LAİKLİK, İSLÂM, DEMOKRASİ
VE TÜRKİYE
Dr. Esat KIRATLIOĞLU (*)
Dünya tarihinde demokrasi (demos
cratos / halk idaresi), gerçek hüviyeti ile bugünkü demokratik ülkelere
yerleşebilmek için, hem çok uzun bir yol kat etti, hem de çeşitli zorlu
safhalardan geçti. Demokrasi ilk defa İngiltere’de 1215’de Kral John’a, asiller
tarafından zorla ilân ettirilen Magna Carta
Libertatum (büyük özgürlük fermanı) ile insan hayatı ile özdeşleşti.
63 md den oluşan Magna Carta’nın 3 ana temeli vardır.
1. Vergiyi toplamak ve sarf etmek
kralın yetkisinden alındı ve asillerden teşekkül eden bir kurula verildi. Bu
kurula kanun yapma yetkisi de verildi.(ilk parlâmento)
2. İnsanlar ancak kanunla
cezalandırılabilir,
3. Adalet satılamaz ve
geciktirilemez.
Demokrasi çok daha sonra 1776 da
ABD istiklal beyannamesi ve 1789 da Fransız ihtilâli ile dünya ve geniş halk
tabakaları tarafından duyulur hale geldi. İnsanlar kızıl derili, siyah derili ya
da beyaz derili, sarı tenli olsun efendileri ya da kuvvetlilerce inim, inim inletiliyordu.
İmparatorlar ve hükümdarlarca orta çağ dediğimiz zaman diliminde Hıristiyanlara
uygulanan zulüm, onları ta Kapadokya’ya (Nevşehir civarı) kadar kaçmaya ve
kendilerinin yaptıkları yer altı şehirlerinde yaşamaya mahkûm etmişti.
Ancak bir müddet sonra Papalık ve Kilise, devleti yönetir hale geldi.
Öyle ki, bir Alman hükümdarını
aforoz eden Papa’dan af dilemek için (Alman hükümdar) Alp dağlarında tatil
yapan Papa’dan kabul edilmesi çaresizliği içinde, aylarca karlı dağlarda sürünmüştür.
Kilise artık hükümdarların dahi üstünde idi
Fransa’da
kilisenin yönetime baskısı, ayrıca İmparator’un da halk üzerindeki
umursamazlığı had safhaya varmıştı. Halk yoksul ve perişandı. Öyle ki, yiyecek
ekmek bulamıyoruz diye feryat eden halka, Kraliçe Marie ANTUANET, “o zaman pasta yiyin” diyordu. Bu
şartlar altında 1789 halk hareketi ile Fransız ihtilâli oldu. İhtilâlciler
cumhuriyet ilân ederek halkın yönetimini sağladılar ve lâiklik prensibi ile de
kiliseyi “devletin üzerinde etkisi olmayan bir yapı” biçiminde organize ettiler
(ileride laikliği ele alacağız).
1299 da kurulan ecdadımız Osmanlı devleti
Müslüman bir devletti.
1517 de Yavuz Sultan Selim’in Mısırdan,
Halifeliğin Osmanlı hükümdarlığına intikalini sağlamasından sonra, İslâmiyet en
yüksek makamında padişahlar tarafından temsil edildi. Osmanlı, bir din devleti
olmasına rağmen zaman, zaman yaşanan istisnalar hariç, padişahlar ister
Müslüman ister Hıristiyan olsun, tebaalarına adil davranmışlardır.
Esasında bunun sebebi kuranın temel kavramını teşkil eden adalet ve insan
sevgisi olup; Bunu emreden Kur-an’ı Kerim’in etkinliğidir.
1600
yılları civarında Osmanlı Yönetiminde başlayan zaafiyet, tarihte yaşadığımız
hüsranları ve kayıpları katlayarak 1918’deki 1. Dünya Savaşı mağlubiyetini
getirmiştir. Bu savaşın sonunda 3 kıtaya hükmeden cihan devleti Osmanlı
imparatorluğu, Anadolu da 13 ilin dışında tüm topraklarını kaybetmiştir.
Atatürk’ün,
19 Mayıs 1919’da başlattığı; “yok
oluştan bir mucize” diyebileceğimiz azim, irade, cesaret ve inanışla
kazanılan istiklâl harbinden sonra, Cumhuriyetin kurulmasına ve bugünkü
sınırlara geliyoruz. Osmanlı’nın “son
dönemler” tarihini ve hele, hele 1918 -1922 arasının perişan şartlarını,
mükemmel ve tarafsız olarak bilmeyen bir kimse, kulaktan dolma ve alışılmamış
yarım, (hem de) taraflı bilgilerle bunu takdir etmesi ve değerlendirmesi; tam
manâsı ile bir “hiç hükmündedir”.
Hıristiyan âlemi
yukarıda bahsettiğimiz tarihi olaylarla kendine gelmiş ve eğitime, öğrenmeye
büyük önem vermiştir. Hıristiyan âleminde İncil, her milletçe kendi diline
tercüme edilmiş, hazreti İsa hakkındaki görüş ve (bazı ayrıntılar hariç) İncil’in
birçok içeriği aynen Kur-an’ı Kerimde tekrarlanmaktadır. Bu durum Tevrat için de geçerlidir. Okuma
yazma bilme nispeti Hıristiyan âleminde epeyce ilerlemiş ve incilin bildirisi
onlarca daha iyi bilinir hale gelmiştir.
Kur’an da ki bildirilen pek çok konu İncil tarafından da
bildirilmektedir.
1870
yılında halkın Hıristiyan âleminde okuryazar yüzdesi ispanyada 30, Fransa’da
69, İngiltere’de 76, Almanya’da 80, Hollanda da 81’dir. Osmanlı
imparatorluğunun o tarihte halkın okuma yüzdesi ise yalnız % 3 tür. 1924
yılında Türkiye de 71 ortaokul ve 5965 öğrencisi, 23 lise ve 1241 öğrencisi, 9
fakülte vardır. (üniversite değil) Nüfus 13 milyondur. Halk maalesef Osmanlı
döneminde yukarıda görüldüğü gibi okuma yazma bilmezdi.
Namazını kılacak kadar, belki
birkaç fazlası ile ayet veya sure ezberlenirdi. En acı olanı Osmanlı döneminde Kur-an’ı
Kerim’in Türkçe tercümesi (meal) yoktu. Okuma yazma bilenler belli sayıda
sübyan (çocuk) mektebi mezunlarıydı.
Medrese mezunları dışında hocalarımızın büyük çoğunluğu hafız da olsa, Kur-an’ı Kerim’in Türkçesini bilmiyorlardı. Ya
da kulaktan dolma bilgileri vardı. Kur-an’ı Kerim’in gerçek manasını halka
bildirecek medreseli hoca sayısı da sınırlı idi. Halk okuma yazmada bilmiyordu.
Üstelik Türkçe meali olan Kur-an’ı Kerim de yoktu.
Üstelik 1924’de, Türkiye’de okur-yazar oranı sadece % 4’tür!..
Selçuklular
döneminde ilim dili Arapça olduğundan kayda değer bir Kur’an çevirisi gelişmesi
olmamıştır. Osmanlı döneminin ilk kuruluş yıllarında Elham, Mülk, Yasin, İhlas
gibi daha çok yalnız bazı kısa sureler konuşulan Türkçeye çevrilmiştir. (meal)
Osmanlı’da, daha sonra ilk Şeyh-ül İslâm Molla Fenari ( 1350 -1430) Ayn-ül Ayan
isimli esriyle yalnız Fatiha suresini tefsir etmiştir.
Tüm Osmanlı
döneminde ilk defa Sırrı Paşa (1844 -1895) Sırrı-ı Furkan adındaki iki ciltlik
eseriyle Kur-an’ı Kerim’i tercüme ve tefsir etmiştir. Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi
de, küçük bir ciltten ibaret Safvetu-l Beyan adlı tamamlanmamış kuran tercüme –
tefsirini yazmıştır. O dönemde, bazı âlimler ve sonraki Şeyhülislam Mustafa
Sabri efendi, bu tercüme ve tefsir işine karşı çıkmışlardır. Aynı dönemde, bir
Şeyhülislam Kur-an’ı Kerim’in Türkçe mealini ve tefsirini yapıyor, bir sonraki
Şeyhülislam buna karşı çıkıyordu. Elbette bu durumda yapılan tercüme ve tefsir
yurt sathında da tam yayınlanamayacaktır.
Milletimiz
bu şartlar altında asırlarca Kur-an’ı Kerim’in içeriğini tam bilmediği halde,
Allaha inanç ve iman kuvveti ile Müslümanlığa hakkı ile sahip çıkmıştır.
Kur-an’ı
Kerim yalnız Araplar için inmedi. Kur-an’ı Kerim’in muhatabı sadece Araplar değil,
tüm insanlardır. ( Yunus10/57ısra17/82) Kur’an da her millete kendi dillerini
bilen bir elçinin gönderildiği belirtilmektedir. ( İbrahim 14/4 İsra 17/15, Şuara
26/208, Kasas 28/59 ) Demek ki Cenab-ı Allah Kur-an’dan önce insanlara İslamiyet’i
kendilerinin dillerini bilen peygamberlerce öğretti. Çünkü Hz. Âdem’den Hz.
Peygambere kadar bütün peygamberler İslam’ı tebliğ etti. Hz. Musa ve Hz. İsa dâhil
‘Muhakkak ki Allah katında yegâne Din İslâmdır’ (ALİ İMRAN 3/19)
Son peygamber Hz. Muhammed’e yüce
Allah son kitap Kur-an’ı indirmiştir.
Kur-an yukarıdaki ayetlerde
belirtildiği üzere çeşitli dil konuşan tüm insanlığa indirilmiştir. Cenabı-ı
Allah Hazreti Muhammed’e tüm insanlığa tebliğ için indirdiği Kur-an’ı “biz onu anlayasınız diye Arapça bir kuran
indirdik” diye tavsif ediyor. ( Yusuf 12/ 2)
İnsanlık âleminde
çeşitli milletler ve diller var. Kur-an’ı Kerim tüm insanlık için indirildiğine
göre, Arap olmayan milletler Kur-an’ı öğrenmek için Arapça mı öğrenecekler? Bu
mümkün mü? Bu ayeti kerime ile milletlere Kur-an’ı öğrenmek için Kur-an’ı kendi
dilimize çevirin (meal) diye cenabı Allah emrediyor. Kolaylık budur. Cenabı Allah
“Kur-an’ı sana meşakkat çekip bedbaht olasın diye indirmedik buyuruyor. (Taha
20/1-4) Hazreti Peygamberimiz ise: ‘Kolaylaştırın
zorlaştırmayın’ buyuruyor ( Müslim 3263)
Tarihimizde,
Kur-an’ı Kerim’in ikinci defa tercümesi, cumhuriyetin kuruluşundan hemen sonra;
Atatürk’ün direktifiyle kurulan Diyanet İşleri Başkanlığınca (1924) önce Mehmet
Akife yaptırılıyor… Mehmet Akif, Kur-an’ı Kerim’i şiir dilinde tercüme
ettiğinden “Kur-an bırakılır, bu meal okunur” diye meali daha sonra vermiyor.
1934 Tarihinde yine Atatürk’ün
direktifi ile Diyanet işleri başkanlığınca Elmalılı M. Hamdi YAZIR’a Kur-an’ı Kerim tercüme ettiriliyor. (meal) Hamdi
YAZIR da Kur-an’ı tercüme ediyor ve 10 ciltlik bir tefsir meydana getiriyor. Bu
tercüme ve tefsir Atatürk’ün emriyle bütün Türkiye’ye dağıtılıyor. Daha sonraki
yıllar pek çok Kur-an’ı Kerim tercümesi ve tefsiri yapılıyor. Böylece en sade
vatandaş dahi, kendi dili ile kuranı anlıyor ve tefsiri okuyarak ta derinliğine
vakıf oluyor. Eğer tarihimiz boyunca milletimiz Kur-an’ı kendi dili ile okuyup
anlamış olsaydı, tarihimiz boyunca ve hala yaşadığımız pek çok lanetlenecek
işler meydan gelmezdi.
Ama ne yazık ki tarihimizde,
okuma-yazma geliştirilmemiştir ve okuryazarlık da ele alınmamıştır. Yukarıda bu
konularda net rakamlar verdim dünyanın en büyük cihan devleti olmasıyla
hakkıyla övündüğümüz Osmanlı’nın en büyük ihmali okuryazarlığı ele almamış
olmasıdır. Kur-an’ı kerim şöyle buyuruyor ‘kul
helyestevillezine yalemune vellezine layalemun’ ‘ deki bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ‘ ‘ (zumer 39/9) bilmek içinde Kur-an’ı
Kerim’in ilk ayeti kerimede “ıkra” diye okumayı emretmiş olmasına rağmen Kur-an’ı
meşrutiyete kadar tercüme etmemişiz ve kuranı doğru anlamamışız. Okuryazar olmamışız
ve dolayısıyla öğrenememişiz ve her şeyde geri kalmışız.
Laiklik konusun’
da kısaca değerlendirmek istiyorum. Laiklik mana itibariyle bizde en yanlış
anlaşılan bir terimdir. Laikliği hala büyük bir ekseriyet bizde dinsizlik
olarak bilir.
Ord. Prof. Ali
Fuat BAŞGİL 1955 yılında neşredilen “Din
ve Laiklik” isimli kitabında acaba neler yazıyor?..
Laic, Laique kelimesi, Latince Laicus
aslından alınmış Fransızca bir kelimedir.
Lügat manâsıyla ruhani olmayan (kilise mensubu olmayan) insan, fikir ve
müessese demektir. Katolik dünyasında Hıristiyanlar ikiye ayrılıyorlar. Bir
kısmına Clerge denir. Bunlar din adamlarıdır. Ruhaniler sınıfını teşkil ederler.
Bu sınıf da, Regulier ve Seculier diye ikiye ayrılır. Regulıer sınıfından
ruhaniler kiliseye kapanıp ömürlerini ibadetle geçirirler, hayattan uzak yaşarlar,
Seculier ise, Papaz ve Piskopos gibi halk içinde yaşayan Kilise din adamlarıdır.
Laik ise ruhaniler sınıfından bu iki zümreye mensup olmayan Hıristiyan halk tabakasıdır.
Bu kelime genişletilerek, kilisenin etkisi altında bulunmayan ve ruhani mahiyeti
olmayan prensip ve müesseselere de laik denir.
Bu kelime, hukuk ıstılahına Fransız ihtilâlinden sonra girmiştir.
Ali Fuat Başgil, laik kelimesi
sinin hukuki manâsı üzerinde şu bilgiyi veriyor: “Bu günün batı memleketleri
hukukunda laiklik dinin devlet işlerine, devletin de din işlerine karışmaması; Devletin
tarafsız olması din ve mezheplerden hiç birine farklı muamele yapmaması; Dinin de,
bir bağımsızlık içinde ahlâk ve maneviyatın yöneticisi olmasıdır.”
Laik kelimesi dilimize cumhuriyetten önce meşrutiyet döneminde
girmiştir
Osman Ergin,
1977 de yayınladığı “Türk Maarif Tarihi” adlı eserinde, son Osmanlı Sadrazamlarından
Müşir Ahmet Paşa’nın şu görüsünü veriyor: “Ziya Gökalp Fransızca laik
kelimesini ladini diye tercüme etmiştir. Bu kelimenin manası dinsiz demektir. Bu
çok büyük bir tercüme hatasıdır. Fransızlar laikliği, Kilisede din adamı (Ruhban)
olmayanlar, halktan olanlar için kullanmışlardır.”
Yine Osman
Ergin, doğuyu da batıyı da iyi bilen Ubeydullah efendinin görüşü şudur diyor: “Laiklik
kelimesini ladini diye tercüme etmek fevkalade yanlıştır laik kelimesi dinsiz
hükümet, din aleyhinde hükümet diye kullanılamaz. Laik hükümet ‘halk hükümeti’ olarak tercüme edilmelidir. Laik
hükümet bir sınıfın değil umumun malı olan hükümet demektir.”
1970 de yayınlanan
‘Modern Türkiye’nin Doğuşu’ isimli kitabın yazarı Bernard Lewis diyor ki: “Ziya
Gökalp’in tam bilmediği Fransızcası ile laique deyimini anlatmak için dinsiz
anlamına gelen ladini kelimesini kullanmak zorunda kalması büyük bir
talihsizlik idi. Laiklik dinsizliktir tercümesi Türkiye’de herkesi birbirine
hasım etti.”
Ord. Prof. Ali
Fuat BAŞGİL yine, “Din ve Laiklik” adlı
eserinde diyor ki: “Laiklik dinsizlik ve din düşmanlığı değildir. İnsan iş
hayatında devletçe konulan kanunlara göre hareket eder laik olur, diğer
taraftan özel hayatında dindar olur..”
Atatürk
‘her fert dinini diyanetini öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteb’dir
demiştir’. Nitekim Atatürk 3 Mart 1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat (Eğitimin
Birliği) kanunu ile yüksek din mütehassısı yetiştirmek üzere İlahiyat Fakültesi’ni
ve ilk defa Camilerde görevlendirilmek üzere İmam ve Hatip yetiştiren İmam-Hatip
okullarını gerçekleştirmiştir. Ama öğrenci yokluğundan dolayı İlâhiyat Fakültesi
de İmam-Hatip okulları da 1932 de kapanmıştır. Yukarıda 1924 de ortaokul ve
liselerin öğrenci sayısını zaten vermiştim, o zaman Atatürk dinsiz olsa din
adamı yetiştirecek okul açar mıydı?...
Osman
pazarlı 1979 da yayınladığı Sosyoloji Lise 3 adlı kitabında Atatürk’ün ‘ laik
hükümet tabirinden dinsizlik manası çıkarmaya yeltenen fesatçılara fırsat
vermemek lazımdır’ dediğini yazmaktadır. Atatürk dinsiz olsa böyle konuşur
muydu?
Yılmaz
Öztuna, 1978 de yayınladığı ‘Büyük Türkiye
Tarihi’ adlı esrinde “Hıristiyanlar kilisedeki din adamlarına “Clerge”, bunun dışında kalanlar için de
“laik” terimini, kelimesini kullanmaktadırlar”
demekte...
Laiklik anayasanıza 1924’te girmiştir.
Yukarıda, “laikliğin nasıl doğduğunu
ve ne demek olduğunu” ama Ziya Gökalp’in laikliği Fransızcadan “dinsizlik” diye
yanlış tercüme etmesini bilim adamalarının ifadeleriyle izaha çalıştım.
Maalesef bu yanlış tercüme yüzünden, bunun etkisi altında kalanlar hala bugün
dahi laikliğin yanlış anlaşılmasını devam ettirmekte ve laikliğe karşı haksızca
hücumlarını inatla ve ısrarla sürdürmektedirler
Bakara
suresinin 256. Ayeti ‘lâ ikrahı fid din’dir’;
manası ‘dinde zorlama yoktur ‘ demektir.
Yani, Kur-an’ı Kerim kimseyi zorla Müslüman yapamazsın diyor. Bu görüş, tüm
müfessirlerin yorumudur. Bu ayet hem peygamber hem de devlet reisi olan Hz.
peygambere Kur-an emri olarak geliyor. Hz. peygamber aynı zamanda devleti
yöneten kimsedir.
Demek ki Hazreti Peygamber’e
devlet reisi olarak “dinde zorlama
yapamazsın” buyruluyor. Laiklik de, devletin din üzerinde etkisini kaldırıyor.
Kur-an insanı vicdanın da hür bırakıyor. Kur-an laiklik tabirinin kullanıldığı
tarihten asırlarca önce bu emri getirmiştir. Öyleyse Kur-an’ı Kerim’in insan
üzerinde din etkisi yapamazsın emri asırlar sonra Hıristiyan âleminde laiklik
olarak belirlenmiştir.
LAİKLİK ESASINI KURANDAN ALMIŞTIR
Rahmetli
Atatürk din eğitimi veren imam hatip okullarını ve ilahiyat fakültesini açan
bir kimsedir. Selçuklular ve Osmanlı tarihi dâhil meşrutiyetteki tek Kur-an’ı
Kerim meali (tercümesinden) sonra Kur-an’ı tercüme (meal) ve tefsir ettiren ve
tüm Türkiye’ye dağıttıran kimsedir. Bu kimse dinsiz olur mu? Din de zorlama yok
emriyle de devlet yönetimini ve dinin vicdan hürriyetini birbirinden ayırmıştır.
Camilerimizi koruyup ihya etmek için de vakıflar Genel Müdürlüğü’nü kurmuştur. (1924)
Bu kimse dinsiz olur mu?
Atatürk, Şeyhülislamlığın
devamı olan ve Müslümanlara yol gösteren; Ayrıca, Camilerimizi organize eden Müftüleri,
Vaizleri, İmam ve Müezzinleri Camilerde görevlendiren ve daha mükemmel teşkilâtlandırılan
Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur. (1924) Bu kimse dinsiz olur mu?
Bütün ilim adamları “laiklik
dinsizlik değil” diyorlar.
Peki, Avrupa’da, ya da başka
kıtalarda laik devlet olarak yönetilen hangi devlet dine karşı bir tutum
içerisindedir. Bugünkü Rusya dâhil..
Atatürk
döneminde ve sonra camiler ahır yapıldı diyenler doğruyu konuşmuyorlar. Yalnız
2. Cihan harbinde, Almanlar Trakya’da hududumuza geldiğinde silolarımız
olmadığı için silâhaltındaki askerin buğday ihtiyacı için bazı camiler büyük
hacimli olduğu için buğday deposu olarak kullanıldı.
Osmanlı tarihini dikkatle okuyanlar,
Padişahların Avrupa seferine çıktıklarında, sefere çıkmadan önce yol boyunda bulunan
ve/veya yapılan bazı camileri buğday deposu olarak kullandıklarını bilirler. Cumhuriyet’ten
sonra nerde hangi cami ahır yapıldıysa iddia sahibi bunu ispatlamalıdır.
“Devlet
laik olur insan laik olamaz” diyenlere Ord. Prof. Ali Fuat BAŞĞİL, “Din ve Laiklik” isimli kitabında şöyle cevap
veriyor: “İnsanlar iş ve münasebetler
hayatında devletin çıkardığı kanunlara göre hareket ederler laik olurlar özel
hayatında ise dindar olarak yaşarlar.”
Cumhuriyet
kurulduktan sonra, bugün dahi halâ laikliği dinsizlik olarak anlayanlar ve bazı
münevverlerimiz dâhil devleti hep itham etmişlerdir ve etmektedirler. Sanki Türkiye
dinsizleştirilmiş gibi ve bunlar doğruyu bir türlü öğrenmemişlerdir. Yukarıda
bahsettiğimiz gibi Atatürk’ün İslamiyet’i korumak için aldığı bütün tedbirler
rağmen Ziya GÖKALP’İN laikliği dinsizlik diye yanlış tercüme etmesinden maalesef
Atatürk ve devlet bu ithamlardan kurtulamamıştır. Üstelik Yukarıda belirttiğim
gibi Atatürk bu fesat sahiplerine karşı çıkmak için halkı ikaz etmiştir.
İnsan hak
ve hürriyetinin korunmasını esas alan insanlara yardımın şart olduğunu belirten
zulüm ve haksız insan öldürmeyi haram kılan hatta ırklar arasındaki ayrıcalığı
kaldıran dinde dahi zorlamanın olmadığını emreden ve kimsesizleri koruyan bugün
demokrasi dediğimiz idare şeklinden çok daha üstün vasıflarca insana sahip
çıkan bir kuranı kerim vardır. Ama maalesef onu tam manasıyla anlayıp ona
uymamışız. Asırlarca ve hala Kurana uyulmayıp kuranda olmayan mezhepler adına
yapılan kavgalar ile ve Kuranın emirlerine karşı aykırı düşünerek İslâm’ın
ruhuna uymayan ama İslam uğruna diyerek pek çok insanı hunharca öldürerek
dünyamız cehenneme çevrilmiştir ve çevrilmektedir. Maide suresi 5/32. Ayet de
Kur-an’ı Kerim şöyle buyuruyor: “Kim
haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur.” Elbette ki
bunun cezası cehennemlik olmaktır. Kuran bir can diyor Müslüman ya da Müslüman
olmayan demiyor ve böylece Kur-an tüm insanlığı koruması altına almıştır.
İnsan huzuru için Kur-an’ı Kerim’e uymak ne büyük fazilettir.
Hz. Peygamberden sonra (Halife
olan dört devlet başkanını sahabenin) halkın seçtiği bir İslâm devleti var.
Demek ki demokrasi İslamiyet’in geleneğinde mevcuttur.
1946 da,
tarihi ve kadim Demokrat Parti’yi kuran Celal BAYAR, Adnan MENDERES, Refik
KORALTAN ve Fuat KÖPRÜLÜ, böyle ulvi duygularla halkın seçtiği bir yönetimi gerçekleştirmek
için demokrasi mücadelesi verdiler ve bu mücadeleyi 1950 yılında kazandılar.
Halkın
seçtiği Demokrat Parti’nin Baş Vekili (Başbakanı) ve akabinde Genel Başkanı
olan Adnan MENDERES, böyle ulvi, mukaddes bir görev “gerçek laiklik, insan hakları, adalet ve demokrasi” uğruna şehit
olan bir Türk ve İslam büyüğüdür.
Ben de; 1954
yılından itibaren Demokrat Parti Millet Vekili ve sonra yassı ada mağduru olan ağabeyimle
birlikte başladığım ve iftiharla yüklendiğim “demokrat misyonu” bugüne kadar kesintisiz yürüttüğüm için
bahtiyarım.
***
(*) Ahmet Esat KIRATLIOĞLU: (1930
Nevşehir,) Avusturya Graz Üniversitesi Jeoloji Fakültesi mezunu. Aynı Fakültede
Doktora derecesi aldı. Nevşehir Belediye Başkanlığı, İller Bankası Genel
Müdürlüğü, TBMM, XIV, XVI, XVIII., XIX.ve XX. Dönem (AP ve DYP) Nevşehir
Milletvekilliği ile Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı ve Devlet Bakanlığı
yaptı. Evli ve 3 çocuk babasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder