HÜCRE 37-
Ya da Hüzünlü bir aşk hikâyesi
Ertuğrul
MAT
Menderes
ve arkadaşlarının idamından sonra bir kere daha ağlamıştık. Genç kadın,
elindeki yüzüğü gösterip gözyaşları içinde, “Hayır hayır… Müebbede
de
mahkûm olsa, onu bekleyeceğim” diyordu.
Nişanlısı
Yassıada’da idama mahkûm edildikten sonra cezası müebbede tahvil edilmiş bu
genç kadının hüzün dolu hikâyesini Hürriyet gazetesi birinci sayfadan vermişti.
Birisi, Kurtuluş Lisesi’nin gencecik öğretmeni,
diğeri Meclis’in Demokrat Partili Antalya Milletvekili Sadık Erdem’i.
27
Mayıs 1960 darbesinden kısa bir zaman önce nişanlanmışlar, evlilik planları
yapıyorlardı.
Yakın
bir gelecekte, sarsıcı, onur kırıcı acılı günlerin aşklarını ölümle imtihan
edeceğini bilmiyorlardı…
Öğrendiler…
Hem de “…tarifsiz kederler içinde”.
Sadık
Bey’in yakalanması, Yassıada’ya gönderilmesi… Anayasa’yı ihlalle suçlanması…
Önce idama, sonra da bu cezanın müebbede çevrilmesi, bu aşkın üstüne kederler
yağdırmış, genç kızın yüzüne hüzün doldurmuştu.
Hapisteki
adam, acılara meydan okumasını bilenlerdendi… O katlanabilir; hapishanede bile
yurduna faydalı olabilirdi… Hep güzel şeyler düşünür, güzel konuşur, güzel şiir
okurdu.
Hakkında
verilen kararın Milli Birlik Komitesi tarafından tasdikini müteakip,
nişanlısına, “Biz mahpus damını ebedi mesken tuttuk, kusura bakma” diye nişan
yüzüğünü iade etmişti…
O,
sevdiği kadının hayat ve gönül çizgisinde şekillenip belirdiği gibi, oradan
silinip gitmesinin de gerektiğini biliyordu
Bu
mahkûmiyetten sonra, sevdiği kadının hayatından çıkmalıydı…
Yüzük
bunun için hüzünlü kadının elindeydi…
Yüzüğü
gönderdikten sonra, o çok yakından tanıdığım 37 numaralı hücredeki adamın,
yüzündeki acı tebessümle ve dilinden hiç düşürmediği bir mısrayla
“Sözü
vermekte bir beis yok; bu bir âdettir güzelim…” diyerek kadere sitem ettiğinden
adım gibi emindim.
Doğru
karar verdiğine, kendisine yakışanı yaptığına inanarak, kalemi eline aldı ve
demokrasi kavgasına devam edeceğini dostlarına yazdı.
O dostların başında da
ben vardım.
2.
12. 1961-Kayseri
Sevgili
Kardeşim Ertuğrul,
Yassıada
mahkemesi hakkımda (Yüksek Adalet Divanı demeye dilim varmıyor) TCK 146/1 ile
verdiği idamı, TCK 59 madde tatbiki ile müebbede tahvil etti. Demek ki kaderde
yaşamak varmış. Bir yandan böylesine ağır bir cezaya mahkûm kılınırken, diğer
yandan çok namüsait şartlar içinde yapılan hesap vermede, hayatımın her
safhasında en ufak bir suiistimalim ve gayr-ı meşru bir iktisabım bulunmadığını
da kabul etmek ve b u yönde karar vermek
mecburiyetinde kaldılar. Benim için bu
ikincisi mühimdir. Zira siyasi mahkûmiyet ne şahsi şerefimize, ne de bizi
sevenlerin hakkımızdaki itimadına nakise getirmez.
İnsanlar
şeref için yaşarlar ve ölürler. Ömrün uzunluğu ve kısalığı mühim değildir.
Yüksek Adalet Divanı denilen öylesine bir mahkemenin önünde ve darağacına varan
yolun üstünde başımı hiçe sayarak pervasızca yaptığım müdafaa bu inancın
neticesi idi. Bir suretini ilk fırsatta sana göndermeye çalışacağım.
Ben
siyasi hayata hissi olarak girmedim. Onun şartlarını iyi bilen ve rizikosunu
berveçhi peşin kabul etmiş insanım. Kadere inandığım için hadisatı olduğu gibi
kabul etmekteyim. Pişmanlık ve nedamet duyacak kadar manen zayıf değilim.
Yıldırım yüksek tepelere düşer, ondan korkanın orada işi ne? Ben milleti çok genç
yaşta temsil ettim. Elbet ki, davranışlarıma bu temsil vasfına layık vakar ve
haysiyet hâkim olacak ve hayat-ı tamamımda harim-i namusun tek taşı bile
düşmeyecektir. Onun içindir ki, Kayseri Bölge Ceza evinin içine konulduğum 37
numaralı hücresi de, ümit ve heyecanımı sarsabilmiş değildir. Ne beşerin
kahrından pervam ne de lütfuna ihtiyacım var. Tevekkül ve itimadım sadece
Allah’adır.
Sadık
Erdem
Nişanlısına yüzüğünü
iade eden adamın karakterine, davasına, ahlakına bağlılığına; eski Diyanet
İşleri Başkanlarından Hasan Hüsnü Erdem’den, yani babasından aldığı feyzin
getirdiği tevekkülün gücüne bakın… Sanmayın ki, medrese kültürü almıştı… Saatlerce
sosyal siyaset konuşur, divan edebiyatından binlerce mısra okuyabilir, o
yıllarda bile Nâzım’dan bahsedebilirdi.
İdama
mahkûm olmasını, ömrünü hapishanede tamamlayacak olmasını değil de kendisine
“hırsız” denilememesini önemsiyordu.
Sadece
o mu? Hayır, elbette ki hayır.
İmza:
Sadık Erdem-Adres Hücre 37
Salim
Başol’un ifadesi ile Yassıada’ya tıkılanların hepsi aynıydı.
Başol,
Tevfik İleri’ye “…her kuruşun hesabını vereceksiniz…” dediği zaman, “Bana
hayatımın en güzel müjdesini verdiniz. Benim ve arkadaşlarımın namusunu siz
bile tescil etmek mecburiyetinde kalacaksınız…” dememiş miydi?
Onlar
bilirler ve derlerdi ki:
“Ölmek
değildir ömrümüzün en feci işi,
Müşkil
budur ki, ölmeden evvel ölür kişi.”
Onları
hasta hasta asabilirlerdi, ama onları namuslarını lekeleyerek ölmeden evvel
öldüremezlerdi.
Size
bu mektubu yazan ve “Ne beşerin kahrından pervam ne de lütfuna ihtiyacım var”
diyen adama ne yazabilirdiniz?
Nasıl
teselli eder, nasıl ümit verebilirdiniz?
“Tarih
sizin namusunuzu, vatana hizmetiniz tescil etti. Ya dışardakilerin ıstırabını,
aczden doğan utançlarını kim tespit edecek? Biliniz ki dışardakilerin ıstırabı,
sizinkinden fazladır…” diye yazdığımı hatırlıyorum.
Şimdi,
onun aşağıdaki cevabi mektubunu okuyunca, “O mektubumda belki daha da güzel şeyler
yazmışımdır” diye düşünüyorum.
12.
5. 1962-Kayseri
Sevgili
Kardeşim Ertuğrul,
Gönderdiğin
mektubunu aldım. Bunları zevk ve iftiharla gerek kendim ve gerekse arkadaşlara
okudum. Seni hücredeki arkadaşların çoğu gıyaben tanımakta ve sevmektedir.
Cevapta gecikiyorsam bana kırılma ve beni hoş gör. Bu gecikmeyi ihmal olarak
değil; fakat hücre psikolojisinin tabii bir neticesi olarak mütalaa etmek gerek
ve unutmamak icap eder ki, hapishanedeki insanı n tek tesellisi dostlarından
gelen mektuplardır. Buradaki monoton hayatımızı renklendiren bunlar. Senden
ricam benden cevap beklemeden, gecikmem halinde bana kırılmadan mektup
yazmandır.
Bazı
genç arkadaşlarım buraya kadar ziyaretime geldiler. Geçen gün Yavuz Esmersoy da
gelmiş, fakat ve maalesef ziyaret günü olmadığı için görüşemedik. Bu ay sonu
hücre müddeti dolmuş oluyor. Diğer umumi koğuşlara geçeceğiz. Erol’dan senin
verdiğin malumat dışında hiç haber almadım. Mektuplaşıyorsan veya görürsen
gözlerinden öptüğümü duyurursun.
Bu
vesile ile bayramını da kutlar sağlık ve muvaffakiyetini diler, hasretle
gözlerinden öperim benim aziz kardeşim.
Hücre
37-Sadık Erdem
Sadık
Erdem’in hücre cezası bitti. Koğuşa geçti. Yassıada’da ve Kayseri Bölge
Cezaevi’nin 37 numaralı hücresinde çektikleri, çektirenlere yetmemiş, müebbede
tahvil edilmiş idam cezası muhbir ve müfterileri tatmin etmemiş, onu mahkemeden
mahkemeye sürüklemeye devam etmişlerdi.
Saklayabildiğim
son mektubunda bu yeni davalarından bahsediyordu:
1.9.
1962-Cezaevi-Ankara
Sevgili
Kardeşim Ertuğrul,
Sana
Kayseri’den ayrılırken bir mektup atmıştım ve Ankara’dan da yazacağımı
söylemiştim. Ama bugüne kadar yazamadım.
Davanın
duruşmasına girdim. Sorgum yapıldı. 11. 10. 1962 tarihine talik edildi. Bu
arada burada kalacağım…
Asabi
bakımdan bazı aksamalarımın tedavisi imkânını arıyorum. Bilhassa fikri çalışma
yaparken başım şiddetle ağrıyor. Bir çare bulabilecek miyiz, bilmiyorum.
Yavuz
Esmersoy ziyaretime gelmiş, kulaklarını çınlattık. Benim buraya geleceğimi
senin mektubundan öğrenmiş.
Eski
dostların havasını iyi buldum… Kaybettiklerimizin yanında muhafaza ettiklerimiz
de pek çok.
Mektubunu
beklerim. Hasretle gözlerinden öperim.
Sadık
Erdem.
Afla
tahliye olan Sadık Erdem, parmağındaki yüzüğü çıkarmayan nişanlısına koşmuş,
sevgilisi hüzünlü kadına kavuşmuş, evlenip çocukları olmuştu. Yusuf gibi
zindanlara sığmamış, Ferhat gibi dağları delmişti… Aşkın ölümle imtihanı, aşkın
zaferiyle bitmişti.
Antalyalılar
bu has evlatlarını unutmadılar, otuz sene sonra onu 1977’li yılların sonlarında
tekrar parlamentoya gönderdiler. Gelin görün ki, 1957’de dört seneliğine
seçildiği görevini 27 Mayıs 1960 müdahalesi yüzünden tamamlayamayan Sadık
Erdem,12 Eylül 1980 darbesiyle yine seçildiği dönemi tamamlayamadı.Bu, kısa bir
zaman önce kaybettiğimiz bir demokrasi kahramanının gerçek hikâyesidir. Nur
içinde yatsın.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder