laiklik tabirinin kullanıldığı tarihten asırlarca önce bu emri getirmiştir. Öyleyse Kur-an’ı Kerim’in insan üzerinde din etkisi yapamazsın emri asırlar sonra Hıristiyan âleminde laiklik olarak belirlenmiştir.
LAİKLİK ESASINI KURANDAN ALMIŞTIR
            Rahmetli Atatürk din eğitimi veren imam hatip okullarını ve ilahiyat fakültesini açan bir kimsedir. Selçuklular ve Osmanlı tarihi dâhil meşrutiyetteki tek Kur-an’ı Kerim meali (tercümesinden) sonra Kur-an’ı tercüme (meal) ve tefsir ettiren ve tüm Türkiye’ye dağıttıran kimsedir. Bu kimse dinsiz olur mu? Din de zorlama yok emriyle de devlet yönetimini ve dinin vicdan hürriyetini birbirinden ayırmıştır. Camilerimizi koruyup ihya etmek için de vakıflar Genel Müdürlüğü’nü kurmuştur. (1924) Bu kimse dinsiz olur mu?
            Atatürk, Şeyhülislamlığın devamı olan ve Müslümanlara yol gösteren; Ayrıca, Camilerimizi organize eden Müftüleri, Vaizleri, İmam ve Müezzinleri Camilerde görevlendiren ve daha mükemmel teşkilâtlandırılan Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. (1924) Bu kimse dinsiz olur mu?
            Bütün ilim adamları “laiklik dinsizlik değil” diyorlar.
Peki, Avrupa’da, ya da başka kıtalarda laik devlet olarak yönetilen hangi devlet dine karşı bir tutum içerisindedir. Bugünkü Rusya dâhil..
            Atatürk döneminde ve sonra camiler ahır yapıldı diyenler doğruyu konuşmuyorlar. Yalnız 2. Cihan harbinde, Almanlar Trakya’da hududumuza geldiğinde silolarımız olmadığı için silâhaltındaki askerin buğday ihtiyacı için bazı camiler büyük hacimli olduğu için buğday deposu olarak kullanıldı.
Osmanlı tarihini dikkatle okuyanlar, Padişahların Avrupa seferine çıktıklarında, sefere çıkmadan önce yol boyunda bulunan ve/veya yapılan bazı camileri buğday deposu olarak kullandıklarını bilirler. Cumhuriyet’ten sonra nerde hangi cami ahır yapıldıysa iddia sahibi bunu ispatlamalıdır.
            “Devlet laik olur insan laik olamaz” diyenlere Ord. Prof. Ali Fuat BAŞĞİL, “Din ve Laiklik” isimli kitabında şöyle cevap veriyor: “İnsanlar iş ve münasebetler hayatında devletin çıkardığı kanunlara göre hareket ederler laik olurlar özel hayatında ise dindar olarak yaşarlar.
            Cumhuriyet kurulduktan sonra, bugün dahi halâ laikliği dinsizlik olarak anlayanlar ve bazı münevverlerimiz dâhil devleti hep itham etmişlerdir ve etmektedirler. Sanki Türkiye dinsizleştirilmiş gibi ve bunlar doğruyu bir türlü öğrenmemişlerdir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi Atatürk’ün İslamiyet’i korumak için aldığı bütün tedbirler rağmen Ziya GÖKALP’İN laikliği dinsizlik diye yanlış tercüme etmesinden maalesef Atatürk ve devlet bu ithamlardan kurtulamamıştır. Üstelik Yukarıda belirttiğim gibi Atatürk bu fesat sahiplerine karşı çıkmak için halkı ikaz etmiştir.
            İnsan hak ve hürriyetinin korunmasını esas alan insanlara yardımın şart olduğunu belirten zulüm ve haksız insan öldürmeyi haram kılan hatta ırklar arasındaki ayrıcalığı kaldıran dinde dahi zorlamanın olmadığını emreden ve kimsesizleri koruyan bugün demokrasi dediğimiz idare şeklinden çok daha üstün vasıflarca insana sahip çıkan bir kuranı kerim vardır. Ama maalesef onu tam manasıyla anlayıp ona uymamışız. Asırlarca ve hala Kurana uyulmayıp kuranda olmayan mezhepler adına yapılan kavgalar ile ve Kuranın emirlerine karşı aykırı düşünerek İslâm’ın ruhuna uymayan ama İslam uğruna diyerek pek çok insanı hunharca öldürerek dünyamız cehenneme çevrilmiştir ve çevrilmektedir. Maide suresi 5/32. Ayet de Kur-an’ı Kerim şöyle buyuruyor: “Kim haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur.” Elbette ki bunun cezası cehennemlik olmaktır. Kuran bir can diyor Müslüman ya da Müslüman olmayan demiyor ve böylece Kur-an tüm insanlığı koruması altına almıştır.
İnsan huzuru için Kur-an’ı Kerim’e uymak ne büyük fazilettir.
Hz. Peygamberden sonra (Halife olan dört devlet başkanını sahabenin) halkın seçtiği bir İslâm devleti var.
Demek ki demokrasi İslamiyet’in geleneğinde mevcuttur.
            1946 da, tarihi ve kadim Demokrat Parti’yi kuran Celal BAYAR, Adnan MENDERES, Refik KORALTAN ve Fuat KÖPRÜLÜ, böyle ulvi duygularla halkın seçtiği bir yönetimi gerçekleştirmek için demokrasi mücadelesi verdiler ve bu mücadeleyi 1950 yılında kazandılar.
            Halkın seçtiği Demokrat Parti’nin Baş Vekili (Başbakanı) ve akabinde Genel Başkanı olan Adnan MENDERES, böyle ulvi, mukaddes bir görev “gerçek laiklik, insan hakları, adalet ve demokrasi” uğruna şehit olan bir Türk ve İslam büyüğüdür.
            Ben de; 1954 yılından itibaren Demokrat Parti Millet Vekili ve sonra yassı ada mağduru olan ağabeyimle birlikte başladığım ve iftiharla yüklendiğim “demokrat misyonu” bugüne kadar kesintisiz yürüttüğüm için bahtiyarım.
            ***
                (*) Ahmet Esat KIRATLIOĞLU: (1930 Nevşehir,) Avusturya Graz Üniversitesi Jeoloji Fakültesi mezunu. Aynı Fakültede Doktora derecesi aldı. Nevşehir Belediye Başkanlığı, İller Bankası Genel Müdürlüğü, TBMM, XIV, XVI, XVIII., XIX.ve XX. Dönem (AP ve DYP) Nevşehir Milletvekilliği ile Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı ve Devlet Bakanlığı yaptı. Evli ve 3 çocuk babasıdır.

6 Şubat 2016 Cumartesi

ANKARA KALESİ "Batı Üçgeninden, Dünya Dörtgenine" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

ANKARA KALESİ                    
BATI ÜÇGENİNDEN DÜNYA DÖRTGENİNE
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
            Türkiye   Cumhuriyeti  dünya ana karasının tam ortasında yer alan merkezi bir jeopolitik konuma sahip olan orta boy  bir ülkedir . Dünya haritasına bakıldığı zaman görülen bu durum, Türk devletinin  bugünün koşullarında Türkiye’nin nasıl bir konuma sahip olduğunun  en açık göstergesi  olarak  öne çıkmaktadır . Türkiye dünyanın kenarında kıyısında ya da en ucundaki bir ülke değil ama  merkezi coğrafyanın tam ortalarında yer alan önemli bir ülkedir . Bir imparatorluğun yıkılmasından sonra kurulmuş olmasına rağmen ,  Türkiye’nin büyükçe sayılabilecek  orta boy yüzölçümü  böylesine zengin ve güçlü bir jeopolitik konum ile birleşince  , dünyanın önde gelen süper güçlerine ya da emperyalist büyük devletlerine karşı  direnebilecek ve kendini koruyabilecek bir önemli  avantajı da beraberinde  getirmektedir . Selçuklu-Osmanlı- Türkiye sıralamasıyla bin yıldır devam edip gelen Türklerin  merkezi coğrafya hegemonyası bugünkü durumların  hem anlaşılmasında  hem de değişiminde anahtar sayılacak bir  öneme sahip bulunmaktadır . Türklerin Malazgirt savaşı ile Anadolu’ya girişi  sonrasında  başlayan bin yıllık süreçte  , merkezdeki Türk devletleri büyük güçler olarak dünya tarihinin belirlenmesinde önde gelen bir role sahip olmuşlardır .
            Yeryüzü haritasında Amerika kıtası sol tarafta ana karanın dışında yer alırken  ve  Avustralya kıtası da  doğu bölgesinde dışarıda kalmış bir kıta olarak göze çarparken , Asya,Afrika ve Avrupa kıtalarının bir araya gelerek ortak bir kara topluluğu meydana getirmesi  üzerine dünya anakarası bu üç kıtanın birlikteliğinden ortaya çıkmıştır . En büyük kıta olarak Asya konumunu korurken , Avrupa bu kıtanın batıya doğru uzanan parçası olmuş , Afrika da güneye inen bir doğrultuda  kıtasal bir konuma sahip olmuştur . Bu üç kıtanın birlikteliği beş kıta arasında dünya ana karası olarak birlikte  bir yapılanmayı gündeme getirmiş ve bu doğrultuda üç kıtanın kesişme noktasında yer alan ülkelerin bulunduğu  bölgeye merkezi coğrafya ya da  yeni moda olan deyimi ile orta dünya adı verilmiştir . Daha önceki dönemlerde var olan Atlantik ve Mu kıtalarının okyanusların altında kalarak batması üzerine yeryüzü beş ana kıta etrafında oluşmuş   ve  böylesine bir  dünya yapılanması  binlerce yıl ötesinden  gelerek ortaya çıkarken , bugünkü  Türkiye ve komşusu olan ülkeler üç kıta arasında merkezi  alan olarak bir jeopolitik konuma sahip olmuşlardır . Ana karayı oluşturan üç kıta birlikteliği  ,bu birlikteliğin ortasında yer alan geniş bölgeyi merkezi coğrafya olarak öne çıkarırken ,doğu-batı ve kuzey-güney eksenleri bu duruma göre biçimlenmiştir . Bu duruma göre , Türkiye’nin batısı batı ,doğusu doğu , kuzeyi kuzey güneyi de güney olarak adlandırılmaktadır . Bir anlamda Türkiye merkezi konumu ile yönlerin belirlenmesinde kriterleri  oluşturan ana  çıkış noktası durumuna gelmiştir .Dünyanın doğusu ile batısı ya da kuzeyi ile güneyi belirlenirken ,Türkiye hareket noktası olmuş ve bu ülkenin durumuna göre diğer ülkelerin jeopolitik konumları belirlenebilmiştir .
            Türkiye  merkezi konumu ile dünyanın ortalarında  yer alırken , dünyanın batı bölgesinde ya da doğusunda , veya kuzeyi ile güneyindeki bütün gelişmeler ister istemez  merkezi coğrafyayı etkilemiştir . Doğu bölgesi olan Asya kıtasında ortaya çıkan büyük devletler ya da imparatorluklar  kıtasal hegemonya sonrasında merkezi alana gelerek  Anadolu  ve Arap yarımadaları üzerinde de egemen olmaya çalışmışlardır . Bu çerçevede doğu güçlerinin dünya egemenliği için merkezi bölgeye kesinlikle gelerek buraları da  kendi sınırları içerisine katmaya çalışmışlardır .Benzeri bir gelişme  batı dünyasında ortaya çıkmış  , batı ülkelerinde egemen olan büyük güçler dünyanın ortalarına gelerek merkezi alanı da  ele geçirebilme doğrultusunda  girişimlerde bulunmuşlardır . Dünya tarihi incelendiği zaman  , doğudan ve batıdan büyük güçlerin   Orta Doğu denilen bu bölgeye gelerek  merkezi egemenlik peşinde koştukları  görülmüştür . Tarihin ilk dönemlerinde daha çok Asya kıtasından çıkan uygarlıklar batıya doğru  kayarken ,  Mezopotamya  üzerinden  merkezi alana girmeye çalışmışlardır . Hint yarımadası ile Mezopotamya arasında bir uygarlık geçişi çizgisi her zaman için  gündeme gelebilmiştir . Dünya haritasının doğu kıyılarında beliren ilk uygarlıklar  daha sonraları  Mezopotamya ve Mısır bölgelerine doğru kayma gösterirken  , merkezi alanda bir doğu etkisi uzun süre etkin olmuştur .
            Mezopotamya ile merkeze gelen uygarlık daha sonraki aşamada Mısırın ,Eski Yunan ve Roma aşamalarından geçerek batıya doğru yöneldiğinde merkezi coğrafya bir anlamda uygarlıklar köprüsü olarak dünya  tarihinde önde gelen bir kilit rol oynamıştır . Doğudan merkeze kayan uygarlık çizgisi daha sonraki aşamalarda  Mısır  ile  Eski Yunan ve Roma İmparatorluğu üzerinden batı uygarlığına giden yolu açmıştır .  Bu aşamada , daha önceleri var olan merkez ile doğu çekişmesi zamanla  merkez ile batı çekişmesine dönüşmüştür . Mezopotamya ve Mısır uygarlıkları döneminde  doğu ve batı  baskısından uzak bir merkezi bağımsızlık dönemi yaşayan orta dünya bölgesi  ,Milat dönüşümü aşamasında  batı dünyasının büyük imparatorluğu olan Romalıların kontrolu altına girmiştir . Roma İmparatorluğu bir Akdeniz yapılanmasına dönüştüğü aşamada  ortadan ikiye bölünmüş ve   Roma merkezli bir doğu imparatorluğu ile birlikte, bir de Konstantinapolis merkezli  batı imparatorluğu  olarak ikili bir yapıda devam etmiştir . Büyük imparatorluğun  asıl merkezi Roma kenti olduğu için , doğu bölgesindeki  Bizans yapılanması  gene merkezi coğrafyada ortaya çıkan yeni bir dönem olmuştur . Orta dünyadan çıkan Hrıstıyanlık Roma imparatorluğunu yıkarak bütün Avrupa kıtasına yayılınca merkezdeki Yahudi devleti olarak  İsrail dağılmıştır . Merkezi alandaki  Mezopotamya gücü Babil Krallığı ile , batıdan gelen güç olan Roma İmparatorluğunun merkezi alanda sağladıkları egemenlik düzeni  , Yahudiliğin merkezi gücünü kırınca,  Hrıstıyanlık  bütün Avrupa kıtasında ve Akdeniz kıyılarında  hızla yayılarak  batı üzerinden merkezi alanı da etki altına almak istemiştir . Nitekim bu doğrultuda ondan fazla haçlı seferi düzenlenerek  merkezi alan da Hrıstıyan egemenliği kurulmaya çalışılmış ama  Asya kıtasının içlerinden gelen Türk boylarının akınları sayesinde  haçlı örgütlenmesi  önlenmiştir .
            Üç büyük tek tanrılı dinin ortaya çıktığı merkezi alan toprakları bu yüzden kutsal topraklar olarak adlandırılmış ve bu doğrultuda üç büyük din arasında  ,orta dünya çekişmesi  genişleyerek devam etmiştir . Bizans’ın çöküşü üzerine merkezi coğrafyadan büyük göçler gündeme gelmiş ve   Avrupa üzerinden  batılı ülkelerin denizlere açılması ve okyanuslar üzerinden dünya kıtalarını ele geçirmesi tarihsel bir süreç içerisinde tamamlanmıştır . Bu yüzden merkezdeki ülkelerin nüfusu  azalınca Bizans devleti çöküşe  sürüklenmiştir . Güneş görmeyen karanlık Avrupa  bütün orta çağ boyunca batılı insanları rahatsız edince  , Avrupalılar çareyi denizlere açılmakta ve okyanuslar üzerinden diğer kıtalara göç etmekte bulmuşlardır . Ege ve Akdeniz kıyılarında yaşayanlar denizlere açılınca merkezi coğrafyada ciddi bir nüfus eksilmesi meydana gelmiş ve bu durumda  merkezi alan imparatorluğu olan Bizans devleti çökmek zorunda  kalmıştır . Bizansın çöküşe geçmesiyle birlikte  Orta ve Kuzey Asya bölgelerinden gelen Türk kavimleri Horasan üzerinden Kafkasya ,Anadolu ,Suriye ve Irak bölgelerine yerleşmişlerdir . Böylece  çöken merkez  doğulu güçlerin eline geçmiş ve Bizans sonrasında gündeme gelen  Haçlı seferleri ile Avrupalı Hrıstıyanlar yeniden merkezi alanı ele geçirme girişimlerinde bulunduğu aşamada , Selçuklu İmparatorluğu ile orta dünyaya gelen Türk toplulukları buna karşı çıkarak savaşmışlar ve  Bizans devleti sonrasında merkezi alanın Türkleşmesini bin yıl önce  sağlayarak  Avrupalı Hrıstıyanlara  izin vermemişlerdir . Böylece binli yılların başlarında , merkezi alanda Türk boyları üzerinden bir Türk hegemonyası tesis edilmiş ve bu durum  günümüze kadar sürüp gelmiştir .
            Doğudan gelen uygarlık rüzgarları  Mezopotamya , Mısır ve Eski Yunan gibi merkezi bölgelerde  yeni uygarlık bölgelerini ortaya çıkarırken , merkezi alana en büyük saldırı Roma İmparatorluğu üzerinden gelmiş  ve  putperest Romalılar merkezi devlet olan İsrail’i yıkarak  orta alanı kendilerine bağlamışlardır . Bu durumda  batı insiyatifinin  merkezi alana kayması ile önce Yahudi devleti yıkılmış , sonra da buna tepki olarak Hrıstıyan dini bu bölgede çıkmış , tek tanrılı dinler merkezi alanda ortaya çıktıktan sonra hızla batıya doğru yayılmışlar  ve bu sürecin sonunda  bütün Avrupa Hrıstıyanlığın kontrolu altına girince ,  Roma İmparatorluğu yıkılmış ve bu yapının doğu uzantısı olarak Bizans devleti de  , Türkler İstanbul’u fethederek  merkezi alana egemen oldukları ana kadar  beş yüz yıl boyunca  Bizans  üzerinden  Avrupa Hrıstıyanlığı etkili olmuştur . Batı uzantısı Bizans’ın yıkılması üzerine Orta Doğu bölgesinde  meydana çıkan  otorite boşluğunu doldurmak üzere Avrupa ülkeleri Haçlı seferleri ile  saldıralara geçerken ,  Horasan bölgesinde orta ve kuzey Asya’dan gelen Türk boyları ile bir doğu gücü olarak Selçuklular merkezi alana el koymuşlardır . Asya kıtasındaki doğulu Türk devletlerinin uzantısı olan Selçuklular  , dünyanın orta yerinin yeniden Avrupalı güçlerin ya da Hrıstıyan ordularının eline geçmemesi için  merkezi alana  egemen olmuşlar ama İstanbul’u fethedemedikleri için  doğu ve batıdan gelen saldırılara çok fazla direnemeyerek, iki yüz yıl sonra gene doğulu bir güç olan  Moğol ordularının saldırıları sonucunda  dağılmış ve  Anadolu yarımadasında beylikler dönemi başlamıştır .
            Beyliklerin içinden  Osman bey diye birisi çıkarak  teker teker merkezi alan beyliklerini kendisine bağlayarak Osmanlı devletini kurmuş ve daha sonraki aşamada da  İstanbul’u fethederek  batıya doğru yönelmiştir . İstanbul’u alan Fatih merkezi alandaki egemenliğini güvence altına alabilmek için batıya doğru seferlere çıkmış  , Akdeniz üzerinden İtalya’ya kadar giderek merkezi devleti  yanıbaşındaki  Avrupa kıtasının büyük devletlerine karşı korumaya çalışmıştır . Kafkasya ile Balkanlar arasında yer alan Osmanlı devleti  merkezi siyasal yapılanma olarak ortaya çıkmış  , daha sonraları çevre ülkelerde yayıldıkça kendisini en büyük devlet  anlamında Devlet-i  Aliye olarak  adlandırmaya başlamıştır .Üç kıta ortasında yer alan Osmanlı İmparatorluğu kıtaların birleştiği noktada aslında üç yarımada üzerine kurulmuştur . Asya kıtasından Asya minör adı ile uzanan Anadolu yarımadası , Avrupa kıtasından  doğuya doğru uzanan Balkan yarımadası , Afrika kıyılarından başlayarak Anadolu’ya kadar uzanan Arap yarımadası bir anlamda Osmanlı devletinin  topraklarını meydana getirmiş ve üç kıta  ile üç yarımada üzerine kurulu bulunan  Devlet-i Aliye , Osmanlı ordusunun sürekli olarak üç kıta toprakları üzerinde savaşmasıyla  yedi yüzyıllık bir zaman dilimi içinde merkezi coğrafyanın egemeni olmuştur . Roma ve Bizans’ın batı uzantısı olmasına rağmen Selçuklu ve Osmanlı doğu uzantısı güçler olarak merkezi alanın egemen devletleri olabilmişlerdir .
            Orta çağ sonrasında batılı devletler  bütün dünyaya denizler üzerinden yayılırken  , ortaya altı büyük sömürge imparatorluğu çıkmış ve bunlar da daha sonra dünya hegemonya yarışına girmişlerdir . Onlar arasındaki çekişme onbeşinci asırdan yirminci asıra kadar devam etmiştir . Avrupa’nın Atlantik kıyısındaki  devletler birbirleriyle yarışarak dünyanın her yerini  sömürge imparatorluklarına  çevirirken  kıtaları kendi aralarında paylaşmışlardır . Beş yüzyıl dünyaya egemen olma mücadelesini yürüten batılı sömürge imparatorlukları ,yirminci yüzyıla gelince merkezi alanı kendine hedef olarak seçerek Akdeniz üzerinden  , dünyanın merkezi sayılan  Orta Doğu’ya gelmişlerdir .  Böylece  gene batılı güçler merkezi alanı kendi hegemonyaları altına alabilme doğrultusunda  yeni bir merkezi bölge yapılanmasını gündeme getirmişlerdir . Dünya tarihinde sürekli olarak doğu ve batı güçleri arasında kalan  bölgede, bu gibi güç merkezleri   kendi hegemonya düzenlerini  evrensel bir  imparatorluğa dönüştürürken  yer kürenin doğusundaki ya da batısındaki  egemenlik alanları içerisine merkezi alanı da dahil ederek  ,mutlak bir egemenlik peşinde koştukları tarihin çeşitli evrelerinde görülmüştür . Yirminci yüzyıla girerken , dünyanın merkezinde yer alan Osmanlı devleti çöktüğü için batılılar Devleti Aliye’nin topraklarına girmişlerdir . Bu aşamadan sonra da merkezi kontrol batı dünyasının eline geçmiş  ve böylece  Selçuklular ile başlayan bin yıllık  doğu hegemonyası dönemi sona ermiştir .
             On dokuzuncu  yüzyılın  son çeyreğinde  kuzeyden Ruslar  Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden güneye doğru inerlerken  merkezi alanı yeni bir Asya gücünü kaptırmak istemeyen  batılı ülkeler  Doğu Akdeniz’e gelerek Kıbrıs adasına yerleşmişlerdir . Avrupa kıtası adına bütün dünya kıtalarını sömürgeleştiren İngiltere ve Fransa ikilisi , Kıbrıs adası üzerinden  bütün merkezi alana yayılarak Osmanlı imparatorluğunun topraklarını zamanla  paylaşarak işgal etmişlerdir . Böylece merkezdeki büyük devlet  daha çökmeden büyük bir saldırıya uğramış ve toprakları  emperyal  güçler tarafından  paylaşılmıştır .Bu aşamadan sonra dünya büyük bir hesaplaşmaya sürüklenmiş ve  yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde  ortaya çıkan cihan savaşı ile  merkezde yer alan Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte Rus Çarlığı ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu , batılı emperyalistler tarafından  uzun süren savaşlar sonucunda yenilerek  merkezi alan üzerinde  İngiltere ve Fransa sömürge imparatorlukları aracılığı ile batı hegemonyası tesis edilmiştir . Beş yüz süre ile bütün dünya kıtalarını  denizler üzerinden kontrol eden  bu batılı birliktelik en sonunda dünyanın merkezi coğrafyasına da gelerek  merkezin mutlak egemenliğini ellerine geçirmişdir . İngiliz donanmasının İstanbul boğazına girmesiyle birlikte  , Devleti Aliye’nin merkezi hegemonya  dönemi sona ermiştir .
            Merkezi alanın ortalarında böylesine bir gelişme ile batı üstünlüğü kurulurken , merkezin kuzeyinde yer alan   Rus  bölgesindeki Çarlık düzeni de , Amerika Birleşik Devletlerinin desteklediği Japonya’nın ordularının Rusya topraklarına  dünyanın arkasından girmesiyle  yıkılma noktasına gelmiştir . 1856 yılında dünya denizlerine açılan  Amerika Birleşik Devletlerinin donanmaları aynı dönemde hem İstanbul’a hem de Tokyo’ya gelerek  yeni bir dünya açılımı başlatmışlardır . Osmanlı devletinde ABD destekli Amerikan okulları imparatorluğun parçalanmasının yolunu açarlarken , Japonya gibi bir büyük deniz gücü de  Büyük Okyanus kıyılarından Rus topraklarına girerek ,bu büyük imparatorluğun çökertilmesine giden yolu açmıştır . Ön taraftan yıkılamayan Rus emperyalizmi , ABD destekli Japonların arkadan saldırmaları sayesinde  dağıtılarak  batı emperyalizminin en büyük rakibi ve düşmanı konumundaki  Rus Çarlığı  tarihe mal edilmiştir . 1905 yılında çökertilen Rusya  Birinci Dünya Savaşına bu hali ile sürüklenmiş  , sosyalist devrimin gerçekleştiği 1917 yılına kadar on yılı aşkın bir süre içinde  bir türlü toparlanamamıştır . Böylece dünyanın merkezi bölgesi olarak  atlaslarda yer alan Avrasya bölgesinin kuzeydeki büyük ülkesi olan  Rus İmparatorluğunun , batılı güçlerin merkezi alana geldikleri   Birinci Dünya Savaşı sırasında  emperyalizme karşı direnme gücü ortadan kaldırılmıştır .İngiltere ve Fransa  Avrasya’nın  güneyinde yer alan merkezi imparatorluk  olan Osmanlı devletini yıkarken , yeni büyük güç olarak dünya sahnesine çıkan Amerika Birleşik Devletleri de  Japonya’yı hem kullanarak hem de destekleyerek , Avrasya’nın kuzeyinde yer alan büyük merkezi güç olarak Rus İmparatorluğunu ortadan kaldırmıştır . Yirminci yüzyılın ilk yılları iki büyük merkezi  devletin çöküşü ve güçlerinin tasfiyesi dönemi olarak tarihe geçmiştir .
            İngiltere ve Fransa ortaklığı bütün dünya kıtalarını  Atlantik okyanusu kıyılarından yönetirken  karşı kıyıdaki Amerika Birleşik Devletleri  eski bir İngiliz sömürgesi olmaktan çıkarak yeni büyük güç olarak uluslar arası alana çıkış yapmıştır . Osmanlı ve Japon imparatorluklarını  Avrupalı  emperyalistlere karşı kendi yanına çekmeye çalışan  ABD emperyalizmi  ,İngiliz ve Fransız ordularının tam Kafkasya üzerinden  Rusya alanına girmeye hazırlandığı aşamada , New York borsasından yüklü bir miktarda  Amerikan dolarını Troçki isimli bir devrimci aracılığı ile  Rusya’ya göndererek , bu para aracılığı ile Kızıl Ordu’yu kurdurmuşlar ve daha bütün ülke ele geçirilmeden Kızıl Ordu  Azerbaycan’a gönderilerek  Avrupa ordularının önü kesilmiştir . Tam bu aşamada Almanya’da Osmanlı ordusunu devreye sokarak Amerikan ve İngiliz  projelerine karşı kendi planını bölgede oynamak istemiş ama  Rus devrimini Avrupalıların Rusya topraklarını işgal etmesine karşı destekleyen  Amerikan emperyalizmi, İngiltere ile işbirliği yaparak böylesine bir karşı manevraya izin vermemiştir . Bir anlamda dünya hegemonyası kavgasında büyük bir kapitalist devlet olarak ortaya çıkan  Amerika Birleşik Devletleri , Avrupa emperyalizminin Rusya gibi çok geniş bir ülkeyi  işgal etmesini önlemek amacıyla  sosyalist devrimi karşıt bir çizgide desteklemiştir . Amerikalılar Birinci Dünya Savaşı sırasında savaş alanlarında görülmemişler , İngiltere’yi arkadan desteklemişler ama  Avrupalıların  yıktıkları Osmanlı İmparatorluğu üzerinden merkezi alanının kuzeyindeki büyük  ülkede kapitalizmin karşıt kutbunu oluşturarak ,geleceğe dönük bir biçimde kendi hegemonya düzenlerini  kurmaya çalışmışlardır . New York borsasından  gönderilen dolarlar ile  Sovyet devriminin finansmanı sağlanmış  ve savaş sırasında da Amerikan ordusu Vladivostok’tan  Rusya’ya girerek  hem Kızıl ordunun kuruluşunda hem de  Sovyetler Birliği devlet düzeninin kurulmasında  içeriden katkı sağlamışlardır . Savaş bitince gizlice  ülkeye girdikleri Vladivostok’tan sessizce  ama resmi törenle geri çekilerek  Sovyetler Birliği gibi bir büyük dev siyasal yapılanmayı hem Avrupalı ülkelerin karşısına çıkarmışlar hem de  bu büyük ülke üzerinden oluşturulan sosyalist kutbu  ABD merkezli batı kutbunun karşıt gücü olarak gündeme getirmişlerdir .
            Yirminci  yüzyıla girerken yüzyılların yorgunluğu ile  İngiltere ve Fransa Pirus zaferleri kazanmışlar ama yeni bir dünya düzenine geçilirken de  geri cephe de kalan ABD , ikinci dünya savaşına giden yolda hazırlıklarını yaparak  yirminci yüzyılda geleceğe dönük bir çizgide yeni bir yapılanmanın önünü açıyordu .Avrupa emperyalizminin önü Rusya’da karşıt bir kutup başı yaratılarak önlenirken , Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz donanmasının İstanbul’a geldiği bu kez de İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan donanması  İstanbul boğazına gelerek , merkezi alanın yeni  patronu konumunda  bu kez de Osmanlı devletinin mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyetinin  tepesine çıkıyordu . Savaşın hemen bitiminde  İstanbul’a gelen Amerikan donanması yeni dönemin merkezi bölge egemeni olarak Amerika  Birleşik Devletlerini öne çıkarıyordu .Yahudi nüfusun kontrolu altında bulunan  Amerikan ordusu merkezi coğrafyaya gelir gelmez, hemen Siyonist planın amacı olan  İsrail devletinin kuruluşunu sağlıyor ,böylece iki bin yıl sonra orta dünyada üçüncü kez bir Yahudi devleti olarak İsrail’in kurulmasıyla birlikte  dünyanın merkezinde , Avrupa hegemonyası olan İngiliz-Fransız düzeni geride bırakılarak, yerine  ABD ordusu aracılığı ile  bir  Amerikan-İsrail ortaklığı oluşturuluyordu . Orta Doğu devletlerinde yaşamlarını sürdürmekte olan açık ve gizli Yahudi nüfus da bu doğrultuda harekete geçince ,hem İsrail’in kuruluşu hem de bölgede  Siyonizm çizgisinde bir Atlantik insiyatifi kolaylıkla oluşturulabiliyordu . Yirminci yüzyılın başlarında  merkezi alandaki Osmanlı egemenliği sona erdirilirken  yerine İngiliz ve Fransız insiyatifinin  etkinliği devreye giriyordu . Ne var ki , kısa bir süre sonra gündeme gelen İkinci Dünya Savaşı merkezi alandaki Avrupa hegemonyasını sona erdirirken Amerikan döneminin önü açılıyor ve bu aşamadan sonra da yeni kurulan İsrail’in öncülüğünde bir Siyonist yapılanmaya giden yolda emin adımlarla ilerleniyordu .
            İki  büyük dünya savaşı aslında dünyanın merkezi bölgelerini ele geçirme kavgalarının sonucu idi . İlk savaşta İngiltere , ikinci savaşta Amerika  merkezi alanın yeni efendileri olarak öne çıkarlarken , yıkılan Osmanlı devletinin topraklarında ulus devlet modasına göre kurulmuş olan yirminci asır devletlerinin de yeni yüzyılda ortadan kaldırılmasıyla , İsrail’in öncülüğünde bir  üçüncü dünya savaşı senaryosu  dünya devletlerinin  gündemine sokuluyordu . Merkezdeki batı hegemonyası süreci  İngilizlerin bölgeye gelmesiyle başlıyor , ABD ile  yoluna devam ediyor ve bu süreçte kurulmuş olan İsrail’in öne çıkmasıyla birlikte  , merkezi alanda gerçekleştirilecek bir  kutsal savaş olan Armegeddon  çatışmalarıyla,  orta dünya merkezli yeni bir dünya imparatorluğunun kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi  kurulması  söz konusu oluyordu . Almanya,Fransa ve Rusya  gibi büyük devletler  Anglo-Saksonlar ile Yahudilerin ittifakına dayanan böylesine bir geçiş dönemini kabül etmekte zorlanırlarken , başta Türkiye olmak üzere , Osmanlı sonrasında kurulmuş olan bütün merkezi coğrafya devletleri terör ve savaş yolları ile tasfiye edilme noktasına getiriliyorlardı . Merkezi alanda  hegemonya oluşturma aşamasına gelen her üç batılı güç  kendi varlıklarını merkezde güçlendirecek plan ve projeleri hem bölge devletlerine empoze ediyorlar hem de kendi dış politikalarını bu doğrultuda geliştirerek  merkezde kendi çıkar düzenlerine en kısa zamanda sahip olmak istiyorlardı . Sahip oldukları güçlü konumları ile uluslar arası alanda etkili olarak kendi istediklerini gerçekleştirecek bir konjonktürü kendi çıkarları doğrultusunda merkezi alanı biçimlendirme  amacıyla  harekete geçirebiliyorlardı .
             Merkezi alanın kuzeyindeki ve güneyindeki büyük imparatorlukların dağıtılmasıyla birlikte ,yirminci yüzyıl sonrasında  orta dünyada bir batılı üçgen kurulmuştur . Türkiye ve komşuları bu noktada Avrupa üzerinden İngiltere ile , okyanus ötesinden Amerika Birleşik Devletleri ile muhatap olurken  ikinci dünya savaşı sonrasında da  merkezi coğrafyanın güney bölgesinin tam ortasında kurulmuş olan İsrail olgusu ile karşı karşıya getiriliyordu . Merkezin çöküşü ile batının merkeze saldırısı  bir  yüzyılı geçmiş ve Türkiye ile komşuları Avrupa-Amerika ve İsrail üçgenine sıkışıp kalmışlardır . Bu nedenle , Türkiye ve Orta Doğu’nun durumu batı üçgenine hapsolup kalmaktır . Türkiye’nin batı ile ilişkilerinde  her zaman için Avrupa kıtası ön planda olmuştur . İngiltere bir Avrupa  ülkesi olarak  Türkiye ile ilişkilerinde diğer Avrupa ülkeleri ile birlikte hareket ederek  yalnız kalmamaya gayret etmiş  , hem bir dünya devleti hem de bir Avrupa ülkesi olarak değişik konumlarından yararlanarak Türkiye üzerindeki etkinliğini pekiştirmiştir . İngilizler  Türkiye’nin batı bloku ile olan ilişkilerini  Avrupa kıtası üzerinden  ayarlarken , kendi çıkarlarına da öncelik vermeyi unutmamışlar ve kalıcı kadrolar aracılığı ile bölge devletlerinin içine girerek yerleşmişlerdir . Benzeri girişimleri Amerika Birleşik Devletleri de  yapmış ve  İngilizlerin kurdukları devlet yapılarının içine askeri ve sivil üsler kurarak  , bölgedeki hegemonyayı İngilizlerin elinden alabilmenin arayışı içinde olmuşlardır . İsrail ise zengin lobilerin ve  gerçek kimliklerini gizleyen kripto  ırkdaşları ile yakın bir işbirliği içinde  ellerinde tuttukları dünya ekonomisi üzerinden, kendi plan ve projelerini öncelikli olarak  devreye sokmaya çalışmıştır . Bu çerçevede , gelişen olaylar doğrultusunda  merkezi alanda  ABD,İngiltere ve İsrail üçlüsünün bir batı üçgeni oluşturduğu rahatlıkla söylenebilmektedir .Batı üçgeni , uygulamada  Atlantikçilerin ve Siyonistlerin batı dünyasındaki Almanya,Fransa,İtalya  gibi rakiplerini de geride bırakarak  Orta Doğu bölgesine egemen olmasını ana hedef haline getirmiştir .
            Osmanlı devleti sonrasında merkezi alanda örgütlenen batı üçgeni, her geçen yıl  daha da güçlü bir biçimde  Orta Doğu bölgesine yerleşerek  dünya merkezi ni batının denetimi altına almıştır . Bu dönemde merkezde yeni kurulmuş devletlerin kendi kadrolarını kurarak kendi  özgür yönetimlerini gerçekleştirmesine izin vermemişler , sürekli olarak kendi okullarından yetişen dil bilen işbirlikçi  ve   mandacı kadroların merkezi devletlerin üst düzey görevlerinde bulunmalarını sağlayacak bir biçimde  kendi kontrolları altında yeni bir sömürge düzeni kurmaya yönelmişlerdir . Batı tipi demokrasicilik oyunu görünümünde geliştirilen işbirlikçi ve mandacı sömürgecilik oyunu merkezi devletlerin hepsinin zaman içinde sömürgeleşmesine yol açmıştır . İki dünya savaşı sonrasında batı sömürgeciliği  orta dünyaya köklü bir biçimde yerleşirken  , merkezi alanda doğulu güçlere yer verilmemiş doğudaki büyük devletlerin merkezi alandan uzak tutulmasına çalışılmıştır . Böylesine bir hedef doğrultusunda  Sovyetler Birliği ve de sosyalist sistem bir engel olarak öne çıkarılmış , komünizm öcüsü ile bölge halkları korkutulurken  , merkezi devletlerin batı üçgeninde sömürgeleştirilmeleri süreci hızlandırılmaya çalışılmıştır . Soğuk savaş dönemi  komünist korkutma ile emperyal  baskı ve müdahalelerin  artırıldığı bir aşama olmuştur .
            Küreselleşme dönemi soğuk savaş aşamasını geride bırakırken  , merkezi alanda batı üçgenine hapsedilmiş olan  orta dünya devletlerinin  batı baskısından kurtulmasının da başlangıcı olmuştur . Demirperde çizgi yüzünden yanı başındaki komşuları ile yakın ilişki içine giremeyen  merkezi devletler blokların ve sosyalist sistemin ortadan kalkması üzerine dış dünyaya batı baskısı ya da müdahaleleri olmadan açılmaya başlamışlardır . Soğuk savaş döneminde sosyalist ülkeler ile ilişkilerin yasaklanması yüzünden  doğunun büyük dev ülkesi Çin ile kuzey bölgesinin büyük devi olarak Sovyet Rusya ,merkezden uzak tutulmuşlardır .  Sosyalist sistem ülkeleri ya da üçüncü dünya devletlerinden  batı baskısı ile uzak tutulan  merkezi  devletler , dış dünyaya normal yollardan açılamayarak  ve  ilişkiler kuramayarak  batı emperyalizminin sömürgesi durumuna düşürülmüşlerdir . O dönemde sosyalizm öcüsünü karşı oluşturulan uluslar arası savunma örgütleri tam anlamıyla merkezi devletlerin  baskı ve hegemonya altına alındıkları  bir anlamda hapishaneleri  olmuştur . Soğuk savaş  dönemi  batı emperyalizminin iyice merkeze yerleştiği bir devir olurken  , bölge ülkelerine karşı kurulmuş olan batının emperyal üçgeni her geçen gün merkezi devletleri içinden çıkılmaz bir biçimde  çeşitli sorunlara ve karışıklıklara sürüklemiştir . Batı üçgeni sürekli olarak batının çıkarları doğrultusunda çalışırken , merkezi devletlerin bu durumdan fazlasıyla zarar görerek çıkmasına neden olmuştur .
            Sovyetler Birliğinin dağılmasından hemen sonra Basra körfezine gelen ABD orduları  on yılı aşkın bir süre de bu bölgedeki devletler ve Müslüman halklar ile savaşırken ,batı üçgeninden gelen güçlü yapısını  Amerikan devleti yeni dönemde de korumaya çalışmıştır . Ne var ki , İsrail’in önce küçük bir devlet olarak kurulması ve daha sonraları da Büyük İsrail İmparatorluğu oluşturmak üzere savaşları ve terörü bölgeye yayması ile  merkezi alan yavaş yavaş batı hegemonyasından çıkmaya başlamış ve kuzey ile doğu bölgelerinin büyük devletleri merkezi devletler ile kurdukları yakın ilişkiler aracılığı ile  merkezdeki batı üstünlüğüne son verecek düzeyde  etkinliklerini artırarak hareket etmeye başlamışlardır . Küreselleşme aşamasında her devletin dışa açılması tavsiye edilirken , merkezdeki devletlerin  soğuk savaş döneminde olduğu gibi içe kapalı bir durumda kalmaları düşünülemezdi . Dışa açılma girişimleri beraberinde çeşitli ülkeler ile yakın ilişkilerin geliştirilmesine  yardımcı olarak ,Türkiye ve diğer merkezi ülkelerin  dünya   konjonktüründe daha serbest hareket edebilmelerinin önünü açmıştır . Sınırlar kaldırılırken , sınır ötesi örgütlenmeler bütün dünyada  özendirilerek desteklenirken ,Türkiye ve komşularından  batı üçgeni hapishanesinde kalmalarını beklemek gerçekçi olmayacaktır . Dışa açılma  batı ülkeleriyle olduğu gibi kuzey,güney ve doğu ülkeleriyle de yakın ilişkileri gündeme getirecek ve her devlet kendi çıkarları doğrultusunda bütün devletler ile işbirliğine girerek  kendi bağımsız geleceğinin kurucusu olacaktır . Bu durumu sömürgeci emperyalistlerin  yeni dönemde normal  koşullarda  benimsemeleri gerekmektedir . Batı üçgeni  döneminin hapishane günleri artık geride kalmaktadır .
             Yeni dönemde  Türkiye ve merkezi devletler için batı üçgeni yoktur ama dünya dörtgeni vardır . Bölge ülkeleri bu durumu dikkate alarak yeni aşamada ilişkilerini çok yönlü olarak geliştireceklerdir . ABD,İsrail ve de İngiltere üçlüsü  yeni sömürgeci yöntemler ile merkezi devletleri eskisi gibi baskı altına alamayacaklardır . Bu durumu iyi bildikleri için , geçmişten gelen merkezi hegemonyalarını koruma doğrultusunda terör ve savaş olgularını destekleyerek öne çıkarmaktadırlar . Onların savaş ve terör organizasyonları kutsal kitaplara da dayansa  , insanlığı korkutacak derecede kıyamet senaryolarını da bölge halklarına dayatsa  da , normal koşullarda  insanlık ve bölge halkları böylesine oyunlara eskisi gibi alet olmayacaklardır . Dünya dörtgeninde doğu-batı ve kuzey-güney ekseninde geliştirilecek yeni  ilişkiler ağı ,dünya devletleri ile halklarını  her açıdan batı  odaklı emperyalist ve sömürgeci oluşumlara  karşı koruyacaktır . Ülkede ,dünyada ve merkezi bölgede barış ancak bütün devletler arasında geliştirilecek  çok yönlü ve dengeli ilişkiler ağı  ile   önlenebilecektir . Batı üçgeninden dünya dörtgenine  geçişe  Türkiye her zaman için hazır  olmalıdır.

5 Şubat 2016 Cuma

Arap Baharı denilen rezil oyunla birlikte Tunus ve Mısır'da Müslüman Kardeşler

(ARAP BAHARI, SURİYE VE) GERÇEKLER  
                                                                                                           Hüsnü Mahalli
Arap Baharı' denilen o rezil oyun ile birlikte Tunus ve Mısır'da Müslüman Kardeşler iktidara taşındı. İktidar değişimi ile Müslüman Kardeşlerin gücü Yemen'de artırdı. Libya'da Kaddafi'nin devrilmesi ile Müslüman Kardeşler ve her türlü İslamcı grup ülkeyi darmadağın etti.
Sıra Suriye'ye gelmişti.
Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere Körfez ülkeleri, AKP yönetiminde Türkiye ve 'Suriye Dostu Grubu' adı altında toplaşan yüz kadar emperyalist, sömürgeci ve işbirlikçisi ülke Suriye üzerine çullandı.
2008-2009'da Kerry'nin iki kez ' Bölgenin en çağdaş, laik ve umut veren lideri' dediği Esad  aniden 'zalim, diktatör ve halk düşmanı' ilan edilmişti.
(Esat Laik ve Alevi olduğunu vurgulayınca RTE Sünni ve şeriatçı ol demiş. Esad olmaz deyince ortak bakanlar kurulu toplantısı yapan Tayyip Erdoğan da aniden Kerry gibi Esad düşmanı oldu. )
İlan edenler arasında en ilginç olanları ise dünyanın en geri kalmış, çağ dışı, ilkel, bağnaz, rezil, ahlaksız ve demokrasi ve özgürlüklerle zerre kadar ilişkisi olmayan Arap Kral, Emir ve Şeyhler var.
Bu kral, emir ve şeyhlerin milyarlarca doları Türkiye üzerinden Suriye'ye (Sünni şeriatçı isyancılara) akmaya başladı.
Bu dolarlarla dünyanın dört bir yanından binlerce ruh hastası, sapık ve katil Suriye'ye taşındı.
Türkiye üzerinden.
Herkes için tek bir slogan ve amaç vardı:
'Biz Sünniler el ele verip kafir Alevi Esad ve Suriye'deki tüm Alevi ve Şii yandaşlarını yok etmeliyiz'.
Herkes bu amaca yönelik hareket etmeye başladı.
Alevi ve Şii köy, kasaba ve şehirler hedef seçildi.
Haziran 2011'deki ilk terörist saldırılardan bu yana her Alevi ve Şii ailede en az iki şehit var.
O günden bu yana ordu, güvenlik güçleri ve halk savunma gruplarından on binlerce şehit düştü.
Bir çoğu da hunharca ve vahşice şehit edildi.
Ama Esad, Suriye devleti, ordusu ve halkı direndi.
Dünya tarihinde böyle bir mücadele görülmemiştir.
Suriye dünyanın en gaddar, kanlı, aşağılık ve insanlık dışı evrensel bir saldırıya karşı koydu.
Bu direniş ve karşı koyma bölgemizi ve dünyayı büyük bir beladan kurtardı.
Suriye direndi diye Mısır halkı ve ordusu Müslüman Kardeşleri devirdi.
Suriye direndi diye Tunus halkı Müslüman Kardeşlerden kurtuldu.
Suriye direndi diye Lübnan İslamcıların eline geçmedi.
Suriye direndi diye Erdoğan'ın halifelik ve sultanlık hayalleri çöktü.
Çöktüğü için de Erdoğan bu kadar kızdı Esad ve Sisi'ye.
Çöktüğü için de hep mezhepsel söylemlerini ön planda tuttu.
Kılıçdaroğlu'na bile ' Alevi olduğun için Alevi Esad'a destekliyorsun' dedi.
Peki liberallerimiz, sözde solcu aydınlarımız, garip demokratlarımız ne yaptı.
'Arap Baharı'nı destekledi ve utanmadan ' Diktatör Esad da devrilmeli' dedi.
Geldikleri nokta ortada.
Çok net, açık ve keskin ifadelerle söylüyorum :
Suriye ordusu, halkı, güvenlik güçleri ve Esad direnmeseydi bugün başta Türkiye olmak üzere tüm coğrafyamız kapkara olacaktı.
Ana şemsiye Müslüman Kardeşler altında tüm ruh hastası, sapık ve mezhepçi öldürmeye programlanmış katil sürüleri her tarafı yönetecekti.
Bir düşünün, görüntüleri bile ürpertici olan IŞİD, Nusra, ÖSO ve benzeri yüzlerce çetenin yüzbinlerce ruh hastası elemanları etrafımızda dolaşacak ve hepimize çağ dışı bir yaşam biçimini zorla kabul ettirecekti.
İnanın bana böyle olacaktı.
Şimdi onların işgali altındaki Suriye ve Irak bölgelerinde bunlar oluyor.
Esad direnmeseydi Türkiye şimdi yaşadığı karanlığın bin katını yaşayacaktı.
Siyasal, sosyal, kültürel, dinsel ve mezhepsel olarak.
Suriye halkı direndi hepimiz kazandık.
Kazandığımız için birileri çıldırıyor.
Kazandığımız için Suriye'yi dağıtmak için her türlü ihanetin içine giriyorlar.
Allah'ın kutsadığı Şam'a dokunanlar bir gün Allah tarafından cezalandırılacaklardır.
Ben buna inanıyorum ve Suriye direnişinden onur duyuyorum.
Barış, dostluk, kardeşlik, sevgi ve insanlıktan yana herkes adına.
Ne olur bu yazıyı 2-3 kez okuyun doğruları görün.
Çünkü Suriye, Türkiye ve tüm coğrafyamızın sizin sağ duyu, dayanışma ve desteğinize ihtiyacı var.
Suriye kurtulursa size de birilerinden ve onların karanlık dünyalarından kurtulacaksınız...