AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İLE
YAPILAN İLK İKİLİ ANTLAŞMALAR
ABD ile yapılan ilk ikili anlaşma, 23 Şubat 1945 tarihinde
imzalandı. Borç alma ve kiralamalarla ilgili olan bu anlaşma TBMM'de 4780
sayıyla yasalaştı. Anlaşmanın temel özelliği, adının Karşılıklı Yardım
Anlaşması olmasına karşın, ABD isteklerinin Türkiye tarafından kabul edilmesi
ve Türkiye'yi ağır yükümlülükler altına sokmasıydı. Anlaşmada, 'Koruyucu
Hükümler' olarak yer alan maddelerle, Türkiye'nin değil ABD'nin 'haklan'
korunuyordu. Anlaşmanın II. maddesi şöyleydi: TC hükümeti, sağlamakla görevli
olduğu hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD'ye teslim edecektir.' Böyle
bir maddenin bağımsız iki ülke arasında yapılan bir anlaşmada yer alması,
örneği olan bir uygulama değildir. TC hükümeti, ABD'ye hizmet sunmakla görevli
olacak ve bu görevin sınırı da belli olmayacaktı.
ABD ile yapılan ikinci anlaşma, 27 Şubat 1946 gün ve 4882
sayılı yasayla kabul edilen kredi anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın özü dünyanın
değişik yerlerinde ABD'nin elinde kalan ve ülkesine geri götürmesi pahalı olan
eskimiş savaş artığı malzemeleri satın alması koşuluyla Türkiye'ye borç
verilmesiydi.
Türkiye 1950'ye dek ABD ile 7 Mayıs 1946 tarihli Borçların
Tasfiyesi ile İlgili Anlaşma, 6 Aralık 1946 tarihli Kahire Anlaşmasına Ek
Anlaşma, 12 Temmuz 1947 tarihli Askeri Yardım Anlaşması ve 27 Aralık 1949
tarihli bir başka Askeri Yardım Anlaşmasını imzaladı.
Demokrat Parti döneminde, 1954 yılında uluslararası petrol
şirketlerinin adamı Max Bell'in hazırladığı ve Atatürk'ün çok önem verdiği
petroldeki devlet tekelini kaldıran Petrol Yasası çıkarıldı. Bu yasanın 136.
maddesi şöyleydi: Bu yasa yabancı şirketlerin izni olmadan değiştirilemez.
23 Haziran 1954 yılında, Türkiye ile Amerika Birleşik
Devletleri arasında Vergi Muafiyetleri Anlaşması imzalandı. Yalnızca
Amerikalıların yararlandığı bu anlaşma, Türkiye'deki ABD varlığını adeta devlet
içinde devlet haline getiriyor ve ABD şirketlerine vergisiz, gümrüksüz,
denetimsiz ve yargı organlarından uzak, yasa üstü bir statü tanıyordu. 1959
yılında millileştirme işlemlerinde muhatabın ABD hükümeti olmasını kabul eden,
İstimlâk ve Müsadere Garantisi Anlaşması yasalaştırılıyor ve bu yasaya Erzurum
Milletvekili Sabri Dilek, 'Bu anlaşmanın kabulüyle kapitülasyonlar geri
getirilmektedir. Bu anlaşma ile Amerikalılara açıkça imtiyaz verilmektedir diye
tepki gösteriyordu.
ABD ile Türkiye arasında 12 Kasım 1956 tarihinde Tarım
Ürünleri Anlaşması imzalandı. 24 Eylül 1963 gün ve 11513 sayılı Resmi Gazete'de
yayımlanarak yürürlüğe giren bu anlaşmaya göre, ABD Türkiye'ye 46,3 milyon
dolarlık (o zaman 1 dolar 10 liraydı) buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et,
konserve, sığır eti, don yağı ve soya yağı satacaktı. BU ürünler azgelişmiş bir
tarım ülkesi olan Türkiye'nin temel ürünleriydi ve bunlar ABD gibi bir ülkenin
eşit olmayan rekabetine terk ediliyordu. Ama daha vahim olanı anlaşmanın 2. ve
3. maddeleriydi. 2. madde şöyleydi: Türkiye'nin yetiştirdiği ve bu anlaşmada
adı geçen ya da benzer ürünlerin Türkiye'den yapılacak ihracatı Birleşik
Devletler tarafından denetlenecektir.' 3, maddenin b bendi ise, Türk ve
Amerikan hükümetleri Türkiye'de Amerikan mallarına karşı talebi artırmak için
birlikte hareket edeceklerdir' diyordu.
31 Mayıs 1968 tarihinde yapılan ve 12978 sayılı Resmi
Gazete'de yayımlanan, Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri
Arasında Kredi Anlaşması; Türkiye'yi ekonomik, mali ve siyasi bağımlılığa
sürükleyen koşullu kredi anlaşmalarına çarpıcı bir örnektir. Anlaşma 30,5
milyon dolarlık bir anlaşmaydı ve Türkiye'nin bu borcu koşullara bağlanmıştı.
Etibank'ın Ergani hariç tüm bakır işletmelerini ABD'nin denetimi altındaki
Karadeniz Bakır İşletmeleri A.Ş.'ye devretmesini şarta bağlayan anlaşmanın 3.
maddesi şöyleydi: 'Şirketin kuruluş sözleşmesi, tescil belgesi, organizasyon
şeması, Türk hükümetinin krediyi şirkete borç vereceğine ilişkin hükümetle şirket
arasında yapılmış olan sözleşmenin tasdikli bir örneği, yönetim kurulu
üyelerinin isimleri Türkiye'deki Amerikan Yardım Teşkilatına (AID)
bildirilecektir. ABD'in bütün bunları uygun görmesi halinde kredi ödemesi
yapılacaktır.'
ABD ile yapılan ikili anlaşmalar burada konu edilenlerden
çok daha fazladır ve büyük bir karışıklık içindedir. İlgili ve sorumlu Türk
makamları, Amerikalılarla yapılan anlaşmaların anlam ve kapsamının ne olduğunu,
ne zaman imzalandığını ve hangi koşulları taşıdıklarını bilmiyorlardı. Bu
karışıklıktan Amerikalılar geniş ölçüde yararlanarak Türkiye'de diledikleri
gibi hareket etmişler ve anlaşması olmayan konularda bile anlaşma varmış gibi
uygulama yapmışlardı, Orgeneral Refik Tulga bu konuda 1969 yılında şu
açıklamayı yapmıştı; "Genelkurmay, bir anlaşmaya dayanmadan kullanılan
Sinop ve Yalova havaalanları için, Amerikalılara 'buradan çıkın' diyordu.
Amerikalıların yanıtı 'bize müsaadeyi hükümet verdi' oluyordu. 'Anlaşmayı
gösterin' dendiğinde Amerikalılar 'anlaşma yok' demekten başka yanıt
bulamıyorlardı."
Türkiye ile Batılılar arasında uzun süre içinde oluşturulan
anlaşmalar setinin temel özelliği, Türkiye pazarını adım adım yabancı rekabete
açması ve büyüme ihtiyacı içindeki ulusal tarım ve sanayinin gelişimine engel
olmasıydı Bu engelleme ABD ve AB kaynaklı programlar ve bu programların
dayanağı olan yabancı uzman raporlarıyla gerçekleştiriliyordu.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, ABD yardımlarına yön vermek
üzere Amerikalı ekonomist Thornburg Türk ekonomisini inceledi ve Türkiye'nin
“Bugünkü Ekonomik Durumunun Eleştirisi” adlı bir rapor düzenledi. Atatürk
dönemi ekonomik uygulamalarını eleştirmekle başlayan rapor, Türkiye'nin ağır
sanayii kurma girişimlerine karşı çıkıyor, Karabük demir-çelik tesislerinin
tasfiyesini istiyor ve 125 lokomotif imal edecek kapasitede bir fabrika kurma
projesini reddediyordu. Thornburg, Türkiye’nin lokomotif fabrikası
kurmak için istediği krediyi kastederek, Türkler böyle düşündükleri sürece
dolarlarımızın ABD'de kalması daha iyi olacaktır' diyor ve Türkiye'nin makine,
uçak ve dizel motoru yapımı projelerine kesin bir biçimde karşı çıkarak,
Türkiye'yi bu tür düşüncelerden vazgeçmesi yönünde adeta tehdit ediyordu:
'Amerikalılar böyle düşünenleri iyi çalışma arkadaşı saymazlar.' Thornburg
Raporu, bugün Türkiye'ye kurtarıcı gibi getirilen Kemal Derviş'in, Dünya
Bankası yetkilisi olarak 1978 yılında Türkiye için hazırladığı raporun hemen
aynısıydı.
Atatürk döneminde gerçekleştirilen ekonomik atılımlar ve bu
atılımları planlayan, uygulayan ve geliştiren ulusçu Kadroların tasfiyesini
öngören Thornburg anlayışı, Türkiye'de sürekli bir biçimde iktidar oldu. Bu
iktidarın somut ifadesi olan hükümetlerin hemen tümü, anti-Kemalist politikalar
yürüttüler. Atatürk'ün Türkiye için sakıncalı gördüğü hemen her girişimi
uygulamaya soktular. Thornburg Raporu'yla aynı anlayışa sahip olan ve Atatürk
döneminde rafa kaldırılan 1800 sayfalık Dorr Raporu yeniden gündeme getirildi
ve uygulandı. 1945'ten sonra yeniden Türkiye'ye gelen Dorr'a olağanüstü ilgi
gösterildi ve kimi hükümet üyeleri Dorr'a, “Raporun kendileri için kutsal kitap
olduğunu” söylediler.
1945'ten sonra motor ve ağır sanayi yatırımlarından
vazgeçildi ve bu yöndeki eğilimler resmi politikadan çıkarıldı. Türkiye,
yabancı sermayeye denetimsiz olarak açıldı; gübre ve tarım ürünleri dahil
ithalata yönelindi; yoğun olarak dış borç alındı; NATO'ya girildi; Petrol
Kanunu çıkarılarak petrol işletmeciliği devlet tekelinden çıkarıldı; KİT'lerin
satılacağı açıklandı. Yasadışı ilişkiler ve karaborsayla palazlanan zenginler
türedi, arazi spekülatörleri ve büyük toprak sahipleri, uluslararası
şirketlerin temsilciliklerini almaya başladılar. CHP, 1947 yılında programını
değiştirdi ve Demir-Çelik Kombinaları, Genel Makine Fabrikası, Elektrolitik
Bakır Kombinası gibi ağır sanayi projelerinden vazgeçildiğini açıkladı. MKE'nin
(Makine Kimya Endüstrisi) gerçekleştirdiği ve Danimarka dahil birçok ülkeye ihraç
edilen 8 kişilik yolcu uçağı üretimine son verildi.
Türkiye, Batıya bağlanmanın yeni bir aşaması olan Avrupa
Birliği (o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu-AET) sürecine 20 yıllık
anti-Kemalist uygulamalar döneminden sonra böyle geldi. 1959'da üyelik için
AET'ye başvurduğunda, Türkiye Atatürk'ün 1938'de bıraktığı Türkiye'den çok
farklı bir yerdeydi. Tam bağımsızlıktan ödün vermeyen, emperyalist bloklarla
ittifak yapmayan, kendi gücüne dayanarak kalkınan ve dünyanın hiçbir ülkesine
en küçük bir bağımlılığı olmayan, borçsuz ve bağlantısız Türkiye'nin yerinde;
iç ve dış siyasette özgürce karar üretemeyen, açık bütçeli, sanayileşemeyen ve
sürekli borçlanan bir Türkiye vardı. Ülkeyi yönetenler Batıya bağlanmaktan
başka bir yolun olmadığını söylüyor, söylemleri yönünde uygulamalar yapıyor,
üstelik bu uygulamaları Atatürkçülük adına yaptıklarını ileri sürüyorlardı.
Atatürk'ün ölümüyle başlayan ve 1963 yılında AB ile
imzalanan Ankara Anlaşması'na dek geçen 25 yıllık geri dönüş süreci içinde,
yapılan uygulamalar ve bu uygulamaların Türkiye'yi getirdiği durum şuydu:
1- Türkiye, imzaladığı çok sayıda uluslararası ve ikili
anlaşmayla yönetim inisiyatiflerini önemli oranda yitirdi ve egemenlik
haklarını dışarıyla paylaşır duruma geldi, Atatürk'ün yaşamsal düzeyde önem
verdiği tam bağımsızlık işleyişinden vazgeçildi ve Tanzimat Batıcılığı yeniden
yerleşik devlet politikası haline geldi.
2- Ulusal sanayi yatırımları durduruldu, dış yönlendirmelere
bağlı olarak 'savaş zenginleri ve dış borca dayanılarak tüketime yönelik montaj
yatırımlarına yönelindi. Dışardan alınan borçlar, teşvik kredisi adıyla, yerli
ortak bularak yatırım yapan uluslararası şirketlere devredildi ve geleceğini
Batıya bağlamış olan yeni bir işbirlikçi zümre yaratıldı.
3- Yabancılara hemen her alanda imtiyaz hakları tanındı.
Petrol başta olmak üzere tüm stratejik madenler yabancı sermaye yatırımına
açıldı. Yatırımcı kuruluşların yönetimlerine, dışarıda eğitim gören ve Batı
değerlerini temsil eden kadrolar getirildi. Ulusçu ve Atatürkçü kadrolar devlet
yönetiminden uzaklaştırıldı.
4- Dış ticaret ve bütçe dengeleri bozuldu. İhracatın
ithalatı karşılaması oranı sürekli küçüldü ve bütçe açıkları hızla arttı. Bu
olumsuz gelişmenin doğal sonucu olarak ve giderek artan bir yoğunlukta dış
borçlanmaya gidildi. Milli kambiyo işleyişi zedelendi, Türk parası sürekli
değer yitirdi.
5- 'Eğitim Birliği' ilkesi uygulamadan kaldırıldı ve Türkiye
her çeşit insan yetiştiren bir ülke haline getirildi. Misyoner okulları,
tarikat mektepleri, paralı kolejler, imam hatip kurs ve okulları, yabancı dilde
eğitim yaygınlaştırıldı. Köy enstitüleri ve köy öğretmen okulları kapatıldı,
eğitimin ulusal niteliği bozuldu.
6- Bağımsız ve bağlantısız niteliğiyle tüm dünyada saygı
uyandıran Atatürkçü dış siyasetten vazgeçildi. Batı politikalarının dümen
suyuna gidildi. Türk ordusunun büyük bölümü NATO emrine verildi. Kore'ye asker
gönderildi. Kurtuluş Savaşı ile örnek olunan ve anti-emperyalist bir mücadele
içine giren 'mazlum' uluslar değil, büyük devletler desteklendi. Kemalist
Cumhuriyetin saygınlığı yitirildi.
7- Gelişmiş ülkeler öncülüğünde kurulup geliştirilen hemen
tüm uluslararası örgütlere üye olundu. Truman Doktrini, Marshall Planı, IMF,
Dünya Bankası, Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması ve Ekonomik Kalkınma ve
İşbirliği Örgütü politikalarıyla emperyalizm Türkiye'de içsel bir olgu haline
getirildi; Türkiye'nin geleceğine bu örgütler karar verir hale geldi.
8- Atatürk döneminde sıkı bir biçimde denetlenen ve ulus
karşıtı hiçbir faaliyetine izin verilmeyen Fener Rum Patrikhanesi'ne ayrıcalıklı
bir hoşgörü gösterildi. CIA görevlisi Athenagoros Bakanlar Kurulu kararıyla
Türk vatandaşlığına geçirilerek patrik yapıldı; Milli Eğitim Bakanlığı,
Heybeliada Ruhban Okulu'nun Teoloji Yüksek Okulu adıyla, İlahiyat Fakültesi
haline getirilmesine izin verdi.
9- Sınır komşularıyla, Atatürk döneminde geliştirilen
dostluk ilişkileri kalıcı düşmanlıklara dönüştürüldü. Sovyetler Birliği ve
Yunanistan birinci tehdit unsuru düşmanlar haline geldi. Menderes hükümeti
Irak'a askeri müdahale yapmaya kalkıştı. Türkiye 'düşmanlarla' çevrili bir ülke
haline geldi.
10- Yaygın ve etkili bir kültürel yozlaşma yaşandı.
Atatürk'ün bizzat katıldığı Türk dili ve tarihi konusundaki çalışmalar
geliştirilmediği gibi yapılanlar, sistemli bir karşı çıkışla ortadan
kaldırıldı. Özellikle Amerikan kaynaklı 'kültür' ürünleri bilinçli programlarla
yaygınlaştırıldı. Toplumsal değerler ve ulusal kimlik kalıcı bozulmalara
uğradı. Demokratik hemen hiçbir gelişmeye izin verilmedi. Partiler ve örgütler
kapatıldı. Atatürk'ün özellikle emperyalizme karşı söylemleri bile 'suç' olarak
değerlendirildi. Köy enstitüsü çıkışlılar başta olmak üzere hemen tüm ulusçu
aydınlar baskı altına alındılar, cezai kovuşturmaya uğradılar. Türkiye, kendi
aydınlarını yok eden bir ülke haline geldi.
[Metin Aydoğan, Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder